Bu Blogda Ara

25 Şubat 2025 Salı

Bir Dönemin Gözyaşı

Bir toplum düşünün ki nüfusunun %80’i ciddi ekonomik sıkıntılar içinde kıvranıyor. İnsanlar geçimlerini sağlamak için her türlü çabayı sarf etse de, ekonominin belirli odaklarda toplandığı, adeta halkın kaynaklarının bir avuç insanın elinde olduğu bir düzen içerisinde, emekçiler, emekliler ve dar gelirli vatandaşlar adeta ölüme terk ediliyor. Yönetim, devletin belli kurumları eliyle bu sesleri bastırmaya çalışıyor; sesini yükseltenleri güç kullanarak hapsederken, en temel haklarını dile getirenleri dahi tehdit unsuru olarak görüyor. Bu baskıcı sistemin geldiği en dip noktada, milletvekili olarak halkın temsilcisi olması gereken kişilerin, vatandaşı aşağılayan sözleriyle adeta milletle alay ettiği bir tablo çıkıyor karşımıza.

Son günlerde, iktidar partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi olan bir vekilin sarf ettiği sözler, bu çürümüş düzenin en net göstergesi olmuştur. Kendisi, emeklilere yapılan 10 bin liralık artışı küçümseyerek ve milletin zekâsına hakaret ederek, "Onlar bunun 3 bin lirasını harcayalım, kalan 7 bin lirayı tasarruf edelim diye düşünmezler; hemen gidip peynir, süt, et vs. alarak piyasayı etkiler ve enflasyonu yükseltirler." ifadelerini kullanmıştır. Bu sözler, sadece ekonomik bir değerlendirme hatası değil, halkı küçümseyen, onları hayvani güdülerle hareket eden varlıklar olarak gören bir zihniyetin dışavurumudur.

Bu yaklaşım, yönetimdeki anlayışın halkı nasıl gördüğünün açık bir ifadesidir. Ekonomik sıkıntılar içinde boğulan insanlara yapılan yardımları bir lütuf olarak sunarken, kendi maaşlarına ve imtiyazlarına %299 oranında zam yapanların, halkın temel gıda ihtiyaçlarını karşılamasını bile enflasyona sebep olarak göstermesi, kelimenin tam anlamıyla bir kara mizah örneğidir. Bugün emekliler, asgari ücretliler ve dar gelirli vatandaşlar, barınma, beslenme ve sağlık gibi en temel haklarından mahrum bırakılırken, saraylar içinde yaşayan, lüks arabalarla gezen ve hayatın zorluklarını hiç hissetmeyen bu siyasi elitin, halkın ekonomik varlığını adeta bir yük olarak görmesi kabul edilemez.

Bu zihniyetin temsil ettiği şey sadece ekonomik adaletsizlik değildir. Aynı zamanda, halkın iradesini hiçe sayan, onların yaşam mücadelesini önemsiz gören ve ekonomik sorunlara çözüm üretmek yerine, mevcut düzeni daha da otoriter bir hale getirmeyi amaçlayan bir anlayışın tezahürüdür. Eğer bir ülkenin yöneticileri, kendi halkını açlığa mahkûm ederken, onları bilinçsiz tüketiciler olarak yaftalıyorsa, o ülkede yönetim meşruiyetini kaybetmiş demektir.

Bir an için durup düşünelim: İnsanlar neden yoksul? Neden emekliler ay sonunu getiremiyor? Neden gençler gelecekten umutsuz? Çünkü yönetim, kamu kaynaklarını adil bir şekilde dağıtmak yerine, belli bir zümreyi zengin etmekle meşgul. Çünkü ekonomik kararlar alınırken halkın refahı değil, sermaye sahiplerinin çıkarları gözetiliyor. Çünkü insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiklerinde bile, onları suçlayıp, "siz bilmezsiniz, siz düşünmezsiniz" diyerek küçümseyen bir iktidar anlayışı var.

Bugün Türkiye’de yaşananlar sadece ekonomik bir kriz değil, bir yönetim krizidir. Bu krizin temelinde adaletsizlik, halktan kopukluk ve baskıcı bir yönetim anlayışı yatmaktadır. Emekliler, yıllarca ülkeye hizmet etmiş insanlardır. Onları bir yük olarak görmek, onların yaşam haklarını hiçe saymak, hem insani hem de vicdani olarak kabul edilemez. Devletin görevi, halkına refah sağlamak, onların insanca yaşayabileceği bir düzen kurmaktır. Fakat mevcut yönetim, halkı sadece oy kaynağı olarak görmekte, onların ihtiyaçlarını umursamamakta ve hatta onların en temel haklarını dile getirmelerini bile bir tehdit olarak algılamaktadır.

Bu noktada, sorulması gereken soru şudur: Bir hükümet, kendi halkına karşı bu kadar duyarsız, bu kadar kibirli ve bu kadar baskıcı olabilir mi? Ve eğer böyle bir yönetim anlayışı, ülkeyi yönetmeye devam ederse, toplum olarak nasıl bir geleceğe sürükleneceğiz?

Tarih boyunca baskıcı yönetimlerin sonu hep hüsran olmuştur. Halkın sesini kısmaya çalışanlar, onların iradesini yok sayanlar, sonunda büyük bir toplumsal tepkiyle karşılaşmıştır. Bugün Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanıyor. İnsanlar artık bu düzeni sorguluyor, adalet istiyor, haklarını savunuyor. Ancak iktidar, bu talepleri bastırmak için daha fazla baskı uyguluyor, daha fazla güç kullanıyor. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Baskıyla susturulan toplumlar, bir gün mutlaka konuşur. Ve o gün geldiğinde, hesap soracak olan halktır.

Son olarak, bu zihniyetin temsilcilerine seslenmek gerekir: İnsanları açlıkla terbiye edemezsiniz. Onları korkutarak susturamazsınız. Halkın iradesini yok sayan her yönetim, er ya da geç tarihin çöplüğüne gitmiştir ve siz de bundan kaçamayacaksınız. Bugün emeklileri, işçileri, dar gelirlileri hor görenler, bir gün mutlaka bu halkın vicdanında yargılanacaktır. Ve en önemlisi, hiçbir baskıcı düzen sonsuza kadar ayakta kalamaz. Adalet, er ya da geç tecelli eder ve halkın iradesi en büyük güçtür.

Bahadır Hataylı/24.02.2025/Sancaktepe/İST

24 Şubat 2025 Pazartesi

Böl ve Yönet Ortadoğu'da Güç Savaşları



Donald Trump ve Benyamin Netanyahu'nun Ortadoğu'da izledikleri politikalar, özellikle Filistin ve Suriye bağlamında, bölgedeki güç dengelerini kendi lehlerine değiştirmeyi hedeflemektedir. Bu stratejiler, bazı çevrelerce bölge ülkelerini manipüle ederek kendi çıkarlarına hizmet eden planlar olarak değerlendirilmektedir. Özellikle ABD ve İsrail'in stratejik ortaklıkları, bölgenin siyasal, ekonomik ve askeri dengelerini yeniden şekillendirmeyi amaçlamaktadır. ABD'nin Ortadoğu politikaları, İsrail'in güvenliğini merkezine alırken, aynı zamanda bölgedeki enerji kaynaklarının kontrolünü elinde tutmak istemektedir. Bu bağlamda, İsrail'in bölgede etkinliğini artırmak için Arap dünyasını bölme stratejisi güdülmüştür. Özellikle Körfez ülkeleriyle yapılan normalleşme anlaşmaları, Filistin davasını zayıflatmak ve İsrail'in bölgesel gücünü artırmak için önemli bir adım olarak görülmüştür. Trump yönetimi, ekonomik teşvikler ve silah satışlarıyla bu ülkeleri İsrail ile işbirliğine yönlendirmiştir. Ayrıca, İran'a karşı oluşturulan Arap-İsrail ittifakı, ABD'nin bölgedeki nüfuzunu güçlendirme amacını taşımaktadır.

  1. Filistin ve Suriye'de Güç Dengelerini Değiştirme Planları: Trump ve Netanyahu'nun bölgeye yönelik politikaları, özellikle Filistin ve Suriye üzerinde yoğunlaşmıştır. Filistin'de, "Yüzyılın Anlaşması" olarak lanse edilen plan, Filistinlilerin haklarını büyük ölçüde kısıtlayan ve İsrail'in güvenliğini önceleyen bir düzenleme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu planın temelinde, Filistin topraklarının parçalanması ve ekonomik vaatlerle Filistin yönetiminin susturulması hedeflenmiştir. Filistinli mültecilerin geri dönüş hakkının göz ardı edilmesi ve yerleşim yerlerinin genişletilmesi de bu planın önemli unsurlarıdır. Aynı zamanda Kudüs'ün İsrail'in başkenti olarak tanınması, Filistin'in diplomatik olarak zayıflatılması ve Arap dünyasının bölünmesi amacıyla kullanılmıştır. Ayrıca, ekonomik baskılar ve yardımların koşullandırılmasıyla Filistin yönetimi üzerinde siyasi baskı artırılmış, diplomatik arenada yalnızlaştırma stratejisi uygulanmıştır.

Suriye'de ise İsrail'in güvenliği için Golan Tepeleri'nin ilhakı Trump tarafından tanınarak uluslararası hukuka aykırı bir adım atılmıştır. Bu durum, İsrail’in Suriye iç savaşını kendi lehine çevirmek ve İran'ın Suriye’deki etkisini azaltmak için desteklenmiştir. Aynı zamanda, İsrail'in Lübnan'daki Hizbullah tehdidini minimize etmek amacıyla Suriye'deki askeri varlığını artırmasına zemin hazırlanmıştır. Ayrıca, ABD'nin Suriye'den asker çekme kararları, bölgeyi istikrarsızlaştırarak İsrail'in güvenliğini garanti altına almak için stratejik bir hamle olarak değerlendirilebilir. Bu süreçte, Suriye'de PKK/YPG güçleri desteklenerek Türkiye'nin bölgedeki etkisi sınırlandırılmak istenmiş ve bu gruplar İsrail'in güvenliği için tampon bölge olarak düşünülmüştür. ABD'nin bu hamlesi, aynı zamanda Suriye'nin toprak bütünlüğünü zayıflatarak bölgesel güç dengelerini yeniden şekillendirme amacı taşımaktadır.

  1. Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE'ye Verilen Görevler: Trump ve Netanyahu, bölgeyi şekillendirmek için Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve BAE gibi ülkeleri kendi politikaları doğrultusunda yönlendirmiştir. Özellikle Suudi Arabistan ve BAE, İsrail ile normalleşme anlaşmaları yaparak Filistin davasını zayıflatmıştır. Bu ülkeler ekonomik ve askeri desteklerle ödüllendirilmiş, aynı zamanda İran karşıtı blokta önemli roller üstlenmişlerdir. Suudi Arabistan, İsrail ile olan işbirliğini artırarak Arap dünyasında liderlik rolünü pekiştirmiş ve İran karşıtı koalisyonun öncüsü olmuştur. BAE ise ekonomik yatırımlarla bölgede nüfuzunu artırırken, İsrail'in güvenliğine katkı sağlayacak politikaları desteklemiştir. Bu anlaşmalar, Arap dünyasını bölmek ve İsrail'in bölgesel güvenliğini artırmak için stratejik adımlar olarak görülmektedir.

Türkiye'ye ise Suriye’de sınır güvenliği sağlama görevi verilmiş, böylece ABD ve İsrail, bölgedeki doğrudan askeri varlıklarını azaltarak yüklerini hafifletmişlerdir. Türkiye'nin sınır ötesi operasyonları desteklenerek NATO üyeliği ve ekonomik ilişkiler koz olarak kullanılmıştır. Mısır ise Gazze Şeridi'nin kontrol altında tutulması ve Hamas'ın etkisinin azaltılması için kritik bir rol oynamaktadır. Ürdün ise Filistin mültecileri konusunda tampon bölge olarak kullanılmakta, iç siyaseti ekonomik yardımlarla şekillendirilmektedir.

  1. Bölgesel ve Küresel Güç Dengeleri: ABD ve İsrail, bölgesel işbirliklerini güçlendirerek İran’ı izole etmeyi hedeflemişlerdir. Suudi Arabistan ve BAE'nin yanı sıra Ürdün ve Mısır da bu blokta yer almış, İsrail'in güvenliğini garanti altına alacak politikalar desteklenmiştir. Ayrıca, bu ülkeler ABD'nin ekonomik ve askeri yardım programlarıyla desteklenmiş, böylece bağımlılık ilişkisi güçlendirilmiştir. Rusya ve Çin'in bölgedeki etkisini kırmak için enerji politikaları ve silah satışları stratejik olarak kullanılmıştır.

Bu bağlamda, ABD'nin bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme çabaları, Çin'in enerji arzını sınırlama stratejisiyle örtüşmektedir. Ayrıca, Rusya'nın Suriye ve İran ile olan askeri ve ekonomik işbirliği, ABD ve İsrail tarafından bölgesel dengeleri tehdit eden unsurlar olarak değerlendirilmiştir. Bu nedenle, Doğu Akdeniz'deki doğalgaz rezervleri ve enerji nakil hatları üzerinde hâkimiyet sağlama mücadelesi, büyük güçler arasında jeopolitik rekabeti körüklemiştir. ABD'nin Suudi Arabistan ve BAE ile yaptığı silah satış anlaşmaları, bu ülkelerin İran'a karşı askeri kapasitelerini artırırken, aynı zamanda ABD'nin bölgedeki ekonomik çıkarlarını güçlendirmiştir. Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında bölgeye yaptığı yatırımlar ise ABD'nin etkisini dengelemeye yönelik stratejik hamleler olarak görülmektedir.

  1. ABD ve İsrail’in Nihai Amacı: Trump ve Netanyahu'nun nihai amacı, İsrail’in güvenliğini mutlak hale getirerek bölgedeki Amerikan hegemonyasını sürdürmektir. Bunun için bölge ülkeleri arasında düşmanlık tohumları ekilmiş, Filistin meselesi etkisiz hale getirilmiş ve İran’ın nüfuzunu kırmak için Arap ülkeleri kullanılmıştır. Ayrıca, enerji kaynaklarının kontrolü ve Doğu Akdeniz'deki doğalgaz rezervlerinin güvence altına alınması hedeflenmiştir. Bölgedeki dini ve etnik çatışmalar körüklenerek "böl ve yönet" politikası izlenmiş, yerel aktörler ekonomik ve askeri yardımlarla bağımlı hale getirilmiştir.

Sonuç olarak, Trump ve Netanyahu'nun Ortadoğu politikaları, kısa vadede İsrail'in güvenliğini artırırken, uzun vadede bölgedeki istikrarsızlığı derinleştirmiştir. Bu stratejilerin detaylı bir şekilde incelenmesi, Ortadoğu'nun geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Bölgedeki dinamikler, enerji politikaları ve büyük güçlerin stratejik hedefleri göz önüne alındığında, ABD ve İsrail'in politikalarının etkileri daha derinlemesine analiz edilmelidir.

Erol Kekeç/12.02.2025 20:57/Sancaktepe/İST

Uyutulan Toplumlar ve Uyanışın Zorlukları

Tarih boyunca toplumların yönetimi, yönlendirilmesi ve hatta manipüle edilmesi, siyasetçilerin ve ideologların en çok ilgisini çeken konuların başında gelmiştir. İnsan topluluklarını yönetmenin en etkili yollarından biri, onların bilinç seviyelerini kontrol altında tutmak, onlara gerçekleri göstermek yerine yönlendirilmiş algılar sunmaktır. Toplumlar, düşünmeyi, sorgulamayı ve sorumluluk almayı bir kenara bıraktıklarında, uyutulmaya daha açık hale gelirler. Bu durumun, bireylerin psikolojik eğilimlerinden, kültürel yapılarından ve ekonomik koşullarından bağımsız olmadığını görmek gerekir.

Uyutulma Mekanizması ve Toplumların Eğilimleri

Bazı toplumlar, konfor alanlarını kaybetmemek adına bilinçli olarak uyutulmayı tercih ederler. Düşünmek, sorgulamak ve bilinçli bir hayat sürmek sorumluluk gerektirir. Sorumluluk almak ise bireye hem zihinsel hem de duygusal bir yük getirir. Bu yükü taşımaktan kaçınan bireyler, kendilerine sunulan basit anlatıları kabul etmekte daha isteklidirler. Bunun en belirgin örneklerinden biri, Japon toplumudur. Japon kültürü, bireylerin sorgulayıcı düşünce yapısını teşvik ederken, aynı zamanda onları toplumun bütünlüğüne katkıda bulunmaya zorlar. Oysa bizim gibi toplumlarda, bu süreç çoğunlukla tersine işler; bireyler, gerçeklerle yüzleşmek yerine kaçış yolları ararlar.

Bu kaçış yolları arasında alkol tüketimi, sanal dünyalara sığınma, dinin yanlış yorumlanması ve kişisel sorumlulukları reddetme gibi unsurlar bulunmaktadır. Psikolojik terapilerde hipnoz yöntemlerinin özellikle son yıllarda bizim toplumda fazla ilgi görmesi, bireylerin bilinçten kaçma eğilimlerini gözler önüne sermektedir. İnsanlar, yüzleşmek yerine unutmayı, mücadele etmek yerine teslim olmayı seçtiklerinde, siyasiler ve medya araçları da bu durumu avantaja çevirmekten geri durmazlar.

Siyasetçilerin Uyutma Stratejileri

Uyutulmaya meyilli toplumlarda siyasetçiler, kitleleri bilinçlendirmekten ziyade, onları hipnotize etmeyi tercih ederler. Çünkü uyanık bir toplum, yönetenlerden hesap sorar, yapılan yanlışları sorgular ve değişim talep eder. Ancak uyuyan bir toplum, yalnızca kendisine sunulan hikayelerle yetinir. Bu hikayeler kimi zaman milliyetçi söylemler, kimi zaman dini reflekslerin kullanımı, kimi zaman ise ekonomik vaatler şeklinde kurgulanır.

Özellikle son dönemlerde, dinin toplum üzerindeki etkisinin nasıl bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını gözlemlemek mümkündür. Karl Marx’ın “Din, toplumların afyonudur” sözü de tam olarak bu durumu açıklar. Marx burada, dinin kendisini değil, onu bir hipnoz aracı olarak kullananları eleştirmektedir. Bugün benzer bir sürecin yaşandığını görmek mümkündür. İnsanlar, ekonomik sıkıntılar ve sosyal çalkantılar karşısında yöneticilerden hesap sormak yerine, kendilerini avutacak söylemlere sarılmayı tercih etmektedirler.

Bilinçli Bireyler ve Uyanış Süreci

Toplumun genel yapısı uyutulmaya yatkın olsa da, her zaman uyanık bireyler bulunur. Ancak bu bireyler, içinde bulundukları toplumda büyük bir yalnızlık yaşarlar. Gerçeği gören ve bunu ifade etmeye çalışan insanlar, çoğunlukla dışlanır, susturulmaya çalışılır ya da sistemin hedefi haline getirilirler. Oysa bir toplumun kurtuluşu, işte bu bireylerin çabalarına bağlıdır. Karanlığa alışmış gözlerin, ışığa tahammülü zor olsa da, küçük bir kıvılcım bile büyük bir aydınlanmaya yol açabilir.

Bu noktada en büyük ihtiyaç, cesur bireylerin çoğalması ve birbirleriyle dayanışma içinde olmalarıdır. Tarihte büyük dönüşümler, genellikle küçük grupların büyük fikirleri savunmasıyla başlamıştır. Her ne kadar uyutulmuş kitleler, uyanan bireyleri başta reddetse de, zamanla bu bireylerin haklılığı daha net görülmeye başlanır. Zifiri karanlık bir gecede, küçük bir ışık bile göz alıcıdır ve insanlar zamanla o ışığa yönelmeye başlarlar.

Uyanış Kaçınılmazdır

Uyutulmuş toplumların kaderi, sonsuza dek böyle sürmez. Tarih, birçok örnekle doludur: Fransız Devrimi, Amerikan Bağımsızlık Hareketi, Japonya’nın Meiji Reformu gibi olaylar, halkların bir noktada uyanışa geçtiğinin kanıtıdır. Ancak bu süreç, sancılı ve uzun vadeli bir mücadele gerektirir. Günümüzde de benzer bir kırılma noktasına doğru ilerliyoruz. İnsanlar, biyolojik yaşamlarını sürdürebilmek için bile bir noktada uyanmak zorunda kalacaklar. Çünkü uyku, bir noktadan sonra ölümcül hale gelir.

Uyanış, ancak bireylerin sorumluluk alması ve gerçeği arayışa geçmesiyle mümkün olabilir. Ne kadar uyutulmaya çalışılsa da, gerçek her zaman kendini belli eder. Karanlık ne kadar yoğun olursa olsun, küçük bir kıvılcım bile büyük bir değişimin başlangıcı olabilir. O kıvılcımı yakmak ve yaymak, bilinçli bireylerin en büyük görevidir.

Bahadır Hataylı/23.02.2025 21:00/Sancaktepe/İST


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!