Bu Blogda Ara

23 Mart 2025 Pazar

Adaletin Gölgede Kaldığı Bir Düzen




Demokrasinin temel unsurlarından biri, hukuk devletinin varlığı ve bu hukukun herkese eşit şekilde uygulanmasıdır. Ancak son yıllarda, ülkemizde hukuk sisteminin işleyişine dair ciddi endişeler ortaya çıkmaktadır. Özellikle kamuoyunun ilgisini çeken ve siyasi yönleri de olan soruşturmalarda, hukuk devleti ilkelerinin çiğnendiği, soruşturmaların adaletin gerektirdiği şekilde değil, siyasi saiklerle yönlendirildiği eleştirileri sıkça gündeme gelmektedir.

Bir belediye başkanının, suçlamaların araştırılması ve delillerin toplanması sürecinin tamamlanmasını beklemeden, sabaha karşı evinden alınarak tutuklanması, birçok açıdan kaygı vericidir. Bu süreç, hukukun üstünlüğüne inanan herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir meseledir. Şayet bir kişi hakkında usulsüzlük veya yolsuzluk iddiaları varsa, bunların titizlikle ve adil bir şekilde araştırılması, delillerin eksiksiz toplanması ve bağımsız mahkemelerin objektif bir şekilde karar vermesi gerekir. Ancak, adli süreçler siyasallaştırıldığında, hukukun tarafsızlığı sorgulanır hale gelir ve toplumun adalete olan güveni sarsılır.

Siyasi Linç ve Hukukun İşlevsizleşmesi

Siyasi aktörlerin, yürütülen soruşturmalar hakkında henüz kesinleşmiş bir karar olmadan, suçlanan kişileri kamuoyu önünde mahkûm etmesi, demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemez. Yargılama sürecinin bağımsız olması gerekirken, siyasetçilerin, medya organlarının ve hatta bazı yargı mensuplarının sürece yön verici açıklamalar yapması, adaletin tarafsız ve güvenilir işleyişini zedelemektedir.

Geçmişte benzer vakalara baktığımızda, savcı Nuh Mete Yüksel’in gazete kupürlerinden delil toplayarak soruşturmalar yürüttüğüne dair iddialar hatırlardadır. Hukukun böyle işlediği bir sistemde, masumiyet karinesi göz ardı edilir, adalet yerini peşin hükümlere bırakır ve kişi önce infaz edilir, sonra yargılanır. Bugün yaşananlar, geçmişin bu yanlış uygulamalarının farklı bir versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Hukukun üstünlüğü ilkesi gereği, her birey hakkında iddialar titizlikle incelenmeli, kişi suçlu bulunana kadar masum kabul edilmelidir. Ancak, günümüzde bu prensibin göz ardı edilerek bazı isimlerin siyasi linç kampanyalarına maruz bırakıldığı, diğerlerinin ise siyasi konumları gereği korunarak yargılanmadıkları görülmektedir.

Hukukun Siyasallaşması ve Güçler Ayrılığı İhlalleri

Demokrasinin temel taşlarından biri olan güçler ayrılığı ilkesi, yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız olması gerektiğini ifade eder. Ancak, yürütme organının yargıya müdahale ettiği, yargının bağımsız karar alma yetisinin kısıtlandığı bir sistemde güçler ayrılığından bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de son yıllarda yargının, yürütmenin etkisi altında olduğu eleştirileri yaygınlaşmıştır. Özellikle kritik soruşturmalarda, iktidar yetkililerinin yönlendirici açıklamalar yapması ve yargıyı etkilemeye çalışması, hukukun bağımsızlığını zedeleyen en önemli unsurlardan biridir.

Bir hukuk devletinde yolsuzluk ve usulsüzlüklerin önlenmesi elbette ki önemlidir ve bu konuda güvenlik birimlerine büyük görevler düşmektedir. Ancak, güvenlik birimleri yalnızca suç delillerini toplamak ve savcılığa iletmekle yükümlüdür. Sonrasında ise savcılık, tarafsız bir şekilde toplanan deliller üzerinden hukuki süreci yürütmelidir. Ancak Türkiye’de, güvenlik birimlerinin ve yargının siyasi baskı altında kaldığına dair endişeler giderek artmaktadır.

Adaletin Çifte Standardı ve Toplumsal Güven Kaybı

Adalet, herkes için eşit şekilde işlediği zaman anlam kazanır. Ancak, ülkemizde yargının çifte standartlarla hareket ettiğine dair kanaat yaygındır. Bir grup insan için hukuk çok sert uygulanırken, diğerleri için süreçler son derece esnek işletilmektedir. Örneğin, muhalif siyasi figürler hakkında en ufak bir iddia bile soruşturmalara yol açarken, iktidara yakın kişilere yönelik iddialar görmezden gelinebilmektedir. Bu durum, hukuk sistemine duyulan güveni azaltmakta ve toplumsal kutuplaşmayı artırmaktadır.

Hukukun siyasallaşması, yalnızca belirli bir gruba değil, tüm topluma zarar vermektedir. Adaletin yalnızca bir kesim için işlemesi, halkın adalet mekanizmasına olan inancını yok eder ve devletin meşruiyetini sarsar. Hukukun güvenilirliği zedelendiğinde, toplumun farklı kesimleri arasında gerilim artar ve sosyal barış tehlikeye girer. Adaletin bağımsız ve tarafsız olması, devletin sürdürülebilirliği açısından en önemli unsurlardan biridir.

Adalet, Hukukun Serbest Bırakılmasıyla Mümkün Olur

Bir toplumda adaletin sağlanması için yargının bağımsız olması ve hukukun tarafsız işlemesi zorunludur. Hukukçular, cüzdanlarıyla değil vicdanlarıyla hareket etmeli ve siyasetin etkisi altına girmemelidir. Yargı sürecinde aşağılamalar, hakaretler ve yönlendirmeler olmamalıdır. Bir kişi hakkında suçlama varsa, bu suçlama objektif delillerle desteklenmeli ve yargılama süreci bağımsız mahkemeler tarafından yürütülmelidir.

Hukuk sistemimizde yaşanan mevcut sorunlar, demokratik değerlerden uzaklaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Eğer gerçek anlamda bir hukuk devleti istiyorsak, yargının bağımsızlığı sağlanmalı, hukuki süreçlere siyasi müdahaleler son bulmalı ve herkes için adalet eşit bir şekilde işletilmelidir. Güçler ayrılığı prensibi titizlikle uygulanmalı ve yürütme, yasama ve yargı organları birbirinden bağımsız olmalıdır. Ancak bu şekilde, adaletin gerçekten sağlandığı ve toplumun tüm kesimlerinin hukuka güven duyduğu bir sistem inşa edilebilir.

Sonuç olarak, günümüzde yaşanan olaylar hukukun bağımsızlığı konusunda ciddi endişelere yol açmaktadır. Eğer bu sorunlar çözülmezse, toplumda adalete duyulan güven daha da azalacak ve demokratik değerler zayıflayacaktır. Adalet, yalnızca belirli bir grup için değil, herkes için eşit şekilde uygulanmalıdır. Hukukun üstünlüğü prensibi korunmadığı sürece, demokrasi söylemden ibaret kalacaktır.

Bahadır Hataylı/22.03.2025/Namazgah/İST

Küreselleşmenin Kültürel Kutsallar Üzerindeki Etkisi ve Yeni Dönemin Güdüleri

Küreselleşme ve dijitalleşme, insanlığın toplumsal ve bireysel yapılarını kökten değiştiren iki temel unsur olarak öne çıkıyor. Geçmişte toplumsal düzeni belirleyen, bireyleri bir araya getiren ve kolektif bilinç oluşturan unsurlar -vatan, bayrak, din, mezhep gibi kültürel kutsallar- günümüzde eskisi kadar etkili birer rehber olmaktan uzaklaşıyor. Bunun yerine haz odaklı yaşam, bencil bireyselleşme ve dijital kimlikler, insanların hayatının merkezine oturuyor. Peki, bu dönüşüm zorunlu bir süreç mi? Yoksa insanlığı nereye sürükleyeceğini bilmediğimiz bir belirsizliğe mi gidiyoruz? Burada, küreselleşmenin ve modern dönemin birey ve toplum üzerindeki etkilerini  ele alacağım.

Kültürel Kutsalların Çöküşü-Nedenleri ve Sonuçları

Geçmişten günümüze kadar toplumların örgütlenmesi, ortak bir inanç, tarih, coğrafya veya gelenek etrafında şekillendi. Vatan, bayrak, din ve mezhep gibi unsurlar, bireylerin kendilerini ait hissetmelerini sağlayan temel yapıtaşlarıydı. Ancak küreselleşme ve dijital dönüşüm bu kültürel kutsalların etkisini zayıflatıyor.

Bunun temel sebeplerinden bazıları:

  • Bilginin Sınırsızlaşması: Eskiden bireylerin düşünce yapısı aile, okul ve toplum tarafından belirlenirken, bugün internet sayesinde farklı fikir ve ideolojilere sınırsız erişim mümkün hâle geldi.

  • Dijital Kimliğin Gerçek Kimliği İkame Etmesi: Günümüzde insanlar artık fiziksel bağlardan çok, dijital topluluklara ve sosyal medya platformlarına bağlanıyor.

  • Tüketim Kültürü ve Haz Odaklı Yaşam: Toplumların uzun vadeli idealler yerine anı yaşamak üzerine kurulu sistemlere kayması, geleneksel değerleri ikinci plana itiyor.

Haz Odaklı Toplum-Yeni Dönemin Belirleyici Faktörü

Geleneksel toplumlar fedakarlık, sabır, aidiyet gibi duyguları ön planda tutarken, modern toplumlarda bireysel hazlar temel motivasyon kaynağı oldu. Sosyal medyanın sunduğu anlık tatmin, dijital eğlence ve tüketim merkezli yaşam, bireylerin uzun vadeli hedefler yerine anı yaşamasına neden oluyor.

Bu değişimle birlikte, yöneticiler ve devletler de kendilerini güncelleyemediğinde halkın desteğini kaybediyor. Çünkü insanlar artık sadece ideallerle değil, hayatlarına anında dokunan somut değerlerle motive edilebiliyor.

Yeni Dönemde Toplum ve Devlet Yapısı

Küreselleşme ve dijitalleşmenin etkisiyle devletlerin de yapıları değişiyor. Ulus devletlerin yerine, ulusları aşan, sınırları esneten yapılar oluşuyor.

  • Tek Devlet ve Dijital Düzene Geçiş: İnternet ve teknoloji, sınırların anlamını yitirdiği yeni bir düzene kapı aralıyor.

  • Dillerin Yerini Dijital Kodlar Alıyor: Artık ırk ve dil farklılıkları yerine, programlama dilleri ve dijital iletişim esas belirleyici unsurlar hâline geliyor.

  • Tüketici Toplumlar ve Ekonomik Dönüşüm: Ulusların ekonomik gücü, sanayi veya tarıma dayalı olmaktan çıkıp, dijital hizmetler ve veri odaklı modellere evriliyor.

Çıkarımlar-Ne Kaybettik, Ne Kazandık?

Bu dönüşüm beraberinde birçok kayıp ve kazancı da getiriyor.

Kaybettiklerimiz:

  • Toplumsal dayanışma ve kolektif bilinç zayıfladı.

  • Ahlaki ve manevi değerler bireysel hazlara feda edildi.

  • Ulusal kimliklerin yerini küresel bireyselleşme aldı.

Kazandıklarımız:

  • Bilgiye erişim artı.

  • Bireyler kendilerini ifade etme konusunda daha fazla fırsat buluyor.

  • Farklı kültürler arasındaki sınırlar yumuşuyor.

Dijital çağın ve küreselleşmenin getirdiği dönüşümler, önümüzdeki yüzyılda toplumların ve devletlerin varoluş şeklini temelden değiştirecek. Dünün düşünce kalıplarıyla bugünün sorunlarını çözmek mümkün değil. Yeni çağa uygun düşünme modelleri geliştirilmezse, toplumlar sadece değişim karşısında savrulmaya mahkum olur.

Bahadır Hataylı/20.03.22025/Sancaktepe/İST

Erdem Yoksunluğu Toplumsal Çöküşün Anatomisi

 


“Eğer bir halk, iktidarda bulunanların haksızlığını, hukuksuzluğunu, hırsızlığını, yolsuzluğunu, ihanetini, yalnızca kendi siyasi görüşlerini taşıyor oldukları için görmezden geliyorsa, o halk, erdemini yitirmiş demektir. Erdemini kaybeden halk bir gün ülkesini yitirir.”

Toplumun erdem yoksunluğunu tüm yönleriyle sorgulamak için, ahlaki çöküşün nedenlerini, sonuçlarını ve çözüm yollarını detaylıca ele almak gerekir. Erdem yoksunluğu, bireylerin ve toplumun adalet, dürüstlük, hakkaniyet gibi değerleri göz ardı etmesiyle başlar ve zamanla toplumsal dokunun çürümesine yol açar.

1. Erdem Yoksunluğunun Temel Nedenleri

Toplumun erdem yoksunluğuna sürüklenmesinde pek çok faktör etkili olabilir. Ancak bunları birkaç ana başlık altında toplamak mümkündür:

a) Ahlaki Çöküş ve Çifte Standartlılık

Bir toplumda adaletin yalnızca belli gruplar için geçerli olması, ahlaki çöküşün ilk işaretlerinden biridir. İnsanlar, kendi siyasi görüşlerine yakın olanları haklı çıkarmak için yanlışları görmezden geldiğinde, ahlaki çifte standart oluşur. Örneğin:

  • Bir politikacı yolsuzluk yaptığında, kendi taraftarları bunu görmezden gelip “Hizmet yapıyor” diyorsa, bu çifte standarttır.

  • Haksız yere suçlanan bir kişi, yalnızca karşıt görüşte olduğu için savunulmuyorsa, bu ahlaki çöküştür.

  • Bir gazeteci doğruyu yazdığı için hapse atıldığında, toplum bunu umursamıyorsa, erdem yoksunluğu başlamıştır.

Toplumun büyük bir kesimi, yalnızca kendi menfaatine uyan adalet anlayışını benimsediğinde, artık gerçek adalet işlemeyecek ve yozlaşma kaçınılmaz olacaktır.

b) Menfaatçilik ve Çıkar İlişkileri

Modern toplumlarda bireyler, maddi kazanç ve statü için ahlaki değerleri ikinci plana atabiliyor. Bu, siyaset, ekonomi ve sosyal ilişkilerde kendini gösteriyor:

  • İşe alımlarda liyakat yerine torpil tercih edilirse, yeteneksiz insanlar önemli mevkilere gelir.

  • Kendi menfaatine ters düşmediği sürece, haksızlık karşısında susmak norm haline gelirse, zulüm yaygınlaşır.

  • Bir toplum, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışını benimsediğinde, erdem tamamen kaybolur.

Bu yaklaşım, toplumu giderek hak yerine güç merkezli bir yapıya dönüştürür ve güçlü olanın her zaman haklı olduğu yanılgısını doğurur.

c) Toplumsal Belleğin Zayıflaması ve Unutkanlık

Toplumlar geçmişte yaşanan haksızlıkları unuttukça, aynı hataları tekrar yapmaya başlarlar. Tarih bilinci olmayan toplumlar, her dönemde manipülasyona açık hale gelirler.

  • Daha önce yolsuzluk yaptığı bilinen kişiler, kısa sürede unutulup tekrar lider seçiliyorsa, toplum belleğini kaybetmiş demektir.

  • Eski hatalar hatırlanmadığı için, sürekli aynı hatalı politikalar tekrar ediliyorsa, bu, ders alınmadığını gösterir.

  • Geçmişte zulme uğrayan bir kesim, gücü ele geçirince zulmeden tarafa dönüşüyorsa, tarih bir döngü içinde tekrarlanıyor demektir.

Belleğini kaybetmiş toplumlar, tarih boyunca hep aynı trajedileri yaşamaya devam etmiştir.

d) Korku Kültürü ve Güce Tapınma

Toplumun büyük bir kısmı haksızlığa karşı çıkmaya cesaret edemez hale gelirse, korku kültürü egemen olur. İnsanlar adalet aramak yerine, güçlü olanın yanında durmayı tercih ederler:

  • Haksızlığa uğrayan biri olduğunda, insanlar destek vermek yerine susmayı tercih eder.

  • Güçlü olan her zaman haklı kabul edilir ve onun yanlışları görmezden gelinir.

  • Halk, yöneticilerin yanlışlarını dile getirenleri düşman olarak görmeye başlar.

Bu korku kültürü, erdem yoksunluğunun en tehlikeli boyutlarından biridir.

2. Erdem Yoksunluğunun Sonuçları

Erdemini yitirmiş bir toplum, zamanla çok daha büyük problemlerle karşı karşıya kalır. Bunları birkaç temel başlık altında ele alalım:

a) Hukuksuzluğun Normalleşmesi

Eğer toplum, hukuksuzluğu kanıksarsa, artık hiçbir hukuki güvence kalmaz. Hukukun üstünlüğü yerine güçlünün üstünlüğü kabul edildiğinde:

  • Adalet sistemi çöküşe geçer.

  • Suçlular cezasız kalırken, masumlar cezalandırılır.

  • İnsanlar hak aramaktan vazgeçer.

Hukuksuzluk, toplumsal çürümenin en tehlikeli boyutlarından biridir.

b) Liyakatsizlik ve Kurumsal Çöküş

Liyakat sistemi bozulduğunda, yetkin olmayan insanlar önemli görevlere gelir. Bu da:

  • Devlet kurumlarının işlemez hale gelmesine neden olur.

  • Bilim, sanat, eğitim gibi alanlarda büyük gerilemelere yol açar.

  • Üretken bireylerin sistemden dışlanmasına sebep olur.

Bir toplum, hak edene hakkını vermediği sürece gelişemez.

c) Bireysel ve Toplumsal Çıkmazlar

Erdem yoksunluğu, bireysel düzeyde de ciddi zararlar verir:

  • İnsanlar güven duygusunu kaybeder.

  • Toplumsal bağlar zayıflar.

  • Bireyler giderek yalnızlaşır ve umutsuzluğa kapılır.

Eğer insanlar adaletin olmadığını hissederse, ya sisteme tamamen uyum sağlar ya da tamamen dışlanır.

3. Çözüm Yolları-Erdemli Bir Toplum Nasıl Oluşturulur?

Erdem yoksunluğundan kurtulmak, bilinçli çabalar gerektirir. Toplumun yeniden ahlaki değerlere dönmesi için şu adımlar atılmalıdır:

a) Adalet İlkelerinin Yeniden Tesisi

  • Hukukun herkese eşit uygulanması sağlanmalıdır.

  • Yolsuzluk, adam kayırma gibi suçlara karşı etkili cezalar verilmelidir.

  • Güçlü veya zayıf fark etmeksizin, herkesin yasalar karşısında eşit olduğu bilinci yerleştirilmelidir.

b) Eğitim Sisteminde Ahlaki Değerlerin Öncelenmesi

  • Eğitimde sorgulama ve eleştirel düşünme teşvik edilmelidir.

  • Ahlaki ve etik dersler, okullarda daha fazla yer almalıdır.

  • Genç nesillere erdemli birey olmanın önemi anlatılmalıdır.

c) Özgür ve Bağımsız Medyanın Güçlendirilmesi

  • Hakikati dile getiren basın organları desteklenmelidir.

  • Manipülatif ve yanlı medyanın etkisi azaltılmalıdır.

  • Toplum, medya okuryazarlığı konusunda bilinçlendirilmelidir.

d) Sivil Toplum ve Kolektif Bilinç

  • İnsanlar haksızlıklar karşısında bir araya gelmelidir.

  • Toplumsal hareketler desteklenmeli ve cesaretlendirilmelidir.

  • İnsanların birbirine güvenmesini sağlayacak sosyal projeler geliştirilmelidir.

Erdemini yitirmiş toplumlar, er ya da geç çöküşle karşılaşır. Adalet, dürüstlük ve ahlaki değerler korunmadığında, güçlü olanın haklı olduğu bir düzen inşa edilir ve bu düzen her zaman yıkılmaya mahkumdur.

Toplumun kendini kurtarması, hakikati savunma cesaretini göstermesiyle mümkündür.

Erol Kekeç/22.03.2025/Sancaktepe/İST

22 Mart 2025 Cumartesi

Uyan Sorgula Sorumluluk Al



Ey Kahraman Gençlik!

Bugün çevrene bak! Gördüklerin, duydukların, hissettiklerin sana ne söylüyor? Tarihin derinliklerinden gelen bir ses, sana bir emaneti teslim ediyor. Bu emanet, yalnızca toprak parçalarından ibaret bir memleket değil; onuru, bağımsızlığı, adaleti ve insanlık onurunu temsil eden kutsal bir mirastır. Sen, bu mirasın bekçisisin!

Bugün ülkenin dört bir yanında adaletsizlik, yozlaşma, ekonomik sıkıntılar ve ahlaki çöküntü yaşanıyor olabilir. Memleketin dahilinde bulunan bazı kişiler gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde olabilirler. Çıkarlarının peşinde koşanlar, vatana hizmet ettiğini sanan gafiller ve hatta bilinçli olarak milletin geleceğini karartan hainler olabilir. Sen, bunları görmeyecek misin? Sen, bunları sorgulamayacak mısın? Sana düşen, bu gidişatı seyretmek değil, buna dur demek, yanlışın karşısına dikilmektir!

Ekonomi çökebilir, öğretim sistemin yozlaşabilir, adalet mekanizması sarsılabilir, ahlaki değerler erozyona uğrayabilir. Bir millet, sadece düşman tanklarıyla işgal edilmez; fikirleri, ahlakı ve vicdanı işgal edilirse de yok olabilir. Şu an, tam da bu büyük imtihanın ortasındayız. Gençlik olarak bu şartlar altında vazifen nedir? Tarihin sorumluluğuyla harekete geçmek mi, yoksa umursamaz bir sessizliğe gömülmek mi?

Bil ki, yükün büyüktür. Şu an önünde iki yol var: Ya özgürlük ve bağımsızlık ruhunu canlı tutup her koşulda mücadele edeceksin ya da sessiz kalıp tarih karşısında hesap vereceksin! Seni susturmaya, sindirmeye çalışanlara teslim mi olacaksın, yoksa fikirlerini, değerlerini, ülkeni savunacak mısın?

Unutma ki; bağımsızlık, yalnızca sınırlara sahip çıkmak değildir. Bağımsızlık, ekonomik gücünle, düşünce özgürlüğünle, bilimin ışığıyla yoğunlaşan aklınla gerçekleşir. Bugün önünüzde devasa sorunlar olabilir ama şu gerçeği asla unutma: Geleceği şekillendirecek olan sensin! Senin öğrenmen, gelişmen, sorgulaman, yeniliklere açık olman, ülkenin kaderini değiştirecektir.

Birileri sana "Boşuna uğraşma, düzgün bir dünya mümkün değil!" diyebilir. Onlara aldanma! Kurtuluş Savaşı'nı düşün! Atatürk ve silah arkadaşları, bir avuç inanan insan, koskoca bir düşman dünya karşısında "Başarılmaz!" denileni başarmadı mı? Onlar, inandıkları için kazandılar. Sen de inandığın değerler uğruna çalışmaz, fedakarlık yapmazsan, gelecek nesillere hangi mirası bırakacaksın?

Bugün ülkeni işgal eden düşman orduları yok. Ancak; fikrini kirleten, zihnini esir alan, seni sorgulamaktan uzaklaştıran, seni sadece "tüketici" konumuna getiren bir sistem var. Sosyal medyanın, televizyonun, reklamların, sınırsız tüketimin içinde boğulup gitmek mi, yoksa düşünen, üreten, adalet peşinde olan bir birey olmak mı istersin?

Sana ihtiyacımız var! Milletimizin sana ihtiyacı var! Sen, karanlığı şikayet etmekle yetinmemeli, İstiklal Marşı'ndaki şu çizgiye sahip çıkmalısın: "Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!"

O ocak senin yüreğinde yanmalı! O meşale, senin fikirlerinde kıvılcımlanmalı! Bilimde, sanatta, siyasette, ekonomide, ahlakta, insanlık onurunda bir devrim yapmak için, büyük sorumluluğun var.

Uyan, sorgula ve harekete geç! Sen sustuğun an, karşınızdakiler kazanacak!

Güç sendedir, irade sendedir, vatan sevgisi sendedir! Asla vazgeçme ve asla unutma:

Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Bahadır Hataylı/21.03.2025/Namazgah/İST

20 Mart 2025 Perşembe

Adaletin Gölgesinde-Hukuk, Özgürlük ve Manipülasyon

Hukukun Bağımsızlığı ve Düşünce Özgürlüğü Üzerinden Türkiye’de Güncel Siyasi Gelişmelerin Değerlendirilmesi

Son dönemde Türkiye’de yaşanan gelişmeler, hukukun bağımsızlığı ve düşünce özgürlüğü açısından ciddi endişeleri beraberinde getirmiştir. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması, birçok akademisyen ve gazetecinin ifadeye çağrılması veya tutuklanması, ülkede demokrasinin temel taşlarından biri olan ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin sorgulanmasına neden olmuştur. Bu yazıda, herhangi bir siyasi tarafı dikkate almadan, tamamen hukukun bağımsızlığı ve özgür düşünce ekseninde bu gelişmeleri ele alacağız.

Hukukun Üstünlüğü ve Bağımsızlığı Neden Önemlidir?

Hukuk devleti ilkesinin en temel yapı taşlarından biri, yargının bağımsız ve tarafsız olmasıdır. Yasaların, her birey için eşit ve adil şekilde uygulanması, demokratik bir toplumun sürdürülebilirliği açısından hayati önem taşır. Hukukun bağımsız olması, yalnızca siyasetten değil, aynı zamanda ekonomik, ideolojik ve toplumsal baskılardan da arındırılmış olması gerektiği anlamına gelir. Bir ülkede hukuk, siyasi iradenin veya belirli çıkar gruplarının elinde bir araç haline geldiğinde, toplumsal güven sarsılır ve bireylerin hak ve özgürlükleri tehdit altına girer.

Türkiye’de yaşanan son gelişmeler, hukukun ne derece bağımsız olduğu konusunda ciddi tartışmalara yol açmıştır. Özellikle seçilmiş bir belediye başkanının görev süresi içinde siyasi gerekçelerle gözaltına alınması, bu durumun yalnızca hukuki bir süreç mi olduğu yoksa siyasi bir hamle mi olduğu sorusunu akıllara getirmektedir. Yargının bağımsızlığına dair oluşan şüpheler, kamuoyunda bir güven kaybına yol açarken, bu tür durumlar hukukun üstünlüğü ilkesine zarar vermektedir.

Düşünce Özgürlüğü ve Medyanın Baskı Altına Alınması

Demokrasinin en önemli unsurlarından biri, bireylerin düşüncelerini özgürce ifade edebilme hakkına sahip olmasıdır. Bu bağlamda, gazeteciler, akademisyenler ve sivil toplum temsilcileri, toplumun farklı kesimlerine ulaşan bilgi akışını sağlamak ve kamuoyunun doğru bilgilendirilmesine katkıda bulunmak açısından kritik bir role sahiptirler. Ancak son dönemde birçok gazeteci ve akademisyenin gözaltına alınması veya ifadeye çağrılması, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün sınırlarının daraltıldığına dair ciddi endişelere sebep olmaktadır.

Basının bağımsız olması, halkın yöneticiler hakkında objektif bilgiye ulaşabilmesi açısından önemlidir. Eğer basın, yalnızca belirli bir ideolojinin veya siyasi yapının çıkarlarını gözeten bir araç haline gelirse, kamuoyunun bilgilendirilme hakkı ihlal edilir. Türkiye’de, özellikle eleştirel habercilik yapan medya kuruluşlarının baskı altına alınması, hükümete yakın medya organlarının ise daha fazla imtiyaz kazanması, basın özgürlüğünün ciddi şekilde zedelendiğini göstermektedir. Bu durum, yalnızca Türkiye’de değil, dünya genelinde de hukukun bağımsızlığı ve özgür basın konularında kaygı uyandırmaktadır.

Toplumsal Kutuplaşma ve Çatışma Ortamlarının Yaratılması

Son yıllarda Türkiye’de siyaset giderek daha fazla kutuplaşmaya sahne olmaktadır. Farklı siyasi görüşler arasında sağlıklı bir tartışma ortamının bulunmaması, toplumun bir bütün olarak ilerlemesini zorlaştırmaktadır. Bu tür gelişmeler, yalnızca bireysel özgürlükleri tehdit etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumda güven bunalımına neden olarak sosyal dokuyu da zedeler. Seçilmiş yöneticilerin ve bağımsız düşünce üreten kişilerin çeşitli gerekçelerle baskı altına alınması, halkın demokratik süreçlere olan inancını da zayıflatmaktadır.

Türkiye’deki mevcut durum, toplumda korku ikliminin oluşturulmasına neden olabilir. Eğer insanlar, belirli bir düşünceyi ifade ettiklerinde cezalandırılacaklarına inanırlarsa, bu durum otosansürü teşvik eder. Korku ortamı, bireylerin sorgulayıcı düşünme yetisini baskılar ve toplumun daha az demokratik bir yapıya evrilmesine yol açar. Bu tür uygulamalar, genellikle istibdat yönetimlerinde görülür ve toplumun yönetime olan güvenini sarsar.

Halkın Dikkatini Dağıtma Stratejileri ve Gerçek Sorunların Üstünün Örtülmesi

Türkiye’de yaşanan bu gelişmelerin, ekonomik ve sosyal sorunlardan dikkatleri başka yönlere çekmek amacıyla kullanıldığı yönünde de çeşitli görüşler mevcuttur. Enflasyonun yüksek seviyelerde seyretmesi, işsizlik oranlarının artması, dış borçlanmanın büyümesi gibi temel ekonomik sorunlar gündemin en önemli maddeleri olması gerekirken, siyasi tartışmalar ve hukuki krizler çoğu zaman daha fazla ön plana çıkmaktadır. Bu durum, halkın gerçek gündeminden uzaklaştırılarak, daha fazla kutuplaştırılmasını amaçlayan bir stratejinin parçası olabilir mi? Bu soru, sorgulanması gereken önemli noktalardan biridir.

Bir ülkede hukukun siyasi bir araç olarak kullanılması, yalnızca muhalefeti değil, toplumun tamamını etkileyen bir problemdir. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemde, hiçbir siyasi figür veya grup, yargının bağımsız işleyişini kendi lehine yönlendiremez. Eğer böyle bir yönlendirme gerçekleşiyorsa, bu durum demokratik süreçlerin ihlali anlamına gelir.

Sonuç ve Öneriler

Türkiye’de hukukun bağımsızlığı ve düşünce özgürlüğü konusunda yaşanan son gelişmeler, hukukun siyasetle ne derece iç içe geçtiği konusunda ciddi sorular doğurmaktadır. Hukukun tarafsızlığını kaybetmesi, yalnızca belirli bir kesimi değil, tüm toplumu olumsuz etkileyecek sonuçlar doğurur. Bu bağlamda şu önerileri sıralayabiliriz:

  1. Yargının Bağımsızlığı Sağlanmalı: Yargı mekanizmasının tamamen bağımsız çalışmasını teminat altına alacak yapısal reformlar gerçekleştirilmelidir.

  2. Düşünce Özgürlüğü Güvence Altına Alınmalı: Gazetecilerin ve akademisyenlerin özgürce çalışmalarını sürdürebilmesi sağlanmalı, basın üzerindeki baskılar kaldırılmalıdır.

  3. Toplumsal Kutuplaşma Azaltılmalı: Farklı görüşlerin bir arada yaşayabileceği demokratik bir ortam tesis edilmeli, kutuplaşma politikalarından kaçınılmalıdır.

  4. Gerçek Sorunlar Üzerine Odaklanılmalı: Ekonomik kriz, işsizlik ve sosyal adalet gibi konuların çözümüne yönelik gerçekçi politikalar geliştirilmelidir.

Sonuç olarak, demokratik bir toplumun temel dayanağı, hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğüdür. Bu değerler korunmadığında, toplumun tüm kesimleri zarar görür. Hukukun siyasetten bağımsız hale getirilmesi ve düşünce özgürlüğünün güvence altına alınması, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin devamlılığı açısından büyük önem taşımaktadır.

Bahadır Hataylı/19.03.2025/Sancaktepe/İST

Adaletin Gölgesinde Güç Hukuk ve Toplumsal Uyanış


Karanlık Talih ve Adaletin Peşinde-Bir Toplumun Uyanışı

Tarih boyunca birçok millet, adaletin ne olduğunu sorgulamış, onu tesis etmeye çalışmış ancak her defasında gücü elinde bulunduranların tanımladığı bir hukuk anlayışıyla yüzleşmiştir. İnsanlığın temel meselelerinden biri olan adalet, güç sahiplerinin inisiyatifine bırakıldığında, gerçek adalet olmaktan çıkar ve bir tür baskı aracına dönüşür. Bugün yaşadığımız dünya da benzer bir trajedi sahnelemektedir. Devletlerin başına geçen yöneticiler, bulundukları makamı halkın emaneti olarak görmekten ziyade, şahsi mülkleri gibi algılamakta, hukuk mekanizmasını da kendilerini güvence altına alacak şekilde dizayn etmektedirler. Bu yazıda, toplumların adalet anlayışının nasıl evrilmesi gerektiğini, hukukun nasıl olması gerektiğini ve gücün nasıl kontrol altına alınabileceğini anlatmaktayım.

Hukukun Bağımsızlığı-Bir Efsane mi, Gerçek mi?

Hukuk, bir toplumun temel taşıdır. Ancak, bu taş yeterince sağlam değilse, üstüne inşa edilen bütün sistem çürük olacaktır. Bugün birçok ülkede hukuk, bağımsız bir mekanizma olmaktan çıkıp siyasi erklerin elinde bir silaha dönüşmüştür. Adalet dağıtmak yerine, belli bir zümrenin çıkarlarını koruyan bir yapıya bürünen hukuk sistemi, halkın güvenini kaybetmekte ve adalet arayışını kişisel hesaplaşmalara yönlendirmektedir.

Eğer hukuk gerçekten bağımsız olsaydı, herhangi bir yönetimin değişmesiyle birlikte kanunların işleyişi değişmezdi. Ancak pratikte, her yeni iktidar döneminde hukuk sisteminin nasıl şekillendiğine bakarak, hukukun gerçekten bağımsız olup olmadığını rahatlıkla anlayabiliriz. Oysaki hukuk, herhangi bir siyasi otoritenin değil, toplumun vicdanının temsilcisi olmalıdır. Ancak, gücü elinde tutanlar tarafından sürekli değiştirilen yasalar ve taraflı uygulamalar, toplumun hukuka olan inancını zedelemektedir.

Hukukun Güç Karşısındaki Acziyeti

Gücü elinde bulunduranlar, hukuku kendi lehlerine şekillendirme eğilimindedir. Hukukun üstünlüğü yerine, üstünlerin hukuku dediğimiz bir olgu karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir ortamda bireyin haklarını koruyacak bir mekanizma kalmaz. Gücü elinde bulunduranlar için hukuk, kendilerini güvence altına alan bir kalkan, muhaliflerini bertaraf etmek için kullanılan bir sopa haline gelir. Bu, toplumsal adaletin ölümüdür.

Peki, bu nasıl değiştirilebilir? Toplumların adaleti sağlaması için hukuk mekanizmasının denetlenebilir ve gerçekten bağımsız olması gerekmektedir. Bunu sağlayacak olan ise bilinçli, sorgulayan ve pasif bir seyirci olmak yerine aktif bir yurttaşlık bilinciyle hareket eden bireylerden oluşan bir toplumdur.

Güç ve Hukukun Diyalektiği

Tarih boyunca güç sahipleri, hukuku kendi çıkarlarına uygun biçimde manipüle etmiştir. Ancak unuttukları bir şey vardır: Güç sonsuz değildir. Zamanın akışı içinde her güçlü, bir gün güçsüz duruma düşebilir. Bugün hukuku kendi çıkarlarına göre dizayn edenler, yarın o hukukun gerçek işleyişine muhtaç hale gelebilirler. İşte tam da bu yüzden, adaletin gerçekten bağımsız bir mekanizma olması herkesin yararınadır.

Toplumlar, güç ve hukuk arasındaki bu diyalektiği iyi anlamalıdır. Güç, kontrol edilmezse yozlaşır. Yozlaşmış bir güç ise eninde sonunda kendini tüketir. Bu nedenle, hukuk sisteminin her türlü iktidarın ve güç odağının üstünde olması şarttır.

Birlikte Yaşamanın Anahtarı-Tarafsız ve Bağımsız Hukuk

Toplumların barış içinde yaşayabilmesi için hukuk sisteminin objektif ve bağımsız olması gerekir. Farklı görüş ve inançların birlikte yaşayabilmesi ancak tarafsız bir hukuk mekanizmasıyla mümkündür. Eğer bir hukuk sistemi, bir kesimin diğer kesimler üzerinde tahakküm kurmasını sağlıyorsa, orada adaletten söz edilemez. Bir ülkenin adalet mekanizması, yalnızca mevcut yönetimin değil, herkesin güvencesi olmalıdır.

Gücü elinde bulunduranların hukuku kendi lehlerine çevirdiği bir ülkede, halkın hukuka olan güveni zamanla yok olur. Ve bu noktada, insanlar adaleti kendi yöntemleriyle aramaya başlar. Tarih boyunca yaşanan iç savaşlar, devrimler ve kaos ortamlarının temelinde bu adaletsizlik yatmaktadır.

Uyanış Zamanı

Tarih, sürekli tekrar eden bir döngü içindedir. Güç sahibi olanlar, adaleti kendi çıkarlarına uygun şekilde dizayn eder, sonra gücü kaybettiklerinde aynı hukuk sistemine muhtaç hale gelirler. Bu kısır döngüyü kırmak için, hukukun üstünlüğünü sağlayacak gerçek bir sistem inşa edilmelidir. Bunun için:

  1. Hukukun bağımsız olması sağlanmalı: Hukuk, siyasi otoritelerden tamamen bağımsız olmalıdır. Yargıçların atanması ve görevden alınması gibi süreçler, siyasetten arındırılmalıdır.

  2. Toplumsal bilinç artırılmalı: Halk, hukukun nasıl işlediğini bilmeli ve ona sahip çıkmalıdır. Hukuk, sadece avukatların ya da yargıçların meselesi değil, toplumun temel taşıdır.

  3. Güçlü bir sivil toplum oluşturulmalı: Sivil toplum kuruluşları, hukukun bağımsız işleyişini takip etmeli ve adaletsizliklere karşı ses yükseltmelidir.

  4. Özgür basın desteklenmeli: Bağımsız medya organları, hukukun tarafsız işleyip işlemediğini gözlemlemeli ve topluma doğru bilgi aktarmalıdır.

Adalet, toplumların en büyük güvencesidir. Eğer bir ülkede adalet yoksa, hiçbir şey garanti değildir. Mazlumun hakkını koruyamayan bir hukuk düzeni, eninde sonunda herkesi mağdur eder. Bugün susanlar, yarın hukukun eksikliğini en ağır şekilde hissedecektir. Bu nedenle, hukuk herkes için eşit olmalı, adalet gerçekten bağımsız kılınmalıdır.

Unutmayalım, adaletin olmadığı bir toplum, bir gün mutlaka kendi içinde çürür ve yok olur. Bugün, hukukun üstünlüğü için mücadele edenler, geleceğin adil toplumunu inşa edecek olanlardır. Şimdi uyanış zamanı!

Bahadır Hataylı/19.03.2025/Namazgah/İST

19 Mart 2025 Çarşamba

Korkunun Zincirlerini Kır-Halkları Esir Alan Sessiz Sömürü

 

Korkunun Esareti

Bu anlatacağım hakikat, günümüz dünyasında yaşananları anlamamıza ışık tutuyor. Üç kişilik bir eşkıya grubu, yalnızca bir dolma tüfekle 100’den fazla çingeneyi nasıl esir aldı? Bu olay, 1839 yılında, Toros Dağları’ndan Kozan’a iniş güzergahında gerçekleşti.

 Yaz boyunca İç Anadolu’da şehir şehir gezip kışlık yiyeceklerini toplamış, güz mevsiminin başında sıcak Adana bölgesine doğru yol almıştı. Yolumuz, kış için hazırlık yapmış, erzak dolu bir çingene kabilesine denk geldi... Üç kişiydik ve elimizde tek bir dolma tüfek vardı. Biz üç arkadaştık; en yaşlımız 60, ortancamız 50, ben ise 39 yaşındaydım. Eğer ateş etsek, ikinci kez doldurma fırsatımız olmayabilirdi. Ama onların bunu fark edecek cesaretleri yoktu.

Önlerini kestik, yüksek sesle bağırarak emirler yağdırdım:

“Elinizde ne varsa bırakın! Paralarınızı çıkarın!”

Teslim oldular. Paralarını saydık; 100 lira kadar vardı. Hepsini aldık. Erzaklarının büyük kısmını da yanımıza aldık, geriye sadece bir miktar bıraktık. Sonra tekrar bağırdım:

“Arkanıza bakmadan gidin! Yoksa hepinizi kurşuna dizerim!”

Koca kabilenin dizlerinin bağı çözüldü. Yere kapanıp ağlamaya, üstlerini başlarını yırtarak yalvarmaya başladılar:

“Ne olur! Bu kadar insan nasıl yaşayacağız?”

Aldığımız paradan 5 lirasını onlara geri verdik. İşte o an, şaşkınlıkla birdenbire alkışlamaya, tezahüratlar yapmaya, bize dualar etmeye başladılar:

“Size eşkıya diyenlerin Allah belasını versin! Sizler ne iyi insanlarsınız! Fakir fukarayı gözetiyorsunuz, bizlere kışlık ihtiyacımızı bıraktınız! Sizi gittiğimiz her yerde ‘fakir babası’, ‘en yiğit adamlar’ diye anlatacağız!”

Hatta, “Eğer sizler olmazsanız dağlarımızı gerçek eşkıyalar sarar. Siz bizim tek sahibimizsiniz! Tarih sizi eşkıya değil, kahraman olarak yazacak!” diyerek uzaklaşıp gittiler.

Oysa bizim ödümüz kopuyordu. Eğer hepsi birden üzerimize yürümeye cesaret etseydi, kaçacak yerimiz bile olmazdı. Ama olmadı. Korkuları, onları itaatkâr hale getirdi. Onlardan aldığımızı keyfimize göre harcayarak rahatça yaşadık.

Bu hikâyeyi 1985 yılında okuduğumda, aklıma şu cümle geldi:

“Devrimler, insanların korkuyu yendiği gün başlar.”

Bu söz ne kadar anlamlıydı. Korkuya esir olmuş insanlar, tarihin her döneminde sömürülmeye ve ezilmeye mahkûm olmuşlardı. Korku, insanı sadece boyun eğmeye değil, kendisini ezenleri alkışlamaya bile mecbur bırakıyordu. Bugün de farklı bir dünyada değiliz. Tarih boyunca yaşanan bu hikâye, her çağda ve her toplumda tekrar tekrar yazılıyor.

Eşkıyalık ve korku üzerine anlatılan bu hikâye, aslında toplumların nasıl yönetildiğine dair büyük bir gerçeği gözler önüne seriyor. Üç kişilik bir eşkıya grubu, 100 kişilik bir çingene kafilesini nasıl esir alabildi? Cevap basit: Korku. Korku, insanları itaatkâr kılar ve güç, her zaman cesaretten daha fazla bir şey değildir.

Bugün, bu hikâyenin bir benzerini yaşıyoruz. Politikacılar ve ülke yöneticileri, halkın korkularını kullanarak onları soyup soğana çeviriyor, sefahat içinde yaşarken, halkı açlıkla ve yoksullukla baş başa bırakıyor. Halkın gözünün önünde dönen yolsuzluklar, rüşvet çarkları, adaletsizlikler, medyanın manipülatif söylemleri ve halkın sessizliği... İşte, korkunun esareti tam olarak budur.

Bugün milyonlarca insanın alın teriyle kazandığı paralar, birkaç yüz ailenin kasalarına akıyor. Vergiler yükseltiliyor, enflasyon artıyor, hayat pahalılaşıyor. Ama milyonlar aç kalırken, muktedirler lüks sofralar kurmaya, görkemli saraylarda yaşamaya, servetlerini katlamaya devam ediyor. Halktan çalınan her kuruş, lüks araçlara, şatafatlı rezidanslara, israf edilen projelere dönüşüyor. Ve halk, 100 kişilik çingene kafilesi gibi korkudan itiraz etmiyor.

Korku, insanlık tarihinin en eski yönetim aracı olmuştur. Roma İmparatorluğu’ndan Osmanlı’ya, Sovyetler Birliği’nden modern dünyaya kadar güçlü devletler, halklarını kontrol etmek için korkuyu bilinçli bir silah olarak kullanmıştır.

Tarihsel Örnekler- Korku ile Yönetilen Halklar

  1. Roma İmparatorluğu ve Gladyatör Arenaları Roma, halkını eğlendirirken korkutmayı çok iyi bilen bir imparatorluktu. Gladyatör dövüşleri yalnızca bir eğlence değil, aynı zamanda "güçlü olanın hayatta kalması" öğretisini aşılayan bir korku mekanizmasıydı. Halk, Roma’nın acımasızlığına tanık oldukça itaatkâr hale geliyordu. İmparatorluk, baskısını artırırken, halkın korkuyla yönetilmesini sağlıyordu.

  2. Osmanlı’da Kardeş Katli ve Devletin Bekası Osmanlı’da “nizam-ı âlem için” kardeş katli, padişahın otoritesini güçlendiren bir uygulamaydı. Yeni tahta geçen padişah, kardeşlerini öldürerek olası taht kavgalarını engelliyor ve yönetimde bir istikrar sağlıyordu. Ancak bu, aynı zamanda hanedan mensuplarını ve halkı sürekli bir korku içinde tutarak itaatkâr hale getiriyordu.

  3. Hitler’in Almanya’sı ve Gestapo Nazi Almanya’sında korku, devletin temel yönetim aracıydı. Gestapo, halkı sürekli gözetim altında tutarak en küçük muhalefeti bile cezalandırıyordu. Yahudiler, komünistler ve muhalifler sistematik bir şekilde sindirilirken, halk korku içinde itaat etmeye zorlandı.

  4. Soğuk Savaş Dönemi: McCarthy Dönemi ABD’si ABD’de 1950’lerde komünizm korkusu öylesine yayıldı ki, McCarthy liderliğinde birçok insan "komünist" olmakla suçlandı ve hapse atıldı. Halk, fikirlerini özgürce ifade etmekten çekinir hale geldi. Korku, ABD’nin iç politikalarını şekillendiren bir güç oldu.

Modern Dünyada Korku ve Yönetim

Bugün de korku, aynı şekilde bir yönetim mekanizması olarak kullanılmaktadır. Küresel medya, ekonomik baskılar, terör tehditleri ve sağlık krizleri, halkların kontrol altında tutulmasını sağlıyor.

  1. Ekonomik Korku-Açlıkla Terbiye Edilen Halklar Bugün milyonlarca insan, geçim derdiyle boğuşuyor. İşsizlik, yüksek vergiler ve sürekli artan fiyatlar, halkı sindirmek için kullanılan en büyük araçlardan biri. "Eğer ses çıkarırsan, işini kaybedersin" korkusu milyonları susturuyor.

  2. Medyanın Korku Üretme Mekanizması Günümüz medyası, korkuyu pompalayan bir propaganda makinesi haline geldi. Sürekli savaş haberleri, ekonomik kriz senaryoları, terör tehditleri, salgın hastalıklar... İnsanlar korktukça, otoriteye daha fazla bağımlı hale geliyor.

  3. Dijital Gözetim ve Korku İmparatorluğu Günümüzde bireyler, dijital dünyada her an gözetim altında. Telefonlar, bilgisayarlar, kameralar... İnsanlar, izlendiklerini bildikleri için otoriteye karşı seslerini çıkarmaktan çekiniyorlar. Bu da korkunun modern versiyonu olarak karşımıza çıkıyor.

Korkuyu Yenmek- Değişim İçin İlk Adım

Eğer toplum, bu döngüyü kırmak istiyorsa, önce korkuyu yenmelidir. Çünkü korkuyu yenen insan, zalimin karşısında dimdik durur. Korkuyu yenen halk, kendisini sömürenlere hesap sorar. Ve işte o zaman, gerçek bir değişim başlar. Devrimler, insanların korkuyu yendiği gün başlar.

Cesaret, korkuya rağmen harekete geçebilmektir.

Şimdi soru şu: Biz bu hikâyede kim olacağız? Korkuya teslim olanlar mı, yoksa zalimin karşısında baş kaldıranlar mı?

Erol Kekeç/18.03.2025/Sancaktepe/İST

Zulme Karşı Hakikatin Haykırışı-Yemen ve Gazze’nin Direnişi Üzerine Bir Manifesto

Dünya sahnesi, zalimlerin kan ve gözyaşıyla yazdığı bir senaryoya mahkûm edilmiş durumda. Emperyalizmin dişlileri arasında ezilen mazlum coğrafyalar, tarihin en çetin sınavlarından birini veriyor. Bir yanda, açlık ve ambargolarla boğulmaya çalışılan Yemen, diğer yanda, ateşin ve ölümün gölgesinde direnen Gazze… Ve karşılarında, yalnızca şeytani hesaplarını güden, topraklarını genişletmek, halkları köleleştirmek isteyen küresel bir düzen...

Siyonizm ve emperyalizmin insanlık dışı ittifakı.

Ey Yemen, ey Gazze! Siz, emperyalizmin kanlı pençesine rağmen yılmayanların, canını siper ederek zulme karşı kıyam edenlerin adısınız. Siz, dünyanın en büyük ve en müreffeh ordularına karşı inancın, azmin, fedakârlığın nasıl bir güç olduğunu gösteren ebedi birer destansınız.

Bu manifestoda, emperyalist işgalcilerin ve onların kuklalarının kirli oyunlarını, İslam dünyasındaki korkakların zilletini ve Yemen ile Gazze’nin cesur direnişini tüm açıklığıyla ortaya koyacağız. Çünkü hakikati haykırmak, zalime karşı susmamak, bir müminin en temel görevidir.

1. Emperyalizmin Kanlı Projesi-Siyonizm ve ABD’nin Küresel İşgali

Bugün yaşananlar, asla bir tesadüf ya da ani bir savaşın sonucu değildir. Bu, yüz yıllardır planlanan, stratejik hesaplarla yürütülen bir küresel işgalin devamıdır. Siyonist İsrail’in varlığı, Batı emperyalizminin Ortadoğu’daki en büyük kalesidir.

ABD, İngiltere ve Batı dünyası, İsrail’in varlığını sürdürmesi için tüm insanlığı kurban etmekten çekinmemektedir. “Demokrasi” ve “özgürlük” gibi kavramlarla maskelenmiş emperyalist vahşet, gerçekte katliamlarla, işgallerle ve halkların kanını emerek büyüyen bir canavardan ibarettir.

Irak’ta milyonlarca insan öldürüldü, işgalle birlikte ülke parçalandı.

Libya’da halkı birbirine kırdırarak ülkeyi kaosa sürüklediler.

Suriye’yi terör gruplarıyla kuşatarak iç savaş bataklığına sürüklediler.

Filistin’i yetmiş yıldır kan ve gözyaşıyla işgal altında tutuyorlar.

Yemen’de halkı açlığa mahkûm ederek onları diz çöktürmeye çalışıyorlar.

Ancak emperyalizmin unuttuğu bir şey var: Baskı ve zulüm, hiçbir zaman hakikatin ışığını söndüremez.

2. Yemen: Sadece Allah’a Kulluk Edenlerin Direnişi

Yemen, bugün modern dünyada eşi benzeri görülmemiş bir iman direnişi sergiliyor. Açlıkla, ambargoyla, bombalarla diz çöktürülmek istenen Yemen halkı, boyun eğmeyi reddederek sadece Allah’a kul olduklarını gösterdi.

Ne Suudi Arabistan’ın petrol dolarları ne ABD’nin silahları ne de İsrail’in şeytani planları, Yemen’in iman dolu göğsünü delemiyor. Çünkü Yemen, imanı satılık olmayanların, top tüfek karşısında yalnızca Allah’a sığınanların diyarıdır.

Ve işte, Yemen’in füzeleri Tel Aviv’e ulaştığında dünya dehşet içinde kaldı. Çünkü bir avuç mazlumun, dünyanın en güçlü askeri ittifaklarına kafa tutabileceği hesaplanmamıştı. Onlar sanıyorlardı ki, Yemen halkı aç bırakılırsa, ilaçsız bırakılırsa, bombalarla yıldırılırsa direnişi bırakır. Ama Yemen, imanını ve onurunu çiğnetmemeye yemin etti.

Bugün Yemen, İslam dünyasının utanç içinde izlediği bir direnişi tek başına yürütüyor. Ve ne acıdır ki, bu direnişe destek olması gereken ülkeler, Amerika ve İsrail’in korkusuyla seslerini çıkaramıyorlar.

3. Gazze: Dünyanın Gözleri Önünde Yapılan Soykırım

Filistin, özellikle de Gazze, insanlık tarihinin en büyük trajedilerinden birine sahne olmaktadır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar; gözleri kan bürümüş bir işgal gücü tarafından her gün katledilmektedir.

Bu, yalnızca bir savaş değildir. Bu, sistematik bir soykırımdır. Dünyanın en büyük güçleri, İsrail’in işlediği bu insanlık suçlarına karşı üç maymunu oynarken, Gazze’nin çocukları, üzerine yağan bombalara rağmen özgürlüğün türküsünü söylemeye devam ediyor.

Ve en büyük ayıp, İslam dünyasına aittir.

Türkiye, ticari anlaşmaları devam ettirerek İsrail ile ekonomik ilişkilerini kesmemiştir.

Suudi Arabistan ve BAE, İsrail’le dostluk anlaşmaları imzalamıştır.

Mısır, İsrail’e geçiş kapılarını açarken Gazzelileri açlığa mahkûm etmiştir.

İran ve Lübnan dışında hiçbir İslam ülkesi gerçek anlamda Filistin davasını sahiplenmemiştir.

Ama Gazze yalnız değildir. Çünkü Yemen, 2000 kilometre öteden füzelerini Tel Aviv’e göndererek İslam dünyasına “Ayağa kalkın!” diye haykırmıştır.

4. Korkak İslam Ülkeleri: Zilletin Adı Oldular

Bugün İslam ülkelerinin büyük bir çoğunluğu, İsrail’in ve ABD’nin boyunduruğuna girmiştir. Petrol dolarlarıyla saraylarda yaşayan yöneticiler, Müslümanların canı pahasına sefahat içinde yaşamaktadır.

Bazıları “biz de güçlenelim” diyerek İsrail’le anlaşma yapmaktadır.

Bazıları “bu savaş bizi ilgilendirmez” diyerek zalimden yana olmaktadır.

Bazıları “denge siyaseti” diyerek hiçbir şey yapmamayı tercih etmektedir.

Ama Yemen gösterdi ki, mesele imkan meselesi değil, iman meselesidir. Eğer mesele top ve tüfek olsaydı, Suudi Arabistan dünyanın en güçlü devletlerinden biri olurdu. Ama bugün Yemen, yoksulluğun ortasında bile bir şeref abidesi gibi dimdik durmaktadır.

Zalimler Kaybedecek, Hak Galip Gelecek!

Ey Yemen, ey Gazze! Sizin direnişiniz, yalnızca bir toprak meselesi değil, bir iman meselesidir. Siz, ümmete unutturulmaya çalışılan bir hakikati yeniden hatırlattınız: Zulme karşı direnmek, Allah’a kulluğun en büyük şiarıdır.

Ve unutmayın: Tarih, zalimleri değil, mazlumların direnişini yazacaktır. Emperyalizmin kanlı çarkları bir gün kırılacak, işgalciler tarihin çöplüğüne atılacak ve zafer, her zaman hakka inananların olacaktır.

Allah’ın izniyle, bu direniş sürecek ve zalimler yenilecektir!

Bahadır Hataylı/18.03.2025/Sancaktepe/İST

18 Mart 2025 Salı

Mezhepçilik Ateşi Kimin İçin Ne Uğruna?

Orta Doğu coğrafyası, yüzyıllardır mezhepçilik üzerinden bölünmüş, parçalanmış, kan ve gözyaşı içinde bırakılmıştır. Sünni-Şii ayrımı, yalnızca tarihsel bir mesele değil, aynı zamanda emperyalizmin en büyük silahlarından biri haline gelmiştir. Biz birbirimizi tekfir ederken, biz birbirimizi ötekileştirirken, bizim coğrafyamız baştan aşağı işgal edildi. Kendi içimizde birbirimize karşı “cihad” ilan ederken, küresel şeytanlar bizim üstümüzde oynadıkları satranç oyununu kazandılar.

Bugün geldiğimiz noktada, bir zamanlar “kafir” ilan ettiğimiz işgalciler, zalimler, mazlumların celladı oldular. Bu noktaya nasıl geldik? Kimlerin oyununa geldik? Kimlerin maşası olduk? En önemlisi, hala kimlerin piyonu olmaya devam ediyoruz?

Mezheplerin Üzerinden Kurulan Pazarlıklar-Kimin Kanı, Kime Hizmet Ediyor?

Mezhep farklılıkları, İslam dünyasının fikri çeşitliliğini ve tarihsel gelişimini yansıtan bir olgu olabilir. Ancak, bu farklılıklar birilerinin çıkarlarına hizmet edecek şekilde kullanıldığında, masumların kanları üzerinden pazarlık yapılan bir kirli masaya dönüşür.

Bugün İslam dünyasında kimlerin masumların kanları üzerinden siyasi ve ekonomik pazarlıklar yaptığını sorgulamalıyız. Kendilerini en temiz, en doğru ve en haklı gösterenler, aslında en kirli işlerin içinde olanlar değil midir? Bir yandan İslam adına konuşup diğer yandan emperyalist güçlerin kapılarında sıraya girenler kimlerdir? Mezhep savaşlarını körükleyerek kendi tahtlarını sağlamlaştıranlar kimlerdir?

Bugün, Sünni-Şii çatışması üzerinden coğrafyamızın yakılmasına hizmet edenlerin kim olduğuna dikkatlice bakalım. Ellerinde İslam bayrağı taşıyan, dillerinde Allah kelamı olan, ancak fiilleriyle emperyalizme hizmet edenler, aslında İslam dünyasının en büyük düşmanları değil midir?

Eğer birileri, kendi siyasi çıkarları ve mezhepsel üstünlük kurma arzusu uğruna mazlumların kanları üzerine hesaplar yapıyorsa, işte o kişiler en büyük ihanetin içindedir. Allah’ın dini, birilerinin etnik, mezhepsel veya siyasi çıkarlarına hizmet etmek için mi indirildi? Yoksa adaletin ve hakkaniyetin tesis edilmesi için mi?

Bu soruyu sormadan, bu gerçeği fark etmeden yapılan her mücadele, sadece yeni zalimlerin doğmasına sebep olacaktır.

Bu Ateş Neden Yanıyor? Kimler Bu Ateşi Büyütüyor?

Bu coğrafyada yanan ateş, sadece petrol sahalarının üstündeki çatışmalar değil, aynı zamanda iman ile nifakın, samimiyet ile sahtekarlığın birbirinden ayrılma sürecidir. Fitne kazanını kaynatanlar, mazlumların üzerine bombalar yağdıranlar, bu ateşi bilerek ve isteyerek büyütenler, tarih boyunca lanetlenenlerin ta kendileridir.

Bugün emperyalist güçlerin bölgeye müdahale bahanesi olarak kullandıkları en büyük silah nedir? Mezhep savaşları… Bizim birliğimizi yok etmek için en kolay yol nedir? Bizi birbirimize düşman etmek… Ve ne yazık ki, biz de bu oyuna tekrar tekrar geliyoruz.

Oysa Kur’an’ın mesajı nettir:

“Derken müminlerle günahkar sahtekar zalimler arasına bir sur çekildi. Müminler surun içinde, diğerleri surun dışında kaldı. Sûrun içi rahmet, dışı ise azaptır.” (Hadid Suresi/ 13. Ayet)

Bu ayet, aslında yaşadığımız gerçekliği anlatıyor. Bugün de bu ayrımın içindeyiz. Kimler surun içinde, kimler dışında kalacak? Bu sorunun cevabı, sadece siyasi söylemlerle değil, gerçek iman ve adaletle verilecektir.

Yaklaşan Gün ve Kaçınılmaz Hesaplaşma

Her şeyin farkına vardığımız, kimin kim olduğunu anladığımız ve hakikatin iyice ortaya çıkacağı bir gün yaklaşıyor. O gün geldiğinde:

  • Kimlerin emperyalizmin kuklası olduğu,
  • Kimlerin Allah adına zulüm ettiği,
  • Kimlerin masumların kanları üzerinden menfaat sağladığı,
  • Kimlerin hakiki mümin, kimlerin sahtekar olduğu,

Apaçık ortaya çıkacaktır. O gün, ne paranın, ne iktidarın, ne de mezhepsel kurnazlıkların bir anlamı kalmayacaktır.

O gün, Allah’ın hükmü dışında hiçbir hükmün geçerli olmadığı bir gün olacaktır. Ve o gün geldiğinde, dün birbirini boğazlayanlar, mezhepsel üstünlük için mazlumları satanlar, birbirlerine hesap vermeye başlayacaktır.

Biz, o güne hazırlıklı mıyız? O büyük hesaplaşmada Allah’ın rahmetine mi mazhar olacağız, yoksa zalimlerin safında mı olacağız?

Temiz Olanla Pis Olanın Ayrılması İçin Yanacak Ateş

Bu ateş yanacak. Çünkü adalet ancak ateşin içinde pişerek ortaya çıkar. Bir madenin cevher olup olmadığı nasıl ateşle anlaşılırsa, bir insanın mümin mi, mücrim mi olduğu da bu fitne zamanlarında ortaya çıkar.

Kimse sevinmesin, kimse kendi kurnazlığının ve ihanetinin sonsuza kadar süreceğini sanmasın. Tarih, tüm zalimlerin ve ihanet içindeki sahte dindarların sonunu gördü. Bugün kendini güçlü sananlar, yarın Allah’ın hükmü karşısında diz çökecekler.

Ve yaklaşıyor, yaklaşmakta olan…

Erol Kekeç/18.03.2025/Sancaktepe/İST

Büyüklük ve Sömürü Arasındaki İnce Çizgi-Gerçek Gelişme Nedir?

Dünyada birçok devlet ve iktidar sahipleri, büyüme ve gelişme kavramlarını yanlış tanımlayarak kendi propagandalarını yaparlar. Oysa gerçek büyüklük, ne askeri güçle ne de ekonomik göstergelerle doğrudan ölçülebilir. Bir toplumun büyüklüğü, onun ahlaki duruşu, adaleti, huzuru, insanlarının mutluluğu ve özgürlükleriyle değerlendirilmelidir. Bunun aksi, yalnızca halkı daha iyi sömürmek için kurulan sistemlerin kendilerini şişirmesi anlamına gelir.

Büyüklük Güçle Değil, Adaletle Ölçülür

Güçlü olmak ile büyük olmak arasındaki fark, tarih boyunca birçok toplumun çöküşüne sebep olmuştur. Antik Roma İmparatorluğu büyük bir askeri güce sahipti, ancak içinde adalet, eşitlik ve huzur yerine yozlaşmış bir aristokrasi hüküm sürdü. Halkın büyük bir kısmı kölelik sisteminde ezilirken, zenginler sefahat içinde yaşıyordu. Aynı şekilde Osmanlı’nın yükselme döneminde devletin büyüklüğü adaletle, liyakatle, hukukun üstünlüğüyle ölçülüyordu. Fakat son dönemlerinde rüşvetin, adam kayırmanın, yolsuzluğun artmasıyla birlikte içten çöküş yaşandı.

Adaletin olmadığı yerde ne kadar büyük binalar, yollar, askeri güçler veya ekonomik göstergeler olursa olsun, bunlar halk için bir anlam taşımaz. Devletler gerçek büyüklüğe ulaşmak istiyorsa, halkın refahını sağlamalı, kimseyi ezmeden, kimseyi korkutmadan bir düzen kurmalıdır. Özgürlük, bireylerin korkusuzca düşüncelerini ifade edebildiği, kimsenin inançlarından dolayı baskı görmediği, hukukun üstün olduğu bir ortamda mümkündür.

Sömürüye Dayalı Büyüme Gerçek Büyüme Değildir

Pek çok iktidar, “büyüyoruz, şahlanıyoruz” diyerek halkı kandırmaya çalışır. Ancak burada asıl soru, büyümenin kim için olduğu ve ne şekilde sağlandığıdır. Eğer bir toplumda ekonomik büyüme varsa ama bu zengin bir kesimin servetine servet katmasına yol açarken halkın büyük kısmı fakirleşiyorsa, bu bir sömürü düzenidir.

Bunun örneklerini günümüzde birçok ülkede görebiliriz. Örneğin bazı Latin Amerika ülkeleri, ihracat rakamları ve ekonomik büyüme oranlarıyla övünürken, halklarının büyük bir kısmı yoksulluk içinde yaşamaktadır. Fabrikalar büyümüş, ihracat artmış ama çalışanlar düşük ücretlerle sömürülmüş, doğal kaynaklar elden çıkarılmış, çevre felaketleri yaşanmıştır.

Benzer şekilde sanayileşme devrimini ilk yaşayan İngiltere’de de 18. ve 19. yüzyıllarda büyük ekonomik büyüme yaşanırken işçilerin yaşam koşulları çok kötüydü. Çocuk işçiliği yaygındı, günde 12-16 saat çalıştırılan insanlar vardı. Sermaye sahipleri büyük servetler kazanırken, toplumun büyük kısmı sefalet içindeydi. İşte bu tür bir büyüme gerçek büyüme değildir, aksine bir sömürü mekanizmasının daha sistematik hale gelmesidir.

Gerçek Büyüklüğün Temel Ölçütleri

Gerçek büyüklüğün anlaşılması için bazı ölçütler belirlemek gerekir. Bunlar arasında:

1. Adalet ve Hukukun Üstünlüğü

Bir toplumda adalet varsa, insanlar haklarını ararken korkmadan yargıya başvurabiliyorsa, mahkemeler güçlüler karşısında eğilmiyorsa orada gerçek büyüklük vardır.

2. Eğitim ve Bilim

Gerçek büyüklük, halkın eğitim seviyesiyle, bilime ve sanata verilen değerle ölçülür. Bilgi ve kültür seviyesi düşük olan bir toplumun büyüklüğünden söz edilemez.

3. Ekonomik Adalet

Sadece bir kesimin değil, toplumun genelinin refah içinde yaşadığı, işçilerin emeğinin karşılığını aldığı, sosyal devlet anlayışının güçlü olduğu yerlerde gerçek büyüklük vardır.

4. Özgürlükler ve İnsan Hakları

İnsanların özgürce konuşabildiği, eleştirebildiği, farklı düşüncelere sahip olduğu için cezalandırılmadığı bir düzen ancak gerçek büyüklüğe ulaşabilir.

5. Toplumsal Huzur ve Mutluluk

Eğer bir toplumda intihar oranları, psikolojik rahatsızlıklar, suç oranları yüksekse, ne kadar ekonomik büyüme olursa olsun orada büyük bir medeniyetten söz edilemez.

Gerçek Büyüklüğü Yeniden Tanımlamak

Bugün birçok iktidar, süslü söylemlerle kendi propagandasını yaparak halkı kandırmaya çalışmaktadır. Ancak halklar büyüklüğün yalnızca ekonomik veya askeri güçle değil, adalet, mutluluk ve özgürlükle ölçüldüğünü bilmelidir. Özgür iradesiyle, korkmadan inançlarını ve fikirlerini seçebilen bir toplum gerçekten büyük olabilir. Yoksa, hangi toplum olursa olsun, halkı sömürmek için daha gelişmiş araçlar üreten bir düzenin "büyüme" olarak adlandırılması, sadece yeni nesillerin daha bilinçsiz bir şekilde köleleştirilmesi anlamına gelir.

Gerçek büyüklüğe ulaşmak için, bireylerin de sorgulayıcı bir bilinç geliştirmesi, büyümenin sadece gösterişli binalar ve yüksek ihracat rakamlarıyla olmadığını anlaması gerekir. Ancak o zaman, gerçek gelişme sağlanabilir ve toplumlar gerçekten özgürleşebilir.

Erol Kekeç/17.03.2025/Namazgah/İST

17 Mart 2025 Pazartesi

23 Yıllık Yönetimin Özet Olarak Değerlendirme Analizi

Bir ülkenin siyasi, ekonomik, ahlaki ve sosyal durumu, uzun yıllar boyunca süregelen yönetim anlayışının bir sonucudur. Türkiye, son 23 yıl içinde önemli dönüşümler yaşamış, hem iç hem de dış politikada çeşitli kırılma noktalarına tanıklık etmiştir. Bu makalede, dış politika, ekonomi, ahlaki yapı ve sağlık alanlarında izlenen politikaların etkileri incelenecek ve bunların Türkiye’nin genel gelişim sürecine nasıl yansıdığı ele alınacaktır.

1. Dış Politika-Stratejik Boşluklar ve Kayıp Fırsatlar

Dış politika, bir ülkenin küresel arenadaki konumunu belirleyen en önemli unsurlardan biridir. Türkiye, son 23 yılda dış politikada farklı stratejiler benimsemiş, ancak bazı temel konulara yönelik etkin bir çözüm üretememiştir.

1.1 İslam Dünyasında Birlik Sağlanamadı

Türkiye, İslam dünyasının lider ülkelerinden biri olma potansiyeline sahip olmasına rağmen, bu fırsatı değerlendirememiştir. D-8 gibi İslam ülkeleri arasındaki iş birliğini artırmayı hedefleyen projeler atıl kalmış, ekonomik ve siyasi entegrasyon sağlanamamıştır.

1.2 Orta Doğu Politikaları-Çıkarların Ötesinde Bir Strateji Eksikliği

Türkiye’nin Orta Doğu politikasında da belirgin çelişkiler gözlemlenmektedir:

Irak’ın işgali sürecinde ABD’nin taleplerine karşı etkin bir duruş sergilenmemiş, Saddam Hüseyin’in idamı gibi olaylara karşı herhangi bir diplomatik girişimde bulunulmamıştır.

Libya’da NATO operasyonlarına destek verilmiş, ancak bu sürecin Libya’nın iç istikrarına olumsuz etkileri göz ardı edilmiştir.

Suriye politikası ise uzun vadede Türkiye’nin aleyhine bir sonuç doğurmuş, bölgedeki istikrarsızlık Türkiye’nin güvenlik sorunlarını artırmıştır.

1.3 Filistin ve Doğu Türkistan Politikaları

Filistin meselesinde, Türkiye İsrail’e yönelik sert söylemlerde bulunmuş ancak somut yaptırımlar uygulamamıştır. Gazze’de yaşanan krizlere rağmen ticari ilişkiler devam etmiş, diplomatik baskılar yetersiz kalmıştır. Benzer şekilde, Çin’in Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerine yönelik politikalarına karşı etkili bir duruş sergilenmemiştir.

2. Ekonomi-Büyüme mi, Kriz mi?

Ekonomi, bir hükümetin başarısını belirleyen en temel göstergelerden biridir. Türkiye, son 23 yılda ekonomik büyüme kaydetmiş olsa da bu büyümenin sürdürülebilirliği ve halkın refahına etkisi tartışmalıdır.

2.1 Finansal Politikalar-Borç ve Faiz Kıskacı

Faiz politikaları sürekli olarak gündemde olmuş, ancak faizin tamamen kaldırılması yönünde bir adım atılmamıştır.

Dalgalı kur politikası nedeniyle Türk Lirası aşırı dalgalanmalara maruz kalmış, enflasyonun artmasına sebep olmuştur.

Kamu borçlanması ve dış borçlanma politikaları sonucu Türkiye’nin toplam faiz borcu trilyon dolar seviyelerine ulaşmıştır.

2.2 Üretim Ekonomisinin Zayıflaması

Tarım ve hayvancılık politikalarında yaşanan eksiklikler nedeniyle Türkiye, ithalata bağımlı hale gelmiş, gıda fiyatları hızla yükselmiştir.

Üretim ekonomisinden tüketim ekonomisine yönelim, Türkiye’nin sanayi ve teknoloji alanlarında geri kalmasına neden olmuştur.

2.3 Sosyal Eşitsizliklerin Artışı

Dolar milyarderlerinin sayısı artarken, fakirlik ve yoksulluk oranları da yükselmiştir.

Asgari ücretin alım gücü düşmüş, orta sınıfın ekonomik durumu zayıflamıştır.

3. Ahlaki Yapı-Toplumsal Dönüşüm ve Değerler Erozyonu

Ekonomik ve politik krizlerin yanı sıra, Türkiye’nin ahlaki ve toplumsal değerlerinde de belirgin bir değişim gözlemlenmektedir.

3.1 Dindar Kesimdeki Dönüşüm

Dindar kesim, kapitalist sistemin etkisine daha fazla girmiş, tüketim kültürü dindarlık anlayışını etkilemiştir.

Genç nesilde deizm ve ateizm gibi inanç değişiklikleri artmış, İslam’dan uzaklaşan bireylerin sayısı çoğalmıştır.

3.2 Toplumsal Yapıdaki Değişimler

Boşanma oranları hızla artmış, aile kurumu zayıflamıştır.

Uyuşturucu, alkol ve sanal kumar gibi bağımlılık yapan unsurlar gençler arasında yaygınlaşmıştır.

Televizyon programlarında ahlaki normların göz ardı edilmesi, toplumsal yozlaşmayı hızlandırmıştır.

Bu değişimler, uzun vadede Türkiye’nin sosyal dokusunda ciddi sorunlara yol açabilecek gelişmelerdir.

4. Sağlık Sistemi-Fiziksel Gelişim mi, Hizmet Eksikliği mi?

Sağlık alanında hastane inşaatlarına büyük yatırımlar yapılmış, ancak bu altyapı gelişiminin sağlık hizmetlerine etkisi tartışmalıdır.

4.1 Hastanelerin Fiziksel Yapısı ve Hizmet Kalitesi

Şehir hastaneleri modern yapılar olarak inşa edilmiş olsa da, randevu sistemindeki aksaklıklar nedeniyle hastalar hizmet almakta zorlanmaktadır.

Sağlık personeli sayısındaki yetersizlik, hastanelerdeki yoğunluğu artırmış, sağlık hizmetlerinde kaliteyi düşürmüştür.

4.2 Sağlıkta Ticarileşme

Kamu sağlık hizmetlerindeki aksaklıklar nedeniyle özel hastanelere olan talep artmış, sağlık hizmetleri ticarileşmiştir.

İlaç fiyatlarındaki artış, vatandaşların sağlık hizmetlerine erişimini zorlaştırmıştır.

Türkiye’nin Geleceği İçin Alternatif Bir Yol Haritası

Türkiye’nin son 23 yıllık süreci değerlendirildiğinde, bazı alanlarda önemli yatırımlar ve gelişmeler yaşanmış olsa da, birçok yapısal sorun devam etmektedir.

Öneriler:

1. Dış Politikada Yeni Bir Perspektif: Türkiye, bölgesel güç olma hedefini somut adımlarla desteklemeli, İslam dünyasında birlik oluşturma yolunda aktif politikalar üretmelidir.

2. Ekonomik Modelin Değiştirilmesi: Üretim ekonomisine dayalı bir model benimsenmeli, tarım ve sanayi politikaları güçlendirilmelidir.

3. Toplumsal ve Ahlaki Değerlerin Korunması: Eğitim ve medya alanlarında toplumsal değerleri koruyacak projeler geliştirilmelidir.

4. Sağlık Alanında Reformlar: Sağlık hizmetlerinin kalitesini artırmak için personel istihdamı artırılmalı ve kamu sağlık sisteminde iyileştirmeler yapılmalıdır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin geleceği için sistematik ve kapsamlı reformlara ihtiyaç duyulmaktadır. Ekonomiden dış politikaya, ahlaki yapıya kadar birçok alanda köklü değişiklikler gerçekleştirilmediği sürece mevcut sorunların derinleşme riski bulunmaktadır.

Bahadır Hataylı/15.03.2025/Sancakteepe/İST

15 Mart 2025 Cumartesi

Korku Siyaseti ve Hipnoz Edilen Toplum

Türkiye'de devlet ve ülke kavramları sıklıkla birbirine karıştırılan ancak aslında farklı anlamlar taşıyan iki önemli unsurdur. Ülke, sınırları belirlenmiş bir coğrafi alan ve üzerinde yaşayan halkı ifade ederken; devlet, o ülke üzerinde hüküm süren yönetim mekanizmasını temsil eder. Türkiye Cumhuriyeti, bir devlet olarak belli bir ideoloji doğrultusunda şekillendirilmiş ve zaman içinde bu ideolojiyi sürdüren bir sistem inşa edilmiştir. Ancak bu sistemin halkın tamamını kucaklayıp kucaklamadığı ya da belirli bir zümrenin çıkarlarına mı hizmet ettiği tartışmalı bir konudur.

Türkiye'deki siyasal yapı, özellikle Cumhuriyet’in ilanından sonra Kemalist ideolojinin temel alındığı bir sistem olarak inşa edilmiştir. O günden bu yana iktidara gelen her parti, parti adı ve ideolojisi ne olursa olsun, bu sistemin içinde hareket etmek zorunda kalmıştır. Kimi partiler bu yapıyı tamamen benimserken, kimileri belirli eleştiriler getirmiş ancak köklü bir değişim gerçekleştirememiştir. Bugün Türkiye’de siyasi partiler, görünüşte farklı politikalar sunsalar da, esasen belirli bir çerçevenin dışına çıkmamaktadırlar.

Başkanlık sistemine geçiş süreci ile birlikte, siyasi kamplaşma daha da belirgin hale gelmiş ve halk iki ana kutba ayrılmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve iktidardaki AK Parti, Kemalist bir partinin iktidara gelmesi durumunda halkın mağdur edileceği korkusunu sürekli diri tutarak seçmen kitlesini konsolide etmektedir. Bu korku, geçmişte yaşanan olaylar üzerinden güncellenerek hatırlatılmakta ve böylece iktidarın sürdürülebilirliği sağlanmaktadır. Ancak bu noktada şu kritik soruyu ortaya çıkmaktadır: Erdoğan, 25 yıldır iktidarda olduğu halde, bu korkuları bertaraf etmek adına ne gibi yapısal değişiklikler yapmıştır? Görünen o ki, bu konuda kalıcı bir çözüm yerine, sürekli olarak bu korkuların kullanılması tercih edilmiştir.

Bu siyasi sistemin en büyük handikaplarından biri, toplumun sürekli olarak korkular üzerinden yönetilmesidir. Her iki taraf da kendi kitlesini, karşı tarafın iktidara gelmesi durumunda yaşanabilecek olumsuzluklarla tehdit etmektedir. Örneğin, muhalefetin önemli isimlerinden biri olan Ekrem İmamoğlu, iktidarın devam etmesi durumunda insanların mallarına el konulacağı yönünde açıklamalar yaparken, Erdoğan ve ekibi de geçmişten örnekler vererek muhalefetin iktidara gelmesi durumunda dindar kesimlerin baskı göreceğini iddia etmektedir. Bu tür söylemler, toplumun ortak akıl ile hareket etmesini engellemekte ve sadece korkular üzerinden oy kullanmasına neden olmaktadır.

Toplumun hipnotize edilmesinin temel sebeplerinden biri, sürekli olarak belli bir anlatının tekrar edilerek insanların bilinçaltına işlenmesidir. Medya, eğitim sistemi ve devlet mekanizması, belirli bir algıyı pekiştirmek üzere dizayn edildiğinde, halkın büyük çoğunluğu olayları sorgulama yetisini kaybetmektedir. İnsanlar, kendi çıkarlarına doğrudan dokunan konularda bile, korkularına dayalı reflekslerle hareket etmektedirler.

Peki, bu sistemin kırılması ve toplumun uyanması nasıl sağlanabilir? Öncelikle bireylerin, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun, liderlerin ve partilerin aslında kendi çıkarlarını gözettiğini anlaması gerekmektedir. Halkın, sürekli olarak korku politikalarına maruz bırakıldığı ve bu politikalar sayesinde yönlendirilerek belli bir kutbun içinde tutulduğu açıktır. Oysa çözüm, bireylerin bilinçlenmesi ve siyasi kararlarını duygusal reflekslerle değil, akıl ve mantık çerçevesinde vermesidir.

Türkiye’de mevcut siyasi düzen, belirli bir kesimin menfaatlerini koruyarak sürekliliğini sağlamaktadır. Halkın gerçek özgürlüğe kavuşması için, bu tür ayak oyunlarını fark etmesi ve bunlara karşı direnç geliştirmesi şarttır. Ancak bu, yalnızca bir kesimin değil, toplumun tamamının bilinçlenmesiyle mümkün olacaktır. Siyasetçilerin birbirlerine karşı yaptıkları suçlamalar, halkın dikkatini gerçek meselelerden uzaklaştırmaktadır. Oysa önemli olan, bireylerin bu oyunları görerek alternatif çözümler üretebilmesidir.

Sonuç olarak, Türkiye’de siyasi düzenin temel problemi, sistemin sürekli olarak halkın korkularını kullanarak iktidarını sürdürmesi ve halkın da bu korkulara teslim olmasıdır. Ancak, bu bir kader değildir. Bireylerin kendilerini bu tür manipülasyonlardan koruyabilmesi için bilinçli hareket eden, olayları sorgulayan ve gerçeği arayan bir toplum inşa edilmelidir. Türkiye’nin geleceği, halkın hipnotize edilip edilmemesine değil, bu hipnozdan ne zaman ve nasıl uyanacağına bağlıdır. Gerçek özgürlük ve bağımsızlık, bireylerin bu farkındalığa ulaşması ve politik bilinçlerini güçlendirmesiyle mümkün olacaktır.

Bahadır Hataylı/21.12.2024/Namazgah/İST

14 Mart 2025 Cuma

Toplumsal Normlar Bireysel Özgürlükler ve Mahremiyet Üzerine Sosyolojik Bir Analiz

 


Toplum, bireylerin bir arada yaşadığı ve ortak normlar, değerler ve kurallar çerçevesinde hareket ettiği bir yapıdır. Bu yapı, tarih boyunca değişim göstermiş, farklı dönemlerde farklı ahlaki ve etik anlayışlar ortaya çıkmıştır. Günümüzde bireysel özgürlükler, mahremiyet ve toplumsal normlar arasındaki denge yeniden tartışılmaktadır. Özellikle giyim ve bedenin kamusal alandaki temsili, farklı kültürlerde farklı şekillerde algılanmaktadır. Bu yazıda, toplumların ahlaki normları ve bireysel özgürlükleri nasıl şekillendirdiği üzerine sosyolojik bir analiz yapacağım.

Toplum ve Ahlaki Normlar

Toplumda ahlaki normlar, genellikle ortak değerlerden, dinî inançlardan ve kültürel geleneklerden beslenir. Kimi toplumlarda muhafazakâr değerler baskınken, kimilerinde daha serbest normlar benimsenmiştir. Tarih boyunca giyim, toplumların ahlaki normlarıyla doğrudan ilişkilendirilmiş, çıplaklık veya mahremiyet kavramları belli çerçeveler içinde değerlendirilmiştir.

Örneğin, Viktorya dönemi İngiltere’sinde kadınların bedenlerini büyük ölçüde örten kıyafetler giymesi norm haline gelmişken, antik Yunan’da çıplaklık spor ve sanatın doğal bir parçası olarak görülmüştür. Benzer şekilde, İslam kültürlerinde örtünme, dini bir yükümlülük ve ahlaki bir norm olarak benimsenirken, Batı'daki bazı modern toplumlarda bireysel tercihler ön plana çıkmaktadır.

Ancak, modern dünyada bireyselleşme süreciyle birlikte, ahlaki normlar yerini daha subjektif değerlendirmelere bırakmaktadır. Kimi bireyler toplumsal normlara uyarken, kimileri de bunlara karşı çıkmakta ve özgün kimliklerini oluşturmayı tercih etmektedir.

Türkiye’de Toplumsal Değişim ve Mahremiyet Algısı

Türkiye, Doğu ve Batı kültürlerinin kesiştiği bir ülke olarak toplumsal normlar açısından sürekli bir değişim içerisindedir. Geleneksel değerlere sahip muhafazakâr kesimler ile daha özgürlükçü bireyler arasında zaman zaman çatışmalar yaşanmaktadır. Özellikle son yıllarda sosyal medya, popüler kültür ve küreselleşmenin etkisiyle mahremiyet ve bireysel özgürlükler konusunda ciddi değişimler meydana gelmiştir.

Bir zamanlar aile yapısının ve mahremiyetin ön planda olduğu Türkiye’de, bugün sosyal medyanın etkisiyle özel hayatın kamusal alanda sergilenmesi yaygın hale gelmiştir. Eskiden yatak odalarına ait olduğu düşünülen özel görüntüler, TikTok, Instagram gibi platformlar aracılığıyla normalleştirilmeye başlanmış, bu da toplumun değer yargılarında büyük bir değişime yol açmıştır. Örneğin, gençler arasında popülerleşen "fenomen kültürü" sayesinde, mahremiyet sınırları giderek daha belirsiz hale gelmiş, özel hayatın ifşa edilmesi adeta bir norm haline gelmiştir.

Türkiye’de Sosyal Medyanın Toplumsal Yapıyı Etkilemesi

Türkiye’de sosyal medyanın hızla yaygınlaşması, bireylerin mahremiyet algısını ciddi şekilde değiştirmiştir. Eskiden sadece bireyin yakın çevresiyle paylaştığı anılar, bugün milyonlarca insanın erişebileceği platformlarda sergilenmektedir. Örneğin, YouTube ve TikTok gibi platformlarda aile içi ilişkilerin, romantik anların veya tartışmaların kamuya açık şekilde paylaşılması, bireysel özgürlüğün sınırlarını aşarak toplumsal değerleri etkilemektedir.

Bunun en büyük örneklerinden biri, fenomen olarak anılan kişilerin paylaşımlarında mahrem alanlarını teşhir etmeleri ve bunun gençler arasında bir "trend" haline gelmesidir. Genç nesiller, beğeni ve takipçi kazanma uğruna sınırları zorlamakta, özel hayatlarını tamamen kamuoyuna açmaktadır. Bunun sonucunda, geleneksel aile yapısının zayıflaması ve mahremiyet kavramının içinin boşaltılması gibi olgular ortaya çıkmaktadır.

Toplumsal Normların Hızlı Değişimi ve Etkileri

Türkiye’de özellikle 2000’li yıllardan itibaren yaşanan hızlı değişim, bireylerin geleneksel ahlaki normlara bakış açısını da etkilemiştir. Bir zamanlar tabu olan konular, bugün rahatlıkla konuşulabilmekte ve hatta teşvik edilmektedir. Örneğin, televizyon programlarında ve dijital platformlarda mahremiyet sınırlarını aşan içeriklerin artması, toplumun bu tür içeriklere olan duyarlılığını da azaltmaktadır.

Ayrıca, dijital medya platformlarının özgürlüğü teşvik eden yapısı, bireylerin etik sınırları göz ardı etmesine neden olabilmektedir. Örneğin, Türkiye'de yayınlanan bazı realite şovlar ve magazin programları, toplumun değer yargılarını doğrudan etkileyerek mahremiyetin ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Bu tür programlar, bireylerin özel hayatlarını kamuya açmalarını teşvik ederek, geleneksel aile yapısına ve toplumsal değerlere zarar verebilmektedir.

Özgürlük ve Toplumsal Sorumluluk Dengesi

Toplumun huzur içinde varlığını sürdürebilmesi için özgürlüklerin sorumlulukla dengelenmesi gerekir. Kimi bireyler, özgürlük adı altında başkalarını rahatsız edebilecek tavırlar sergileyebilirken, kimi bireyler de toplumsal baskılar nedeniyle özgürlüklerinden feragat edebilir. Burada önemli olan, bireyin kendi özgürlüğünü kullanırken, toplumsal dengeyi nasıl sağladığıdır.

Örneğin, Japonya gibi bazı toplumlarda bireylerin toplumsal düzeni bozabilecek giyim tarzlarından kaçınmaları beklenirken, ABD gibi bireysel hak ve özgürlüklerin ön planda olduğu toplumlarda bireyler kıyafet seçiminde çok daha serbesttir. Ancak her iki toplumda da bireylerin birbirine karşı saygılı olması, toplumsal huzurun korunması açısından önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, bireysel özgürlükler ve toplumsal normlar arasındaki ilişki karmaşıktır ve sürekli olarak değişime açıktır. Giyim ve beden algısı, bireyin kendini ifade etme biçimi olabilirken, toplumsal düzeni de doğrudan etkileyebilir. Türkiye özelinde ele alındığında, sosyal medya ve küreselleşmenin etkisiyle mahremiyet kavramının giderek değiştiği ve bireylerin özel hayatlarını kamuya açmalarının normalleştiği gözlemlenmektedir.

Bu süreçte önemli olan, herkesin kendini ifade ederken aynı zamanda toplumsal sorumluluklarını da göz önünde bulundurmasıdır. Özgürlük ve sorumluluk arasındaki denge, daha sağlıklı ve uyumlu bir toplumun inşası için hayati bir unsurdur. Mahremiyetin korunması ve bireysel özgürlüklerin etik çerçevede değerlendirilmesi, gelecekte toplumların daha bilinçli hareket etmesini sağlayacaktır.


Bahadır Hataylı/2025/Sancaktepe/İST

11 Mart 2025 Salı

Böl ve Yönet-Şeytani Plan


(Emperyalizmin Mezhep savaşları üzerinden Halkları kontrol etme Stratejisi)

Orta Doğu, tarih boyunca büyük güçlerin satranç tahtası olmuştur. Burada sınırlar cetvelle çizilmemiştir; kanla, ihanetle, direnişle belirlenmiştir. Bugün Şam’ın düşüşü sonrası yaşananlar da, geçmişte Irak’ta, Lübnan’da ve daha önce Osmanlı’nın çöküşü sürecinde sahnelenen oyunların devamıdır. ABD, İsrail ve Batılı müttefikleri, halkları birbirine düşürerek kendi çıkarlarını güvence altına almanın en etkili yolunun "mezhep savaşı" olduğunu defalarca kanıtlamıştır.

Suriye’de, Irak’ta ve bölgenin diğer parçalarında tanık olduğumuz mezhep savaşları, aslında halkların kendi doğal süreçleriyle gelişmiş çatışmalar değildir. Bunlar, dış müdahalelerle kışkırtılan, istihbarat örgütleri tarafından organize edilen, finansal desteklerle beslenen planlı savaşlardır. Bu yazıda, emperyalizmin mezhep çatışmalarını nasıl bir silah olarak kullandığını, bunun hangi araçlarla sürdürüldüğünü ve bu stratejinin kimlere hizmet ettiğini somut örneklerle ele alacağım.

I. Emperyalizmin Mezhep Silahı-Tarihsel Arka plan

Mezhepçilik, Orta Doğu halklarının genlerinde olan bir düşmanlık değildir. Tarih boyunca Şii ve Sünni Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar, Araplar, Kürtler ve Türkmenler yan yana yaşamış, hatta aynı safta savaşmıştır. Ancak emperyalizm, bu birliği bozarak kontrolü sağlamak için mezhep ve etnik farklılıkları birer patlayıcı mekanizmaya dönüştürmüştür.

Osmanlı Devleti'nin yıkılışıyla birlikte İngilizler ve Fransızlar, bölgede suni sınırlar çizerek halkları bölme politikasını hayata geçirdiler. Mezhep ayrılıklarını derinleştirmek, azınlıkları yönetimde kullanarak çoğunluğu baskılamak, halklar arasında düşmanlık yaratıp sürekli bir istikrarsızlık ortamı oluşturmak, emperyalizmin “Böl ve Yönet” stratejisinin temel unsurlarıydı.

Bu strateji, 20. yüzyılda İngiltere ve Fransa’nın politikalarıyla şekillenirken, 21. yüzyılda ABD ve İsrail’in eliyle uygulanmaya devam etmektedir. Irak’ta, Suriye’de, Lübnan’da ve Yemen’de yaşanan mezhep savaşları, büyük ölçüde dış güçlerin desteklediği bir kışkırtma sonucunda başlamış ve devam ettirilmiştir.

II. Suriye-Bölgede Emperyalist Planların Son Halkası

Şam’ın düşüşü sonrası yaşananlar, tam anlamıyla bir güç boşluğunun nasıl istismar edildiğinin göstergesidir. Suriye’de iç savaşın başından beri Batı ve İsrail destekli grupların mezhepçiliği körüklediğini biliyoruz. Bunun en bariz örnekleri şunlardır:

1. İsrail’in Suriye’deki Stratejisi: İç Savaşı Sürekli Devam Ettirmek

İsrail’in Orta Doğu politikası, hiçbir zaman barış üzerine kurulmamıştır. İsrail’in güvenliği, çevresindeki Arap devletlerinin sürekli bir iç savaş içinde olmasıyla garanti altına alınmaktadır. Bu nedenle İsrail, Suriye’de iç savaşın devam etmesini istemektedir.

Şam’ın düşüşü sonrası HTŞ’nin İsrail’in sınırına kadar ilerlemesine göz yumması ve hatta sessiz destek vermesi, emperyalizmin nasıl çalıştığını gösteren en net örneklerden biridir. İsrail, Suriye’de kimin iktidara geldiğinden ziyade, Suriye’nin parçalanmasını ve hiçbir zaman güçlü bir devlet olarak yeniden doğmamasını istemektedir.

İsrail’in doğrudan rolü şunlardır:

HTŞ ve diğer radikal unsurlara dolaylı yoldan destek sağlamak,

İran ve Hizbullah hedeflerini bombalayarak mezhep savaşlarını körüklemek,

Batı medyası üzerinden Suriye’deki çatışmaları sürekli olarak mezhep ekseninde göstermek.

2. ABD ve İngiltere’nin Mezhep Kışkırtmaları

ABD’nin bölgedeki varlığı, “Terörle Mücadele” kılıfıyla meşrulaştırılsa da, asıl amacı istikrarsızlık yaratmaktır. ABD, Irak’ta ve Suriye’de yaptığı gibi, önce mezhep savaşlarını kışkırtarak halkları birbirine düşürmüş, sonra da çözüm için askeri müdahalelerde bulunmuştur.

ABD’nin Suriye’deki Mezhep Stratejisi:

DAEŞ ve HTŞ gibi grupları sahaya sürerek Sünni-Şii savaşlarını kışkırtmak,

Kürt grupları destekleyerek Arap-Kürt düşmanlığını beslemek,

Suriye hükümetini İran ile işbirliği yaptığı gerekçesiyle sürekli tehdit etmek.

3. Körfez Ülkelerinin Rolü-Parayla Satın Alınan Savaş

Körfez ülkeleri (Suudi Arabistan, BAE, Katar), Batı’nın Orta Doğu’daki taşeronları olarak mezhep savaşlarının finansörlüğünü üstlenmiştir. Suudi Arabistan’ın Vahhabi ideolojisini yaymak için bölgedeki Sünni aşiretleri silahlandırması, Katar’ın bazı radikal grupları fonlaması, İran’la olan rekabetin bir yansımasıdır.

Körfez Ülkelerinin Desteklediği Stratejiler:

Aşiretler üzerinden Sünni-Şii ayrımını derinleştirmek,

Selefi gruplara finans sağlamak,

Suriye ve Irak’ta İran’a karşı vekalet savaşı yürütmek.

III. Mezhep Savaşları Küresel Emperyalizmin Anahtarı 

Tarih boyunca emperyalist güçler, halkları birbirine düşürerek yönetmeyi tercih etmiştir. Suriye’de yaşananlar da bu stratejinin devamıdır. ABD ve İsrail, bölgede asla güçlü bir Arap birliği istememektedir. Çünkü güçlü bir Arap dünyası, İsrail’in ve Batı’nın çıkarlarına doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Irak’ta, 2003’te ABD işgali sonrası yaşanan mezhep savaşlarının aynısı bugün Suriye’de sahnelenmektedir. ABD ve İsrail’in, Şii-Sünni çatışmalarını körükleyerek bölgedeki halkları birbirine düşürmesi tesadüf değildir.

Örnekler:

1. Irak’ta Camii Bombalamaları

2003 sonrası Şii ve Sünniler birlikte ABD’ye karşı gösteriler düzenlerken, Şii camilerinde bombalamalar başladı.

Bu saldırılar, mezhep savaşlarının başlamasını sağladı.

2. Suriye’de Alevilere Yönelik Katliamlar

Şam’ın düşüşünden sonra Alevilere yönelik saldırılar başladı.

Amaç, Sünni halkı Alevilere düşman etmek ve bir iç savaş yaratmaktı.

 Mezhepçiliğe Karşı Gerçek Direniş 

Emperyalizm, halkları dini ve etnik kimlikleri üzerinden bölerek zayıflatmayı amaçlamaktadır. Bu oyunları bozmanın tek yolu, halkların birlik olması ve emperyalizmin kışkırtmalarına karşı bilinçlenmesidir.

Mezhep savaşlarının kazananı hiçbir zaman halklar olmaz; kazanan daima emperyalizmdir. Suriye’de, Irak’ta ve Orta Doğu’nun tamamında barış ve istikrar ancak mezhep çatışmalarına karşı ortak bir bilinç geliştirilerek sağlanabilir.

 Uyanık Olalım, Oyuna Gelmeyelim

Tarih boyunca emperyalist güçler, bölgeleri sömürmek ve kendi çıkarlarına hizmet eden düzenleri kurmak için toplumsal fay hatlarını kaşımaktan geri durmadılar. Bugün Hatay'da ve bölgenin geneline yayılmak istenen provokasyonlar da aynı senaryonun farklı bir perdesidir. Bu girişimler sadece spontane çıkan olaylar değil, aksine uzun süredir planlanan ve hedefleri bölgeyi çatışma ortamına sürüklemek olan şeytanı oyunlardır. Çünkü Hatay, sadece coğrafi bir bölge değil, aynı zamanda tarih boyunca bir arada yaşamın, kardeşliğin ve farklılıkların uyumunun önemli bir simgesi olmuştur. Ancak, bu farklılıkları bir ayrılık ve kaos aracı olarak kullanmak isteyen Siyonizm ve onun görünmeyen elleri, bölgede kargaşa çıkarmak adına büyük bir oyun içindedir.

Hatay'ın kritik konumu ve tarihi mirası, emperyalist güçlerin her zaman ilgisini çekmiştir. Bilhassa Siyonist projeler açısından Hatay, Ege'den Mezopotamya'ya kadar uzanan büyük bir planın son kalelerinden biri olarak görülmektedir. Bu nedenle, bölgede huzurun sarsılması ve halklar arasında fitne tohumları ekilmesi için sistematik bir çaba gösterilmektedir. Hatay’ın dinî ve etnik farklılıkları bahane edilerek tahrikler yapılmakta, Lazkiye ve kırsal bölgelerinde bölgesel çatışmaları tetikleyerek, şehir halkını çığırından çıkarmaya çalışmaktadırlar. Bu planların amacı, Hatay’ın toplumsal dengesini bozmaktan öte, tüm Türkiye’yi derinden sarsacak bir kaos oluşturmaktır.

Bu noktada, bölge halkına ve tüm Türkiye’ye büyük bir sorumluluk düşmektedir. Herkes bilmelidir ki, çıkan olaylar salt bir protesto veya sözde demokratik taleplerin dile getirildiği masum eylemler değildir. Arkasında büyük bir strateji vardır ve bu strateji, insanın özgür iradesini manipüle eden derin hesapları içermektedir. Hiçbir öldürmenin tarafı değiliz ve haksızlığı asla savunmuyoruz. Ancak, bu olayları kimin organize ettiğini ve hangi emellere hizmet ettiğini iyi anlamak zorundayız. Siyonizm'in bölgede kargaşa çıkartmak ve Türkiye’yi çökertmek için uyguladığı bu oyunlara karşı gözümüzü açmalı, millet olarak birliğimizi bozmadan hareket etmeliyiz.

Özellikle siyasi partilere de büyük bir sorumluluk düşmektedir. Hiçbir parti, Hatay’daki bu olayları kendi ideolojileri veya seçim stratejileri için kullanmamalıdır. Halkın birliğini bozacak her türlü siyasi manipülasyondan kaçınılmalıdır. Çünkü Hatay, herhangi bir partinin seçim kampanyasından öte, bütün bir milletin geleceğini ilgilendiren bir konudur. Seçimler gelir geçer, ancak toplumsal huzurun bir kez bozulması, onarılamaz yaralar açar. Bu nedenle, Hatay’daki halkımız bu oyunlara gelmemeli, nifak tohumlarını besleyen değil, yangına su döken olmalıdır.

Bölgenin, mezhepçilik üzerinden bölünmeye çalışıldığını, bu ayrışmanın bütün Ortadoğu’da nasıl bir kan dökülmesine sebep olduğunu gördük ve görmeye de devam ediyoruz. Irak, Suriye ve Yemen gibi bölgelerde başlayan ve halkı mezhepler temelinde birbirine düşman eden oyunların aynısını Hatay’da da sahnelemek isteyenlere karşı, birlik ve beraberlik içinde olmamız şarttır. Aksi halde, kardeş kanını akıtmak için sırtlan gibi bekleyenlerin tuzağına düşeriz.

Bu nedenle, tüm hemşerilerimize çağrımızdır: Fitneye, provokasyona ve emperyalist güçlerin oyunlarına gelmeyelim. Hangi görüşte olursak olalım, hangi kimlikten gelirsek gelelim, en önemli şeyin birliğimiz ve huzurumuz olduğunu unutmayalım. Siyonizm'in emellerini kursağında bırakacak en büyük silah, halkın sağduyu, kardeşliği ve dirayetidir. Uyanık olalım ve direnişimizi insani temeller üzerinden, akıl ve vicdanla verelim.

Erol Kekeç/10.03.2025/Namazgah-Çamlıca/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!