Bu Blogda Ara

5 Mayıs 2025 Pazartesi

İnsanlığın cenazesine tanık olmak


O küçük kız çocuğu, elleriyle sarıldığı o soğuk örtünün altında neyi arıyordu?

Belki annesinin son kokusunu… Belki babasının sesiyle gelen bir ninninin yankısını… Ya da artık hiçbir zaman duyamayacağı "korkma yavrum, ben buradayım" sözlerini yeniden duymayı umut ediyordu, sessizliğin ortasında…

Gazzeli o küçük kız, annesi ve babasının cesetlerinin arasına kıvrılmıştı. Uyuyordu. Uyuyor gibi görünüyordu. Oysa insanlık, tam da o an uyanması gereken bir kâbusa gözlerini kapamıştı. O çocuk, artık sadece kendi anne-babasını değil, bütün dünyanın vicdanını da kefene sarmıştı. Ve biz, bu fotoğrafa bakarken aslında kendi ölü benliğimize bakıyorduk: Toplu suskunluğumuzun, örgütlü kayıtsızlığımızın ve tiksindirici duyarsızlığımızın aynasıydı bu kare.

Bir çocuk, en güvenli yer olarak iki cenaze arasını seçiyorsa, dünya artık yaşanılacak bir yer değildir.

Bu sadece bir fotoğraf değil. Bu, insanlık tarihinin en acı notlarından biri. Bir uyarı, bir haykırış, bir isyan. Dili olmayanların dili, yıkılan evlerin duvarlarında yankılanan sessiz bir ağıt. Bu karede kan yok, kurşun sesi yok, duman yok… Ama ölümler var. Binlerce, on binlerce, yüzbinlerce ölümün sadece bir anlık izdüşümü. Üstelik en savunmasız, en masum bir canın bedeniyle anlatılan.

Görmüyorsak, körlüğümüzdendir. Duymuyorsak, sağırlığımızdan değil; kalplerimizin taşa dönmesindendir. Çünkü bu çağ, artık gözyaşı tüketen değil, gözyaşı pazarlayan bir çağ. Bir çocuğun acısı, artık ekranlarda “tıklanabilir” bir veri. Vicdanlar algoritmalara satıldı. Algılar manipülasyonla şekillendiriliyor. İnsanlar, yaşanan zulmü anlamaya değil, unutmaya programlandı.

Bu çağ, ölümlerin sayılara indirgenip istatistik tablosu haline getirildiği bir çağ.

"Bugün Gazze'de 54 kişi daha hayatını kaybetti" diyorlar. Bu cümleye alışıyoruz. 54... Ne kadar kolay bir sayı değil mi? Ama o 54 kişinin her biri bir hikâyeydi. Bir baba vardı belki, oğluna bisiklet almayı planlayan. Bir anne vardı, evine ekmek götürmek için sabahın köründe yola çıkan. Bir bebek vardı, ilk kez "anne" demeyi öğrenmişti. Hepsi şimdi bir rakam. Birer istatistik. Ve bu istatistiklerin ortasında kalan çocuklar, birer gölge gibi yaşayıp birer suskunluk gibi ölüyorlar.

İşte bu çocuk da onlardan biri. Ama bir farkla. O, henüz ölmedi. Ama insanlığın ölümünü üstlenmiş gibi, iki cenaze arasına uzandı. O anlık uykusu, bizim bin yıllık uyanıklığımıza lanet olsun!

Zulüm bu çağda sadece bombalarla gelmiyor. Duyarsızlıkla, unutmamıza yardım eden sosyal medya akışlarıyla, yüzümüzü çevirip rahat uykularımıza devam ettiğimiz her anla geliyor. Çünkü gerçek şu ki, o çocuk bizim yüzümüzü çevirdiğimiz her an biraz daha yalnız kaldı. O çocuk, sadece ailesini değil, tüm insanlığı kaybetti. Biz ise, sadece izledik. Belki bir “emojili tepki” bıraktık. Belki "çok üzüldüm" dedik. Sonra çayımızı içip gündelik işlerimize döndük.

Ama o çocuk dönecek bir yuva bulamadı.

Ve bu, artık sadece bir savaş değil. Bu, insanlığın topyekûn çöküşüdür. Değerlerin, vicdanın, merhametin, hakkın ve hakikatin enkaz altında kaldığı bir çağdayız. Ve biz hâlâ “kim haklı?” sorusuyla zaman öldürüyoruz. Oysa haklı olan, şu iki cenaze arasında uykusuzluğa gözlerini kapayan çocuktur. Onun gözlerinden akan yaş, bizim adalet terazimizden daha doğru tartar her şeyi.

Bir millet yok ediliyor. Bir halk boğuluyor. Ama bu çağın en büyük suçu, o halkı yok eden bombalar değil, sessiz kalan diller, kıpırdamayan kalpler, titremeyen vicdanlardır. Artık zulmün gölgesi bile yeterli değil. Zulüm ete kemiğe büründü, devlet oldu, medya oldu, diplomasi oldu. Ve çocuklar, bu maskelenmiş ölüm düzeninin en ağır bedelini ödeyenler.

Bir kız çocuğu neden cenazeler arasında uyur?

Çünkü artık oyuncakları bombalarla paramparça edilmiştir. Çünkü yatağı kalmamıştır. Çünkü uyuyabildiği tek yer, annesinin kokusu ve babasının göğsüne en yakın yerdir. Belki orada bir umut arar. Belki hâlâ rüyasında yaşadığını sandığı hayatı geri getirmek ister. Ama dünya o kadar gaddar ki, bu masum hayale bile göz yummaz.

Bu çağın adı: Vicdansızlık Çağı.

Ve bu çağın en büyük suçu, düşmanın kim olduğu bile değil artık. Asıl suçlu, dost sandıklarımızın suskunluğu. Konfor alanlarından çıkmayan liderler, diplomatik denge uğruna sessiz kalan ülkeler, medya maskeleriyle gerçekleri saklayan ekranlar…

Bu yazı bir yazı değil. Bu yazı, bir çığlık.

Bugün hala Gazze’de, Suriye’de, Yemen’de, Sudan’da ve nice coğrafyada çocuklar ölüyor. Bombalar değil sadece, umutsuzluk da öldürüyor. Açlık öldürüyor. Susuzluk öldürüyor. Ve en çok da insanların suskunluğu öldürüyor.

Bu bir son çağrıdır. Belki de insanlık adına atılacak son adım, yapılacak son feryattır bu. O çocuğun uykusu, bizim son uyarımızdır.

Eğer bu görüntüye rağmen hâlâ bir şey hissetmiyorsak, bilin ki artık insan değiliz.

Eğer bu çağda hâlâ insan kalmak istiyorsak:

  • Gazze’de ölen çocuğun hikâyesini kendi çocuğumuz gibi anlatmalıyız.

  • Bir annenin feryadını kendi annemizin yası gibi taşımalıyız.

  • Bir babanın parçalanmış bedenini, kendi namusumuz gibi sahiplenmeliyiz.

Ve en çok da, susmamalıyız!

Çünkü sessizlik suçtur. Ve bu çağda suçlu olmak, bir zalim olmak kadar basittir: Susmak yeterlidir.

Bugün insanlık yeniden doğmak zorundadır. Bu doğum sancılı olacak, evet. Ama her doğum gibi, bir dirilişi de beraberinde getirecek. Ve o diriliş, bu çocukların gözyaşlarında başlayacak. O çocukların ölüme karşı direnişinde yükselecek.

O küçük kız, belki bir ülke kadar yalnız. Ama onun uykusu, bizim uyanışımız olabilir. Yeter ki gerçekten bakalım. Yeter ki onun yattığı yerin, aslında bizim insanlığımızın mezarı olduğunu fark edelim.

Ey insanlık!

Artık karar vaktin geldi.

Ya bu görüntü ile yüzleşip kendi içindeki karanlığı yeneceksin...

Ya da bir çocuğun gözyaşını görmezden gelen bir çağın enkazında kaybolacaksın.

Tercih senin...

Bahadır Hataylı/03.05.2025/Sancaktepe/İST

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Bir Medeniyetin Çöküş Anatomisi



Çıplaklık, Tüketim ve İnsanlıktan Hayvanlığa Evrim

Her çağın kendi tanrıları, kendi putları ve kendi ibadet biçimleri olur. Bizim çağımızın putu ise "beden", ibadeti ise "tüketimdir. Bu yazı, özgürlük adı altında teşhirin, insan bedeni üzerinden inşa edilen bir pazarın, özellikle kadın üzerinden kurgulanan tüketim kültürünün, insanlığı nasıl metalaştırdığını ve nasıl insanlıktan çıkarıp hayvanlığa doğru evrimleştirdiğini derinlikli biçimde ele almaktadır. Yazının amacı; karşı cinsi yaftalamak değil, insanın kendine yabancılaştığı bir çağda, bu yabancılaşmanın kadın ve beden üzerinden nasıl endüstrileştiğini sorgulamak, insanlığın onurunu ve aklını yeniden diriltmeye bir çağrı yapmaktır.

  1. Kadın Bedeninin Pazara Sürülmesi Kapitalist modernitenin en büyük zaferlerinden biri, insan bedenini -özellikle kadın bedenini- tüketim nesnesi haline getirmesidir. Moda endüstrisi, güzellik algısı, sosyal medya teşhir kültürü; tüm bunlar kadın bedenini arzu nesnesi yaparak kapitalist döngünün merkezine koymuştur. Bir kadının ne kadar derin düşündüğü değil, ne kadar "çekici" olduğu ön plana çıkarılmıştır. Bu süreçte kadın, kendisini özgürleştiğini sanırken aslında teşhirin ve teşhircilikten haz alan sistemin gönüllü kulu hâline gelmiştir.

  2. Teşhir Kültürü ve Bireyin Çözülüşü İnternet ve sosyal medya üzerinden yayılan teşhir kültürü, bireyin kendini tanımlamasını bedenine indirgemiştir. "Ben kimim?" sorusu yerine "Ben nasıl görünüyorum?" sorusu sorulmaya başlanmıştır. Giderek daha çok çıplaklıkla, daha çok dikkat çekme yarışına giren birey, iç dünyasını kaybetmiş, derinliksiz, yüzeysel bir varlığa dönüşmüştür. Bu varlık, insan değil; arzuya göre şekillenen, tüketim emirlerine göre davranan bir tür biyolojik algoritma hâline gelmiştir.

  3. Kadınlık Onurunun Yok Edilişi Kadınların cinsellik yoluyla özgürleştiği tezi, sistemin en sinsi yalanlarından biridir. Çünkü cinselliği araçsallaştıran sistem, kadının ruhunu, bedenini ve en önemlisi onurunu tüketilebilir bir metaya indirgemiştir. Her yeni moda, her yeni akım, kadını biraz daha soyarak özgürleştirdiğini iddia ederken aslında onu ruhen çıplaklaştırmaktadır. Artık bir kadının gülüşü değil, poz verirken kalçasının açısı önemlidir. Bu, insan olma onurunun dramatik bir çöküşüdür.

  4. Kapitalizmin Maymunlaştırma Mekanizması Kapitalizm, insanı dönüştürmez; onu dönüştürür gibi yaparak çözer, çürütür ve maymuna çevirir. Kadın ve erkek fark etmeksizin, bireyi haz merkezli yaşayan, anlamdan kopmuş, içi boş bir varlığa dönüştürür. TikTok, Instagram gibi platformlar, bu sürecin dijital arenalarıdır. Bu platformlarda birey, kendini teşhir ederek var olmaya çalışır. "Görünüyorsan varsın" mottosu, içsel anlamın yerini almıştır. Bu, hayvani güdülerin yüceltildiği ve ruhun susturulduğu bir çağın ilanıdır.

  5. Bilişsel Felç ve Algoritmik Kulluk, Sistem artık sadece bedeni değil, zihni de yönetmektedir. Algoritmalar kimin ne izleyeceğini, neyi tüketeceğini, neye ilgi duyacağını belirlemektedir. Bu durum, bireyin kendi aklıyla düşünmesini imkânsızlaştırmakta, onu algoritmik kulluğa mahkûm etmektedir. İnsan, kendi iç sesine sağır, dıştan gelen veriye kör bir bağımlı haline getirilmiştir. Bu durumda düşünmek lüks, sorgulamak tehlike, direnmek ise anlamsızlık gibi algılanmaktadır.

  6.  Kültürel Çıplaklık ve Ruhsal Çoraklık Bedenin çıplaklaştırılması, ruhun da soyulmasıdır. Artık ne hikmet konuşuluyor ne erdem. Derinlik değil hız, anlam değil etkileşim sayısı önemli. Kültürel çıplaklık, bireyin kimliğini, kökünü ve inancını yitirmesiyle sonuçlanıyor. Ruhsal çoraklık, insanı yalnızca cinsel hazlara ve anlık tatminlere odaklayan, tüm değerlerini tüketim için feda eden bir zombilik hâlidir.

  7. Direnişin Yolu: İçsel Aydınlık ve Aklı Yeniden Kuşanmak Bu karanlığa karşı direniş, içsel bir devrimle başlar. İnsan, yeniden düşünen, sorgulayan, kendi değerlerini inşa eden bir varlık olmak zorundadır. Kadın ya da erkek fark etmez; insan, kendi onurunu bedeninde değil, ruhunda ve aklında taşır. İçsel ölçülerle yaşayan, aklını kiraya vermeyen bireyler bu yozlaşmaya karşı birer direniş meşalesidir.

  8. Özgürlük Nedir, Değildir? Özgürlük, bedenini satmak değil; aklını kullanmaktır. Özgürlük, teşhir etmek değil; varlığının anlamını korumaktır. Sistem, özgürlük maskesiyle insanı köleleştirmekte, onu maymunlaştırmaktadır. Asıl özgürlük, bu maskeyi yırtıp atmak, kendi özüne dönmekle başlar.

 İnsan, insan olarak kalmaya devam edebilmeli. Teşhirin, cinselliğin, tüketimin içinde kaybolmadan; aklıyla, ruhuyla ve değerleriyle var olmayı başarabilmeli. Dünya, kendini maymuna çeviren bu haz ve tüketim kültürüyle kendi sonunu hazırlamaktadır. Ama hâlâ geç değil. İnsan olmanın onurunu korumak, içsel ölçülerle yaşamak isteyenler için hâlâ umut vardır. O umut, senin kalbindedir, zihnindedir. Ayağa kalk, insan kal!"

Erol Kekeç/21.08.2023Namazgah/İST


2 Mayıs 2025 Cuma

Suriye Üzerinden Coğrafyamıza Kurulan Tuzaklar ve İhanet Zinciri


Bölgesel kuklalardan küresel planlara, yer altındaki farelerden medya karnavallarına kadar hakikatin izini süren bir çözümleme.

 1.  Suriye Neden Bu Kadar Kritik?

Suriye, tarih boyunca yalnızca coğrafi olarak değil, dini, kültürel ve stratejik açıdan da Ortadoğu’nun kalbinde yer almıştır. Mezopotamya ile Akdeniz’i birbirine bağlayan kadim topraklar üzerinde kurulmuş bu ülke, yalnızca dört bir yanındaki ülkeler için değil, küresel aktörler için de eşsiz bir çıkar alanıdır. Arap Baharı süreciyle başlayan “halk ayaklanmalarının neredeyse tamamı kısa sürede bastırılırken, Suriye’deki yangının kontrol altına alınamaması aslında tesadüf değildir. Çünkü Suriye, planlı bir yıkımın kurbanıdır.

Suriye’de yaşananlar bir iç savaş değil, doğrudan küresel hesaplaşmaların Ortadoğu sahnesindeki yansımasıdır. ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), İsrail’in “güvenli sınırlar” doktrini, Türkiye’nin Osmanlı mirası üzerinden bölgeye yeniden nüfuz etme arayışı, İran’ın Şii hilalini tahkim etme çabası, Suudi Arabistan’ın Sünni liderliği ele alma arzusu gibi çok sayıda aktörün hedefi bu küçük ama stratejik ülkenin etrafında birleşti. Bu bile başlı başına Suriye’yi kritik hale getirmektedir.

2. “Yeni Yönetim ”in Gerçek Sahipleri-Kuklalar ve Kuklacılar

Suriye'deki yeni yönetim, kağıt üzerinde halkın iradesiyle şekillenmiş bir değişim gibi sunulsa da perde arkasında bambaşka bir oyun sahnelenmiştir. Özellikle Şara yönetiminin söylemleri ve pratikleri dikkatle incelendiğinde, bu yönetimin bağımsız olmadığı çok açık bir şekilde görülmektedir. İran’a, Hizbullah’a düşmanlık üzerinden kurulmuş bir retorik; İsrail ile sorun yaşamak istemeyen bir duruş; Suud rejimi ile sıcak ilişkiler ve Türkiye’nin gözetiminde yapılan açıklamalar... Bunlar bir halk devriminin değil, bir “yeniden kurgulama operasyonunun” çıktılarıdır.

Suriye halkı, yıllarca Esed rejiminin baskısı altında yaşadı. Ancak bu baskının alternatifi olarak getirilen yapının da bölgeye adalet, özgürlük, güvenlik getireceğine dair ciddi şüpheler bulunmaktadır. Çünkü bu yönetimin arkasındaki figürler; ABD, İsrail ve Suudi Arabistan gibi bölgede Müslüman halklar üzerinde hegemonya kurmak isteyen emperyal odaklardır.

3. Kurgulanmış Bir Zafer-Emevi Camii ve İslamcı Tiyatrolar

2011 sonrasında Türkiye medyasında bir “Suriye fethediliyor” havası pompalanıyordu. Erdoğan’ın “Emevi Camii’nde namaz kılacağız” sözü bu propagandanın merkezindeydi. Türkiye’den Suriye’ye giden bazı selefi gruplar, medya eşliğinde bu süreci “cihad” gibi göstermeye çalıştılar. Ancak gerçekte olan, sahada bir halkın değil, bir projenin yürürlüğe konmasıydı.

Emevi Camii kutsamalarının, gezilerin, gösterişli törenlerin, medyatik ziyaretlerin hepsi birer illüzyondu. Arka planda ise BOP’un Suriye ayağı, etnik ve mezhepsel ayrışmalarla parçalanmış bir ülke hedeflenmişti. Aynı süreçte Musul ve Kerkük gibi bölgelerde de benzer senaryoların devreye sokulması rastlantı değildi. İslamcı görünümlü bu karnavallar aslında emperyalizmin yerli aktörler eliyle sahaya sürdüğü tiyatrolardı.

4. İslam Dünyasının Emperyalist Rehineliği

İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney’in “Bu sorunu biz kendi aramızda çözebiliriz” yaklaşımı aslında bir fırsattı. Ancak Erdoğan’ın “Esed gitmeden asla çözüm olmaz” ısrarı, bölgesel iş birliği fikrini doğrudan sabote etti. Bu retorik birebir ABD’nin söylemleriyle örtüşüyordu. Oysa asıl mesele halkın güvenliğini sağlamak, seçim ortamı hazırlamak, sonra siyasi geçişi konuşmaktı. Ama bu yol değil, savaş yolu tercih edildi.

Bu tavır yalnızca Suriye’nin değil, tüm bölgenin cehenneme dönmesine neden oldu. Filistin meselesiyle kurulan benzerlik dikkat çekicidir. Abbas yönetimi, nasıl ki İsrail işgaline karşı sessizliğini koruyarak işlevsiz bir yönetim haline geldiyse, Şara yönetimi de aynı şekilde İsrail’e karşı hiçbir ciddi duruş sergilememiştir. Bu da halklara değil, efendilere hizmet eden bir anlayışın ürünüdür.

5. İsrail’in Suriye Planı-Sessiz İşgal ve Dini Mekanlar Üzerinden Mesajlar

İsrail’in Suriye ile ilgili hesapları da uzun vadeye yayılmıştır. Özellikle kutsal mekanlar üzerinden yürütülen sembolik işgaller dikkat çekicidir. Netenyahu’nun Emevi Camii’ni ziyaret etme planı, Kudüs sonrası ikinci bir psikolojik darbe anlamına gelecektir. Bu plan, yalnızca İsrail’in kibirli bir yürüyüşü değil, aynı zamanda Müslümanların başkentlerinin işgal edildiği yönünde güçlü bir mesajdır.

Buna karşın, Şara yönetiminin Hizbullah mensuplarını tutuklaması ve İran’a mesafe koyması, İsrail’le perde arkasında bir anlaşmanın işareti olarak yorumlanabilir. Suudi Arabistan’ın bu süreci finanse etmesi de yine bu denklemde bir başka bilineni açığa çıkarıyor. Paranın gücüyle halklar değil, hükümetler yönetiliyor artık.

6. Türkiye'nin “Operasyonel Sessizliği” ve Göç Gerçeği

Türkiye, baştan beri Suriye meselesinde hem görünen hem görünmeyen bir rol üstlenmiştir. Sınır kapılarını açmak, silahlı gruplara lojistik sağlamak, diplomatik açıklamalarla süreci meşrulaştırmak gibi doğrudan müdahaleleri oldu. Ancak son dönemde daha çok “operasyonel sessizlik” tercih ediliyor. Bu da halkın tepkisini azaltmak için uygulanan bir yöntemdir.

Suriyelilerin geri dönmemesi, aslında ülkelerindeki kaosun bitmediğini değil, Suriye’de yeni kurulan yapının onlar için güvenli olmadığını göstermektedir. Bazı gruplar geri dönse de, bunlar kalıcı ve kitlesel dönüşler olmamıştır. Çünkü Suriye artık halkın değil, projenin ülkesidir.

7. Helak Yasası-Allah’ın Tarih Boyunca Değişmeyen Hesabı

Kur’an’da birçok kavmin helakı anlatılırken, temel sebep olarak zalim yöneticiler değil, onları alkışlayan halklar gösterilir. Çünkü zulmün yayılmasına sessiz kalmak, o zulme ortak olmaktır. Bugün de bölgemizde benzer bir manzara vardır. Suriye’de, Gazze’de, Yemen’de yaşananlar yalnızca siyasi değil, aynı zamanda ilahi adaletin konusudur.

Allah’ın yasasında bir değişiklik yoktur. Zulme rıza gösteren toplumlar, er ya da geç onun bedelini öder. Bugün suya sabuna dokunmayan, rahatını bozmayan halklar, sessiz kalmanın getirdiği büyük bir helakin eşiğinde olabilir. Allah mazlumların yanındadır, ama bu zulme ortak olanlara karşı gazabı da keskindir.

8. Beklenen Hesap, Umulan Kurtuluş

Suriye meselesi, sadece bir ülkenin yıkımı değil, bir coğrafyanın yeniden dizaynıdır. Bu süreçte halklar kandırılmış, yöneticiler satın alınmış, dini ve milli kavramlar istismar edilmiştir. Ancak bütün bu oyunlara rağmen, bu coğrafyada hâlâ direnen, hâlâ izzetli duran insanlar vardır. Gazze’deki direniş, Yemen’deki sabır, Lübnan’daki bilinç, İran’daki kararlılık ve Türkiye’deki bazı uyanık zihinler bu direnişin umududur.

Kızıldeniz’in Fravunları yutması gibi, bu bölge de bir gün zalimlerini yutacaktır. O güne kadar sözümüzü saklamayacağız, yazmaya, anlatmaya ve uyandırmaya devam edeceğiz. Çünkü bu coğrafyanın kurtuluşu, Allah’ın vaadine sadık kalanlar sayesinde olacaktır. Mutlak galip Allah’tır. Bekleyip göreceğiz.

Bahadır Hataylı/03.02.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!