Bu Blogda Ara

4 Mart 2025 Salı

Sudaki Gölge


Denizin Efendisi

Uzak denizlerde bir gemi vardı. Adı “Zafer” idi. Sahibi ve kaptanı ise Mirza Bey… Mirza Bey’in adı dilden dile dolaşır, denizciler onun cesaretinden, uzak limanlardaki tüccarlar ise keskin zekâsından bahsederdi. Gemisinin gövdesi yosun tutmaz, yelkenleri yırtılmazdı. Çünkü Mirza Bey’in bir sözü vardı:

“Bir kaptan, suyun altında ne olduğunu bilmez. O, sadece suyun üstünde kalmasını bilir.”

Bu söz, ona sadık tayfası tarafından bir yasa gibi benimsenmişti. Fırtınalar kopar, dalgalar yükselir, düşman gemileri ufukta belirirdi. Ama Zafer, her zaman yoluna devam ederdi. Mirza Bey, dümen başında dimdik durur, gözlerini kısarak ufka bakar, tayfasına hep aynı şeyi söylerdi:

“Bizi düşmanlarımız durduramaz! Onlar, bizim ilerlememizi istemeyen korkaklardır. Yolumuza taş koymak için pusuda beklerler. Ama biz, her zaman suyun üstünde kalacağız!”

Ne zaman biri geminin zor durumda olduğunu söylese, Mirza Bey gülerdi:

“Sorun gemide değil, gözlerinizde. Siz, benim gördüğüm gibi göremiyorsunuz.”

Tayfa, başlarını öne eğer, gözlerini ovuşturur ve hatayı kendilerinde arardı. Çünkü Mirza Bey’in hiç yanıldığı görülmemişti!

İsyanın Kıyısı

Yıllar geçti. Zafer yine sulardaydı ama tayfa arasında fısıldaşmalar başlamıştı. Çünkü geminin gövdesi çürümüş, yelkenleri eskiyip yırtılmaya başlamıştı.

Tayfa lideri Kerem, bir gün cesaretini topladı ve kaptanın yanına gitti:

“Mirza Bey, gemimizin tahtaları su alıyor. Eğer tamir etmezsek batabiliriz.”

Mirza Bey gülümsedi, her zaman yaptığı gibi. Omzuna hafifçe vurdu ve şöyle dedi:

“Kerem, düşmanlarımızın seni kandırmasına izin verme! Bu gemi, yıllardır suyun üstünde kaldı. Eğer batacak olsaydı, çoktan batardı. Asıl mesele, bizim güçlü olup olmadığımızdır. Eğer yüreğin zayıfsa, gözlerin sana oyun oynar. Sen kalbini güçlendir, gemi kendini onarır.”

Kerem’in içini bir şüphe kapladı. Acaba gerçekten hata kendisinde mi idi?

Ama günler geçtikçe su, ahşap tahtaların arasından daha fazla sızmaya başladı. Tayfa yorgundu, gemi ağırlaşmıştı. Birkaç denizci dayanamayıp açıkça konuştu:

“Kaptan, gemi su alıyor. Bu, düşman oyunu değil! Gerçek bu!”

Mirza Bey’in gülümsemesi bir an kaybolur gibi oldu ama hemen toparlandı. Başını eğdi, gözlerini kıstı ve sesini derinleştirerek konuştu:

“Demek böyle düşünüyorsunuz. Yazık. Oysa ben sizin güçlü olmanızı isterdim. Ama anladım ki bazılarınız, gemimizin su almasını istiyor! Siz, bizim batmamızı isteyenlerdensiniz. Ve size söyleyeyim, biz batmayacağız! Çünkü biz Zafer’in mürettebatıyız!”

Tayfa, bu sözleri duyunca korktu ve sessizleşti. Çünkü kaptanın düşman olarak gördüğü biri olmak istemezlerdi. Kendi aralarında konuşsalar da, seslerini yükseltmeye cesaret edemediler.

Mirza Bey ise kendi içinden bir zafer kazanmış gibi hissetti. Onları yine ikna etmişti.

Övgü ve Gerçek

Günler geçtikçe geminin durumu daha da kötüleşti. Artık ahşaplar gıcırdıyor, su seviyesini aşmak için tayfa sürekli kovalarla suyu dışarı dökmek zorunda kalıyordu.

Ama bir mucize oldu. Bir limana ulaştılar!

Bu limanda Mirza Bey’in eski rakiplerinden biri vardı: Sadık Reis.

Tayfa, limana varır varmaz hemen tamir için yardım almak istese de, Mirza Bey onları durdurdu. Liman halkına seslendi:

“Bakın! Bizi eleştirenler bile şimdi hatamızı kabul etti! Demek ki biz doğru yoldaymışız!”

Sadık Reis, Mirza Bey’in bu sözlerine güldü ve ona seslendi:

“Mirza Bey, bu gemi su alıyor. Eğer bir kaptan gerçekten iyiyse, gemisini suyun üstünde tutmaz, onu sağlam yapar.”

Mirza Bey bir an duraksadı. İçinde bir öfke yükseldi ama bunu göstermek istemedi. Kendi sesini daha da yükseltti:

“Görüyorsunuz değil mi? Onlar bizim batmamızı istiyor! Ama Zafer asla batmayacak!”

Tayfa, bu sözleri duyunca yine sessiz kaldı. Ama içlerinde ilk defa bir şüphe büyümeye başlamıştı.

 Suyun Altı ve Üstü

Limanın rüzgârı kesilmiş, deniz sakinleşmişti. Gece olunca, Kerem ve birkaç tayfa gizlice gemiden inerek liman halkıyla konuştu. Limandaki eski denizciler, onlara acı gerçeği söyledi:

“Geminiz artık fazla dayanamaz. Eğer tamir edilmezse, bir sonraki fırtınada suyun altında kalırsınız.”

Kerem, gemiye döndüğünde Mirza Bey’in hala güverteye dikildiğini gördü. Yanına yaklaştı ve bir kez daha cesaretle konuştu:

“Kaptan, gemi gerçekten su alıyor. Eğer onu tamir ettirmezsek, hepimiz batacağız.”

Mirza Bey, bir süre sessiz kaldı. Ama sonra yine bildiği oyunu oynadı. Derin bir nefes aldı, gözlerini kısıp karanlık denize baktı ve ağır ağır konuştu:

“Kerem, sen ve senin gibiler, zaferden korkanlardansınız. Gemimizi tamir ettirmek istemen, aslında bizim batmamızı istemenizdir. Çünkü benim gibi biri her zaman suyun üstünde kalır. Ve bunu çekemeyenler, hep bir bahane bulur.”

Kerem artık dayanamıyordu. Yeterdi! Bağırarak cevap verdi:

“Kaptan! Denizin altı ve üstü var! Sen sadece üstte kalmayı biliyorsun. Ama biz batarsak, sen de bizimle gidersin! Gemiyi kurtarmak istemiyorsan, en azından bizim hayatımızı düşün!”

Bu sözler, Mirza Bey’in ilk kez gerçekten yüzünü sertleştirdi. Ama geri adım atmadı. Sadece başını çevirdi ve usulca şöyle dedi:

“Eğer gemimden memnun değilsen, inebilirsin Kerem. Yoluna bak.”

Kerem ve birkaç tayfa, çaresizce gemiyi terk etti. Kalanlar, Mirza Bey’e boyun eğdi. Çünkü onlar, denizin üstünde kalmaya inanmaya devam ediyordu.

Suyun Altında

Gemi tekrar denize açıldı. Ama çok geçmeden büyük bir fırtına patladı. Dalga, Zafer’in gövdesine çarptıkça çürük tahtalar çatırdadı, su içeri doldu. Tayfa, suyu boşaltmaya çalıştı ama gemi artık eskisi gibi suyun üstünde kalamıyordu.

Mirza Bey, dümen başında dimdik durdu. Ama ilk kez gözlerinde bir korku belirdi. Çünkü artık bildiği tüm sözler işe yaramıyordu.

Ve o gece, Zafer, denizin dibini gördü.

Ama Mirza Bey, batarken bile son sözünü söyledi:

“Bu bir ihanet! Eğer bana inansalardı, bu olmazdı!”

Ancak deniz, bu sözleri duymadı. Çünkü suyun üstünde kalmak isteyenler, suyun altındakileri asla duymazdı.

Erol Kekeç/03.03.2025/Sancaktepe/İST

1 Mart 2025 Cumartesi

Ramazan Ayı Adalet ve Malın İmtihanı

 


Ramazan ayı, yalnızca oruç tutma ayı değil; aynı zamanda merhametin, yardımlaşmanın ve adaletin hatırlandığı bir arınma dönemidir. Ancak bugünün dünyasında, özellikle de bizim toplumumuzda, bu kutsal ayın ruhuna ne kadar uygun yaşandığı büyük bir soru işaretidir. Zira Ramazan, sadece mideyi aç bırakmak değil; zulme karşı direnmeyi, mazlumun yanında olmayı, malın, servetin, zenginliğin Allah yolunda nasıl kullanılacağını sorgulamayı da emreder.

Ne yazık ki günümüzde, dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de adaletsizlik derinleşmekte, zengin ile fakir arasındaki uçurum her geçen gün büyümektedir. Ülkemizde 14 zengin, 45 milyon insanın toplam servetine sahipken, milyonlarca insan yoksulluk sınırının altında yaşam mücadelesi vermektedir. Bu, sadece ekonomik bir eşitsizlik değil, aynı zamanda büyük bir ahlaki çöküşün göstergesidir. Kur'an-ı Kerim, böylesi bir adaletsizliğe karşı Müslümanları açık bir şekilde uyarmakta ve malın nasıl bir imtihan aracı olduğunu vurgulamaktadır.

ALTIN VE GÜMÜŞÜ BİRİKTİRENİ BEKLEYEN TEHLİKE

Kur’an-ı Kerim’de, serveti biriktirip Allah yolunda harcamayanların başına gelecek olan azap hakkında şöyle buyrulmaktadır:

"Ey iman edenler! Şüphesiz, hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yere yer ve (insanları) Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda harcamayanları acıklı bir azap ile müjdele!"

(Tevbe Suresi, 34. Ayet)

"O gün (altın ve gümüş) cehennem ateşinde kızdırılıp onunla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacak (ve onlara): 'İşte bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir. Artık yığmakta olduğunuzu tadın!' (denilecektir)."

(Tevbe Suresi, 35. Ayet)

Bu ayetler, servet biriktirip paylaşmayanların ahirette nasıl bir azap ile karşılaşacağını açıkça bildirmektedir. Zira mal, mülk, servet; paylaşılmadığı, mazlumların yüzünü güldürmediği sürece insana bir fayda sağlamaz. Bilakis, kişinin cehennemde en ağır şekilde azap görmesine sebep olur.

GÜNÜMÜZDE ADALETSİZLİK VE ZULÜM

Bugün, fakirlerin Ramazan ayında bile bir lokma ekmeğe muhtaç olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Oysa bir yanda milyonlarca liralık iftar sofraları kuruluyor, diğer yanda açlıktan bayılan çocuklar var. Lüks içinde yaşayanlar, Ramazan’ın ruhunu eğlenceye çevirirken, garibanlar iftar yapacak bir parça ekmek bulmakta zorlanıyor.

Bu durumu İslam nasıl değerlendiriyor? Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor:

“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” (Hadis-i Şerif, Müslim, İman, 134)

Bugün milyonlarca Müslüman, yoksulluğun pençesinde kıvranırken, bir avuç insanın servet içinde yüzmesi İslam’ın hangi değerleriyle bağdaşır? Müslüman toplumları saran zulmün ve ilahi gazabın en büyük sebeplerinden biri, adaletin çiğnenmesi ve fakirlerin aç bırakılmasıdır. Oysa Allah, adaletin tesis edilmediği, mazlumların gözetilmediği bir toplumda rahmetini değil, azabını hakim kılar.

MÜSLÜMANLAR İÇİN BİR UYARI

Ey Müslümanlar! Eğer bizler bu adaletsiz düzene karşı susar, mazlumun feryadına kulaklarımızı tıkarsak, zulmü normalleştirmiş ve onun bir parçası olmuş oluruz. Unutmayın ki, sessiz kalmak da zulme ortak olmaktır! Rabbimiz buyuruyor ki:

"Zulmedenlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur! Sizin Allah’tan başka dostunuz yoktur, sonra size yardım da edilmez."

(Hud Suresi, 113. Ayet)

Bu ayet, zalim düzenlere karşı sessiz kalmanın da büyük bir vebal olduğunu açıkça bildirmektedir. Eğer biz Ramazan ayında bile açların feryadına kulaklarımızı tıkıyorsak, vicdanlarımızı kör etmişiz demektir.

ÇÖZÜM VE ÇIKIŞ YOLU

  1. Sadaka ve İnfak Bilinci: Malımızı Allah yolunda harcamalı, fakirlerin yüzünü güldürmeliyiz. Çünkü servetin bereketi, paylaşmaktan geçer.

  2. Zalime Karşı Direniş: Zenginlik, bir zulüm aracı haline gelmişse, ona karşı durmak bir farzdır. Müslüman, hakkı söylemekten korkmamalıdır.

  3. İslami Ekonomi Modeli: Faiz ve sömürü düzenine karşı, İslam’ın adaletli ekonomik sistemini savunmalıyız.

  4. Toplumsal Dayanışma: Fakirlere sahip çıkmak, zekâtı hakkıyla vermek, paylaşımcı bir toplum oluşturmak zorundayız.

Unutmayalım ki, Allah’ın gazabı adaletsizliği yaygınlaştıranların, mazlumların feryadına kulaklarını tıkayanların ve serveti yalnızca kendi çıkarları için biriktirenlerin üzerine olacaktır. Ramazan, bir dönüşüm ayıdır. Şimdi hakikatin yanında durma, adaleti savunma ve mazlumun elinden tutma zamanıdır!

Bahadır Hataylı/01.03.2025/Sancaktepe/İST


İhanetin Gölgesinde Direnişin Eşiğinde-Bir Milletin Vazifesi

Bir milletin varlığı, yalnızca sınırlarla çizilmiş toprak parçalarından ibaret değildir. Asıl vatan, insanın ruhunda yaşar; onun karakterinde, iradesinde, vicdanında kök salar. Ne var ki tarih boyunca nice milletler, düşmanlarının kılıçlarından önce, kendi içlerinden gelen ihanetin zehriyle çökmüştür. En büyük tehlike, her zaman dışarıdan gelen saldırılar değildir; bazen en yıkıcı darbeler, içeriden, gafletin, dalaletin ve hatta hıyanetin pençesinde kıvrananlardan gelir.

Bugün de bu gerçek, bütün çıplaklığıyla karşımızda durmaktadır. Milletin iradesini ve geleceğini koruma vazifesi, sadece cephede savaşanların değil, aynı zamanda kalemiyle, sözüyle, duruşuyla hakikatin yanında duran herkesin sorumluluğudur. Bir millet, düşmanın değil, ona kapılarını açanların, onunla işbirliği yapanların ihanetine karşı koyamazsa yok olmaya mahkûmdur. İşte bu yüzden, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de belirttiği gibi, asli görevimiz, vatanımızı yalnızca dış tehditlerden değil, içeride müstevlilerin (istilacıların) emelleriyle kendi menfaatlerini birleştirenlerden de korumaktır.

Gaflet, Dalalet ve Hıyanet-İçimizdeki Tehdit

Gaflet, dalalet ve hıyanet… Üç kelime ama bir milletin çöküşünü anlatmaya yeten üç büyük tehlike.

Gaflet: Kendi gerçeğini görememek, düşmanın planlarını fark edememek, olan biteni umursamamak… En tehlikeli düşman, farkında olunmayan düşmandır. Bir toplum, içinde bulunduğu durumun ciddiyetini kavrayamazsa, kendisini bekleyen felaketi de önleyemez. Bugün insanlarımız, günlük telaşların, tüketim çılgınlığının, bireysel hırsların girdabında boğulurken, asıl büyük meseleleri göremiyorlar.

Dalalet: Yanlış yolda ısrar etmek, hakikati bildiği hâlde göz ardı etmek… Çoğu zaman gaflet içindeki insanlar, dalalet içinde olanlar tarafından yönlendirilir. Bir milletin başındaki yöneticiler, eğer kendi çıkarlarını milletin menfaatlerinden önde tutuyorsa, halkı yanlış yönlendiriyorsa, bu toplumun geleceği karanlıktır.

Hıyanet: En büyük felaket, en sinsi düşman… Bile bile, isteyerek, düşmanın safına geçenler, vatanını kendi menfaatleri için pazarlık konusu yapanlar… Tarih boyunca her milletin en büyük kayıpları, dışarıdan gelen saldırılardan değil, içerideki hainlerin ihanetiyle olmuştur. Bugün de milletimizi zayıflatmaya çalışanlar, yabancı güçlerle işbirliği yapanlar, kendi halkını yoksulluğa mahkûm ederken kendilerine servetler biriktirenler, tam da bu ihanetin içindedir.

Müstevliler ve Onların İşbirlikçileri-Geçmişten Günümüze Bir Oyun

Bir ülkeyi işgal etmenin, onu sömürgeleştirmenin tek yolu, askerî güç kullanmak değildir. Bugün modern dünyada milletler artık tanklarla, toplarla işgal edilmiyor. Bunun yerine medya, ekonomi, kültür ve siyaset üzerinden kontrol ediliyorlar.

Büyük güçler, bir ülkeyi ele geçirmek istediklerinde önce oradaki yönetimi etkilerler. İçeriden birilerini satın alarak, onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak o ülkeyi ele geçirirler. Kimi zaman ekonomik bağımlılık yaratılır, kimi zaman medya yoluyla halkın algıları yönlendirilir, kimi zaman eğitim sistemine müdahale edilerek nesiller bilinçsiz bırakılır.

Bugün yaşadığımız dünya düzenine baktığımızda, birçok ülkenin bağımsızlığı kâğıt üzerinde varlığını sürdürse de, gerçekte küresel güçlerin kontrolü altına girdiğini görebiliriz. Ekonomik sistemler, ticaret anlaşmaları, askeri paktlar, medya kontrolü… Tüm bunlar, milletlerin kendi kaderlerini tayin etme yetilerini ellerinden almak için kullanılan araçlardır.

Bu oyun yüzyıllardır oynanıyor ve bugün bizim coğrafyamız da bu oyunun tam merkezinde yer alıyor. Ancak daha acı olan, bu oyuna bilerek ya da bilmeyerek hizmet eden, milletin içinde yer alan gafiller ve hainlerdir.

Vatanı Korumak-Sadece Cephede mi Olur?

Bir milletin savunması yalnızca savaş meydanlarında, cephelerde olmaz. Bugün vatanı korumanın en önemli yollarından biri, onun ruhunu, kimliğini, değerlerini korumaktır.

Eğitim cephesinde mücadele vermek zorundayız. Bilinçli, sorgulayan, düşünen nesiller yetiştirmeliyiz. Bilgisiz, tarihini bilmeyen, dünyayı anlayamayan gençler, bir milletin en zayıf halkasıdır. Onları yozlaştıran bir eğitim sistemi, aslında o ülkenin en büyük düşmanıdır.

Ekonomik bağımsızlık olmadan siyasi bağımsızlık mümkün değildir. Bugün yerli üretimi bitiren, ülkenin kaynaklarını yabancı sermayeye peşkeş çekenler, nereye konmalıdır. Bir milletin ekonomisini başkalarının eline bırakırsanız, onun geleceğini de teslim etmiş olursunuz.

Medyaya hâkim olmayan bir millet, kendi kaderini yazamaz. Dışarıdan beslenen medya organları, halkın algısını yönlendirmek, onu uyutmak, asıl meselelerden uzaklaştırmak için kullanılır. Gerçek gazetecilik, halkı uyandırmak için vardır. Ama bugün birçok medya kuruluşu, halkı uyutmak, yönlendirmek için çalışmaktadır.

Kültürel yozlaşmaya karşı direnmeliyiz. Bir milleti en hızlı çökerten şey, onun kültürel değerlerini kaybetmesidir. Eğer bir milletin dili bozulursa, ahlakı yozlaşırsa, gelenekleri unutulursa, ona artık yabancı bir kimlik giydirilmiş demektir. Bugün, özellikle gençlerimizin maruz kaldığı kültürel saldırılar, onların milli kimliklerini kaybetmelerine neden olmaktadır.

Bu Toprakları Hak Etmek İçin Ne Yapmalı?

Atalarımız bu toprakları bize miras bırakmadı, emanet etti. Eğer bu emanete sahip çıkmazsak, eğer mücadele etmezsek, elimizden kayıp gider.

Öncelikle uyanmalıyız. Gaflet içinde uyuyan bir millet, kolayca yönetilir, yönlendirilir. Okumalı, araştırmalı, sorgulamalıyız.

Kendi tarihimize ve kimliğimize sahip çıkmalıyız. Başkalarının tarihini ezberlemek yerine, kendi tarihimizin bilincinde olmalıyız. Nereden geldiğimizi bilmezsek, nereye gittiğimizi de bilemeyiz.

Dayanışmayı artırmalıyız. Bireyselleşen, birbirinden kopan toplumlar kolayca bölünür ve yönetilir. Güçlü bir millet, birbirine kenetlenmiş bireylerden oluşur.

Hak ve adalet mücadelesinden asla vazgeçmemeliyiz. Adaletin olmadığı yerde huzur olmaz, adaletin olmadığı yerde güven olmaz. Bir millet, adaleti tesis edemezse, kendi içinde çürümeye başlar.

Sonuç olarak, vatanı korumak sadece dış düşmanlara karşı savaşmak değildir. Asıl mücadele, içerideki gaflet, dalalet ve hıyanetle yapılmalıdır. Bize düşen görev, Atatürk’ün de dediği gibi, müstevlilerin emelleri ile kendi çıkarlarını birleştirenlere karşı mücadele etmek, bu vatanı onlardan korumaktır. Çünkü vatan, yalnızca toprak değil; aynı zamanda bir ruhtur, bir inançtır, bir ülküdür. Ve bu ülküyü savunmak, bizim en büyük vazifemizdir.

Bahadır Hataylı/28.02.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!