Bu Blogda Ara

16 Eylül 2025 Salı

Kusur Aynasında Hakikat-Eleştiriden Özeleştiriye Yolculuk

 


Başkasını Görmek, Kendini Kaybetmek

İnsan, doğası gereği sürekli kıyas yapan bir varlıktır. Çocuklukta kardeşiyle kıyaslanır, okulda arkadaşlarıyla, iş hayatında meslektaşlarıyla, siyasette rakipleriyle. Bu kıyasın doğal bir yanı vardır; çünkü insan sosyal bir varlık olarak kendi sınırlarını başkalarının üzerinden ölçmek ister. Ne var ki sorun, bu kıyasın kolaycı bir yola dönüşmesindedir: Kendi eksiklerimizi görmek yerine, başkasının hatalarını dillendirmek.

Bugünün toplumuna baktığımızda tam da bu manzarayı görüyoruz. Bir siyasetçi projelerini anlatmak yerine rakibini yermekle meşgul. Bir eş, evliliğini onarmak için çaba göstermek yerine sürekli karşısındakinin kusurlarını sayıyor. Bir yönetici, kendi hatalarını düzeltmek yerine çalışanlarını hedef alıyor. Bir öğrenci, dersine odaklanmak yerine arkadaşının başarısızlıklarından bahsediyor.

Sonuçta herkes konuşuyor, kimse kendini sorgulamıyor. Herkes başkasını eleştiriyor, kimse kendini düzeltmiyor. Ve bu yüzden başarı, toplumsal düzeyde bir hayal gibi elimizden kayıyor.

Oysa hakikat basittir: Gerçek başarı, rakibin düşmesiyle değil, insanın kendi ayağa kalkmasıyla mümkündür.

I. Toplumun Her Alanına Yayılmış Bir Hastalık

Siyaset-Söylemin Zehirlenmesi

Seçim meydanlarına, meclis kürsülerine bakınız. Siyasetçiler çoğu zaman rakiplerini eleştirmekle vakit harcıyor. Birinin başarısızlığı, diğerinin başarı hanesine yazılıyor. Ama ortada inşa edilmiş bir şey yok.

Bu sadece bizde değil, dünya siyasetinde de geçerli. Popülist liderler, halkın sorunlarını çözmek yerine rakiplerini karalamayı bir strateji haline getiriyor. Medya bu dili çoğaltıyor; toplum da bu dilin içinde şekilleniyor.

Toplumun gözünde siyaset, çözüm üretme sanatı olmaktan çıkıyor; karşılıklı hakaretleşme ve yıkım yarışına dönüşüyor. Oysa siyaset, Aristoteles’in deyimiyle, “ortak iyinin" peşinde koşma sanatıdır.

Aile-Sessiz Çatlaklar

Evliliklerde ve aile ilişkilerinde de benzer bir tablo var. İnsanlar kendi davranışlarını düzeltmek yerine eşlerinin hatalarına odaklanıyor. Sürekli eleştirilen bir insan, zamanla içine kapanır. Sevgi yerini öfkeye, güven yerini kuşkuya bırakır.

Bir eşin diğerine “Sen böylesin!” demesi, aslında “Ben de hatalıyım.” demekten çok daha kolaydır. Ama kolay olan, doğru olan değildir. Doğru olan, “Benim tutumum seni kırmış olabilir, bunu fark ettim.” diyebilmektir.

Çünkü evlilik, iki insanın karşılıklı özeleştiri yaparak büyüttüğü bir yolculuktur. Eleştiri bu yolculuğu bozar, özeleştiri ise onu onarır.

Rekabetin Tahribatı

Şirketlerde sık rastlanan bir manzara: Çalışanlar, birbirinin açığını kolluyor. Yöneticiler, kendi yetersizliklerini gizlemek için çalışanlarını hedef alıyor. Böyle bir ortamda güven yok olur.

Halbuki verimliliğin temelinde işbirliği ve samimiyet vardır. Bir kurum, ancak kendi hatalarını görebildiği ölçüde gelişir. Japonya’daki “Kaizen” felsefesi tam da bunu öğretir: “Sürekli iyileşme, sürekli özeleştiri.” Bir fabrika işçisinden üst düzey yöneticiye kadar herkesin sorumluluğu, kendi kusurunu fark edip düzeltmektir.

Dedikodunun Tuzağı

Arkadaşlık ilişkilerinde de en kolay sohbet konusu başkalarının kusurlarıdır. Dedikodu, toplumsal bir alışkanlık haline gelmiştir. İnsanlar başkasının hatalarını konuşarak kendi boşluklarını örtmeye çalışır.

Ama bu, dostluğun zehridir. Dostluk, karşılıklı özeleştiriyle, birbirine aynalık ederek büyür. Bir dost, “Ben hata yaptım, ne dersin?” diyebildiği ölçüde gerçektir.

II. Bu Hastalığın Kökleri

Psikolojik Kaçış-Yansıtma

İnsanın kendini eleştirmesi zordur; çünkü kusurlarını görmek benliğini sarsar. Bu yüzden kendi kusurunu başkasında görüp onu eleştirmek, daha kolay bir savunma mekanizmasıdır. Freud’un “yansıtma” dediği bu mekanizma, modern toplumda olağan hale gelmiştir.

Kolaycılığın Çekiciliği

Kendi eksiklerini düzeltmek sabır ve emek ister. Başkasını eleştirmek ise bir dakikalık iştir. İnsanlar zahmeti bırakıp kolay olanı seçer.

Kültürel ve Medyatik Dil

Televizyon programlarını açın: Tartışma programlarında yapıcı fikirler yerine karşılıklı suçlamalar vardır. Sosyal medya da eleştiri ve küçümseme üzerinden beslenir. Bu dil, toplumun günlük yaşamına sirayet eder.

Eğitim Sisteminin Eksikliği

Çocuklara özeleştiri kültürü öğretilmez. Başarı notlarla ölçülür, kişisel gelişim göz ardı edilir. Oysa eğitimin özü, bireye kendini tanıma bilinci kazandırmaktır.

III. Çıkış  İnşa Edici Özeleştiri

 Cesaret Kendini Görme

Özeleştirinin ilk adımı cesarettir. Kendi kusurlarını görmek, insanın en zor sınavıdır. Ama bu cesaret olmadan gelişim olmaz.

Bir siyasetçinin rakibini suçlamak yerine kendi yanlışlarını açıklaması, bir liderin en büyük olgunluğudur. Bir eşin “Ben seni anlamakta eksik kaldım.” diyebilmesi, ilişkinin yeniden doğuşudur.

Kültür Olarak Özeleştiri

Özeleştiri bir defalık bir eylem değil, yaşam tarzıdır. Ailede, işte, siyasette sürekli uygulanmalıdır. Japon şirketlerinde haftalık toplantılarda herkes önce kendi hatasını anlatır. Bu kültür, başarının temelini oluşturur.

Kendini Bilmek

Sokrates’in “Kendini bil.” sözü, insanlığın en önemli çağrılarından biridir. Kendini bilmeyen insan, başkasını tanıyamaz. Başkasını sürekli eleştiren kişi aslında kendinden kaçıyordur.

Gazali de der ki: “Kendi kusurunu gören insan, hakikatin kapısını aralamıştır.” Hakikat yolculuğu, başkasını değil, önce kendini düzeltmekle başlar.

Çalışmanın Ahlakı

Kusurlarımızı görmek yetmez; onları düzeltmek için çalışmak gerekir. Başarı, başkasının düşmesiyle değil, kendi emeğimizle mümkündür.

Nietzsche’nin “Kendini aş.” çağrısı, tam da bunu ifade eder. İnsan, sürekli kendini aşmakla olgunlaşır.

Eleştiriden Senteze

Diyalektik düşünce, tez ve antitezden senteze ulaşmayı öğretir. Başkasını eleştirmek bir tezdir, özeleştiri antitezdir. İkisi birleştiğinde sentez ortaya çıkar: Yapıcı eleştiri.

Bir toplumda özeleştiri güçlenirse, başkasına yönelik eleştiri de değer kazanır. Çünkü o zaman eleştiri yıkıcı değil, inşa edici olur.

  • Başarı rakibin düşmesiyle değil, senin kalkmanla mümkündür.

  • Özeleştiri, samimiyetin en yalın dilidir.

  • Kendi kusurunu gören insan, başkasına merhametle bakar.

  • Çalışmak, kusurları telafi etmenin en doğru yoludur.

  • Dostluk, karşılıklı özeleştiriyle güçlenir; dedikodu ile çürür.

  • Siyaset, rakibini yıkma değil, toplumu inşa etme sanatıdır.

  • Evlilik, iki insanın birlikte kendini düzeltme yolculuğudur.

  • Gerçek lider, kendi eksikliğini kabul edebilen kişidir.

    Erol Kekeç/19.06.2025/Namazgah/İST

14 Eylül 2025 Pazar

Ottawa Sözleşmesi

 


Türkiye ve Bölgesel Gerçekler Üzerine Bir Analiz

Türkiye’nin 2004 yılında taraf olduğu Ottawa Sözleşmesi, insani hukuk çerçevesinde büyük bir kazanım olarak sunuldu. Bu sözleşme anti-personel kara mayınlarının üretilmesini, kullanılmasını, stoklanmasını ve başka ülkelere aktarılmasını yasaklıyor; mevcut mayınların dört yıl içinde imhasını, döşenmiş mayınlı alanların da on yıl içinde temizlenmesini öngörüyordu. Kâğıt üzerinde insani bir ilerleme gibi görünen bu adım, Türkiye için çok daha karmaşık bir tabloyu beraberinde getirdi.

Sözleşmenin Arkasındaki Gerekçeler

Türkiye’nin bu anlaşmaya imza atmasının birkaç temel nedeni vardı. Birincisi, uluslararası imaj. Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle AB üyelik sürecinin hızlandığı yıllarda Türkiye’nin “insan haklarına duyarlı, uluslararası normlara bağlı” bir görüntü vermesi gerekiyordu. Ottawa Sözleşmesi bu açıdan uygun bir fırsattı.

İkincisi, NATO ve Batılı müttefiklerin baskısı. Dünyanın pek çok ülkesinde sivillerin mayınlar nedeniyle hayatını kaybetmesi ya da sakat kalması ciddi bir tepki doğurmuştu. Türkiye’nin ittifak dışı bir pozisyon alması hem diplomatik yalnızlık yaratabilirdi hem de insan hakları siciline yeni bir leke düşürebilirdi.

Üçüncüsü, iç politikada insani boyut. Güneydoğu’da ve özellikle Suriye sınırında yıllardır duran mayınlar sadece güvenlik gerekçesiyle değil, köylülerin tarım arazilerine ulaşamaması, sivillerin patlamalarda hayatını kaybetmesi gibi nedenlerle de toplumun farklı kesimlerinde eleştirilere konu oluyordu.

Gizlenen Gerçekler ve Topluma Anlatılmayanlar

Burada kritik nokta şudur: Sözleşme imzalandığında kamuoyuna tam anlatılmayan bir gerçek vardı. Ottawa, mayınların bir gecede kaldırılmasını şart koşmuyordu. Tam tersine, temizleme süreci için süre tanıyor, gerekirse uzatma başvurularına da izin veriyordu. Türkiye bu esnekliği sonuna kadar kullandı.

Bu da pratikte şu anlama geliyordu: Devlet uluslararası arenada “biz de mayınları yasakladık” diyerek puan toplarken, sahada güvenlik gerekçesiyle birçok bölgedeki mayınların temizliğini yıllarca erteledi. Dolayısıyla kamuoyuna sunulan “hemen temizlenecek” algısı gerçeği tam yansıtmıyordu.

Bir diğer gizli boyut, temizlenen arazilerin nasıl değerlendirileceği meselesiydi. Özellikle Suriye sınırındaki verimli toprakların mayından arındırılıp hangi amaçla kullanılacağı konusu uzun süre tartışıldı. Burada hem tarımsal çıkarlar, hem de dış aktörlerin olası etkileri devreye girdi. Topluma bu planların ayrıntısı çoğu zaman şeffaf biçimde aktarılmadı.

Bölgesel Gelişmeler ve Göç Dalgaları

Sözleşme ve mayın temizleme süreci sürerken Türkiye’nin çevresi ateş çemberine dönüştü. Irak işgali, Suriye iç savaşı, Libya’daki istikrarsızlık, Kafkasya’da çatışmalar ve İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları… Hepsi aynı dönemde Türkiye’nin güvenlik haritasını altüst etti.

Bu süreçte milyonlarca göçmen ve sığınmacı Türkiye’ye yöneldi. Göç, sadece insani bir mesele değil, aynı zamanda bir dış politika aracı haline geldi. Avrupa ile yapılan mutabakatlarda “Türkiye’nin göçü durdurması” karşılığında mali destek ve bazı tavizler gündeme geldi. Yani göç, dış güçlerin Türkiye üzerinde baskı kurmasının en etkili yollarından biri oldu.

Emperyal Hesaplar ve İsrail’in Rolü

Bugün İsrail’in Gazze’ye yönelik şiddetli saldırıları, sadece Filistin halkını değil tüm bölgeyi derinden sarsıyor. Sivillerin öldürülmesi, insani yardımın engellenmesi ve uluslararası hukukun hiçe sayılması, bölgede yeni öfke dalgaları yaratıyor. Bu durum, Türkiye’de toplumsal hassasiyetleri daha da keskinleştiriyor.

Emperyal güçlerin uzun vadeli hesabı ise net: Bölgedeki istikrarsızlıklar üzerinden nüfuz alanı kurmak. Göç dalgaları, enerji koridorları, güvenlik iş birlikleri ve hatta mayın temizleme ihaleleri bile bu büyük oyunun bir parçası haline gelebiliyor. Türkiye’nin içine yerleşen milyonlarca göçmen de sadece insani bir mesele değil, ileride siyasal, ekonomik ve hatta demografik bir kaldıraç olarak kullanılabilir.

Bugün İçin Çıkarımlar

  • Şeffaflık: Sözleşmenin uygulanma süreci ve hangi bölgelerin neden temizlenmediği halka açık şekilde paylaşılmalı.

  • Güvenlik Alternatifleri: Mayın yerine gelişmiş gözetleme sistemleri, dron teknolojileri ve sınır kontrol mekanizmaları devreye alınmalı.

  • Göç Politikası: Göçmen meselesi uluslararası pazarlıklarda gizli bir koz değil, şeffaf bir politika çerçevesinde yönetilmeli.

  • Toplumsal Dayanıklılık: Yerel halk ile göçmenler arasındaki gerilimi azaltacak sosyal ve ekonomik yatırımlar yapılmalı.

  • Bölgesel Diplomasi: İsrail’in saldırıları karşısında sadece tepki değil, insani koridorlar ve ateşkes için etkin diplomasi yürütülmeli.

Ottawa Sözleşmesi tek başına bir mayın yasağı değil, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası imajını güçlendirmek için attığı bir adımdı. Ancak sahadaki gerçeklik, anlaşmanın verdiği esneklikler ve bölgesel gelişmeler bu resmi çok daha karmaşık hale getirdi. Bugün gelinen noktada Türkiye, bir yandan göç dalgalarıyla boğuşuyor, diğer yandan etrafı savaşlarla çevrili bir ülke konumunda.

Bu tablo bize şunu gösteriyor: Uluslararası anlaşmaların sadece diplomatik vitrin boyutuna değil, sahadaki uzun vadeli etkilerine de bakmak gerekir. Aksi takdirde toplum, kendisine anlatılmayan gerçeklerin bedelini hem güvenlik hem de sosyal huzur açısından ağır bir şekilde öder.

Bahadır Hataylı/13.09.2025/Sancaktepe/İST

12 Eylül 2025 Cuma

Toplumsal İradenin Bastırılması ve Kaosun Diyalektiği

Toplumsal yaşamın en hassas ve kırılgan noktalarından biri, bireylerin ortak iradesinin siyasete ve yönetime yansıma biçimidir. İnsanlar, kendi tercihlerini temsil etmesi için belirli kişilere veya kurumlara yetki verirler. Bu, demokrasinin ya da daha genel anlamda siyasal meşruiyetin temelidir. Ancak sorun tam da burada başlar: Seçilenlerin, seçenlerden aldığı iradeyi bir süre sonra görmezden gelmesi, kendi varlığını gücün gölgesinde korumaya çalışması ve halkın iradesini ikinci plana atması. Bu an, aslında toplumsal çürümenin ilk işaret fişeğidir. Çünkü bir toplumun varlığını sürdüren en büyük yapıştırıcı, güven duygusudur. Güvenin erozyona uğraması, toplum ile yönetim arasındaki bağı koparır.

Güvenin Çözülüşü

Bir toplum, iradesinin dikkate alınmadığını fark ettiğinde, refleksif bir hareketle kendi iradesine sahip çıkmaya yönelir. Bu, sosyolojik bir zorunluluktur. İnsanın doğasında yer alan öz savunma mekanizmasının kolektif boyuta taşınmış halidir. Ancak burada karşımıza çıkan paradoks, tam da bu sahiplenişin daha büyük kaoslara yol açabilmesidir. Çünkü kitleler, bireysel aklın sınırlarını aşarak farklı bir varlık kazanır. Kitle, tek tek bireylerin toplamından öte bir ruha, bir psikolojiye sahiptir. Ve bu psikoloji, çoğu zaman yönetimlerin en az anladığı, en çok çekindiği şeydir.

Toplum, kendi iradesinin hiçe sayıldığını gördüğünde önce sessiz bir tepki verir. Bu tepki, kayıtsızlık veya geri çekilme olarak okunabilir. Ancak bu kayıtsızlık, gerçekte biriken enerjinin işaretidir. Sessizlik, bir fırtınanın habercisi olabilir. Ardından güvenin kırıldığı noktada bireyler, kendi çarelerini üretmeye başlarlar. Bu noktadan itibaren toplumsal düzenin kılcal damarlarında çatlaklar oluşur. Devletin veya yönetimin sunduğu normatif düzenin karşısına, kitlelerin kendiliğinden doğurduğu alternatif düzenler çıkar.

Bastırma İradesi

Yönetimlerin sıklıkla yaptığı hata, bu kolektif hareketlenmeyi organize suç örgütleriyle karıştırmasıdır. Çünkü iktidar aklı, kendisine yönelen her tür itirazı kriminalize ederek kontrol etmeye eğilimlidir. Bu refleks, modern devletlerin genetik kodlarına işlemiştir. Ancak burada gözden kaçırılan kritik gerçek, kitle hareketlerinin doğrudan bir örgütlenme ürünü değil, ortak uyaranlara verilen benzer tepkiler olduğudur. Yani insanlar, aynı nedenlerle aynı tepkileri gösterirler. Bunu organize eden bir el aramak, yalnızca sorunun özünü kavrayamamanın göstergesidir.

Bastırma girişimi, görünürde düzeni koruma amacını taşısa da gerçekte daha büyük kaosların kapısını aralar. Çünkü güç kullanıldığında, toplumun refleksi yalnızca artmakla kalmaz, aynı zamanda daha sert bir forma dönüşür. Kitle psikolojisinin özelliği, karşıt güce karşı katlanarak cevap verme eğilimidir. Gücün şiddeti arttıkça, kitlelerin öfkesi de büyür. Bu noktada artık sorun yalnızca politik bir mesele olmaktan çıkar, sosyolojik bir yangına dönüşür.

Diyalektik Gerilim-İrade – Güç – Kaos

Diyalektik bakış açısıyla meseleye yaklaşacak olursak, karşımızda üç temel moment vardır: toplumsal irade, iktidar gücü ve ortaya çıkan kaos.

  1. Toplumsal İrade: İnsanların ortak çıkarları, adalet beklentisi ve güven talebi üzerine inşa edilir. Bu irade, siyasal yapının en güçlü meşruiyet kaynağıdır.

  2. İktidar Gücü: Seçilenlerin, seçenlerden koparak varlığını sürdürme çabasıdır. Gücü elinde bulundurdukça, halkın taleplerini daha az önemser. Bu, gücün yozlaştırıcı etkisinin bir sonucudur.

  3. Kaos: İrade ve güç arasındaki çelişkinin patlama noktasıdır. Halkın kendi iradesine sahip çıkma refleksiyle iktidarın bastırma arzusu çarpıştığında kaos kaçınılmaz olur.

Bu üçlü arasında sürekli bir gerilim vardır. İktidar, gücünü sürdürmek için baskıyı artırır; toplum, iradesini korumak için direnir. Her iki tarafın hareketi, diğerini daha da sertleştirir. Bu kısır döngü, sonunda tüm düzeni tehdit eden büyük toplumsal patlamalara yol açar.

Kitlelerin Doğası

Kitlelerin doğasını anlamadan, bu süreçleri çözmek mümkün değildir. Kitle, belli bir liderlik olmaksızın da hareket edebilir. Çünkü kitleyi harekete geçiren şey, çoğu zaman ortak bir adaletsizlik hissidir. Bu his, bireyleri birbirine bağlayan görünmez bir ağ gibidir. Örneğin, bir ekonomik kriz, bir adaletsiz yargı kararı ya da bir yolsuzluk olayı, farklı bireylerin aynı duyguda birleşmesini sağlar. Burada “örgütlenme” yoktur, ama güçlü bir ortak bilinç vardır.

Kitle eylemlerinin en önemli özelliği, zaman ve mekân tanımamasıdır. Uyaran ne zaman ortaya çıkarsa, kıvılcım orada yanar. Bu nedenle iktidarların “kontrol etme” çabaları genellikle sonuçsuz kalır. Çünkü kontrol edilmeye çalışılan şey, aslında toplumun kendisidir. Bir yönetimin kendi halkını sürekli bir tehdit unsuru olarak görmesi, uzun vadede kendi meşruiyetini yok eder.

Tarihten ve Günlük Hayattan Yansımalar

Toplumların tarihine bakıldığında, bu diyalektiğin sayısız örneği görülebilir. Adaletsizliklerin, yoksullukların ve hak gasplarının biriktiği dönemlerde, kitleler her zaman bir çıkış yolu aramışlardır. Bu çıkış yolu bazen barışçıl eylemler, bazen de sert çatışmalar şeklinde ortaya çıkmıştır.

Günlük hayatta da benzer küçük örnekler bulunur. Bir iş yerinde işçilerin haklarının sürekli görmezden gelindiği bir ortam düşünelim. Önce bireysel şikâyetler olur. Sonra işçiler arasında sessiz bir dayanışma başlar. Yönetim bu şikâyetleri bastırmaya çalıştığında ise topluca iş bırakma, greve gitme veya farklı direnme biçimleri ortaya çıkar. Burada görülen şey, mikro ölçekte de olsa toplumsal refleksin aynısıdır. İnsan, haksızlığa karşı kendi iradesini savunma eğilimindedir.

Güçle Bastırmanın Yıkıcı Sonuçları

Bir yönetim, bu tür kitle hareketlerini yalnızca güvenlik meselesi olarak gördüğünde, kendi eliyle daha büyük bir güvenlik açığı yaratır. Çünkü kolluk güçleriyle bastırmaya çalıştığı her eylem, toplumun gözünde meşruiyetini biraz daha yitirir. Meşruiyetini yitiren bir yönetim ise daha çok güç kullanmak zorunda kalır. Bu kısır döngü, en sonunda ya devletin çöküşüne ya da toplumsal düzenin geri dönülmez şekilde parçalanmasına yol açar.

Buradaki en büyük hata, toplumsal iradenin doğasını anlayamamaktır. İrade, baskıyla yok edilemez; yalnızca daha da güçlenir. Bir ateşi suyla söndürmek mümkündür ama aynı ateşi rüzgârla bastırmaya çalışmak onu daha da büyütür. Toplumsal hareketler de böyledir: bastırıldıkça yayılır, küçümsendikçe güçlenir.

Burada sorulması gereken temel sorular şunlardır:

  • Neden yönetimler, halkın iradesini bastırmayı tercih eder de onu anlamayı ve dikkate almayı seçmezler?

  • Güç, gerçekten bir yönetimin güvenliğini sağlar mı, yoksa yalnızca çöküşünü hızlandıran bir yanılsama mıdır?

  • Toplumsal reflekslerin kriminalize edilmesi, toplumla iktidar arasındaki bağı nasıl koparır?

Diyalektik açıdan bakıldığında, bastırma ile direnme arasındaki gerilim kaçınılmazdır. Ancak bu gerilimin nereye evrileceği, yönetimlerin seçtiği yöntemlere bağlıdır. Halkın iradesini dikkate almak, güveni yeniden tesis etmek ve toplumsal enerjiyi yapıcı bir zemine kanalize etmek mümkündür. Aksi takdirde, güçle bastırılan her hareket, daha büyük bir patlamanın habercisi olmaktan öteye geçmez. Üsten basınç ne kadar fazla olursa alttan o kadar tazyikli akar...

Erol Kekeç/10.09.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!