O küçük kız çocuğu, elleriyle sarıldığı o soğuk örtünün altında neyi arıyordu?
Belki annesinin son kokusunu… Belki babasının sesiyle gelen bir ninninin yankısını… Ya da artık hiçbir zaman duyamayacağı "korkma yavrum, ben buradayım" sözlerini yeniden duymayı umut ediyordu, sessizliğin ortasında…
Gazzeli o küçük kız, annesi ve babasının cesetlerinin arasına kıvrılmıştı. Uyuyordu. Uyuyor gibi görünüyordu. Oysa insanlık, tam da o an uyanması gereken bir kâbusa gözlerini kapamıştı. O çocuk, artık sadece kendi anne-babasını değil, bütün dünyanın vicdanını da kefene sarmıştı. Ve biz, bu fotoğrafa bakarken aslında kendi ölü benliğimize bakıyorduk: Toplu suskunluğumuzun, örgütlü kayıtsızlığımızın ve tiksindirici duyarsızlığımızın aynasıydı bu kare.
Bir çocuk, en güvenli yer olarak iki cenaze arasını seçiyorsa, dünya artık yaşanılacak bir yer değildir.
Bu sadece bir fotoğraf değil. Bu, insanlık tarihinin en acı notlarından biri. Bir uyarı, bir haykırış, bir isyan. Dili olmayanların dili, yıkılan evlerin duvarlarında yankılanan sessiz bir ağıt. Bu karede kan yok, kurşun sesi yok, duman yok… Ama ölümler var. Binlerce, on binlerce, yüzbinlerce ölümün sadece bir anlık izdüşümü. Üstelik en savunmasız, en masum bir canın bedeniyle anlatılan.
Görmüyorsak, körlüğümüzdendir. Duymuyorsak, sağırlığımızdan değil; kalplerimizin taşa dönmesindendir. Çünkü bu çağ, artık gözyaşı tüketen değil, gözyaşı pazarlayan bir çağ. Bir çocuğun acısı, artık ekranlarda “tıklanabilir” bir veri. Vicdanlar algoritmalara satıldı. Algılar manipülasyonla şekillendiriliyor. İnsanlar, yaşanan zulmü anlamaya değil, unutmaya programlandı.
Bu çağ, ölümlerin sayılara indirgenip istatistik tablosu haline getirildiği bir çağ.
"Bugün Gazze'de 54 kişi daha hayatını kaybetti" diyorlar. Bu cümleye alışıyoruz. 54... Ne kadar kolay bir sayı değil mi? Ama o 54 kişinin her biri bir hikâyeydi. Bir baba vardı belki, oğluna bisiklet almayı planlayan. Bir anne vardı, evine ekmek götürmek için sabahın köründe yola çıkan. Bir bebek vardı, ilk kez "anne" demeyi öğrenmişti. Hepsi şimdi bir rakam. Birer istatistik. Ve bu istatistiklerin ortasında kalan çocuklar, birer gölge gibi yaşayıp birer suskunluk gibi ölüyorlar.
İşte bu çocuk da onlardan biri. Ama bir farkla. O, henüz ölmedi. Ama insanlığın ölümünü üstlenmiş gibi, iki cenaze arasına uzandı. O anlık uykusu, bizim bin yıllık uyanıklığımıza lanet olsun!
Zulüm bu çağda sadece bombalarla gelmiyor. Duyarsızlıkla, unutmamıza yardım eden sosyal medya akışlarıyla, yüzümüzü çevirip rahat uykularımıza devam ettiğimiz her anla geliyor. Çünkü gerçek şu ki, o çocuk bizim yüzümüzü çevirdiğimiz her an biraz daha yalnız kaldı. O çocuk, sadece ailesini değil, tüm insanlığı kaybetti. Biz ise, sadece izledik. Belki bir “emojili tepki” bıraktık. Belki "çok üzüldüm" dedik. Sonra çayımızı içip gündelik işlerimize döndük.
Ama o çocuk dönecek bir yuva bulamadı.
Ve bu, artık sadece bir savaş değil. Bu, insanlığın topyekûn çöküşüdür. Değerlerin, vicdanın, merhametin, hakkın ve hakikatin enkaz altında kaldığı bir çağdayız. Ve biz hâlâ “kim haklı?” sorusuyla zaman öldürüyoruz. Oysa haklı olan, şu iki cenaze arasında uykusuzluğa gözlerini kapayan çocuktur. Onun gözlerinden akan yaş, bizim adalet terazimizden daha doğru tartar her şeyi.
Bir millet yok ediliyor. Bir halk boğuluyor. Ama bu çağın en büyük suçu, o halkı yok eden bombalar değil, sessiz kalan diller, kıpırdamayan kalpler, titremeyen vicdanlardır. Artık zulmün gölgesi bile yeterli değil. Zulüm ete kemiğe büründü, devlet oldu, medya oldu, diplomasi oldu. Ve çocuklar, bu maskelenmiş ölüm düzeninin en ağır bedelini ödeyenler.
Bir kız çocuğu neden cenazeler arasında uyur?
Çünkü artık oyuncakları bombalarla paramparça edilmiştir. Çünkü yatağı kalmamıştır. Çünkü uyuyabildiği tek yer, annesinin kokusu ve babasının göğsüne en yakın yerdir. Belki orada bir umut arar. Belki hâlâ rüyasında yaşadığını sandığı hayatı geri getirmek ister. Ama dünya o kadar gaddar ki, bu masum hayale bile göz yummaz.
Bu çağın adı: Vicdansızlık Çağı.
Ve bu çağın en büyük suçu, düşmanın kim olduğu bile değil artık. Asıl suçlu, dost sandıklarımızın suskunluğu. Konfor alanlarından çıkmayan liderler, diplomatik denge uğruna sessiz kalan ülkeler, medya maskeleriyle gerçekleri saklayan ekranlar…
Bu yazı bir yazı değil. Bu yazı, bir çığlık.
Bugün hala Gazze’de, Suriye’de, Yemen’de, Sudan’da ve nice coğrafyada çocuklar ölüyor. Bombalar değil sadece, umutsuzluk da öldürüyor. Açlık öldürüyor. Susuzluk öldürüyor. Ve en çok da insanların suskunluğu öldürüyor.
Bu bir son çağrıdır. Belki de insanlık adına atılacak son adım, yapılacak son feryattır bu. O çocuğun uykusu, bizim son uyarımızdır.
Eğer bu görüntüye rağmen hâlâ bir şey hissetmiyorsak, bilin ki artık insan değiliz.
Eğer bu çağda hâlâ insan kalmak istiyorsak:
-
Gazze’de ölen çocuğun hikâyesini kendi çocuğumuz gibi anlatmalıyız.
-
Bir annenin feryadını kendi annemizin yası gibi taşımalıyız.
-
Bir babanın parçalanmış bedenini, kendi namusumuz gibi sahiplenmeliyiz.
Ve en çok da, susmamalıyız!
Çünkü sessizlik suçtur. Ve bu çağda suçlu olmak, bir zalim olmak kadar basittir: Susmak yeterlidir.
Bugün insanlık yeniden doğmak zorundadır. Bu doğum sancılı olacak, evet. Ama her doğum gibi, bir dirilişi de beraberinde getirecek. Ve o diriliş, bu çocukların gözyaşlarında başlayacak. O çocukların ölüme karşı direnişinde yükselecek.
O küçük kız, belki bir ülke kadar yalnız. Ama onun uykusu, bizim uyanışımız olabilir. Yeter ki gerçekten bakalım. Yeter ki onun yattığı yerin, aslında bizim insanlığımızın mezarı olduğunu fark edelim.
Ey insanlık!
Artık karar vaktin geldi.
Ya bu görüntü ile yüzleşip kendi içindeki karanlığı yeneceksin...
Ya da bir çocuğun gözyaşını görmezden gelen bir çağın enkazında kaybolacaksın.
Tercih senin...
Bahadır Hataylı/03.05.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder