Bu Blogda Ara

31 Ocak 2025 Cuma

Küresel İhanet ve Biz

Chemtrails, Açık Semalar Antlaşması ve Türkiye'ye Dayatılan Küresel Tuzaklar

Son yıllarda, gökyüzünde rastlanan sıra dışı izler, insanların sağlığına ve çevreye zarar verebilecek kimyasal maddelerin kasıtlı olarak atmosfere salındığına dair ciddi endişeleri beraberinde getirmiştir. "Chemtrails" olarak adlandırılan bu kimyasal püskürtme faaliyetleri, özellikle Açık Semalar Antlaşması gibi uluslararası sözleşmelerin gölgesinde gerçekleştirilmektedir. Ancak bu süreç sadece bir çevre sorunu değil, aynı zamanda insan sağlığını ve ulusal egemenliği tehdit eden bir küresel ihanetin parçasıdır.

Açık Semalar Antlaşması ve Küresel Denetim Mekanizması

Açık Semalar Antlaşması, başlangıçta ülkelerin askeri faaliyetleri şeffaflaştırarak güven artırmayı amaçlayan bir sözleşme olarak lanse edilmiştir. Ancak, zamanla bu antlaşmanın büyük güçlerin lehine işleyen bir denetim ve kontrol mekanizmasına dönüştüğü görülmektedir. Türkiye'nin de taraf olduğu bu anlaşma, menşei belli olmayan uçakların hava sahamızda serbestçe uçmasını mümkün kılmaktadır. İşte burada devreye giren kritik soru şudur: Kimler, hangi amaçla bu uçuşları gerçekleştirmektedir?

Kimyasal Gaz Püskürtme (Chemtrails) Gerçeği

Son yıllarda, dünya genelinde gözlenen anormal hava koşulları, artan solunum hastalıkları ve tarım ürünlerindeki verimsizlik, chemtrails teorisini destekleyen en güçlü deliller arasındadır. Gökyüzünde uzun süre kalan, yavaş yavaş yayılan ve doğal olmayan izler, sıradan uçak egzoz izlerinden farklıdır. Bu izlerin içeriğinde:

  • Alüminyum oksit,

  • Baryum tuzları,

  • Stronsiyum,

  • Diğer ağır metaller ve toksik kimyasallar bulunduğu iddia edilmektedir.

Bu maddeler, solunum yolu hastalıklarından nörolojik bozukluklara kadar pek çok sağlık sorununa yol açmaktadır. Ayrıca, tarım alanlarında toprak yapısını bozarak doğal ürün yetiştirilmesini zorlaştırmaktadır.

İlaç Lobileri ve Küresel Bağımlılık Mekanizması

Chemtrails operasyonlarının en büyük destekçilerinden biri, küresel ilaç ve sağlık lobileridir. Kronik hastalıkların artması, ilaç şirketlerine milyarlarca dolarlık yeni pazarlar yaratmaktadır. Kimyasal gazlar aracılığıyla insanların bağışıklık sistemleri zayıflatılarak, onların sürekli ilaç ve medikal çözümlere bağımlı hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Bu noktada, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) gibi küresel kuruluşların oynadığı rol de sorgulanmalıdır.

  • DSÖ, ilaç devlerinin politikalarını meşrulaştıran bir aparat olarak mı çalışmaktadır?

  • Türkiye, neden DSÖ gibi kuruluşlara bağlı kalmaya devam etmektedir?

  • Küreselci elitler, sağlık politikalarını yönlendirmek için devletleri nasıl manipüle etmektedir?

İklim Anlaşmaları ve Ekonomik Esaret

Paris İklim Anlaşması ve benzeri uluslararası sözleşmeler, çevreyi koruma iddiasıyla dayatılan ancak aslında gelişmekte olan ülkelerin ekonomik bağımsızlığını kısıtlayan araçlardır. Bu anlaşmalar kapsamında Türkiye gibi ülkeler:

  • Karbon emisyonlarını azaltma bahanesiyle sanayileşme sürecinde ağır yaptırımlara maruz kalmakta,

  • Enerji projeleri engellenmekte,

  • Küresel şirketlerin enerji ve doğal kaynaklar üzerindeki hâkimiyetine boyun eğmektedir.

Buna karşın, büyük güçlerin bu sınırlamaları kendi çıkarları doğrultusunda esnettiği açıktır. ABD, Çin, Hindistan gibi ülkeler, çevre kirliliğini azaltma noktasında ciddi bir adım atmazken, gelişmekte olan ülkelere ağır yükler yüklenmektedir.

Türkiye’yi Teslim Alan Küreselci Şebekeler

Peki, Türkiye neden bu sözleşmelere imza atıyor? Ülkemiz, kimlerin baskısıyla bu küresel planlara dâhil edilmek zorunda kalıyor? Cevap, ekonomik ve siyasi bağımlılık mekanizmalarında gizlidir. Türkiye’deki belli başlı karar alıcı mekanizmalar, küresel sermayenin etkisi altında şekillendirilmektedir. Bu yapılar:

  • Çok uluslu şirketlerin baskıları,

  • IMF ve Dünya Bankası gibi finans kuruluşlarının dayatmaları,

  • İçerideki işbirlikçi grupların desteği ile küresel planları hayata geçirmektedir.

Bugün Türkiye’nin hava sahasında gerçekleşen gizemli uçuşlardan, tarım ve gıda politikalarındaki dayatmalara kadar birçok konuda küresel bir kıskacın olduğu ortadadır. Halkın sağlığı, çevre dengesi ve ulusal bağımsızlık, bu çıkar gruplarının insafına terk edilmiştir.

Kimler Sorumlu?

Bu sürecin sorumluları, sadece uluslararası kuruluşlar değil, aynı zamanda ülke içerisindeki işbirlikçilerdir. Türkiye’yi küresel planlara entegre eden karar alıcılar, kamu kaynaklarını uluslararası çıkar gruplarına peşkeş çeken yöneticiler ve halkı bilgilendirmek yerine susturan medya organları bu ihanette pay sahibidir.

  • Türkiye neden Açık Semalar Antlaşması'ndan çekilmiyor?

  • DSÖ ve benzeri kuruluşlarla olan bağlarımız neden koparılmıyor?

  • Ulusal bağımsızlık politikaları neden hayata geçirilmiyor?

Bu sorulara verilecek gerçekçi yanıtlar, Türkiye'nin geleceği açısından hayati öneme sahiptir. Küreselci şebekelerin dayattığı her anlaşma, her politika ve her mekanizma sorgulanmalı ve halk bilinçlendirilmelidir.

Uyanış ve Mücadele Zamanı

Küresel oyunları görmek ve bunlara karşı uyanık olmak, sadece bir tercih değil, aynı zamanda bir zorunluluktur. Chemtrails gibi projeler, yalnızca bir komplo teorisi olarak geçiştirilemeyecek kadar ciddi sağlık ve çevre sorunlarına yol açmaktadır. Türkiye'nin bu dayatmalara karşı bağımsız bir politika geliştirmesi, halkın sağlığını ve ülkenin geleceğini koruması için elzemdir.

  • Açık Semalar Antlaşması gözden geçirilmeli ve  iptal edilmelidir.

  • DSÖ gibi kuruluşlara olan bağımlılık sona erdirilmelidir.

  • Ulusal tarım ve sağlık politikaları küreselcilerin değil, halkın yararına olacak şekilde yeniden düzenlenmelidir.

Bu ihanet düzenine sessiz kalmak, onu kabullenmek anlamına gelir. Artık uyanma ve harekete geçme zamanıdır!

Erol Kekeç/ 30.01.2025 / İST/Türkiye

Çöküşün Anatomisi- Uyarılara Kulak Verin!

 

Artık bir yol ayrımındayız. Şatafatlı törenlerde boy gösterenler, kürsülerden "büyük projeler" anlatanlar, halkın gözünü boyayanlar, gerçeklerle yüzleşmek zorundalar. Çünkü bu düzen çatırdıyor. Çünkü adalet terazisi kırıldı, liyakat yerle bir edildi, ahlaki çöküş her köşeye sızdı.

Bir toplumun çöküşü, ekonomik krizlerle başlamaz; ahlaki ve vicdani erozyonla başlar. Eğer bir ülkede rüşvet normalleştiyse, torpil bir meziyet sayılıyorsa, hakkını arayan suçlu muamelesi görüyorsa, orada adalet bitmiş demektir. İşte bu yüzden sokaklarda umutsuz gençler, işsiz babalar, hakkını alamayan emekçiler var. Bu yüzden her geçen gün insanlarımız daha fazla haksızlığa uğruyor ama sessiz kalıyor. Çünkü sistem onlara "Sesini çıkarırsan dışlanırsın" diyor.

Liyakatin Öldüğü Yerde Devlet Çürür

Eskiden bir insan bir makama oturduğunda, o makamın ağırlığını taşırdı. Şimdi, o makama oturanlar ağırlıklarından kurtulup sadece çıkarlarının peşine düşüyor. Yönetim kademelerinde, devletin kritik noktalarında oturanlara bakın: Bilgi mi önemli, yoksa tanıdık olmak mı? İşi bilenler mi yükseliyor, yoksa "biat edenler" mi?

Eskiden köyünden çıkıp yıllarca çalışarak, tırnaklarıyla kazıyarak bir yerlere gelenler vardı. Bugün doğrudan birilerinin yakını olmanın yeterli olduğu bir düzen var. Liyakat öylesine öldü ki, artık başarılı olanlar istisna, başarısız ama bağlantısı güçlü olanlar kural haline geldi. Devlet yönetimi ehliyetsiz ellerde bir oyuncak haline gelirse, milletin kaderi de savrulmaya mahkum olur.

Adaletin Terazisi Bozulduğunda Herkes Kaybeder

Halk, adaletin sağlanacağını düşünmüyorsa, mahkemeye güvenmiyorsa, hakkını ancak güçlü bağlantılarla alabileceğine inanıyorsa, orada hukuk bitmiş demektir. Adaletin olmadığı bir yerde düzen çöker, çünkü hukuk, toplumun omurgasıdır. Bir ülkede, suçlu olanlar cezasız kalıyor, dürüst insanlar ise korkuyorsa, orada büyük bir çöküş başlamış demektir.

Bugün bir zenginin yaptığı yolsuzluk affedilirken, fakir birinin ekmeğe uzanan eli "suç" ilan ediliyorsa, bu düzenin adaletle hiçbir ilgisi kalmamıştır. Adalet dağıtılmazsa, öfke birikir, güven sarsılır ve sonunda devletin meşruiyeti sorgulanmaya başlar.

Toplumsal Ahlakın Erozyonu-Çöküşün En Derin Katmanı

Bir toplum, değerlerini kaybettiğinde, kimliğini de kaybeder. Bugün en büyük sorunlardan biri budur: İnsanlar artık vicdanlarının değil, menfaatlerinin sesini dinliyor.

Eskiden komşusu açken tok yatan ayıplanırdı. Bugünse, "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" zihniyeti hâkim. Toplumun temel değerleri bir bir aşınıyor. Aile bağları zayıflıyor, gençler geleceğe umutla değil, umutsuzlukla bakıyor. Dizilerde, sosyal medyada ve popüler kültürde ahlaki çöküş normalleştiriliyor. Kibir, gösteriş, tüketim çılgınlığı teşvik ediliyor; tevazu, fedakârlık ve dayanışma küçümseniyor.

Sokaklarda nezaket kayboldu, insanlar birbirine selam vermez hale geldi. Gençler sabahları büyük hayallerle değil, umutsuzlukla uyanıyor. "Çalışarak bir yerlere gelebilirim" inancı yıkıldı, yerine "doğru kişiyi tanıyorsam bir yere gelebilirim" anlayışı geldi.

Ekonomik Kriz mi, Ahlaki Kriz mi?

Bazıları ülkenin kötü gidişatını yalnızca ekonomik krizlere bağlıyor. Oysa krizlerin en büyüğü ahlaki krizdir. Paranız olabilir ama ahlaki çöküş varsa, toplum huzur içinde yaşayamaz. Ekonomi düzelir, enflasyon iner, faizler düşer ama ahlaki çöküşü geri çevirmek çok daha zordur.

Bugün sokaklarda dolaşın, insanlara sorun: Çalışıp çabalayarak bir yere gelebileceğine inanıyorlar mı? Devlete güveniyorlar mı? Yarınlarının bugünden daha iyi olacağını düşünüyorlar mı?

Cevap belli: Hayır! Çünkü sistem artık halkı değil, belirli zümreleri besleyen bir yapıya dönüştü. Halkın alın teriyle birileri lüks içinde yaşıyor, ama adil paylaşım yok. Devletin kaynakları halkın yararına değil, birkaç kişinin çıkarına kullanılıyor.

Son Sözüm Şudur size, Çöküşe Seyirci Kalmayın!

Bu gidişatın sonu iyi değil. Tarihte nice büyük devletler, nice köklü medeniyetler, bu tür çürümeler nedeniyle yıkıldı. Eğer hala vakit varken durup düşünülmezse, yanlışlardan dönülmezse, çok geç olacak.

Liyakate geri dönün. Adaleti tesis edin. Toplumun ahlaki yapısını koruyun. Devletin temellerini sağlamlaştırın.

Yoksa yarın, bu çöküşü durdurmaya çalışanlar bile artık sesini çıkaramayacak hale gelecek. Ve unutmayın: Bugün yapılan yanlışlar sadece bugünü değil, gelecek nesilleri de mahvedecek. Bu çağrıya kulak verin!

Erol Kekeç/30.01.2025/Ümraniye/İst

30 Ocak 2025 Perşembe

Hukuk Dışına Çıkma



Hukukun dışına çıkmaktan söz edebilmek için öncelikle hukukun varlığını kabul etmek gerekir. Ancak hukukun varlığı, yalnızca yazılı yasaların bulunmasıyla değil, bu yasaların etkin bir şekilde uygulanması, bireyler arasında adaleti sağlaması ve toplumda eşitliği gözetmesiyle ölçülür. Dolayısıyla, hukukun varlığını kabul etmek, onun eşitlik, tarafsızlık ve adalet ilkelerine uygun olarak işlediğini teyit etmek anlamına gelir. Fakat bu varsayım, hukukun gerçekte var olup olmadığını sorgulamayı zorunlu kılar.

Hukukun var olduğu iddia ediliyorsa, bu varlığın niteliği nedir? Hukuk, sadece yazılı kurallardan mı ibarettir, yoksa bu kuralların adalet ve eşitlik ilkelerine uygun şekilde hayata geçirildiği bir mekanizma mıdır? Hukukun yalnızca metinlerde var olması, toplumsal düzeyde adaleti ve güveni sağlayamıyorsa, onun gerçek anlamda varlığından söz edilebilir mi? Örneğin, bir ülkede yasalar mevcut olabilir, ancak bu yasalar yalnızca belirli kesimlerin çıkarlarını koruyorsa ve eşit uygulanmıyorsa, burada hukukun gerçek anlamda varlığından söz etmek mümkün müdür?

Bir toplumda hukukun var olabilmesi için adalet, eşitlik ve tarafsızlık ilkelerinin kurumsal düzeyde benimsenmiş ve uygulanıyor olması gerekir. Hukuk, yalnızca kağıt üzerindeki kurallar değil, aynı zamanda bireylerin haklarını koruyan, toplumsal düzeni sağlayan ve tarafsızlık ilkesiyle hareket eden bir yapıdır. Ancak, ülkemizde hukukun varlığını tartışırken karşılaştığımız en büyük sorun, hukukun teoride mevcut olup fiiliyatta eksik işlemesidir. Bu durum, hukukun bir gerçek mi yoksa bir yanılsama mı olduğu sorusunu beraberinde getirir.

Hukukun işleyişindeki aksaklıklar, keyfi uygulamalar, yargının belirli kesimlere avantaj sağlayacak şekilde kullanılması gibi olgular, hukukun gerçek bir sistem olarak var olmadığı yönünde güçlü kanıtlar sunmaktadır. Eğer bir sistem adalet yerine çıkarı, eşitlik yerine ayrımcılığı, şeffaflık yerine kapalılığı önceliyorsa, bu sistemin hukuktan uzaklaştığı açıktır. Örneğin, yargının taraflı kararlar vermesi, bireylerin hukuk yoluyla haklarını ararken engellerle karşılaşması ya da siyasi baskılar nedeniyle hukukun bağımsızlığını yitirmesi, hukukun varlığı hakkında ciddi şüpheler doğurmaktadır. Bu durumda "hukukun dışına çıkmak" kavramı, gerçekte var olmayan bir şeyin sınırlarını tartışmak anlamına gelir ki bu bir paradokstur.

Hukukun varlığı, bireylerin ona olan güveni ve onun kapsayıcılığı ile ölçülür. Ancak, ülkemizde yaşanan pek çok olay, hukukun yalnızca belirli zümrelerin yararına kullanılan bir araca dönüştüğünü göstermektedir. Eğer hukuk, toplumun geneline eşit ve adil hizmet etmiyorsa, onun varlığını gerçek anlamda kabul etmek mümkün değildir. Siyasal veya toplumsal baskılar altında yargının tarafsız olamaması, bireylerin hukuki yollarla hak aramasının engellenmesi gibi durumlar, hukukun yalnızca bir söylemden ibaret olduğu sonucunu doğurmaktadır. Böyle bir durumda, hukukun dışına çıkmaktan değil, hukukun zaten mevcut olmadığı bir düzende hareket etmekten bahsetmek gerekir.

Sonuç olarak, hukukun varlığı sorgulanmadan, onun dışına çıkmaktan söz edilemez. Hukukun varlığı, yalnızca teoride değil, pratikte de adalet, eşitlik ve tarafsızlık ilkelerine dayanan bir sistemin işleyişine bağlıdır. Toplumda hukukun somut göstergelerle kendini kanıtladığı bir düzen olmaksızın, "hukukun dışı" kavramı anlamsız kalır. Bu nedenle, hukukun varlığına ilişkin şüpheler giderilmeden, onun dışına çıkıldığına dair iddialar ancak soyut bir tartışma olarak kalır. Hukuk, bir toplumun temeli olmalı; ancak bu temel yalnızca görünürde var olan bir yapı değil, tüm bireyler için gerçek bir güvence ve dayanak olmalıdır. Ülkemizin mevcut gerçeklerinde ise bu temel ya hiç inşa edilmemiş ya da kasıtlı olarak yıkılmış bir durumda gözükmektedir. Bu yüzden, hukukun varlığı ve niteliği konusunda daha derin bir sorgulamaya ihtiyaç vardır. Bu sorgulama, yalnızca eleştirel bir yaklaşımı değil, aynı zamanda yapıcı çözümler geliştirmeyi de içermelidir.

Erol Kekeç/29.01.2025/Sancaktepe/İST

29 Ocak 2025 Çarşamba

Toplumsal Çöküşün Görüntüsü

Bireyin başı yok, zihni duman olup gökyüzüne karışıyor. Bu, toplumun bireyi ezip geçtiğinin ve kişisel varoluşun, kimliğin yok oluşunun göstergesi. Giderek artan ekonomik krizler, siyasi belirsizlikler, sosyal kutuplaşmalar ve manevi boşluk insanı eritiyor. Eskiden geleceğe dair umut besleyen insanlar artık yalnızca birer duman bulutu gibi, yok olmaya mahkûm ruhsuz varlıklara dönüşüyor.

Zorluklar İnsanları Nasıl Çıldırtıyor?

Ekonomik Çöküş ve Geçim Sıkıntısı: İnsanlar borçlarını ödeyemiyor, maaşlar yetmiyor, faturalar kabarırken geçim savaşı her gün daha da ağırlaşıyor. Çalışanlar sabah kalkıp işe gidiyor ama kazançları hayatlarını idame ettirmeye yetmiyor. Beyinleri yorgun, düşünceleri karışık, hayatta kalmak için mücadele eden zihinleri ise birer kara buluta dönüşüyor.

Sosyal Medya ve Tükenmişlik Sendromu: İnsanlar sürekli kendilerini başkalarıyla kıyaslıyor. Sürekli mutlu ve başarılı görünmek zorundaymış gibi hissetmek, gerçek kimliğini bastırarak yapay bir benlik inşa etmeye çalışmak, kişinin iç dünyasını çökertiyor.

Aile İlişkilerinde Kopuş ve Yalnızlık: İnsanlar artık birbirleriyle konuşmuyor, hislerini paylaşmıyor. Aileler dağılıyor, dostluklar yüzeyselleşiyor. Anlaşılmayan, yalnız bırakılan insan zamanla içindeki karanlıkta kayboluyor.

Adaletsizlik ve Güvensizlik: Hukuksuzluk, torpil, liyakatsizlik… İnsan ne kadar çalışırsa çalışsın, emeğinin karşılığını alamıyor. Birilerinin kayırıldığı, hak edenin ezildiği bir toplumda birey kendini çaresiz ve öfkeli hissediyor.

Dumanın Anlamı Sessiz Çığlık

Bu resimde bireyin çığlığı duyulmuyor, çünkü ses yerine duman yükseliyor. Konuşmayan, ama içinde patlayan öfkesiyle kendini tüketen insanları temsil ediyor. Bugün depresyon, anksiyete, bunalım artık herkesin içinde var ama kimse açıkça konuşamıyor. İnsanlar ya kendini öldürerek bu dünyadan kaçıyor ya da sustukça içten içe çürüyor.

Nereye Gidiyoruz?

Eğer insanlar bu zihinsel çöküşü fark etmez ve bir çıkış yolu aramazsa, bu kara duman toplumu tamamen saracak. Çaresizlik içinde çırpınan bireylerin oluşturduğu bir toplum, nihayetinde ya tamamen yok olacak ya da içten içe yanmaya devam edecek. Birileri durup “Ne yapıyoruz?” diye sormadıkça, dumanın içinde kaybolmaya mahkûmuz.

Bahadır Hataylı/27.01.2025/Sancaktepe/İST

26 Ocak 2025 Pazar

İslam Ve Sahte İlahlar


Kur'an, insanları yalnızca Allah'a kulluk etmeye davet ederken, Allah ile birlikte başka ilahlara tapanların gerçek anlamda İslam ile bir bağlarının olmadığını açıkça ortaya koyar. İslam, tevhit inancı üzerine kurulmuştur ve bu inanç, yalnızca Allah'ı birlemekle gerçekleşir. Bu konuda Kur'an'da birçok uyarı ve açıklama bulunur.

Nisa Suresi, 48. Ayet

“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; bunun dışındaki (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, doğrusu büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur.”

Bu ayet, Allah’a ortak koşanların bağışlanma ihtimali olmadığını ve onların en büyük günahı işlediklerini bildirir. Allah’tan başka varlıklara ibadet edenlerin tevhid inancını terk ettikleri belirtilir.

Zümer Suresi, 3. Ayet

“İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nun dışında bir takım veliler edinenler, ‘Biz onlara yalnızca bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ derler. Şüphesiz ki Allah, onların ihtilafa düştükleri şeylerde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.”

Bu ayet, sahte ilahlara ibadet edenlerin yaptıkları şeyleri kendilerince meşrulaştırma çabasını eleştirir. Oysa bu tür bir tapınma, gerçek anlamda İslam’a aykırıdır.

Maide Suresi, 72. Ayet

“Andolsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ateştir ve zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”

Bu ayette, Allah’a ortak koşarak O’nun birliğini bozanların ahirette cennetten mahrum olacakları belirtilmiştir. Bu tür bir davranış İslam’ın tevhid esasını zedeler.

Enam Suresi, 82. Ayet

“İman edenler ve imanlarına zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve doğru yola ulaşmış olanlar da onlardır.”

Burada iman ile şirkin bir arada olamayacağı ve tevhid inancını saf bir şekilde muhafaza edenlerin Allah’tan güvenlik ve rehberlik görecekleri ifade edilir.

Şura Suresi, 21. Ayet

“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine şeriat olarak koyan ortakları mı var?”

Bu ayet, sahte ilahlar edinerek onları dini hükümler koyma mercii haline getirmenin de şirk olduğunu açıkça ifade eder.

Bakara Suresi, 165. Ayet

“İnsanlar arasında, Allah’tan başkasını (O’na) eş tutanlar vardır. Onlar, Allah’ı sever gibi (putlarını) severler. İman edenlerin ise Allah’a olan sevgileri daha kuvvetlidir. Keşke o zalimler azabı görecekleri zaman (şimdi bunu anlasalar)! Bütün kuvvetin Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu o zaman anlayacaklar.”

Bu ayet, Allah’tan başka varlıklara yönelmenin ve onları O’na denk tutmanın bir zulüm olduğunu vurgular. Bu, İslam’la bağdaşmayan bir davranıştır.

A’raf Suresi, 191-192. Ayetler

“Hiçbir şey yaratmayan, kendileri yaratılıp duran varlıklara mı ortak koşuyorlar? Oysa onlara ne bir yardım edebilirler ne de kendilerine yardım edebilirler.”

Bu ayette, sahte ilahların gerçek güçten ve kudretten yoksun olduğu hatırlatılarak, yalnız Allah’a yönelmenin gerekliliği belirtilir.

Toplumdaki Din Algısı ve Kur’an’ın Vurguladığı Hakiki Din

Kur’an, yukarıdaki ayetlerde tevhid inancının saf ve tertemiz bir şekilde korunmasını emrederken, günümüzde tekkeler, zaviyeler, tarikatlar ve dergâhlar üzerinden oluşan din algısının çoğu zaman bu emirlerden saptığını gözlemleyebiliriz. Toplum içinde bu yapılar, kimi zaman manevi rehberlikten uzaklaşıp dünyevi güç peşinde koşan sistemler haline gelebilmektedir. İşte bu durum, Allah’ın saf dini ile insanlar tarafından şekillendirilen anlayış arasındaki farkı ortaya koymaktadır.

1. Dinin Ticarileştirilmesi

Pek çok tarikatta, lider konumundaki kişiler Allah adına konuşma yetkisini kendilerinde görerek, takipçilerini maddi ve manevi olarak sömürebilmektedir. Bu kişiler, kendi sözlerini Allah’ın hükümlerine eş değer göstermek gibi bir yanlışa düşmektedir ki bu, Şura 21. ayette;

 "Yoksa onların, dinden Allah'ın izin vermediği şeyleri kendilerine şeriat olarak koyan ortakları mı var? Eğer o kesin hüküm olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır."

Bu ayet, Allah'ın dinine insanların ekleme yapmasının ya da kendi hüküm ve kurallarını şeriat gibi sunmasının açık bir sapma olduğunu ifade eder. Gerçek şeriat, yalnızca Allah tarafından belirlenir ve vahiy yoluyla bildirilmiştir. İnsanların kendi heva ve heveslerine göre oluşturduğu sistemler, Allah’ın dininin yerini alamaz ve bu tür sapmalara tevessül edenler Kur'an'da "zalimler" olarak nitelendirilmiştir.

2. Şirk ve İlahlaştırma

Kur’an, hiçbir insanın veya yapının Allah’a ortak koşulmasını kabul etmez. Ancak, bazı tarikat ve cemaatlerde şeyhlerin ve liderlerin adeta kutsallaştırıldığı, mezarlarının ziyaret edilip dua edilecek yerler haline getirildiği görülmektedir. Bu, Bakara Suresi, 165. Ayette;

"İnsanlar arasında Allah'tan başkasını O'na denk tutanlar vardır. Onları, Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan sevgisi çok daha kuvvetlidir. Zulmedenler, azabı gördüklerinde bütün kuvvetin yalnızca Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu keşke anlayabilselerdi!"

Bu ayet, insanların Allah'tan başka varlıkları veya şeyleri ilahlaştırarak, onları Allah'a denk görmesi ya da sevmesi üzerine bir uyarıdır. Allah'a eş tutulan bu varlıklar kimi zaman başka tanrılar, liderler, mal-mülk ya da dünyevi hedefler olabilir. Oysa iman edenler, Allah'ı tüm varlıklardan ve sevgilerden üstün tutar, O'na olan sevgileri samimi ve derindir.

Ayet aynı zamanda, Allah’tan başkasına kulluk edenlerin yanlışlarını ancak ahirette azabı gördüklerinde tam anlamıyla fark edebileceğini ifade eder. İnsanların bu gaflete düşmemeleri için ayet, tevhid inancının önemine dikkat çekmektedir.

Sevgi, bağlılık ve itaatin yalnızca Allah’a yönelmesi gerektiğini vurgulayan bu mesaj, insan hayatının merkezine Allah’ın koyulmasını öğütler.

3. Din Adına Çıkar Peşinde Koşma

Birçok yapı, İslam’ın evrensel değerlerinden ziyade, kendi üyelerine menfaat sağlamayı ön plana koymaktadır. Allah’ın gönderdiği dinin bireyler arası eşitliği ve adaleti emreden hükümleri, bu yapılar içinde belirli kişilere ayrıcalık tanınarak ayaklar altına alınmaktadır. Maide Suresi, 72. Ayet:

"Andolsun, ‘Allah, Meryem oğlu Mesih’tir’ diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih, ‘Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ateştir ve zalimler için hiçbir yardımcı yoktur."

Bu ayet, tevhid inancına aykırı olan bir anlayışı eleştirir. Hz. İsa’nın ilahlaştırılması, Kur'an'a göre büyük bir yanlış ve sapmadır. Kur'an, Hz. İsa’nın kendisinin de Allah’a kul olduğunu ve insanlara yalnızca Allah’a kulluk etmeyi emrettiğini bildirir.

Allah’a ortak koşan kimseler için bu davranışın sonuçları ağırdır: Cennetten mahrum bırakılma ve cehennem azabıyla karşılaşma. Ayet, özellikle Allah’tan başkasını ilah olarak kabul edenlerin, büyük bir zulüm içinde olduklarını belirtir.

Bu mesaj, Allah’ın birliğine (tevhid) vurgu yaparak, yalnızca O’na ibadet edilmesi gerektiğini güçlü bir şekilde ifade eder. Allah’a olan itaat ve bağlılığın hiçbir kişi veya varlıkla paylaşılmaması gerektiği açıklanır. Ayet, ahiretteki karşılaşılacak durumu hatırlatarak insanları bu büyük yanlıştan sakındırır.

Hakiki Dinin Özellikleri ve Örnekler

Hakiki din, yalnızca Allah’a kulluk eden, Allah ile arasına hiçbir aracı koymayan ve ibadetlerini samimi bir şekilde yapan bireylerin yaşadığı dindir. İşte bu dine dair bazı örnekler:

  1. Tevhid Üzerine Kurulu İbadet Bir kişi namazını sadece Allah’ın rızası için kılar ve dua eder. Aracı bir kişiye veya bir yapıya ihtiyaç duymaz. Enam Suresi, 82. Ayette;

    "İman edenler ve imanlarına zulüm (şirk) bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve doğru yola ulaşmış olanlar da onlardır."

    Bu ayette, gerçek iman sahiplerinin kimler olduğu tanımlanmıştır. Şirk (Allah’a ortak koşma), imanla asla bir arada bulunamaz. Saf bir iman sahibi olan ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler, hem dünyada hem de ahirette güven içinde olacaklardır.

    Ayet, zulüm kelimesini şirk bağlamında kullanmaktadır. Çünkü Allah’a şirk koşmak, en büyük haksızlıktır (zulümdür). Tevhid inancına sıkı sıkıya bağlı olanlar, imanlarına böyle bir zulmü bulaştırmadan yaşayanlar, Allah tarafından ödüllendirilecek, hak yola erişecek ve sonunda huzura kavuşacaklardır.

    Bu mesaj, yalnızca tevhidin bireysel bir mesele olmadığını, aynı zamanda toplumsal bir huzur ve güven kaynağı olduğunu da işaret eder. İnsanlar, yalnız Allah’a inanıp güvenerek iç huzura ve ahirette kurtuluşa erişebilirler.

  2. Adalet ve Eşitlik Anlayışı Hakiki dinde, bir insan diğerine üstün değildir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Veda Hutbesi’nde bunun örneğini vermiş ve tüm Müslümanların eşit olduğunu ilan etmiştir.

  3. Doğrudan Allah’a Yönelmek Bir kişi ibadetlerini yalnız Allah için yapar ve ondan başka kimseden medet ummaz. Şirkten uzak duran bu yaşam biçimi, Zümer Suresi, 3. Ayette

    "İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nun dışında birtakım veliler edinenler, ‘Biz onlara yalnızca bizi Allah’a daha fazla yaklaştırsınlar diye tapıyoruz’ derler. Şüphesiz ki Allah, onların ihtilafa düştükleri şeylerde hükmünü verecektir. Allah, yalancı ve inkârcı kimseyi doğru yola iletmez."

    Bu ayet, saf ve katıksız dini Allah’a has kılmanın önemini vurgular. İnsanların Allah dışında çeşitli aracı veya şefaatçi kabul ederek tapınmaları, gerçekte dine aykırıdır. Kendilerine ilahî vasıflar yakıştırılan varlıklara tapma, onları Allah ile aralarındaki bir bağ olarak görme, İslam’ın tevhid esasını bozan davranışlardır.

    Ayet, bu tür tapınmaların bir gerekçesi olarak öne sürülen "Allah’a daha fazla yaklaşmak" iddiasının yanlışlığını açıkça ifade eder. Gerçek ibadet yalnızca Allah’a yönelmektir; aracıların varlığı Allah’ın emirlerine aykırıdır. Bu davranışların hesabını verecek olan yalnızca Allah’tır ve O, yalnızca doğru yolu arayanları hidayete eriştirir.

    Bu mesaj, İslam’ın temel mesajını, yani tevhidi koruma ve saf dini yalnızca Allah’a tahsis etme konusunda güçlü bir uyarıdır.

Hakiki İslam, bireyin kendini Allah ile baş başa hissettiği, saf bir kulluk halini temsil eder. Günümüzdeki pek çok yapının dinin bu saf ve temiz ruhundan uzaklaştığı ve farklı menfaatler peşinde koştuğu görülmektedir. Bu farkı anlamak için Kur’an’a dönmek ve onun emirlerini rehber edinmek gerekmektedir.

Erol Kekeç/23.01.2025/Sancaktepe/İST

Toplumsal Çöküşün Anatomisi-Ahlak Liyakat ve Sorumsuzluk Üzerine

Bir toplumun temelini oluşturan değerler erozyona uğradığında, bireylerin ve kurumların yıkımı kaçınılmaz hale gelir. Otel yangını, bina çöküşü ya da başka bir felaket... Ortaya çıkan enkaz yalnızca fiziksel değildir; aynı zamanda ahlakın, liyakatin ve sorumluluk bilincinin yitiminin de açık bir göstergesidir. Sorun bir partinin, bir ideolojinin ya da bir kişinin ötesindedir. Bu, topyekûn bir çürümenin resmidir.

Parti Değil, Toplum Sorunu

Bir bina çöküyor, insanlar ölüyor ve hemen ardından suçlama oyunları başlıyor: “CHP’li belediye mi sorumlu? Yoksa Ak Parti mi?” Ancak gerçek şu ki, hangi parti olursa olsun, toplumda ahlak, vicdan ve liyakat eksikse, sonuç değişmeyecektir. Bu sorun bir partinin meselesi değil; bu, bir toplumun kendisiyle yüzleşmesi gereken bir meseledir.

Çöküşün temelinde ahlaki yozlaşma yatar. Ahlak, yalnızca kişisel bir erdem değil; toplumun tüm katmanlarını etkileyen bir değerdir. Bir inşaatın temeline hileli malzeme koyan müteahhitten, buna göz yuman belediye yetkilisine; ruhsatsız binaya sessiz kalan denetçiden, bu düzene ses çıkarmayan vatandaşa kadar herkes bu çöküşün bir parçasıdır.

Sistematik Sorunlar ve Liyakat Erozyonu

Liyakat, bir toplumun gelişimi için vazgeçilmezdir. Ancak Türkiye gibi ülkelerde liyakat, siyasi bağlara, akrabalıklara ve kişisel menfaatlere kurban edilmiştir. Bir pozisyona, işi ehline teslim etmek yerine, yandaşlık, torpil ve rüşvetle atamalar yapılmaktadır. Bunun sonucunda:

1. Ehliyetsizlik: Yetkin olmayan kişiler önemli görevlere getirilir. Bu da karar alma süreçlerinde yanlışlara yol açar.

2. Sistemsizlik: Liyakat yerine sadakat ödüllendirildiğinde, sistemin çarkları işlemez hale gelir. Denetim mekanizmaları çürür, sonuçta felaketler kaçınılmaz olur.

3. Güvensizlik: Halk, sisteme ve yöneticilere olan güvenini yitirir. Her felaketten sonra "Kim sorumlu?" sorusu cevapsız kalır.

Vicdan ve Disiplin Eksikliği

Bir toplumda vicdan yoksa, adaletin tecellisi de mümkün olmaz. Yangında hayatını kaybedenlerin yakınları, enkaz altında kalanların aileleri için adalet arayışı yalnızca kâğıt üstünde kalır. Disiplin ise bu vicdanın somut bir yansımasıdır. Ancak disiplinden yoksun bir toplum, görevini savsaklayan bireylerle doludur.

Disiplinsizlik yalnızca bireysel değil, kurumsal düzeyde de kendini gösterir. Belediyeler, hükümet organları, denetleyici kurumlar... Hepsi görevlerini gerektiği gibi yapmadığında ortaya çıkan kaos, toplumu felaketlere sürükler.

Toplumun Temel Sorunları-Hırs, Menfaat ve Haset

Ahlaki çöküşün temelinde insanın kendi zaafları yatar. Hırs, tamah, kıskançlık ve menfaat duyguları, bireylerin toplumun iyiliğini değil, kendi çıkarlarını önceliklendirmesine yol açar. Şu tabloya bakalım:

Hırs: Daha fazla kazanma, daha hızlı yükselme arzusuyla insanlar birbirini ezmekten çekinmez.

Tamah: Daha fazlasını istemek, hiçbir zaman yetinmemek... Bu açgözlülük toplumsal yozlaşmayı körükler.

Haset ve Çekememezlik: Bir başkasının başarısını, emeğini ve hakkını hazmedememek, toplumsal dayanışmayı imkânsız kılar.

Bu özellikler, toplumun dokusunu parçalayan en büyük tehlikelerdir. Çünkü bunlar, bireylerin ortak bir hedef için çalışmasını değil; birbirini baltalamasını teşvik eder.

Çözüm Nerede?

Sorunun köküne inmek için samimi bir yüzleşme şarttır. Sorun, yalnızca bireylerde değil; aynı zamanda sistemde, değerlerde ve kültürde yatmaktadır. Çözüm önerileri şu şekilde sıralanabilir:

1. Ahlaki Eğitim: Ahlak, toplumun temel taşıdır. Çocukluktan itibaren bireylere doğruluk, dürüstlük ve sorumluluk bilinci aşılanmalıdır. Bu eğitim yalnızca dinî bir çerçevede değil; evrensel etik değerler temelinde verilmelidir.

2. Liyakatin Öncelenmesi: Kamu kurumlarında, özel sektörde ve toplumun her alanında liyakat esas alınmalıdır. Bu, uzun vadede güveni ve kaliteyi artıracaktır.

3. Denetim Mekanizmalarının Güçlendirilmesi: Denetimsizlik, felaketlerin başlıca sebeplerinden biridir. Denetim mekanizmaları bağımsız, tarafsız ve şeffaf bir şekilde çalışmalıdır.

4. Toplumsal Vicdanın Canlandırılması: Vicdan, bireysel bir erdem olmaktan öteye geçmeli, toplumsal bir norm haline gelmelidir. Bu da ancak kültürel değişimle mümkündür.

5. Adaletin Tesisi: Hangi siyasi görüşten, inançtan ya da etnik kökenden olursa olsun, herkesin adalet karşısında eşit olduğunu hissetmesi gerekir. Adaletin olmadığı bir toplumda çürüme kaçınılmazdır.

Sorumluluktan Kaçmanın Bedeli

Bir toplumda herkes suçu bir başkasına atarak sorumluluktan kaçarsa, çöküş kaçınılmaz olur. Felaketlerin ardından yapılan suçlamalar ve siyasi tartışmalar, esas meselenin üzerini örter. Bu noktada sormamız gereken soru şudur: "Ben bu toplumun neresindeyim ve bu çöküşte benim payım nedir?"

Sorun partilerde değil, insanın özündedir. Eğer ahlak, liyakat ve vicdan toplumun temel değerleri haline getirilmezse, daha çok enkazın başında ağıtlar yakılır. Hakikat, ancak bireylerin ve toplumun samimi bir yüzleşme yapmasıyla ortaya çıkar. Ve bu yüzleşme, ne kadar ertelenirse bedeli o kadar ağır olacaktır.

Erol Kekeç/25.01.2025/Sancaktepe/İST


25 Ocak 2025 Cumartesi

Hakikatin Işığında Tevhidi Yaşam

Tevhidi bir yaşam, insanlığı hakka ve adalete ulaştırırken, onun karşısında sorgulamayı reddeden, körü körüne otoriteye boyun eğen, aklını ve vicdanını kullanmayan topluluklar karanlık bir zillet içinde yaşamaya mahkûm olmuşlardır. Bu durum, toplumsal dokuyu çürüten bir veba gibi her yeri sardığında, insanları hakikatten uzaklaştırır ve insanlığın körelmesine neden olur. Kur’an’ın bu zillet yaşamları tanımlayan ve kınayan ayetleri, bu tür insanların ve toplumların özelliklerini gözler önüne sererken, aynı zamanda uyarıcı bir rehberlik sunmaktadır.

Tevbe Suresi, 31. ayet, insanların sorgulamadan dini otoriteleri ilahlaştırmasının ne denli büyük bir sapkınlık olduğunu dile getirir. “Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa onlar, sadece bir olan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı.” İnsanların, Allah’tan başka mercilere koşulsuz itaat ederek akıl ve vicdanlarını ipotek etmeleri, tevhidin ruhunu zedeler ve zulmün yerleşmesine sebep olur. Böyle topluluklar, ilahî emirden yüz çevirip liderlerini yüceltir ve kendi karanlıklarını üretirler.

Ahzab Suresi, 67-68. ayetlerde, körü körüne liderlerine tabi olan insanların pişmanlıklarını şu şekilde dile getirdikleri aktarılır: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik; onlar da bizi doğru yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azaptan iki katını ver ve onları büyük bir lanetle lanetle.” Bu insanlar, akıl ve vicdanlarını terk ederek kendi hezimetlerini hazırlamışlardır. Adeta bir sürü gibi yönetilen bu insanlar, sonunda yalnızca kendi köleleşmelerini hızlandırmıştır.

Şuara Suresi, 97-98. ayetlerde, batıl yolların yolcuları şöyle bir itirafta bulunur: “Vallahi, biz apaçık bir sapkınlık içindeydik. Çünkü sizi âlemlerin Rabbi ile eşit tutuyorduk.” İlahi hakikatten saparak kendilerine sahte rabler edinenler, dünyada inşa ettikleri bu batıl düzenin ahirette yıkılışını acıyla izlerler. Bu, toplumsal körlüğün en net ifadesidir.

Yasin Suresi, 60-62. ayetlerde, insanlığa verilen açık uyarılar dile getirilir: “Ey Âdemoğulları! Ben size, ‘Şeytana tapmayın; çünkü o, sizin apaçık düşmanınızdır’ demedim mi? Bana kulluk edin. İşte bu, doğru yoldur. Andolsun ki o (şeytan), sizden birçok nesli başarıyla yoldan çıkarmıştı. Hâlâ aklınızı kullanamayacak mısınız?” Bu uyarı, insanın akıl ve iradesini kullanarak şeytani yollardan uzaklaşmasını öğütler. Ancak bir toplum, şehvet ve ihtirasların kölesi olmuşsa, bu çağrı karşılıksız kalır.

Hacc Suresi, 46. ayette düşünmeme gafletine dikkat çekilir: “Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, kendileriyle düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; ama göğüslerdeki kalpler kör olur.” Bu ayet, manevi körlüğün ve zihinsel ataletten doğan felaketin ifadesidir. Bu tür insanlar, gördüklerini anlamaz, duyduklarını kavrayamaz ve hakikati idrak edemez hale gelirler.

Furkan Suresi, 43. ayette kişinin nefsini ilahlaştırması şöyle kınanır: “Heva ve hevesini (arzusunu) ilah edinen kimseyi gördün mü?” Toplumun bireyleri, kendi ihtiras ve tutkularını putlaştırdığında, hakikatin yerini boş bir kibir alır ve toplum tefrikaya sürüklenir. Bu kibir, yozlaşmanın temel taşlarından biridir.

Bakara Suresi, 18. ayette manevi körlük, sağırlık ve dilsizlik metaforlarıyla şu şekilde anlatılır: “Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bu nedenle hakka dönmezler.” Bu kişiler, hakikatin ışığını görmekten ve onu ifade etmekten yoksundur; adeta kendi oluşturdukları bataklıkta çırpınırlar.

Hud Suresi, 28. ayette, Nuh Peygamber’in şu sözü aktarılır: “Ey kavmim! Eğer ben Rabbimden açık bir delil üzere bulunuyorsam ve O, kendi katından bana bir rahmet verdiyse, size de onu göremediyseniz, biz sizi ona zorla mı ulaştıracağız?” İnsanların önyargıları, hakikate karşı duyarsızlıkları ve inkârları onları kurtuluştan uzaklaştırır.

Bu ayetlerin her biri, karanlığa gömülen toplumların ortak özelliklerini tanımlar: akıl ve iradenin rafa kaldırıldığı, körü körüne bir itaatin benimsendiği ve heva ile hevesin yaşamın belirleyicisi haline geldiği bir yaşam. Bu yaşam biçimi, sadece bireyin değil, toplumun da yozlaşmasına, insan onurunun zedelenmesine ve adaletin yerini zulmün almasına yol açar. Tevhidi yaşam, bu karanlığı ortadan kaldırmayı hedefler ve hakikati diriltmek için bir kurtuluş yolu sunar.

Erol Kekeç/24.01.2025/Namazgah/İST

Sorgulamanın Gücü ve Toplumsal Dönüşüm

Deveye sormuşlar: “Yağmur ve dolu yağan bir havada mı yoksa karlı havada mı yürümeyi seversin?” Deve cevap vermiş: “Güneşli havaya ne olmuş?”

Şimdi, bu basit görünen cevabı bir köşe başının ya da felsefe dersi olarak değerlendirmek yerine, toplumların zihinsel yapısına uyguladığımızda ne kadar ironik olduğunu görüyoruz. Bazı toplumlar o kadar şaşırtıcı bir dar düşünceye hapsolmuş ki, deve kadar bile pragmatik olamıyorlar.

Şimdi size şu soruyu sormak istiyorum: Sizce bir topluma deseniz ki, “Sizi yönetenler iyi yönetmiyor,” onlar size hangi cevabı verir?

Büyük ihtimalle, “Eee, o gitsin de filanca mı gelsin?” derler. İşte sorun tam burada başlıyor. Oysa ki mesele sadece birini indirmek ya da yerine birini getirmek değil. Mesele, neden hep yağmur, dolu ya da karın seçenekler olarak masada olduğunu sorgulamamak. Peki, “Güneşin herkese eşit ve adil yansıdığı bir günü” neden hayal edemiyoruz? Neden o seçeneğin de masada olması gerektiğini akıl etmiyoruz?

Toplumların bu kadar dar bir vizyona mahkûm olmasının nedeni ne?

Eleştirinin Kaynağına Yolculuk

Öncelikle, bireylerin ve toplumların bir çoğunun “değişim” denilince neden sadece eskiyi yenisiyle değiştirme olarak algıladığına bakalım. Bu, alışılışmış bir düşünce yapısından kaynaklanıyor: “Benim bildiğim dünya bu; ya bu sistem devam eder ya da diğerine geçeriz.” Bunun ötesine geçememe hali, hem korkudan hem de şartlanmış beyinlerden kaynaklanıyor.

Oysa ki sorun sadece insanları kimin yönettiği değil. Sorun, yönetim sisteminin kendisi, adaletin nasıl işlediği, kaynakların nasıl dağıtıldığı ve en önemlisi “yönetilme” fikrine neden bu kadar muhtaç hissedildiği.

Toplumlara göre neden hep iki seçenek var?

“A giderse B gelir.”

“Yağmurdan kaçarsan doluya tutulursun.”

“Ya o parti ya bu parti.”

İşte tam burada sorular başlar: Güneşli bir hava neden bu denklemde yer almıyor?

Güneşli Havaya Ne Oldu?

Güneş, adaletin, eşitliğin ve herkese aynı mesafede duran bir sistemin sembolü olsun. Düşünün ki, bir düzende ne insanlar ne kaynaklar ne de haklar belli bir zümreye ya da grubun menfaatlerine hizmet ediyor. Böyle bir sistemde insanlar sadece yaşanabilir. Peki bu neden imkansız gibi görülüyor?

Çünkü toplumsal algı, mevcut düzene öyle bir bağlanıyor ki, değişim fikri bile sistem içinde dönen yeni bir aktörle sınırlanıyor. Oysa devrimci bir fikir, aktörleri değil sistemi değiştirir. Yani mesele yağmur ya da karın ötesine geçip güneşi hayal edebilmekte.

Neden Güneşi Düşünmüyorsunuz?

Bir toplum şayet, “Güneşli bir havanın” olamayacağına kendini inandırmışsa, aslında kendi bağımsız karar verme yetisini kaybetmiştir. Kendi düşüncesini oluşturamaz hale gelir. Yönetenler de zaten bu noktada devreye girer: “Onlar sorgulamaz; biz ne sunarsak o.”

Halkın bir bölümü de şöyle düşünür: “Bizi zaten kimse dinlemez ki.” Bu yüzden otoriteye boyun eğmek, düzene karışmamak, sadece yaşayıp gitmek gibi pasif bir kabullenme hali geliştirir. Bu kadar pasif bir yaklaşımla, güneşin şansı nasıl olabilir?

Bir Çözüm Hayali- Güneşin Eşit Açtığı Toplumlar

Toplumları yağmur ve karın dışına düşünmeye teşviki, öncelikle bireylerin hayal kurma yeteneğini geri kazandırmakla başlar. Hayal kuramayan birey, köle birey olur. Birileri onun yerine karar verir. Onun yerine yağmurla dolu arasında seçim yapar. Halbuki bireyin sorgulaması lazım: “Ben neden böyle bir düzene muhtaç olayım? Neden ben kendim güneşli havayı yaratmayayım?”

İşte bu soruları sormaya başlayan birey, karşısında şu tepkileri bulur:

  1. “Hayalperestsin!”

  2. “Bu sistem böyle gelmiş böyle gider.”

  3. “Başkaları da denedi; olmadı.”

Ama bu tepkiler, zaten eski zihniyetin kalıntılarından başka bir şey değildir. Güneşi düşünmeye cesaret eden birey, bunlara kulak asmadan yüreğini açar ve kendi düşüncesini oluşturur. Ancak böyle bir bireysel dönüşüm, toplumsal dönüşümün ilk adımı olabilir.

Son Sözü Deveye Bırakalım

Devenin çok basit bir soruyla şimdiki toplumsal gerçekleri özetlemesi, bize sorgulamanın gücünü hatırlatıyor. Düşünmek, sorgulamak ve yeni yollar hayal etmek aslında deve kadar basit olabilir. Ancak bunu yapacak cesareti olmayan toplumların, yağmur ve kar arasında kaybolmaya mahkum olduğunu bir kez daha görüyoruz. Siz siz olun, güneşe şans verin.

Erol Kekeç/23.01.2025/Sancaktepe/İST

24 Ocak 2025 Cuma

Sistemin Yansıması-Çıkar Manipülasyon ve İnsan

Toplumlar, tarih boyunca mesleklerin, rollerin ve inanç sistemlerinin etkisiyle şekillenmiş, bu sistemlerde bireylerin aktif ya da pasif rolleri olduğu karmaşık bir yapı oluşturmuştur. Doktor, insanın hastalıklarından geçinir. Avukat, insanın suçlarından geçinir. Ruhban sınıfı, insanın aptallığından geçinir.” ifadesi, toplumların işleyişi ve dinamikleri hakkında keskin bir eleştiriyi yansıtır. Bu eleştiriyi, günümüz toplumlarının ekonomik, sosyal ve kültürel bağlamlarında ele alarak sorgulayalım...

Doktor-İnsanın Hastalıklarından Geçinen Bir Meslek Grubu

Tıp mesleği, temelinde insan sağlığını koruma ve hastalıkları iyileştirme amacına hizmet eden kutsal bir meslek olarak tanımlanabilir. Ancak modern toplumların tüketim odaklı yapısı ve sağlık sektörünün endüstriyel bir hale gelmesiyle birlikte, bu amacın çarpıtıldığı görülmektedir. Artık birçok doktor, hasta sayılarını artırma, tedavi yerine ilaçlarla hastalığı bastırma veya cerrahi yöntemlerle hızlı para kazanma gibi hedeflerle hareket eden bireyler olarak algılanabiliyor.

Sağlık sektörü, insan sağlığından ticari fayda sağlamanın öne çıktığı bir sektör haline geldi. Örneğin; estetik cerrahların birçok durumda insanın öz saygısını hedef alarak kârlı operasyonlara odaklanması, kalp krizi riski taşıyan bir hastaya sigorta limitleri nedeniyle uygun tedavinin uygulanmaması gibi durumlar bunu açık bir şekilde gösteriyor.

Bir yandan da insanlık tarihindeki hasta-doktor ilişkisinde, bireylerin kendi ihmalleri sonucu sağlıklarını kaybettiği ve bu kayıp üzerinden doktorlara muhtaç oldukları bir döngü ortaya çıkıyor. Tüm bu tabloya baktığımızda doktorların insan hastalıklarından sadece teknik anlamda değil, sosyal ve ekonomik anlamda da faydalandığını görebiliriz.

Avukat-Suçtan Beslenen Meslek

Adalet sisteminin temel taşlarından olan avukatlar, hukuk ihlalleri ve suçlardan doğrudan etkilenir ve bunlardan beslenir. Toplum içinde suçsuz bir düzen ütopik bir ideal olarak kabul edilebilir ancak gerçekte, insanlığın doğası, çıkarları ve karmaşık ilişkileri bu ihtimali ortadan kaldırır. Bu durumda avukatlar, toplum içindeki bireylerin zaafları, bencillikleri veya hataları nedeniyle gelir elde eden bir meslek grubu haline gelir.

Hukuk sisteminin bir hizmet sektörü haline gelmesi ve maliyetlerin düşürülmesi yerine artırılması, adalete erişim konusunda belirli bir sınıfın dışında kalan bireyler yaratıyor. Oysa adalet herkese şeffaf bir şekilde sunulmalı. Fakat mevcut düzende avukatlık mesleği, özelikle daha kârlı davalara ve çıkar ilişkilerinin öne çıktığı alanlara yönelik bir sistemle çalışıyor.

Bir örneğini, devasa şirketlerin veya varlıklı kişilerin avukat ordularıyla kendi menfaatlerini korumasında görebiliriz. Aynı zamanda, suçun ticarileştiği hukuk sisteminde, dürüst olmayan bireylerin sistemi suistimal ederek gerçek mağdurlara haksızlık ettiği de bir gerçektir. İşte bu nükte, hukuk düzeninde işlerin temelinden yanlış şekilde tasarlandığını ortaya koyar.

Ruhban Sınıfı-Aptallıktan Beslenen Sistem

Bu konuda belki de en keskin eleştiri, din adamları ve ruhban sınıfına yöneliktir. Tarih boyunca pek çok din adamı, halkı dini bilgisi veya vicdanı üzerinden etkileyerek kitleleri manipüle etmeyi bir yol olarak görmüştür. Gerçek maneviyatı arıtan bireyler yerine, kendi çıkarlarına hizmet eden bir düzen yaratılmıştır.

Bu sınıf genellikle korku politikaları ve cehaletin yaygınlığı üzerine kuruludur. Dini öne sürerek kendi pozisyonlarını korumaya çalışırlar; bu süreçte bireylerin sorgulama becerisini zedeler ve kitlenin sözde ‘dogmatik’ kurallarla yaşamasını talep ederler. Tarihte, özellikle Ortaçağ Katolik Kilisesi'nde, bilimsel düşüncenin karşısında durulması ve engizisyon mahkemeleri örnekleriyle bunun nasıl işlediğini açıkça görüyoruz.

Modern toplumlarda da maneviyatı geride bırakıp din adına bireylerden maddi kazanç elde eden ve sorgulayan bireyler yerine ‘itaatkar’ bireyler yetiştiren bir anlayış söz konusudur. Bu anlayışın temel dayanağı; bireylerin sorgulamaktan korkması, kitle psikolojisine kapılması ve kendini bir üst otoriteye teslim etmesidir. Oysaki gerçek dindarlık, bireyin kendi aklı ve vicdanıyla bulacağı yoldur; ne bir ruhban sınıfının karşısında diz çökmek ne de kendini körü körüne teslim etmektir.

İnsan Neyi Tercih Edecek?

Bu sözü bize birey ve toplum olarak bir tercih yapmamız gerektiğini hatırlatıyor. İnsanların hastalıklarından, suçlarından ya da aptallıklarından geçinen sistemlerin bir parçası olmamak, farkındalıkla hareket eden bireyler yetiştirmekle mümkün olabilir.

Gerçek bir ilerleme ve kurtuluş, çıkar gruplarının tuzağından kurtularak bilginin, sorgulamanın ve ahlaki değerlerin öncelikli olduğu bir toplum yapısı kurmakla mümkün. Ancak bu noktada sorulması gereken en büyük soru şu: Kendi aklını ve vicdanını rehber edinen bir birey olabilecek miyiz? Yoksa manipülasyonlara ve kitle psikolojisine boyun mu eğeceğiz?

Bahadır Hataylı/24.01.2025/Namazgah/İST

23 Ocak 2025 Perşembe

MEŞRUİYETİN SONU TOPLUMSAL ÇÖKÜŞ VE YÖNETİMİN İFLASI

Bir ülkenin geleceği, adaletin, ahlakın ve güvenin hüküm sürdüğü bir kamusal yaşamın varlığına bağlıdır. Ancak ne yazık ki, günümüz toplumlarında bu değerlerin sistemli bir şekilde tahrip edildiğine tanıklık ediyoruz. Denetim mekanizmalarının çıkar gruplarına peşkeş çekildiği, yolsuzlukların devlet kademelerinde kök saldığı, hesap verebilirliğin yerini kayıtsızlık ve sorumsuzluğun aldığı bir yönetim anlayışı, toplumu geri dönüşü zor bir çöküşe sürüklemektedir.

Eğer bir ülkede, denetim eksikliği nedeniyle bir otelde meydana gelen yangında 76 kişi yaşamını yitiriyor ve sorumlular herhangi bir hukuki yaptırımla karşılaşmıyorsa; aynı ay içerisinde sahte içki nedeniyle 100’e yakın insan ölüyor, buna rağmen yetkililer hala görevlerinde kalabiliyorsa, bu durum yalnızca bir yönetim krizinin değil, aynı zamanda toplumsal ahlak ve güvenin çöküşünün açık göstergesidir.

Bu tür trajedilerin ardından istifa etmeyen, halkın karşısına çıkıp özür dilemek yerine koltuğunu koruma derdine düşen yöneticiler, bir ülkenin nasıl içten içe çürüdüğünü gözler önüne seriyor. Halkın huzur ve güven içinde yaşayabilmesi için devletin asli görevi, kamu düzenini sağlamak, bireylerin yaşam hakkını korumak ve topluma karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmektir. Ancak yaşanan bu tür olaylar, bu görevlerin ihmal edildiğini, hatta birçoğunun bilerek ve isteyerek göz ardı edildiğini göstermektedir.

KAMU GÜVENİRLİĞİNİN ÇÖKÜŞÜ-NEDENLER VE SONUÇLAR

1.Denetim Mekanizmalarının İşlevsizliği

Bir toplumun huzur ve refahını koruyan denetim mekanizmalarının, çıkar gruplarına hizmet eden bir araca dönüşmesi, kamu düzenini temelinden sarsar. Örneğin, otel faciasına neden olan denetim eksikliği, yalnızca bir ihmal değil, aynı zamanda sistemin çürümüşlüğünün açık bir yansımasıdır. Denetim raporlarının sahte verilerle doldurulması, imar ve işletme izinlerinin liyakat yerine rüşvet karşılığı verilmesi, bu tür faciaların zeminini hazırlar.

Bu noktada sorulması gereken kritik soru şudur: Bu denetimsizlik zincirinde yer alan herkes sorumluluk almaktan kaçarken, bir devletin halkına karşı olan sorumluluğu nasıl yerine getirilir? Eğer bir devletin tüm kurumları halkın yaşam hakkını değil, yalnızca belli başlı çıkar gruplarını koruyorsa, o devletin meşruiyetinden söz etmek mümkün müdür?

2. Hesap Verebilirliğin Yok Edilmesi

Bir ülkede, yöneticiler hiçbir şekilde hesap vermek zorunda olmadığını hissettiğinde, bu yalnızca bir yönetim krizi değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküştür. Halkın ödediği vergilerle maaşlarını alan kamu görevlilerinin, yaşanan her trajediden sonra “kader planı” diyerek suçu metafizik olgulara yıkması, halkla dalga geçmekten başka bir şey değildir.

Kamusal görevlerin amacı, toplumun güvenliği ve refahı için çalışmaktır. Ancak yaşanan her trajediden sonra yöneticilerin birbirlerini koruyarak sorumluluk almaktan kaçınması, halkın devlete olan güvenini tamamen yitirmesine neden olur. Bu güven kaybı, yalnızca toplumsal düzeni değil, aynı zamanda bir ülkenin geleceğini de tehlikeye atar.

3. Toplumsal Ahlak ve Dayanışmanın Çöküşü

Denetimsizlik ve hesap verebilirlik eksikliği, yalnızca yöneticilerle sınırlı kalmaz; aynı zamanda toplumun geneline de yayılır. Eğer halk, sorumsuz yöneticilere oy vermeye devam ediyorsa, bu durum, halkın da aynı sorumluluk zincirinin bir parçası olduğunu gösterir. Bir yöneticinin liyakatsizliği kadar, o yöneticiyi göreve getiren halkın tercihleri de sorgulanmalıdır.

Bu noktada, toplumun şu soruyu kendine sorması gerekiyor: “Bir otel yangınında 76 kişi öldüğünde sessiz kalıyorsam, sahte içki nedeniyle 100 kişi öldüğünde bir şey yapmıyorsam, ben de bu sistemin bir parçası haline gelmiyor muyum?” Halkın sessizliği, yalnızca yöneticilerin pervasızlığını artırır ve daha büyük trajedilerin yaşanmasına zemin hazırlar.

BİR ÇAĞRI-HEM TOPLUMA HEM YÖNETİCİLERE

Toplumun her bireyi, bu karanlık tablo karşısında bir tercih yapmak zorundadır. Ya mevcut düzenin çarklarına dahil olarak bu çürümeye ortak olacağız ya da bu düzeni değiştirmek için bir mücadele başlatacağız. Bu noktada yapılması gerekenler şunlardır:

1. Sivil Toplumun Güçlendirilmesi

Toplumun sesi, yalnızca seçim sandığında değil, aynı zamanda sokakta, sosyal medyada ve her türlü meşru platformda yükselmelidir. Sivil toplum kuruluşları, bu tür trajedilere karşı daha güçlü bir duruş sergilemeli, halkın bilinçlenmesi için çaba göstermelidir.

2. Hukukun Üstünlüğünün Tesisi

Sorumluların cezasız kalması, yalnızca yeni suçları teşvik eder. Hukuk sistemi, hiçbir ayrım gözetmeksizin, en küçük memurdan en büyük yöneticiye kadar herkesin hesap vermesini sağlamalıdır.

3. Halkın Bilinçlendirilmesi

Bir toplum, yalnızca bilinçli bireyler sayesinde ayakta kalabilir. Halk, yalnızca kendi çıkarlarını değil, toplumun genel refahını gözeten bireyleri seçmelidir. Oy kullanırken liyakat, ahlak ve dürüstlük gibi kriterler göz önünde bulundurulmalıdır.

4. Yöneticilerin Sorumluluk Alması

Bir yönetici, bulunduğu makamın yalnızca bir imtiyaz değil, aynı zamanda büyük bir sorumluluk olduğunu unutmamalıdır. Bu sorumluluk bilinciyle hareket etmeyen bir yönetim, yalnızca meşruiyetini değil, aynı zamanda toplumun geleceğini de tehlikeye atar.

 MEŞRUİYETİN SONU, MÜCADELENİN BAŞLANGICI

Bir toplumun değerlerini, güvenini ve ahlakını koruyacak olan yine o toplumun kendisidir. Bugün yaşanan denetimsizlikler, hesap verebilirlik eksiklikleri ve toplumsal çöküş, yalnızca kötü bir yönetimin değil, aynı zamanda halkın bilinçsizlik ve ilgisizliğinin de bir sonucudur.

Eğer bu gidişata dur demezsek, yarının trajedileri bugünkünden çok daha büyük olacaktır. Toplum olarak, yöneticilerden hesap sormanın bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu unutmamalıyız. Aksi halde, yalnızca bugünün değil, yarının da vebalini üstlenmiş olacağız.

Bu bir meydan okuma değil, bir çağrıdır: Hem yöneticilere hem topluma... Çünkü bu ülkenin kaderi, yalnızca seçilmişlerin değil, aynı zamanda seçenlerin de elindedir. Ve unutulmamalıdır ki, karanlığa teslim olan bir toplum, yalnızca kendi ışığını değil, gelecek nesillerin umutlarını da söndürür.

Bahadır Hataylı/23.01.2025/Namazgah/İST

22 Ocak 2025 Çarşamba

Yetkiden Sorumluluğa-Gerçeği Örtmenin Bedeli

Bu tür bir yönetim anlayışını ele alırken öncelikle temel bir soruyla başlamak gerekir: Gerçekten de bir lider ya da yönetim, tüm yetkilerin kendisinde toplandığını iddia ediyorsa, bu yetkilerin sorumluluğunu da alabiliyor mu? Yoksa, yalnızca başarıları sahiplenip, başarısızlıkların veya olumsuzlukların sorumluluğunu başka aktörlere mi yüklüyor? İşte bu soru, hem bir yönetimin samimiyetini hem de şeffaflığını sorgulamak için başlangıç noktasıdır.

1. Yetki ve Sorumluluk Dengesi

Bir yönetim, bütün yetkileri kendi elinde topladığını iddia ettiğinde, bu durumun beraberinde çok büyük bir sorumluluk da getirdiğini kabul etmelidir. Yetki, her zaman sorumluluğu da beraberinde getirir. Eğer bir lider, karar alma süreçlerinde tek otorite olduğunu söylüyorsa, bu kararların sonuçları üzerinde de doğrudan hesap verebilir olmalıdır. Ancak bu tür yönetimler, genellikle başarıyı yalnızca kendilerine mal ederken, başarısızlıkları dış mihraklara, muhalefete, geçmiş yönetimlere veya halkın yanlış tutumlarına bağlama eğilimindedir. Bu yaklaşım, yalnızca halkın zekâsını küçümsemekle kalmaz, aynı zamanda hesap verebilirliği tamamen ortadan kaldırır.

Bir örnekle açıklayalım: Eğer bir ekonomik kriz yaşanıyorsa, bu kriz, “dış güçler” veya “muhalefetin engellemeleri” gibi soyut bahanelerle açıklanır. Ancak aynı yönetim, ekonomik bir büyüme yaşandığında bunu tamamen kendi başarılarına dayandırır. Oysa bu çelişki, yönetimin aslında bir kriz karşısında yeterli çözüm üretemediğini, fakat halkın algısını manipüle ederek durumu lehine çevirmeye çalıştığını gösterir. Böyle bir yaklaşımda yetki ve sorumluluk arasında bir kopukluk oluşur ki bu da yönetime duyulan güveni zedeler.

2. Samimiyet ve Şeffaflık Testi

Bir yönetimin samimiyetini ve şeffaflığını ölçmenin en iyi yolu, onun eleştiriye ne kadar açık olduğuna bakmaktır. Şeffaf yönetimler, halkın karşısına çıkıp mevcut sorunların sebeplerini açıkça ifade edebilir ve çözüm önerilerini sunabilir. Ancak manipülatif yönetimler, sorunları gizlemek veya örtbas etmek için sürekli bir suçlu arayışına girerler. Bu suçlu bazen geçmiş yönetimler, bazen halkın davranışları, bazen de tamamen hayali düşmanlar olabilir. Örneğin, “Biz her şeyi doğru yapıyoruz ama dış güçler bizi engelliyor” söylemi, hem halkın gerçek sorunlarını göz ardı eder hem de bir yönetimin samimiyetini sorgulatır.

Şeffaflık, yalnızca hesap vermekle değil, aynı zamanda karar alma süreçlerine halkı dâhil etmekle de ilgilidir. Eğer bir yönetim, halkın kendisini sorgulamasına veya eleştirmesine tahammül edemiyorsa, bu, otoriter bir zihniyetin göstergesidir. Şeffaf olmayan bir yönetim, genellikle kapalı kapılar ardında karar alır ve bu kararların sonuçlarını halka dayatır. Bu durumda, halkın yönetim üzerindeki denetim mekanizması tamamen ortadan kalkar.

3. Halkı Aldatma Stratejileri

Bu tür yönetimlerin en sık başvurduğu yöntemlerden biri, halkın algısını yönetmektir. Algı yönetimi, gerçeklerden çok, insanların neye inanmasını istediğinizle ilgilidir. Bir yönetim, sık sık propaganda araçlarını kullanarak kendi başarısızlıklarını unutturmaya çalışır. Örneğin, büyük bir ekonomik çöküş yaşanırken, bu çöküşün nedenlerini tartışmak yerine, halkın dikkatini başka bir yere çekmek için yeni projeler açıklanabilir ya da “milli birlik ve beraberlik” gibi soyut kavramlar üzerinden duygu sömürüsü yapılabilir.

Halkı aldatmanın bir diğer yolu ise bilgiye erişimi kısıtlamaktır. Bağımsız medya organları susturulur, alternatif görüşler bastırılır ve yalnızca hükümetin söylemleri yayılır. Bu durumda halk, yönetimin sunduğu bilgiyi sorgulamadan kabul etmek zorunda kalır. Ancak bilgiye erişimin kısıtlanması, uzun vadede halkın bilinçlenmesini engeller ve manipülatif yönetimlerin daha da güçlenmesine yol açar.

4. Manipülasyonun Etkileri

Manipülatif bir yönetim anlayışı, halkı kısa vadede ikna edebilse de uzun vadede toplumsal güvenin çökmesine neden olur. Eğer bir yönetim, sürekli olarak halkı kandırmaya çalışıyorsa, bu durum, halkın yönetimle olan bağını zayıflatır. İnsanlar, yönetimin samimiyetine ve dürüstlüğüne olan inancını kaybeder. Bu da toplumsal kutuplaşmayı ve çatışmayı artırır.

Bir diğer önemli nokta ise, manipülasyonun yalnızca bugünü değil, geleceği de etkilediğidir. Halk, zamanla gerçek sorunları görememeye başlar ve bu sorunlara yönelik çözüm üretme kapasitesini kaybeder. Yönetim, kendi hatalarını örtbas etmek için halkı sürekli bir belirsizlik ve korku içinde tutar. Bu durum, yalnızca bireylerin psikolojisini değil, aynı zamanda ülkenin genel gelişimini de olumsuz etkiler.

5. Alternatif Bir Yönetim Anlayışı

Manipülatif bir yönetim anlayışının karşısına, hesap verebilirliği ve şeffaflığı esas alan bir yönetim anlayışı koymak gerekir. Bu anlayışta, bir yönetim, yalnızca başarılarını değil, başarısızlıklarını da açıkça ifade edebilir. Halkla gerçekçi bir iletişim kurar ve sorunların çözümüne halkı dâhil eder.

Bu tür bir yönetim, propagandaya değil, gerçek verilere dayanır. Örneğin, ekonomik bir kriz yaşandığında, bu krizin sebepleri açıkça ortaya konur ve bu sebepleri çözmek için somut adımlar atılır. Halk, alınan kararların gerekçelerini anlar ve bu kararlara destek verir.

Ayrıca, alternatif bir yönetim anlayışı, eleştiriye açık olmayı gerektirir. Eğer bir yönetim, kendisini eleştirenleri susturmak yerine onların görüşlerini dikkate alırsa, bu durum, halkın yönetime olan güvenini artırır. Eleştiriye açık bir yönetim, kendi hatalarını düzeltme kapasitesine de sahiptir.

Bir yönetimin samimiyeti ve şeffaflığı, yalnızca söylemleriyle değil, eylemleriyle ölçülür. Eğer bir yönetim, bütün yetkileri kendisinde topladığını iddia ediyor ama bu yetkilerin sorumluluğunu üstlenmiyorsa, bu yönetimin halk için iyi bir gelecek oluşturacağına inanmak mümkün değildir. Manipülasyon ve algı yönetimi, kısa vadede başarılı olabilir ancak uzun vadede toplumsal güveni zedeler ve ülkenin gelişimini engeller.

Dolayısıyla, halkın böyle bir yönetim anlayışına karşı bilinçli olması ve sorgulayıcı bir tavır sergilemesi hayati önem taşır. Sorgulayan bir toplum, manipülasyona karşı dirençli olur ve gerçek sorunların çözülmesini sağlar. Yönetimlerin görevi, halkı kandırmak değil, halkın sorunlarını çözmek ve geleceği inşa etmektir. Bu bilinçle hareket eden bir yönetim, hem halkın güvenini kazanır hem de ülkenin kalkınmasına katkı sağlar.

Erol Kekeç/22.01.2025/Namazgah/İST

Din İktidar Eleştirisi

Ülkemizde dini değerlerin, yönetim eliyle sahiplenildiği ve bu sahiplenmenin çoğu zaman tek taraflı bir anlayışla topluma dayatıldığı bir gerçeklik ile karşı karşıyayız. Örneğin, belirli dönemlerde Diyanet İşleri Başkanlığı'nın fetvaları veya resmi açıklamaları üzerinden topluma belli bir din yorumu empoze edilmeye çalışılmış, bu da farklı inanç gruplarını rahatsız eden sonuçlar doğurmuştur. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla dinin devlet eliyle yorumlanması ve halka sunulması, bu süreçte yanlışlara fetva bulunmasını kolaylaştıran bir mekanizma olarak işlev görmektedir. Örneğin, belirli siyasi dönemlerde, Diyanet'in bazı toplumsal meselelerde tek taraflı açıklamalar yaparak farklı görüşlere yer vermemesi, bu mekanizmanın eleştirilmesine neden olmuştur. Bu durum, toplumda dinin itibarını ciddi şekilde zedelemektedir. Örneğin, yapılan bir ankete göre gençler arasında ateizm ve deizm oranlarının son on yılda belirgin bir şekilde arttığı görülmüş, bu artışın önemli bir kısmı siyasi ve toplumsal uygulamalara duyulan güvensizlikle ilişkilendirilmiştir.

İktidar, kendi hatalarının üstünü örtmek veya bu hataları meşru kılmak için dini söylemleri ve sembolleri sıkça kullanmaktadır. Örneğin, seçim dönemlerinde miting alanlarına dini semboller yerleştirilmesi ya da hutbelerde dolaylı olarak siyasi mesajların verilmesi, bu durumun belirgin örneklerindendir. Ancak, bu söylemlerle birlikte ortaya çıkan sonuç, dinin toplumsal gözdeki yerini zayıflatmak olmuştur. Dini benimsemeyen bireyler için, iktidarın dine sahip çıkıyormuş gibi davranması, dine karşı bir mesafe yaratmış ve hatta bir fitne kaynağı haline gelmiştir. Örneğin, belirli dini bayramlarda veya önemli günlerde yapılan açıklamalarda siyasetin dinle iç içe geçmesi, hem dini değerlerin araçsallaştırıldığı algısını güçlendirmiş hem de toplumun farklı kesimlerinde tepkiye yol açmıştır. Bu fitne, yalnızca dini benimsemeyenleri değil, aynı zamanda samimi dindar bireyleri de rahatsız eden bir boyuta ulaşmıştır.

Toplumda iktidarın yanlışlarının din üzerinden meşrulaştırılması, dindar insanların algısını da olumsuz etkilemiştir. Örneğin, ekonomik kriz dönemlerinde dini söylemlerle yapılan açıklamalar, halkı sabırlı olmaya ve mevcut durumu kabullenmeye teşvik ederken, bu söylemler iktidarın ekonomi politikalarına yönelik eleştirilerin önünü kesmek için kullanılmıştır. Kendilerini dindar olarak tanımlayan insanların büyük bir kısmı, iktidara laf kondurmamak adına yapılan hataları görmezden gelmekte ya da bu hataları savunmaktadır. Bu durum, uzun vadede dinin toplumsal itibarını sıfırlama noktasına getirmiştir. Din, artık birleştirici bir unsur olmaktan uzaklaşarak, kutuplaştırıcı bir araç haline gelmiştir. Örneğin, seçim dönemlerinde farklı mezheplerin veya dini grupların hedef alındığı söylemler, toplumda kutuplaşmayı derinleştiren bir etki yaratmıştır. Dini kabullenmeyenlerin yanı sıra dindar insanlar arasında bile bu durum ciddi rahatsızlıklara yol açmaktadır.

Bir diğer sorunlu alan ise Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) üzerinden yapılan uygulamalardır. Okullara "manevi önder" adı altında din adamlarının gönderilmesi ve derslerde öğrencilerin dini öğrenmeye teşvik edilmesi, özellikle genç nesiller arasında antipati oluşturmuştur. Bu dayatmacı yaklaşım, dini öğrenmeyi bir zorunluluk gibi sunmakta ve gençlerin dini değerlere karşı soğuk yaklaşmasına neden olmaktadır. Halbuki dinin bireyin özgür iradesiyle öğrenilmesi ve yaşanması gerektiği unutulmaktadır.

Dini değerleri araçsallaştırarak insanlara "doğal aromatik" bir din anlayışı sunmak, bu anlayışı hakiki dinmiş gibi göstermek, toplumsal algıları manipüle etmeye yönelik bir strateji olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak bu strateji, dini ve dindar insanları uzun vadede itibar kaybına uğratmakla kalmayıp, aynı zamanda toplumsal huzursuzlukların da temelini oluşturmaktadır. Gerçek dinin ve samimi dindarların anlamını yitirmesi bir yana, bu durum toplumsal düzeyde bir patolojiye dönüşmektedir.

Toplumsal sorumluluk sahibi her birey, ister dindar ister dindar olmayan bir perspektiften olsun, bu olumsuz tabloyu değiştirmek adına harekete geçmelidir. Örneğin, Martin Luther King Jr.'ın liderlik ettiği sivil haklar hareketi, toplumsal eşitliği cesur bir duruş sergileyerek aydınlanmaya öncülük etmiş ve adalet arayışında dünya çapında bir örnek olmuştur. Bu çağrı, yalnızca dini değerlere saygı duyan bireyler için değil, toplumun genel huzurunu ve geleceğini önemseyen herkes içindir. Özellikle genç nesillerin eğitim ve bilinçlenme süreçlerine katkı sağlamak isteyen akademisyenler, sivil toplum kuruluşları ve farklı toplumsal gruplar bu çağrının doğal hedef kitlesini oluşturmaktadır.

İktidarın uygulamaları, genç nesillerin inanç sistemlerini doğrudan etkilemektedir. Özellikle dindar bir görüntü sergileyen iktidarın, kendi hatalarıyla dini değerleri de yıpratması, gençlerin ateist, deist ve agnostik yönelimlerini artırmıştır. Bu durum, gelecekte ülke gençliğinin inanç sistemlerinin ciddi şekilde değiştiğini görmemize neden olacaktır. Bu değişim, yalnızca bireylerin inanç dünyasını değil, toplumsal dokuyu da derinden etkileyecek sonuçlar doğuracaktır.

Din, samimi bir şekilde yaşandığında ve bireylerin özgür iradesiyle kabul gördüğünde toplumu birleştiren bir unsur olabilir. Ancak, siyasi bir araç olarak kullanıldığında, toplumda bölünmelere ve huzursuzluklara yol açmaktadır. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinde dinin, farklı milletlerin bağımsızlık arayışlarını bastırmak için bir meşruiyet aracı olarak kullanılması, hem toplumdaki huzursuzlukları artırmış hem de dini değerlerin yıpranmasına neden olmuştur. Toplumun her kesiminden insanın bu duruma karşı duyarlı olması ve hakikatin şahidi olarak hareket etmesi gerekmektedir. İktidarın din üzerinden meşruiyet sağlamaya yönelik politikaları, toplumun büyük bir kesiminde güven kaybına neden olmuştur. Örneğin, 2023 yılında yapılan bir araştırmaya göre, gençlerin %30'u iktidarın dini söylemlerinin samimiyetine inanmadığını belirtmiş, bu da dini değerlerin politik amaçlarla kullanılmasının toplumdaki güven zedelenmesini artırdığına dair somut bir kanıt sunmuştur. Bu politikaların, yalnızca iktidarın kendi itibarını değil, aynı zamanda dinin itibarını da zedelediği göz ardı edilmemelidir. Örneğin, iktidar yanlısı söylemlerin yer aldığı bazı hutbelerin ardından, farklı kesimlerden gelen eleştiriler bu politikalara olan güveni ciddi ölçüde sarsmıştır.

Dini yanlış anlayan ve yanlış yansıtan bu zihniyete karşı, bireylerin Allah'ın yasalarını ve adaletini hatırlaması gerekmektedir. Kutsal metinlerde de belirtildiği gibi, geçmiş toplumların helakine neden olan yasalar bugün için de geçerlidir. Örneğin, Kur'an'da anlatılan Lut kavminin ahlaki yozlaşması ve bunun sonucunda uğradıkları helak, toplumsal değerlerin çöküşünün nelere yol açabileceğini açıkça göstermektedir. Bu gibi örnekler, yasaların değişmezliğini ve tarih boyunca benzer sonuçların doğabileceğini gözler önüne sermektedir. Bu bağlamda, toplumsal dönüşüm ve tevbe çağrısı her zamankinden daha önemli hale gelmiştir. Örneğin, artan çevre felaketleri ve toplumsal kutuplaşma, bireylerin hem doğaya hem de birbirine karşı sorumluluklarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiren somut örneklerdir. Bu tür olaylar, dönüşüm ve tevbenin yalnızca bireysel değil, toplumsal düzeyde de ne kadar kritik olduğunu ortaya koymaktadır. Allah'ın yasasında bir değişim bulamayacağımız gerçeği, bugün karşılaştığımız sorunların çözümünde bize rehberlik etmelidir. Örneğin, iklim değişikliğiyle mücadelede alınan yetersiz önlemler, doğal felaketlerin artmasına neden olmakta ve insanlık olarak bu tür sorunlarla başa çıkmak için daha adil ve sürdürülebilir çözümlere yönelmemizi gerektirmektedir.

Son olarak, bu yazıyı kaleme alırken cesaretimi sorgulayacak olanlara İbrahim Peygamber'in sözleriyle cevap veriyorum: "Siz, bir ve tek olan, yerin ve göklerin Rabbi, eşi benzeri olmayan Rabbimden korkmuyorsunuz da, ben sizin düzmece ilahlarınızdan mı çekineceğim?" Unutulmamalıdır ki, hangi yoldan gidilirse gidilsin, insan nihayetinde Allah'a varan bir yol üzerinde çabalamaktadır. Nihai dönüş yalnızca O'nadır.

Bu çağrı, samimiyetle ve hakikati arama niyetiyle yapılmıştır. Toplumdaki bu paradoksların ve çelişkilerin üstüne giderek, eleştirel bir yaklaşım geliştirilmesi gerekmektedir. Örneğin, farklı siyasi söylemlerle aynı zamanda dini söylemlerin de kullanıldığı mitinglerde, dinin siyasete alet edilmesi, toplumun bazı kesimlerinde hayal kırıklığı yaratmış ve bu durum, paradoksal bir biçimde dindar bireylerin de tepkisini çekmiştir. Allah'ın gazabından ve adaletinden korkan her bireyin, kendi vicdanıyla yüzleşerek bu meselelerde sorumluluk alması elzemdir. Örneğin, yakın geçmişte bazı sivil toplum örgütlerinin toplumsal adaletsizliklere karşı düzenlediği barışçıl protestolar, bireylerin vicdanlarıyla yüzleşip harekete geçtiği somut bir örnek olarak gösterilebilir. Dindar ya da dindar olmayan herkes, toplumun huzuru ve geleceği için bu gerçeklere duyarlı olmalıdır. Örneğin, akademisyenler bilimsel çalışmalarıyla, sivil toplum kuruluşları ise sosyal projelerle bu farkındalığı artırabilir. Ayrıca, dini liderlerin dinin birleştirici mesajlarını vurguladığı açıklamaları, toplumsal duyarlılığın güçlenmesine önemli katkılar sağlayabilir.

Bahadır Hataylı/18.01.2025/Namazgah/İST

21 Ocak 2025 Salı

Akp Iktidar Analizi

AKP iktidarının savunma, kolluk, hukuk ve ekonomik gücü elinde bulunduruyor olması, onu hukuk dışı uygulamaları gerçekleştirerek bunları hukuk çerçevesinde savunma ve koruma yoluna gitmeye itmiştir. Bu durum, bir sistemin yıkılışının çarpıcı bir göstergesidir. Geldiğimiz noktada, insanın temel değerlerine ve hukuk kurallarına aykırı olan bu uygulamaların meşrulaştırılması için hukukun bir paravan olarak kullanıldığını ve geniş kitlelerin manipüle edilerek ikna edildiğini görmekteyiz.

Hukukun Araçsallaştırılması ve Algı Yönetimi

AKP iktidarı, hukuku kendi lehine dönüştürülebilir bir araç haline getirerek bu gücü kitleleri kontrol altında tutmak için kullanmıştır. Hukuk dışı uygulamaların dini referanslarla meşrulaştırılma çabası, toplumsal ahlak ve din üzerinde derin bir yozlaşmaya neden olmuştur. Muhalif bireyler ve gruplar, ekonomik, sosyal ve psikolojik baskılarla susturulmaya çalışılmış, bu baskılar sistematik bir şekilde devreye sokulmuştur.

Muhaliflere yönelik bu baskılar, şu şekillerde ortaya çıkmıştır:

  1. Ekonomik Baskılar: Muhalif kişiler ve kurumlar üzerinde ekonomik yaptırımlar uygulanarak, ayakta kalmaları engellenmiştir. Özellikle bağımsız medya organlarına reklam ambargoları konulmuş, bu da birçok medya kuruluşunun kapanmasına veya tarafsız yayın yapma imkanını yitirmesine yol açmıştır. İş insanlarına yönelik vergi incelemeleri ise maddi baskı yaratarak muhalefetin ekonomik destek mekanizmalarını ciddi şekilde zayıflatmıştır. Örneğin, belli medya kuruluşlarının reklam gelirleri kesilerek susturulmaya çalışıldığı veya iş insanlarının ticari faaliyetlerinin engellenerek iflas sürecine itildiği pek çok vaka yaşanmıştır. Bu yöntemler, ifade özgürlüğünü baskılayan bir sistemin parçası haline gelmiştir.

  2. Hukuki Manipülasyonlar: Bağımsız yargının zayıflatılması ve hukukun siyasallaştırılması sonucu, çok sayıda muhalif isimlere uzanan süreçlerde, adil olmayan nedenlerle hapsedilmiş veya yıllarca yargı sürecinde sürünmeye terk edilmiştir. Bu davalar, ulusal ve uluslararası kamuoyunda geniş yankı uyandırmış ve hukuk sistemine olan güveni derinden sarsmıştır.

  3. Medyatik Linç ve Algı Operasyonları: Muhaliflerin itibarsızlaştırılması için medyada yürütülen karalama kampanyaları, toplumsal algıyı şekillendirmek amacıyla yoğun bir şekilde kullanılmıştır. Örneğin, İktidara yönelik her eleştiri ve yanlışı söyleme vatan hainliği gibi bazı bireylerin "terörist" olarak damgalandığı veya muhalif gazetecilere yönelik itibarsızlaştırma çabalarının, onların mesleki kariyerlerini sonlandırdığına dair pek çok örnek bulunmaktadır. Bu durum, birçok bireyin toplum nezdinde tamamen dışlanmasına neden olmuş ve ifade özgürlüğünü ciddi şekilde kısıtlamıştır.

Sayıştay Raporları ve Denetim Mekanizmaları

Devletin denetim mekanizmaları da bu dönemde zayıflatılmış ve etkisiz hale getirilmiştir. Sayıştay raporlarının önemsizleştirilmesi, raporları hazırlayanların hain ilan edilmesi ve bu çalışmalara kulp takılması gibi uygulamalar, denetim mekanizmasının işlevsiz hale geldiğini göstermektedir.

Denetimsiz bir yönetim, beraberinde suiistimalleri ve toplumsal yozlaşmayı getirir. Bu durum, devletin meşru otoritesini ciddi şekilde zedelemiş ve kamu kurumlarına olan güveni sarsmıştır.

Dini Referanslarla Meşrulaştırma ve Toplumsal Yozlaşma

AKP iktidarının dini referansları sıkça kullanarak uygulamalarını meşrulaştırma çabaları, dini değerleri yozlaştırmış ve toplumda dine karşı bir nefret oluşturmuştur. Özellikle, ülkedeki dindar olmayan kesimler, dini sembollerin siyasallaştırıldığını ve dini manipülatif bir araç olarak kullanan iktidarın bu yaklaşımıyla uzaklaşmıştır. Bu durum, toplumsal kutuplaşmanın derinleşmesine yol açmıştır.

Bir Çağrı- Toplumsal Sorumluluğa Sahip Çıkmak

Bugün geldiğimiz nokta, sadece bireysel hak ve özgürlüklerin kaybının ötesinde, bir toplumun etik, ahlaki ve hukuki anlamda yıkılışını ifade etmektedir. Bu durum, herkesin sorumluluk alarak harekete geçmesini gerektiren bir çağrıdır. Hangi siyasi görüşe sahip olunursa olunsun, bu çürümüş yapıya karşı durmanın bir insanlık görevi olduğu açıktır.

Özetle:

  • Hukukun siyasallaştırılması ve manipüle edilmesi toplumun adalet algısını yıkmıştır.

  • Muhaliflere yönelik ekonomik, sosyal ve psikolojik baskılar, toplumsal dayanışmayı zedelemiştir.

  • Dini değerlerin siyasallaştırılması, dini yozlaşma ve kutuplaşmayı artırmıştır.

  • Devletin denetim mekanizmalarının işlevsiz hale gelmesi, hesap verilebilirliği ve şeffaflığı yok etmiştir.

Toplumsal dayanışmanın, adaletin ve ahlakın yeniden inşası için, her birey ve kurumun bu yozlaşmaya karşı durması gerekmektedir. Ancak bu şekilde, geleceğe daha umutla bakabileceğimiz bir toplumsal yapı oluşturabiliriz. Bu mücadele, hem bireysel bir sorumluluk hem de kolektif bir görevdir. İnsanlık onuru ve toplumsal barış için herkesin bu çağrıya kulak vermesi hayati önem taşımaktadır.

Bahadır Hataylı/21.01.2025/Namazgah/İST

Semercinin Sarayları ve Sessiz Eşekler-Bir Toplumun Acı Tablosu


Kıymetli Dostlar,

Bugün burada konuşacaklarım, yalnızca bir atasözünün değil, aynı zamanda insanlığın binlerce yıllık tecrübesinin ve bugünün dünyasında derinleşen bir çelişkinin izahıdır. Şöyle denir: "Semercinin saraylarda yaşadığı bir diyarda eşekler çok olmasa, semer bu kadar kazanç sağlayabilir mi?" Bu söz, yalnızca bir durum tespiti değil, aynı zamanda bir isyan çığlığıdır. Bir toplumun hakkını korumaktan aciz yöneticilerle, o hakların savunulamadığı bir düzeni gözler önüne serer. Peki, semercinin saraylarda yaşaması nasıl mümkün olur? Ve neden bu kadar çok eşek, yani itaat eden, sorgulamayan, kendi yükünü omuzlamaktan başka çaresi olmayan insanlar var?

Bu metaforun derinliğini anlamak için önce "semerci"yi ve "eşek"i temsil ettiği kavramlarla açıklayalım. Semerci, otoriteyi elinde tutanlar, yani yöneticiler, sermaye sahipleri, hatta toplumun adaletsiz yapılarına hükmeden güçlerdir. Eşekler ise, maalesef, susturulmuş, boyun eğmiş ya da susturulmaya mahkûm edilmiş halk kitleleridir.

Bugün dünyanın farklı köşelerine baktığımızda, bu sözün haklılığını ispat eden sayısız örnek görürüz. Bir yanda, lüks içinde yaşayan, milyon dolarlık saraylarda halkın alın teriyle beslenen yöneticiler, diğer yanda ise açlık sınırında yaşayan milyonlar. Bu eşitsizlik nasıl oluşur? Daha da önemlisi, nasıl sürdürülür? Bu noktada, yönetim biçimlerinin, kapitalizmin ve toplumsal sessizliğin birbirine zincirlenmiş yapısını anlamalıyız.

Bir Yönetim Anlayışının Çöküşü

Yönetimlerde, adalet ve eşitlik sağlanmadığında, semerciler güçlerini artırır. Halkın, kendisine sunulan "semeri" kabullenmekten başka seçeneği kalmadığında, bu adaletsizlik derinleşir. Örneğin, Orta Doğu’da ve Afrika’da, petrol gibi doğal kaynaklar açısından zengin olan ülkelerde, bu kaynaklardan elde edilen kazanç halkın refahına harcanmaz. Bunun yerine, bu kazanç, belirli bir zümrenin lüks yaşamını finanse eder. Halk, bu sömürü düzenine karşı ses çıkaramaz, çünkü otoriter rejimler her türlü muhalefeti bastırır.

Ancak mesele sadece otoriter rejimlerle sınırlı değil. Demokratik olduğunu iddia eden birçok ülke de bu sistemin bir parçasıdır. Halkın vergileri, toplumsal refah için kullanılmak yerine, askeri harcamalara, gereksiz projelere ya da siyasi elitlerin keyfi isteklerine yönlendirilir. ABD gibi ülkelerde, milyarlarca dolarlık bütçeler savunma sanayisine aktarılırken, aynı ülkede milyonlarca insan temel sağlık hizmetlerine erişemez. Halk, eşek misali, bu yükü sırtlanır, fakat sorgulama cesaretinden yoksun bırakılmıştır.

Toplumların Sessizliği Eşekleşme Süreci

Bu noktada sorulması gereken en kritik soru şudur: Halk, neden bu kadar sessizdir? Toplumların susturulma süreci, yalnızca fiziksel bir baskı mekanizmasıyla değil, aynı zamanda psikolojik, ekonomik ve kültürel araçlarla gerçekleştirilir. Eğitim sistemlerinin niteliksizleştirilmesi, halkı sorgulama yeteneğinden yoksun bırakır. Medya, gerçekleri yansıtmak yerine, semercinin çıkarlarını koruyan bir propaganda aracına dönüşür.

Bunun yanı sıra, ekonomik bağımlılık da halkın özgürlüğünü kısıtlar. Borçlandırılmış bir toplum, sesini yükseltemez. Küresel kapitalizm, halkı borçlandırarak kontrol altında tutmanın bir yolunu bulmuştur. Bugün dünya genelinde milyarlarca insan, yalnızca hayatta kalmak için çalışmak zorunda olduğu bir sistemin parçasıdır. Bu insanlar, kendi haklarını aramaktan çok, yaşam mücadelesi vermekle meşguldür.

Çıkış Yolları-Eşekler Ne Zaman Ayaklanır?

Peki, bu düzen nasıl değişir? Halklar, nasıl sessizlikten kurtulur ve adalet talep eder? Burada öncelikle farkındalığın artırılması gerekmektedir. Eğitim, medyanın bağımsızlaştırılması ve ekonomik eşitliğin sağlanması, bu farkındalığın temel taşlarıdır.

Eğitim sistemi, insanları yalnızca teknik becerilerle donatmakla kalmamalı, aynı zamanda eleştirel düşünme yeteneğini de kazandırmalıdır. Eğitimli bir toplum, semerciye boyun eğmez. Bağımsız medya ise, halkın gerçekleri öğrenmesini sağlar. Bugün, sosyal medya gibi alternatif platformlar, bu noktada önemli bir rol oynasa da, manipülasyondan arındırılması gerekmektedir.

Ekonomik eşitlik sağlanmadan, gerçek bir özgürlük mümkün değildir. Bu noktada, adil bir vergi sistemi, yolsuzlukla mücadele ve kaynakların adil dağılımı gibi politikalar önemlidir. Halk, yalnızca temel ihtiyaçlarını karşılayabildiği bir düzen içinde değil, aynı zamanda insanca yaşayabildiği bir sistemde var olmalıdır.

Sarayları Terk Eden Semerci

Kıymetli dostlar,

Semerci, saraylarda yaşamaya devam ettiği sürece, eşekler bu yükü taşımak zorunda kalacak. Ancak bu düzenin değişmesi, halkın farkındalık kazanmasına bağlıdır. Semerciler, yalnızca halkın sessizliğiyle güçlenir. Halk, sesini yükselttiğinde, sarayların duvarları çatlar ve yıkılır.

Bu noktada, hepimize düşen bir görev vardır: Adaleti talep etmek, sorgulamak ve susmamak. Unutmayalım ki, bir semerci, ancak eşekler sustuğunda hükmünü sürdürür. Ama eşekler konuşmaya başladığında, o saraylar birer birer çöker.

Bahadır Hataylı/20.01.2025/Çekmeköy -Ümraniye Arası/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!