Bu Blogda Ara

12 Eylül 2025 Cuma

Sadakatin Fırtınaları

 

Bir toplumda hiyerarşik yönetim sisteminin tüm hücreleri güce sadakat üzerine kurulmuşsa, öyle bir ortamda hiç kimsenin hayatı güvende olmaz. Çünkü sadakatin ölçüsünün kriteri, her rüzgârın esiş yönüne göre yeniden biçimlenir. Bir fırtınanın sizi ne zaman nerede kuşatacağını asla kestiremezsiniz. Bir bakarsınız güneşli, çok sıcak bir günde ansızın bulunduğunuz ortam anlık bir fırtınayla sizi savurabilir.

Bu açıklamamın içinde aslında bütün bir toplumsal trajedinin özeti vardır. Güce dayalı sadakat, güveni yok eden bir dinamiktir. İnsan, yaşamını öngörülebilirlik üzerine kurmak ister. Bir çocuk annesinin sevgisine, bir işçi emeğinin karşılığına, bir yurttaş yasaların adaletine güvenmek ister. Bu güven kaybolduğunda, insan ruhu köksüz bir ağaca dönüşür. Rüzgâr hangi yönden eserse, kökleri olmayan ağaç oraya sürüklenir. Sadakatin rüzgârları da işte böyledir: Ne zaman hangi yönden eseceği belli olmaz, ama her seferinde ardında yıkım bırakır.

1. Sadakat, Erdem mi, Tehdit mi?

Sadakat, ilk bakışta yüksek bir değer gibi görünür. Bir dosta sadakat, ideallere bağlılık, bir sevdaya sadakat… Bunlar insanı yücelten, hayatı anlamlı kılan bağlılıklardır. Ancak sadakatin değeri, kime ya da neye yöneldiğiyle belirlenir. Hakikate sadakat erdemdir; güce sadakat ise tehlike. Çünkü güç kendi doğası gereği değişkendir. Güce sadık olan, hakikati unutur; hakikati unutan da en sonunda kendine bile yabancılaşır.

Güce sadakat üzerine kurulu toplumlarda insanlar, kendi vicdanlarının sesini susturur. Onların yerine güçlü olanın sesini duyar ve tekrar ederler. Böylece yavaş yavaş düşünce donuklaşır, sorgulama körelir, yaratıcılık biter. Bir kişinin ya da bir grubun keyfine göre yön değiştirilen sadakat, aslında sürekli bir korku rejimidir. İnsanlar övgüde yarışır, çünkü övgü güven sağlar. Ama bu güven, ince buz tabakası üzerinde yürümeye benzer. Bir adım sonra kırılabilir.

2. Tarihten Gelen Rüzgârlar

Sadakatin güce bağlı olduğu düzenler yalnızca modern çağın sorunu değildir. Tarih, bu fırtınaların izleriyle doludur. Roma İmparatorluğu’nda imparatora sadakat yeminleri, sadakatsizlikle suçlanan senatörlerin kılıçtan geçirilmesiyle sonuçlanırdı. Osmanlı sarayında bir vezirin ömrü, padişahın güvenini ne kadar sürdürebildiğine bağlıydı; sabah övgüyle yükseltilen vezir, akşam idam fermanıyla boğdurulabilirdi.

Modern tarihte de benzer tablolar vardır. 20. yüzyılın totaliter rejimleri, güce sadakati en yüksek erdem gibi sundu. Stalin döneminde bir gün kahraman ilan edilen bir komutan, ertesi gün hain ilan edilip yok edilebilirdi. Sadakatin ölçüsü hakikat değil, gücün keyfiydi. Nazi Almanya'sında da benzer bir durum vardı: Führer’in sözleri mutlak ölçüydü. Ona sadakat göstermeyen en yakın yol arkadaşları bile bir gecede “düşman” ilan edilebilirdi.

Tarih bize şunu gösteriyor: Güce sadakatin hüküm sürdüğü hiçbir toplum uzun vadede ayakta kalamamıştır. Çünkü hakikatin yerine korkuyu koyan düzenler, eninde sonunda kendi çelişkileriyle çöker.

3. Psikolojinin Kırılgan Aynası

Bireyin iç dünyasına baktığımızda, güce sadakatin yarattığı yıkım çok daha derindir. İnsan doğası, aidiyet arar. Bir yere ait olmak, bir toplulukla güven ilişkisi kurmak, insanın varoluşsal ihtiyacıdır. Ancak sadakatin ölçüsü güç olduğunda, bireyin ruhu sürekli bir tedirginlik içinde yaşar.

Kendinizi düşünün: Güce sadık görünmek zorundasınız. Çünkü sadık görünmediğinizde hayatınız, işiniz, hatta sevdikleriniz tehlikeye girebilir. Ama aynı zamanda biliyorsunuz ki sadakatin ölçüsü kalıcı değildir. Bugün gösterdiğiniz bağlılık yarın yetersiz bulunabilir. Böylece siz, sürekli rol yapmak zorunda kalırsınız. Bir maske takarsınız, sonra o maskeyi bir başkasıyla değiştirirsiniz. En sonunda yüzünüzü unutur, kim olduğunuzu hatırlamaz hale gelirsiniz.

Bu ruhsal yabancılaşma, bireyi çifte yaşamaya zorlar. Dışarıda sürekli öven, boyun eğen, biat eden bir yüz; içeride ise susmuş, korkuya hapsedilmiş, nefes alamayan bir iç ses. Böyle bir yaşamda özgürlük hissi kaybolur, insan kendine bile yabancı olur.

4. Sadakat ve Etik, Hakikate Bağlılık

Asıl mesele şudur: Sadakat kime ya da neye yönelmelidir? Hakikat mi, yoksa güç mü?

Erdemli bir toplumun temelinde hakikate sadakat vardır. Hakikat, güçlü olanın çıkarına göre değişmez. Güneş her sabah doğar; bu, kimin iktidarda olduğuna göre değişmez. Adaletin ölçüsü de böyledir; hakkın hakkı teslim edilmelidir. Ama güce sadakat üzerine kurulu düzenlerde bu ölçü bozulur. Dün suç olan bugün meşru kılınır; dün meşru olan bugün hainlik sayılır.

Etik felsefe bize şunu söyler: Sadakat, ancak hakikate yöneldiğinde erdemdir. Kant’ın ifadesiyle, ahlaklı eylemin ölçüsü dışarıdan gelen buyruklar değil, vicdanın evrensel yasasıdır. Güce sadakat, ahlakı öldürür; çünkü insanı, evrensel yasadan koparıp keyfiyete mahkûm eder.

5. Toplumsal Güvenin Çöküşü

Bir toplumda herkes güce sadakat gösteriyorsa, toplumsal güven dokusu çözülmeye başlar. Çünkü kimse kimseye içtenlikle güvenmez. Dostluk, kardeşlik, komşuluk bile şüpheyle yoğrulur. Bugün size tebessüm eden, yarın gücün işaretine göre sizi ihbar edebilir.

Bu, toplumu görünmez bir hapishaneye çevirir. İnsanlar zincirlerle değil, birbirlerine duydukları güvensizlikle prangalanır. Bu güvensizlik, toplumu sessizleştirir. Herkes konuşmaktan korkar, çünkü sözün bedeli ağır olabilir. Böylece hakikat unutulur, yalan sıradanlaşır. Ve toplum, yalan üzerine inşa edilmiş kırılgan bir yapıya dönüşür.

6. Fırtınaların Ardında, Umut ve Hakikat

Bütün bu karanlık tabloya rağmen, insanlık tarihinin bize verdiği bir umut da vardır: Güce dayalı sadakat hiçbir zaman sonsuza kadar sürmemiştir. Roma çökmüştür, totaliter rejimler yıkılmıştır, korku imparatorlukları eninde sonunda dağılmıştır. Çünkü hakikat, eninde sonunda kendini hatırlatır.

Fırtınalar geçici, güneş kalıcıdır. Güce sadakatin yarattığı yıkımlar, insan ruhunda büyük yaralar bıraksa da, hakikate sadakat er ya da geç yeniden filizlenir. İnsan vicdanı, her türlü baskıya rağmen hakikati aramaktan vazgeçmez. Bu yüzden geleceğin toplumunu kurarken, güce değil, hakikate sadakati temel almak zorundayız.

Hakikate Sadakatin İnşası

Eğer bir toplum güce sadakat üzerine kurulmuşsa, o toplumun geleceği sürekli fırtınalara teslimdir. Hiç kimsenin hayatı güvende değildir; çünkü sadakatin ölçüsü keyfiyettir, rüzgâr gibidir. Ancak hakikate sadakat üzerine kurulan bir düzen, insanlara güven ve huzur sağlar.

Hakikate sadakat, adaletin temeli, özgürlüğün güvencesi, insan onurunun koruyucusudur. Güç değişir, ama hakikat kalır. İşte bu yüzden asıl erdem, güce değil, hakikate sadık kalmaktır.

Erol Kekeç/11.09.2025/Sancaktepe/İST

5 Eylül 2025 Cuma

Narkozlu Kayıp

  


Sözün Metaforu ve Günümüzle Bağlantısı

Bir söz vardır, Merhum Erbakan Hocanın söylediği: “Solcu hükümet ameliyata narkozsuz alır, bağırta çağırta keser ama ne kaybettiğini bilirsin. Sağcı hükümet ise din, kitap, Allah diyerek seni uyutur, narkozlar ve sen uyandığında bakmışsın her şeyini kaybetmişsin.” Bu söz, sadece bir siyasi eleştiri değil; toplumsal hafızaya kazınmış bir hakikatin ifadesidir. Çünkü tarih, açık acının da, gizlenmiş kaybın da örnekleriyle doludur. Biri seni acıtır ama fark ettirir; diğeri seni okşar, uyutur ve sonunda gözünü açtığında seni soyulmuş, yoksullaşmış, sessiz bir mahkûm haline getirir.

Bugün ülkemizin haline baktığımızda, bu sözün ne kadar yerinde olduğunu görmek mümkün. Ekonomiden adalete, eğitimden toplumsal değerlere kadar her alanda yaşadığımız kayıplar, narkozlu bir ameliyatın izlerini taşıyor. İnsanlarımız acıyı hissetmedi, çünkü din, iman, vatan, bayrak söylemleriyle uyutuldu. Ama şimdi uyandığında, mutfaktaki tencere kaynamıyor, çocuk işsiz, genç umutsuz, yaşlı çaresiz…

Narkozsuz Ameliyat Açık Acı ve Bilinçli Kayıp

Sol hükümetler genelde açık politikalar izler. Halkın karşısına doğrudan çıkar, vergisini koyar, zammını yapar, kararını açıklar. Bu karar bazen adaletsiz olabilir, halkı incitebilir; ama herkes ne olduğunu bilir. Acı çekilir ama bilinç açıktır. Bu yüzden halk, kaybının farkında olur ve ona göre tavır alabilir. Bu, “narkozsuz ameliyat” gibidir. Ağrı dayanılmaz olabilir ama insan neresinin kesildiğini, neyin elinden alındığını bilir.

Narkozlu Ameliyat Gizli Kaybın Tehlikesi

Sağ hükümetler ise toplumun en hassas değerlerini kullanarak hareket eder: din, iman, Allah, bayrak, millet… Bu söylemlerle halkın güvenini kazanır, vicdanını okşar. Sonra narkozu verir; yani acıyı hissettirmez. İnsan, kendini güvenli ellerde sanır. Fakat bu narkozun etkisi geçtiğinde, halk gözünü açar ve bütün organlarının sökülmüş olduğunu fark eder. İşte asıl trajedi buradadır: Gizli kayıp, fark edilmediği için telafisi imkânsız hale gelir.

Bugün yaşadığımız ekonomik çöküş, adaletin çürümesi, liyakatin yok edilmesi, toplumun yozlaştırılması hep bu narkozun sonucudur.

Ekonomi Üzerinden Örnekler

Bir milletin en temel gücü, sofrasındaki ekmektir. İnsan karnını doyuramıyorsa, o toplumda huzur da olmaz, adalet de. Bugün market raflarında fiyatlar her gün değişiyor. Bir hafta önce aldığı ürünü bir hafta sonra alamayan vatandaş, maaşını cüzdanına koymadan eriyip gittiğini görüyor.

Ama işin garip tarafı şu: Bu ekonomik yıkım, dini söylemlerle perde edildi. “Faiz haramdır” diyerek faiz artırmamak için direnenler, sonunda faizi tarihin en yüksek seviyelerine çıkardı. “İsraf haramdır” denirken, saraylarda yüzlerce odalı binalar inşa edildi. Halk, “sabır imandandır” diyerek teselli edildi. Sonuçta sofradaki ekmek küçüldü, maaş eridi, pazar filesi boşaldı. Ama insanlar ne olduğunu fark edene kadar çoktan yoksullaşmıştı.

Adalet Üzerinden Örnekler

Bir devletin temeli adalettir. Adalet çökerse, toplum çürür. Bugün Türkiye’de en büyük yara, adaletin kaybıdır.

Halk, “adalet Allah’ındır” denilerek susturuldu. İnsanlar mahkemelerde hakkını arayamaz oldu. Bir davanın sonucu, delillerden değil, siyasi iradeden çıkmaya başladı. Hukuk, bir grubun sopası haline geldi. Halk ise bunu görse bile, “büyüklerimiz bilir, Allah adaletlidir” denilerek uyutuldu.

Ve insanlar gözünü açtığında, artık hukuka güvenin tamamen yok olduğunu, hak aramanın imkânsız hale geldiğini fark etti. İşte narkozun en ağır etkisi budur.

Eğitim ve Gelecek Üzerinden Örnekler

Eğitim, bir ülkenin geleceğini belirler. Gençler iyi bir eğitim alamıyorsa, o ülkenin geleceği yoktur. Bugün Türkiye’de eğitim, sürekli değişen sistemlerle oynandı, niteliksizleştirildi. İmam hatipler çoğaltıldı, dini kurslar artırıldı. Gençler, modern bilimin ışığından koparıldı. Aileler, çocuklarının geleceği için özel derslere, dershanelere, sınavlara sürüklendi.

Ama aynı zamanda halka “dindar nesil yetiştiriyoruz” denildi. İnsanlar dini değerlerle avutulurken, gençler işsizliğe, umutsuzluğa mahkûm edildi. Üniversite mezunu gençler kahvehanelerde oturuyor, diplomalı işsizler ordusu büyüyor. Narkozlu toplum, çocuklarının geleceğini kaybettiğini ancak yıllar sonra fark etti.

Toplumsal Ahlak ve Değerlerin Kullanılması

Bir başka narkoz yöntemi de ahlak söylemi oldu. “Ahlaklı toplum, maneviyatlı gençlik” denildi. Fakat bu söylemlerin gölgesinde yolsuzluklar büyüdü, rüşvet normalleşti, torpil kurumsallaştı. İnsanlar, “helal-haram” kavramlarını dillerinden düşürmedi ama hayatın pratiğinde haramlar kutsallaştırıldı.

Bugün topluma bakıyoruz: İnsanlar birbirine güvenmiyor, sahte dostluklar, sahte işler, sahte sözler her yere yayılmış. Maneviyatla uyuşturulan toplum, aslında en büyük manevi değerlerini kaybetmiş durumda.

Tarihsel Deneyimler ve Karşılaştırmalar

Türkiye’nin siyasi tarihinde bu sözün doğrulandığı birçok dönem vardır. 1980 öncesinde sol hükümetlerin yanlışları, ekonomik krizleri vardı ama halk ne kaybettiğini bilirdi. 2000’lerden sonra ise sağcı hükümetler dini söylemlerle toplumu uyuttu. “Faiz düşecek, ekonomi uçacak, dış güçler kıskanıyor” denildi. Halk inandı, güvendi. Ama uyandığında gördü ki, ne ekonomi uçmuş, ne de refah gelmiş. Tam tersine, işsizlik artmış, borçlar büyümüş, ülkenin itibarı zedelenmiş.

Bugünkü Tablo Uyanışa Giden Yol

Şimdi ülke öyle bir noktada ki, insanlar narkozdan uyanmaya başladı. Pazar filesi boş, kiralar ödenemez, maaşlar yetmez durumda. Gençler “umut” kelimesini yitirdi. İnsanlar adalet arıyor ama bulamıyor. Devlet dairelerinde iş görmek için torpil arayan, liyakatin öldüğünü gören milyonlarca insan var. İşte narkozdan uyanış böyle bir tabloyla yüzleşmek demek.

Ama işin ironisi şu: İnsanlar hâlâ narkozun etkisi altında olduğunu kabul etmek istemiyor. Hâlâ umut ediyor, hâlâ “bir şeyler düzelecek” diyor. Oysa gerçek düzelme, kaybın farkına varmakla başlar.

Gerçek Acı mı, Gizli Kayıp mı?

Sözün özü şudur: Açık acı, gizli kayıptan daha iyidir. Çünkü açık acı, farkındalık getirir. Gizli kayıp ise fark edilmediği için bütün geleceği tüketir. Bugün Türkiye’nin en büyük sorunu, narkoz etkisinde yaşadığı kayıpları fark edememesi oldu. İnsanlar gözünü açtığında çok şeyini kaybetti: Ekmeğini, adaletini, umudunu, ahlakını, güvenini…

Asıl mesele şimdi şudur: Bu kaybı kabul edip yeni bir uyanış başlatabilecek miyiz? Yoksa narkozun uyuşturucu rahatlığında uyumaya devam mı edeceğiz?

Bir milletin kaderini belirleyen en kritik soru budur. Çünkü narkozun etkisiyle kaybedilen sadece bir organ değil; bütün bir gelecektir.

Bahadır Hataylı/11.08.2025/Sancaktepe/İST

4 Eylül 2025 Perşembe

Sazlıkların İçinde Doğan İnsan

İnsan, hangi şartlarda dünyaya gözlerini açarsa açsın, aslında kendi varlığının en saf hakikatine dair bir yolculuğa davetlidir. Kimimiz geniş vadilerde doğar, kimimiz dar sokaklarda. Kimimiz etrafımızı güllerle, kimimiz dikenlerle sarılı buluruz. Fakat her doğum, insanın kaderine ve kimliğine kazınmış bir metafor taşır.

Sazlıkların, dikenli çalılıkların, yılanların, çakalların, tilkilerin ve sivrisineklerin ortasında doğan bir çocuk… Bu yalnızca biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda felsefi bir hakikattir. Çünkü insan, varoluşunun en başında “zor” olanla tanışırsa, o zorluk onun kaderini şekillendiren ilk öğretmen olur. Çevresinde hayvanların çeşitliliğiyle büyüyen, doğanın çıplak düzeniyle tanışan biri için yaşam, baştan itibaren bir mücadele ve uyanış sahnesi hâline gelir.

Felsefenin en temel sorusu olan “Ben kimim?” sorusu işte bu doğum sahnesinde, daha çocuklukta yankılanmaya başlar. İnsan kendini çevresine göre tanımlar. Sazlıkların daraltıcı sınırları arasında doğan çocuk, özgürlüğün kıymetini daha erken anlar. Çakalların ve tilkilerin kurnazlığıyla yüz yüze gelen bir ruh, toplumsal yaşamda hileleri daha iyi sezer. Sivrisineklerin bitmeyen ısrarıyla mücadele eden biri, hayatın küçük ama sürekli dertlerine karşı direnç kazanır.

Toplumsal açıdan bu tablo, aslında bir toplumun insanı nasıl şekillendirdiğinin göstergesidir. İnsan, toplumsal koşulların içine doğar. Eğer bir toplum yozlaşmışsa, birey bu yozlukla mücadele ederek ya güçlenir ya da teslim olur. Eğer bir toplumda erdemler hakimse, birey o erdemlerle büyüyerek daha kolay olgunlaşır. Burada önemli olan, bireyin çevresini nasıl okuyacağı ve o çevreye karşı nasıl bir duruş geliştireceğidir.

Bir sazlığın içinde doğan insan, özgürlüğün değerini yalnızca kuşları seyrederek değil, aynı zamanda ayaklarına dolanan dikenlerden kurtulmaya çalışarak öğrenir. Bu durum, özgürlüğün yalnızca “var” olmasından değil, onu “kazanma” çabasından doğduğunu gösterir. İşte tam da bu yüzden, böyle bir doğumun tanığı olan insan, ileride toplumsal yaşamda karşılaştığı tüm baskıları ve engelleri aşmak için daha kararlı olur.

Düşünürlerin dediği gibi, “İnsanı insan yapan, karşılaştığı engellerdir.” Eğer engel yoksa insanın gelişimi de durur. Sazlıklar, dikenler, tilkiler ve çakallar aslında insanın yolculuğunun metaforlarıdır. Her biri ayrı bir toplumsal gerçeği simgeler:

  • Sazlıklar, bireyin özgürlüğünü sınırlayan geleneklerin ve alışkanlıkların sembolüdür.

  • Dikenli çalılar, toplumda acı veren fakat kaçınılmaz olan zorlukları simgeler.

  • Yılanlar, ihanetin, korkunun ve gizli düşmanlığın timsalidir.

  • Çakallar ve tilkiler, fırsatçılığın, kurnazlığın, çıkarcılığın adıdır.

  • Sivrisinekler, hayatta insanı sürekli yoran ama küçük görünen sıkıntıları temsil eder.

Böyle bir dünyada doğan insan, aslında baştan itibaren hakikate daha yakındır. Çünkü gözünü açtığında yanı başında sadece huzur değil, aynı zamanda çetin mücadeleler de vardır.

Toplumsal yaşam açısından bu tablo, bir uyarı taşır: Eğer bireylerimizi zorluklarla yoğurmazsak, onların ruhları pamuk gibi dağılır. Eğer onları her şeyin kolay olduğu bir ortamda büyütürsek, ilk rüzgârda savrulurlar. Oysa dikenlerle tanışmış, yılanlarla yüzleşmiş, çakalların kurnazlığını sezmiş bir insan, hem kendini hem toplumu koruyacak gücü içinde bulur.

Felsefi açıdan ise bu tablo, insanın varoluşsal sorumluluğunu gösterir. Biz sadece nerede doğduğumuzla değil, o doğumu nasıl yorumladığımızla da şekilleniriz. Aynı sazlığın içinde doğan iki çocuktan biri hayatı dikenlerden ibaret sanabilir, diğeri ise dikenlerin arasındaki gülün kıymetini fark edebilir. İşte insanı insan yapan, bu bakış açısıdır.

Erol Kekeç/10.08.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!