İnsan, hangi şartlarda dünyaya gözlerini açarsa açsın, aslında kendi varlığının en saf hakikatine dair bir yolculuğa davetlidir. Kimimiz geniş vadilerde doğar, kimimiz dar sokaklarda. Kimimiz etrafımızı güllerle, kimimiz dikenlerle sarılı buluruz. Fakat her doğum, insanın kaderine ve kimliğine kazınmış bir metafor taşır.
Sazlıkların, dikenli çalılıkların, yılanların, çakalların, tilkilerin ve sivrisineklerin ortasında doğan bir çocuk… Bu yalnızca biyolojik bir gerçeklik değil, aynı zamanda felsefi bir hakikattir. Çünkü insan, varoluşunun en başında “zor” olanla tanışırsa, o zorluk onun kaderini şekillendiren ilk öğretmen olur. Çevresinde hayvanların çeşitliliğiyle büyüyen, doğanın çıplak düzeniyle tanışan biri için yaşam, baştan itibaren bir mücadele ve uyanış sahnesi hâline gelir.
Felsefenin en temel sorusu olan “Ben kimim?” sorusu işte bu doğum sahnesinde, daha çocuklukta yankılanmaya başlar. İnsan kendini çevresine göre tanımlar. Sazlıkların daraltıcı sınırları arasında doğan çocuk, özgürlüğün kıymetini daha erken anlar. Çakalların ve tilkilerin kurnazlığıyla yüz yüze gelen bir ruh, toplumsal yaşamda hileleri daha iyi sezer. Sivrisineklerin bitmeyen ısrarıyla mücadele eden biri, hayatın küçük ama sürekli dertlerine karşı direnç kazanır.
Toplumsal açıdan bu tablo, aslında bir toplumun insanı nasıl şekillendirdiğinin göstergesidir. İnsan, toplumsal koşulların içine doğar. Eğer bir toplum yozlaşmışsa, birey bu yozlukla mücadele ederek ya güçlenir ya da teslim olur. Eğer bir toplumda erdemler hakimse, birey o erdemlerle büyüyerek daha kolay olgunlaşır. Burada önemli olan, bireyin çevresini nasıl okuyacağı ve o çevreye karşı nasıl bir duruş geliştireceğidir.
Bir sazlığın içinde doğan insan, özgürlüğün değerini yalnızca kuşları seyrederek değil, aynı zamanda ayaklarına dolanan dikenlerden kurtulmaya çalışarak öğrenir. Bu durum, özgürlüğün yalnızca “var” olmasından değil, onu “kazanma” çabasından doğduğunu gösterir. İşte tam da bu yüzden, böyle bir doğumun tanığı olan insan, ileride toplumsal yaşamda karşılaştığı tüm baskıları ve engelleri aşmak için daha kararlı olur.
Düşünürlerin dediği gibi, “İnsanı insan yapan, karşılaştığı engellerdir.” Eğer engel yoksa insanın gelişimi de durur. Sazlıklar, dikenler, tilkiler ve çakallar aslında insanın yolculuğunun metaforlarıdır. Her biri ayrı bir toplumsal gerçeği simgeler:
-
Sazlıklar, bireyin özgürlüğünü sınırlayan geleneklerin ve alışkanlıkların sembolüdür.
-
Dikenli çalılar, toplumda acı veren fakat kaçınılmaz olan zorlukları simgeler.
-
Yılanlar, ihanetin, korkunun ve gizli düşmanlığın timsalidir.
-
Çakallar ve tilkiler, fırsatçılığın, kurnazlığın, çıkarcılığın adıdır.
-
Sivrisinekler, hayatta insanı sürekli yoran ama küçük görünen sıkıntıları temsil eder.
Böyle bir dünyada doğan insan, aslında baştan itibaren hakikate daha yakındır. Çünkü gözünü açtığında yanı başında sadece huzur değil, aynı zamanda çetin mücadeleler de vardır.
Toplumsal yaşam açısından bu tablo, bir uyarı taşır: Eğer bireylerimizi zorluklarla yoğurmazsak, onların ruhları pamuk gibi dağılır. Eğer onları her şeyin kolay olduğu bir ortamda büyütürsek, ilk rüzgârda savrulurlar. Oysa dikenlerle tanışmış, yılanlarla yüzleşmiş, çakalların kurnazlığını sezmiş bir insan, hem kendini hem toplumu koruyacak gücü içinde bulur.
Felsefi açıdan ise bu tablo, insanın varoluşsal sorumluluğunu gösterir. Biz sadece nerede doğduğumuzla değil, o doğumu nasıl yorumladığımızla da şekilleniriz. Aynı sazlığın içinde doğan iki çocuktan biri hayatı dikenlerden ibaret sanabilir, diğeri ise dikenlerin arasındaki gülün kıymetini fark edebilir. İşte insanı insan yapan, bu bakış açısıdır.
Erol Kekeç/10.08.2025/Namazgah/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder