Bu Blogda Ara

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Ahlakın Boğulduğu Değerlerin Tükendiği Bir Döneme Tanıklığımız

 


Bir çağın sonuna tanıklık ediyoruz.

Köy meydanlarında oynanan sek sek oyunlarının yerini TikTok meydan okumaları aldı. Sobalı odada büyüklerle içilen demli çayların yerini, alışveriş merkezinde yudumlanan pahalı kahveler. Ninemizin dizinin dibinde dinlediğimiz hikâyelerin yerini, yabancı dizilerden kopyalanmış yapay kimlikler. Biz artık kendi medeniyetimizden değil, başkalarının yozlaşmasından beslenen bir “kimliksizliğin” içindeyiz.

Ve bu kimliksizlik en çok da çocuklarımızı yutuyor.

Çocukluk Erken Bitti, Ama Olgunluk Hiç Gelmedi

Eskiden çocuklar çocuktu. Erkekler bilye oynar, kızlar ip atlar, toprakta büyürdük. Göz göze bakmak bile mahcubiyetti. Şimdi 12 yaşında çocukların makyaj videoları, 14 yaşında kızların estetik planları, 15 yaşında erkeklerin “kız tavlama” teknikleri konuşuluyor. Ve biz buna sadece izleyici kalıyoruz.

Çünkü medya, internet ve sosyal ağlar, henüz karakteri oluşmamış genç dimağlara “çürümeyi” cazip bir hayat olarak sunuyor.

Ve ne acıdır ki; biz, evlatlarımızın içten içe çürüyüşünü süsleyip “özgürlük” diyoruz.

Ahlaki Kaosun Eşiğinde

Artık gençler ilişki yaşıyla değil, ilişkisizlikle alay konusu oluyor. “Henüz sevgilin yok mu?” sorusu, “Kitap mı okuyorsun, hâlâ mı bakirsin?” cümleleri birer hakaret cümlesi hâline geldi. Bekaret bir erdem değil, “aptallık” gibi sunuluyor. Zina normal, sadakat tuhaf; iffet gerilik, arsızlık marifet sayılıyor.

Sosyal medyada 14 yaşında bir çocuğun paylaştığı müstehcen içerikler, binlerce beğeni ve övgü alıyor. Ama aynı çocuk, namaz kılarken görüntülense, “ne gerici” diye aşağılanıyor.

Bu nasıl bir çelişki?

Yasalar Ahlakı Koruyamıyor

Yasal yaş sınırları, ahlaki çökmeyi engelleyemiyor. 18 yaş altına nikâh yasak, ama cinsellik “özgürlük” sayılıyor. Evliliğe “çocuk istismarı” deniyor, ama 15 yaşında sevgililik, övgüyle karşılanıyor. Bu bir akıl tutulması değil de nedir?

Kanun, nikâha karşı ama zinaya sessiz.

Medya, iffeti küçümsüyor ama şehveti kutsuyor.

Sistem, eğitimi dijitalleştiriyor ama değerleri buharlaştırıyor.

Toplumun gözü önünde gençlik ahlaki bir yangının ortasında yanıyor, ama itfaiye çağırmak bir "müdahale" sayılıyor.

Aile Kurumu-Dağılan Kale

Aile, toplumun kalesiydi. Artık kalmamış bir kale gibi ortada. Anne-baba kavramı, artık sadece biyolojik birer etiket. Çocuklar, anneleriyle arkadaş; babalarıyla mesafeli; dedeleriyle ise hiçbir bağ kurmadan büyüyor.

Eskiden evlenmek bir sorumluluktu, şimdi ise eğlenceyi kısıtlayan bir kelepçe gibi görülüyor. Boşanmalar artıyor çünkü evlilik “sevgiyle değil”, “eğlenceyle” başlatılıyor. İnsanlar artık ömürlük bağlar yerine, “deneysel birliktelikler” arıyor.

Evlilik, "aşk bitince bırakılacak bir oyun" hâline getirildi. Gençler "evliliği" değil, "eşya paylaşımını" konuşuyor.

Aile dağıldıysa, toplum çökmeye başlamış demektir.

Eğitim Var Ama Terbiye Yok

Modern eğitim, bilgi veriyor ama hikmetten uzak. Matematik öğretiyor ama merhamet öğretmiyor. Kod yazdırıyor ama kalemle mektup yazmayı unutturuyor. “Okulda değerler eğitimi var” diyorlar, ama çocuklar hâlâ ağzından küfrü eksik etmiyor.

Çünkü eğitim sistemimiz ahlaksızlığa karşı donanımsız.

Çocuklarımıza geleceği planlatıyoruz, ama insan olmayı unutturuyoruz.

Şiir ezberletiyoruz ama saygıyı, sadakati, vefayı anlatmıyoruz. Bilgi arttıkça, vicdan azalıyor. Sertifika büyüyor, ruh küçülüyor.

Medya, Sessiz Yıkımın En Büyük Sorumlusu

Bugün bir televizyon dizisinin en fazla izlenen sahneleri; yasak ilişkiler, ihanetler, şehvet dolu bakışlar. "Sapkınlık" ekranlarda "romantizm" gibi süsleniyor. Diziler aileleri değil, fantezileri teşvik ediyor.

Sosyal medya, gençliğe başka bir hayat biçiyor. Gerçek değil, sanal ilişkiler kurduruyor. Gençler yüz yüze bakamıyor ama saatlerce ekran başında "tanımadığı" biriyle flört ediyor.

Bu medya düzeni, iffeti ayıplıyor; ahlaksızlığı alkışlıyor. Artık çocuklarımızın rol modelleri “öğretmenler” değil, “influencerlar”.

Peki biz ne yapıyoruz?

Peki, Çözüm Nerede?

Yıkılan bu değerler sistemini ayağa kaldırmak için tek tek her fert bir harç taşımalı.

Her anne-baba:

  • Evladının ekran süresini değil, kalp süresini ölçmeli.

  • Onlara giydirilen kıyafetten çok, aşılanan ruhu önemsemeli.

  • “El âlem ne der?” diye değil, “Allah ne der?” diye düşünmeli.

Her öğretmen:

  • Sadece müfredatı değil, merhameti de anlatmalı.

  • Ahlakı, vatanı, emaneti birer ders konusu yapmalı.

  • Çocuklara sadece zihin değil, karakter kazandırmalı.

Her kanaat önderi:

  • Çocukların genç yaşta zina batağına sürüklenmesine karşı çıkmalı.

  • Nikâhı küçümsememeli, evliliği teşvik etmeli.

  • Gençlere ahlaki yönlendirmeler yapmalı, "önleyici rehberlik" sunmalı.

Her devlet yetkilisi:

  • Sosyal medya içeriklerine karşı koruyucu filtreler uygulamalı.

  • Cinsel içerikli yayınlara yaş kısıtlaması değil, “manevi tedbir” getirmeli.

  • Değerler eğitimi sadece müfredatta değil, fiilen hayata geçirilmelidir.

Ahlak, Modern Çağda Tekrar Diriltilebilir mi?

Zor ama imkânsız değil.

Çünkü hâlâ yüzü secdede çocuklar var. Hâlâ annesinin elini öperken gözleri dolan gençler. Hâlâ giydiği kıyafetle değil, taşıdığı iffetle değerli olduğunu bilen kızlar. Hâlâ gözünü haramdan koruyan erkekler. Hâlâ ağlamayı utanılacak değil, bir erdem bilen kalpler var.

Ve bu kalpler, birbirini buldukça bir toplum yeniden inşa edilebilir.

Uyanmak tek çaremiz....

Toplumun çöküşü sessiz başlar. Önce çocukların oyunları değişir. Sonra kahkahalar azalır. Sonra aile sofraları eksilir. Sonra gözler yere değil, ekrana bakar. Sonra kalpler hissizleşir, kelimeler ruhsuzlaşır. Ve en sonunda, insanlar evlerde değil; yalnızlıklarında yaşar.

Bugün hâlâ umut var. Hâlâ “ben bu gidişi değiştirebilirim” diyen yürekler var. O hâlde;

 Ahlak için ses ver.
Vicdan için konuş.
İffet için dua et.
Nesil için savaş!

Çünkü bir milletin gerçek gücü, tankında, topunda değil; terbiyesinde ve ahlakındadır.

Erol Kekeçç/13.07.2025/Sancaktepe/İST

Batı’nın İslam’a Yönelik Savaşı

Terörle Mücadele Maskesi Altında Küresel Dizayn Girişimi

Bugün “İslam’a karşı açılan savaş” başlığı altında yürütülen çok katmanlı saldırılar, yüzeyde terörle mücadele görüntüsü verse de, aslında çok daha derin ve sistemli bir dönüşüm hedefini içinde barındırmaktadır. Bu savaş, doğrudan İslam’ın özüne, direniş ruhuna, adalet ve ahlak merkezli yaşam anlayışına yönelmiştir. Çünkü İslam, yozlaşmaya karşı köklü bir itirazdır; çünkü İslam, para ile satın alınamayan, sisteme entegre edilemeyen bir hakikat iddiasıdır.

Bu yazı, Batı imparatorluk aklının İslam’a yönelik stratejik savaşını, bu savaşın tarihsel arka planını, bugünkü taktiklerini ve ulaşmak istediği sonuçları somut örnekler, tarihsel veriler ve güncel gelişmeler ışığında açıklamayı amaçlamaktadır.

1. İslam Neden Hedefte?

a) Satın Alınamayan Ahlaki Duruş

İslam, ekonomik sistemlerin, ideolojilerin ve çıkar odaklarının üzerine bina edildiği pragmatist anlayışa itiraz eden bir duruşu temsil eder. İslam’ın temelinde "kul olma" bilinci vardır; bireyin hayatını Allah’a adaması, ilahi emirlere bağlı bir şekilde yaşaması esastır. Bu anlayış, bireyin ekonomik, sosyal ya da siyasi baskılara boyun eğmesini engeller. Çünkü İslam, kula kulluğu reddeder. Bu özgürleştirici ruh, Batı’nın ekonomik ve kültürel hegemonya projeleri için en büyük engellerden biridir.

b) Yozlaşmaya Karşı Direniş

Kapitalist sistemin temel dinamikleri, sürekli tüketim, bireysel haz, çıkarcılık, sınıfsal ayrışma ve değer aşınmasıdır. İslam ise bu süreci doğrudan hedef alır. Faize karşıdır, israfa karşıdır, tefekküre ve kanaatkârlığa çağırır. Sadaka, zekât ve infak gibi sosyal adalet temelli ekonomik ilkelerle sınıfsal uçurumu kapatmayı amaçlar. Bu nedenle İslam, sadece Batı’nın değil, onun işbirlikçisi olan yerel sermaye sınıflarının ve yönetici elitlerin de düşmanıdır.

2. Batı’nın İslam’a Yönelik Stratejik Dönüşüm Politikası

a) Düşman İnşası "İslami Terör" Algısı

Batı, İslam’ı doğrudan hedef alamayacağını bildiği için, 11 Eylül sonrasında İslam ile terörü eşitleyen bir küresel algı operasyonu başlatmıştır. ABD öncülüğünde yapılan bu hamle, medya, akademi, sinema, edebiyat ve politik söylem üzerinden yürütülmüştür. Bugün “İslami terör” ifadesi, birçok Batılı ülkede zihinlere kazınmış bir sabit fikir haline getirilmiştir.

Oysa terör, bir dinin değil, bir stratejinin ürünüdür. Terör örgütleri, çoğu zaman küresel istihbarat oyunlarının taşeronları olarak sahneye çıkar. El-Kaide, DEAŞ ve benzeri örgütlerin ortaya çıkış süreçleri, finans kaynakları ve kullanılan silahlar incelendiğinde, arka planda kimin bu oyunu kurduğu açıkça görülür.

b) İslam’ı Ehlileştirme Projesi Ilımlı İslam

Batı’nın bir diğer stratejisi ise “ılımlı İslam” projesidir. Bu proje ile İslam, sistem içine entegre edilmeye çalışılmıştır. Namaz, oruç, hac gibi ritüellere indirgenmiş, sosyal ve siyasal yönleri tırpanlanmış bir İslam anlayışı pompalanmaktadır. İslami duruşun ahlaki ve politik yönleri törpülenerek, İslam bireysel bir ibadet alanına hapsedilmek istenmiştir.

Bu doğrultuda, bazı ülkelerde “hükümet destekli din adamları”, rejimle uyumlu hutbeler vermekte, ayetler ve hadisler sistemin meşruiyeti için yeniden yorumlanmaktadır. Oysa İslam, adaletsizliğe karşı kıyam etmeyi emreder; zalime karşı susmamayı, mazlumu savunmayı esas alır.

c) İslam Coğrafyasının Bölünmesi ve Etkisizleştirilmesi

Batı, İslam dünyasını sürekli olarak parçalayarak, mezhebi ve etnik çatışmalarla içe kapanık hale getirerek etkisizleştirme stratejisi uygulamaktadır. Arap Baharı gibi süreçlerin nasıl iç savaşlara dönüştüğü, Suriye, Irak, Libya ve Yemen örneklerinde açıkça görülebilir. Türkiye dâhil birçok İslam ülkesi, “iç tehdit” algısıyla baskıcı yönetimlere mahkûm edilmekte, özgürlük ve adalet arayışı kriminalize edilmektedir.

3. Örneklerle Batı’nın İslam’a Savaş Açma Yöntemleri

a) Askerî Müdahaleler

  • Irak (2003): ABD’nin “kitle imha silahları” yalanı ile başlattığı işgal, yüz binlerce sivilin ölümüyle sonuçlandı. İşgalin ardından mezhebi çatışmalar kışkırtıldı ve DEAŞ gibi örgütlerin sahneye çıkmasına zemin hazırlandı.

  • Afganistan (2001-2021): Taliban bahanesiyle girilen ülkede 20 yıl boyunca sürdürülen işgal, ülkeyi enkaz haline getirdi. Eğitim, sağlık ve altyapı çökerken, Batı’nın “özgürleştirme” vaadi koca bir yıkımdan ibaret kaldı.

b) Kültürel Savaş ve Islamofobi

  • Avrupa’da camilere yönelik saldırılar artarken, Müslüman kadınların başörtüsü, kıyafetleri ve inançları hedef alınmakta.

  • Fransa gibi ülkelerde Kur’an’ın bazı ayetlerinin “aşırı” bulunduğu açıklamalar yapılmakta.

  • Medyada Müslüman karakterler sürekli olarak terörist, yobaz ya da aşırı gelenekçi tiplemelerle temsil edilmekte.

c) Ekonomik Müdahale ve Finansal Bağımlılık

İslam ülkeleri Batı merkezli finans sistemine mahkûm hale getirilmiştir. Borçla yönetilen ekonomiler, faiz lobilerine bağımlı hale gelmiş, kendi kaynaklarını işletemeyen yönetimlerle Batı'nın kontrolüne girmiştir. Bu durum, İslam ülkelerinin bağımsız kararlar almasını imkânsız hale getirmiştir.

4. İslam’a Yönelik Bu Savaşın Nihai Hedefi Nedir?

a) Küresel Sermayeye Direnç Gösteren Son Kale Olarak İslam’ın Tasfiyesi

Kapitalist sistem, her şeyi metalaştırmak ister. Din de dâhil. Ancak İslam, hâlâ içinde metalaştırılamayan, şirketleştirilemeyen, özelleştirilemeyen bir “ahlaki direniş” barındırmaktadır. Zekât sistemiyle servet birikimini denetler, faiz yasağı ile tefeciliği yasaklar, ahiret inancı ile hesap verme duygusunu canlı tutar. Bu nedenle Batı için en büyük tehlikedir.

b) Yeni Dünya Düzeninde "Homojen Din" Modeli

Yeni dünya düzeni, farklılıkları değil, tek tip insanı hedefler. Tüm dünyada bireyciliğin, çıkarcılığın, sekülerleşmenin yaygınlaştırılması, dinin ise bireyin iç dünyasında kalacak kadar küçültülmesi planlanmaktadır. Bu bağlamda, İslam’ın siyasal, toplumsal ve ahlaki etkilerinin ortadan kaldırılması elzem görülmektedir.

5. Ne Yapmalı?

a) İslam’ın Hakikat Yüzüyle Yeniden Tanıtılması

Bugün Müslüman toplumlar, önce kendi özlerine dönmek zorundadır. İslam, sadece bireysel bir ibadet değil, aynı zamanda adalet, dayanışma, şeffaflık, özgürlük ve sorumluluk ekseninde yaşanan bir hayat modelidir. Bu bilinç, yeniden inşa edilmelidir.

b) Müslümanların Birbirine Sırt Çevirmemesi

Mezhepçilik, etnisite, sınıfsal ayrım gibi yapay fay hatları üzerinden parçalanan İslam dünyası, yeniden ümmet bilinci etrafında bir araya gelmek zorundadır. Ortak düşmana karşı ortak bir duruş gereklidir. Bu sadece siyaseten değil, ahlaken de zaruridir.

c) Yerel İktidarların İslam’ı Araçsallaştırmasına Karşı Durmak

İslam’ı kendi iktidarını tahkim etmek için kullanan yerel yönetimlere karşı da uyanık olunmalıdır. Din, hükümetlerin değil, hakikatin tarafıdır. Hakkı söylemekten çekinen bir din adamı, zalime methiye düzen bir kanaat önderi, İslam’a değil, iktidara hizmet eder.

İslam’a karşı açılan savaş, bir güvenlik ya da terör sorunu değil, küresel bir tahakküm projesidir. Bu savaşta hedef alınan, İslam’ın yozlaşmaya, adaletsizliğe, ahlaksızlığa ve sömürüye karşı verdiği direniştir. Batı, bu direnişi ya dönüştürmek ya da tasfiye etmek istemektedir.

Ancak bilinmelidir ki, İslam parayla satın alınamaz. İslam hükümetlerin değil, halkların sesidir. İslam, tüm baskı ve operasyonlara rağmen, tarihin en güçlü direnişidir. Çünkü İslam, adalettir. Çünkü İslam, zulme başkaldırıdır. Ve çünkü İslam, hakikat uğruna canını verenlerin yoludur.

Bahadır Hataylı/15.07.2025/Sancaktepe/İST

15 Temmuz 2025 Salı

Yüksek Teknoloji Alçak Vicdan

 


Bir ülkenin nükleer silah üretmesi, gökyüzünü delip geçen füzeleri, radar ağlarıyla örülmüş hava savunma sistemlerine sahip olması, o ülkenin gelişmişliğinin bir göstergesi değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bunlar, sadece teknolojik kabiliyetin ve maddi yatırımların sonucudur. Ancak insanlığın gelişmişliği ne kadar füze attığıyla değil, ne kadar yetim doyurduğuyla, ne kadar adil davrandığıyla, ne kadar merhamet taşıdığıyla ölçülür.

Bakın Kuzey Kore’ye... Hindistan’a... Pakistan’a... Hepsinde nükleer başlık var. Ama sokakta insanlar açlıktan ölüyor. Çocuklar yalınayak dolaşıyor. Eğitim bir lüks, sağlık bir mucize gibi görünüyor. Nükleer silaha sahip olmak, gökyüzünü delmek için değil, önce yeryüzünü adam etmek içindir. Eğer insan açsa, hukuksuzsa, geleceksizse, füzelerin gölgesinde büyüyen bir toplumda ne huzur olur ne de medeniyet.

Seçim öncesi dönemlerde yaşadığımız tiyatrolar artık kabak tadı vermeye başladı. Aynı maskeler, aynı senaryolar, aynı vaatler... Fakirlik zirvede. Yaşam koşulları her geçen gün daha da kötüleşiyor. İnsanlar artık sabah değil, karanlıkla uyanıyor; akşam değil, çaresizlikle uyuyor. Mutsuzluk artıyor, toplumsal çözülme derinleşiyor. Yeni nesil, pusulasız bir yolculuğa çıkmış. Rotası yok, hedefi yok, istikameti yok. Bir elinde telefon, diğer elinde boşluk... Eğitim sistemimiz? Tabiri caizse, tabanı deldi. Yani düştü. Hatta çökmedi, göçtü. Artık öğretmenler öğretmiyor, öğrenciler öğrenmiyor. Herkes ezberin kurbanı, herkes sınavın esiri...

Hukuk? Ah adalet... Kendi adaletinden utanır hale geldi. Mahkemeler adil değil, adaletsizlikten ağlıyor. Hâkimler karar değil, talimat yazıyor. Rüşvet bir kültür, adam kayırma bir liyakat sistemi haline gelmiş. Layık olmayan insanlar, lâyık olmadıkları makamlara tırmandırılıyor. Merhametin değil, bağlantının, torpilin, parti üyeliğinin ve “bizden misin” sorusunun belirlediği bir kariyer düzeni kurulmuş durumda. Bu bir sistem değil, bir çürümedir. Ve çürüme tepeden başlar, köke kadar iner.

"Mümin olmak, insan olmak bizi bu hale getirmez," dediğimizde, her zaman karşımıza çıkarılan klasik söylemlerle karşılaşıyoruz:
“Eskiler camileri kapattı.”
“Tüp kuyruğunda bekledik.”
“Yağ yoktu, un yoktu.”
“Hatta hiçbir şey yoktu.”
“Bizim dönemimizde iHA yaptık, SİHA yaptık, uzaya roket yolladık.”

Bunlar bahane değil, bahaneye sığınmadır. Sizi eleştirenin dedesi camiyi kapatmadı. Tüp kuyruğunda bekleyen sizin dedenizdi, benim dedemdi. Ve onların sabrı, bugünün sorumlularına bahane olamaz. Hadi tüm geçmişin yükünü bir kenara bırakalım: Şimdi ne var? Adalet mi var? Refah mı var? Eğitimde başarı mı var? Güven duygusu mu var? Yok... Olmadığı gibi, her şey biraz daha geri gidiyor. Üretim yok, paylaşım yok, ama propaganda çok.

“İlla saman mı lazım?” diyenlerin boşboğazlıklarını işittiğimde, içimde tarif edemediğim bir rahatsızlık doğuyor. Çünkü mesele saman değil; mesele halkın karnı, çocuğun eğitimi, gencin umudu, yaşlının güvenliği... Mesele sadece füze değil, füzeyle beraber düşen insanlık…

Ama zamanla anladım. İnsan hak ederse, Allah ona verir. Hak etmeyen toplumlara verilmiş görünen her nimet, aslında bir imtihandır, bir istidracdır. Dışı altın, içi çürümüş bir paket... Parlayan teknolojiye bakarken içeride çürüyen vicdanları görmeyenler için göz değil, basiret gerek. Çünkü...

Mutsuzluğun arttığı, insanlığın öldüğü, ahlakın yerlerde süründüğü, adaletin ateşe atıldığı, merhametin kurşunlandığı bir toplumda…
Her gün uzaya yüz füze yollasanız da, gelişmiş olmazsınız. Aksine, korku paranoyasına tutulmuş, biyolojik canlı kalmanın ötesine geçememiş zavallı bir varlık haline gelirsiniz. Bir robot gibi yaşarsınız, bir makine gibi düşünürsünüz. Duygular körelir, ahlak donar, vicdan devre dışı kalır.

Tıpkı bizim gibi...

Köprü yapmak bir medeniyet göstergesidir, doğru. Ama o köprü insanların gönlünü birbirine yaklaştırıyorsa… Eğer o köprü geçildikten sonra insan stres oluyorsa, o köprü lanetle anılıyorsa, bu bir medeniyet değil, bir felaket inşasıdır. Medeniyet, sadece taşla değil; gönülle, merhametle, adaletle kurulur.

Bakın Edirne Uzunköprü’ye…
Bakın Urfa Birecik Köprüsü’ne…
Bu köprüler sadece iki yaka arasında yol yapmadı; kültür inşa etti, medeniyet taşıdı. Üzerinden geçen sadece insanlar değil, dostluktu, güven duygusuydu, komşuluktu. Ama bugün geçilen köprüler sinirle, lanetle, küfürle geçiliyor. Sadece yollar değil, insanlık da kopuyor. Köprüler medeniyet değil, gidişatın sembolü oluyor: Gidişin, göçün, çöküşün...

Bu satırları yazarken karanlık bir odadayım. Gece sessiz ama içim gürültülü. Bu yazıyı yazmak “iş olsun” diye değil. Kimse beni bir şey sansın diye değil. Bilinsin ki, ben bu satırları idrak, basiret ve izan adına yazıyorum. Çünkü kelimeler yetmiyor artık içimi anlatmaya. Çünkü bir yerden sonra susmak da yetmiyor.

Toplum olarak öyle bir hale geldik ki; duygusuzlaştık, duyarsızlaştık. Mutluluk içimizde değil, ekranlarda. Değerler evin içinden değil, sosyal medya beğenilerinden belirleniyor. İnsan artık insanla değil, algoritmalarla konuşuyor. Çocuklar sevinmeyi öğrenemeden büyüyor. Gençler hayal kurmadan yaşlanıyor. Aileler birlikte ama birbirine yabancı. Komşular bir duvar kadar uzak, bir zil kadar sessiz.

Neyi kaybettik biz? Ne oldu bize?
Dert anlatılamaz hale gelmiş, çözüm önerene düşman gözüyle bakılır olmuş. Vicdanla konuşana “hain”, haksızlığa isyan edene “terörist” deniyor. Her şey tersine dönmüş. İyilik eziliyor, kötülük ödüllendiriliyor.

Diyoruz ki; insan olmak, mümin olmak bizi bu noktaya getirmemeliydi. Ama nefsimiz bize başka şeyler fısıldıyor. Kibir, hırs, gösteriş... İçimizdeki Firavun büyüyor ama biz hâlâ “ben Musa’yım” demeye utanmıyoruz. Toplum her geçen gün yalnızlaşıyor, birey her geçen gün kendine yabancılaşıyor.

Bugün gökyüzüne füzeler fırlatan bir ülke olabiliriz. Ama adalet yere düşmüşse, bu başarı değil bir trajedidir. Çünkü gökyüzünü fethetsen ne yazar, yüreğini kaybetmişsen? Çünkü ne kadar uzaya çıkarsan çık, içinde insanlık yoksa, gideceğin yer karanlıktır.

İşte tam da bu nedenle;
Bir ülkenin gelişmişliği, yaptığı füzelerle, ürettiği köprülerle, binaların yüksekliğiyle ölçülmez. O ülkenin çocuklarının kahkahası varsa, adaleti hakikaten işletiliyorsa, gençleri hayal kurabiliyorsa, yaşlısı güven içindeyse, işte o ülke gelişmiştir.
Yoksa sadece füze fırlatan bir organizmaya, modern görünümlü bir zavallılığa dönüşürüz.

Ve ne acıdır ki, biz zaten dönüşüyoruz.

Bahadır Hataylı/20.06.2025/Sancaktepe/İST

13 Temmuz 2025 Pazar

Altın Kalplerin Çamur Evleri-Bir Değişimin Sessiz Feryadı

 


Bir zamanlar...

Çamurdan yapılmış evler vardı. Toprak sıvaları her yağmurda kabarır, güneşte çatlar ama içinde yaşayanların yüreği hiç kabarmazdı. Dışı sade, içi sıcak o evlerde soba başında toplanan kalabalık aileler olurdu. Bir lokma ekmek, bir tas çorba, bir kucak sevgi… Her şey paylaşılırdı. Kimsenin ne yoksulluğu utanılacak bir şeydi ne de zenginliği övünülecek bir neden. İnsanlar birbirine bakarken para değil, yürek görürlerdi.

Bugün ise...

Altın kaplamalı evlerde yaşıyor insanlar. Yüksek duvarların ardında, elektrikli çitlerle çevrili villalarda. Yerler mermer, tavanlar avizelerle süslü, ama o evlerin içinden bir huzur, bir sıcaklık yükselmiyor. Her odada ayrı bir yalnızlık var. Kalpler taş, sözler sahte, gülüşler plastik...

Ne oldu da bu hale geldik?

Evin Ruhu ve İnsan Yüzü

Eskinin evleri sıvalı değildi belki ama içlerinde “ruh” vardı. Kapıdan girince sizi sarıveren bir “hoş geldin” hissi olurdu. Her odanın kokusu, dokusu başkaydı. Mutfakta annemin ekmek pişirdiği tandır taşının sıcaklığı vardı. Ocağın başında ısınan kediler, sabah namazına kalkan dedemin dua sesleri, kışın camdaki buğuda çizilmiş çocuk resimleri… Hepsi bir evin ruhunu oluştururdu.

Şimdi evler ruhsuz. Her biri katalogdan çıkma gibi. Mobilyalar aynı, perdeler aynı, mutfakta sanki yemek pişmemiş gibi. Çünkü artık evler yaşanmak için değil, “gösterilmek” için yapılıyor. Instagram’da beğeni almak için. Misafir ağırlamak için değil, “misafir gelmesin” diye dizayn edilmiş salonlar var artık. İnsanlar evlerinde yabancı, odalarında yalnız.

Kalbin Altınla İmtihanı

Eskiden altın kalpli insanlara rastlamak zordu ama imkânsız değildi. Çünkü altın kalplilik, çok para kazanmakla değil, azla yetinip çokça paylaşmakla olurdu. Komşu komşunun tenceresinden haberdardı. Çocuğu hasta olan için köy bir araya gelir, tarlasını sel götürenin zararı birlikte omuzlanırdı. Cenazede herkesin eli toprağa girer, düğünde herkesin avucu duaya açılırdı.

Bugün insanlar birbirini sadece ekranlardan tanıyor. Komşu kapısı ya kilitli ya da kameralı. Bir çocuk aç mı, yaşlı yalnız mı, kimse bilmiyor. Kalpler altın gibi parlamıyor artık; paranın altın hali, kalbin altın halini öldürdü. Zenginlik arttı, ama yürek fakirleşti. Oysa insanın gerçek zenginliği, cebinde değil, kalbindeydi.

Çamurun Samimiyeti, Betonun Soğukluğu

Çamur ev demek samimiyet demekti. O evler kokardı. Toprak kokusu, tandır kokusu, ahırdan gelen saman kokusu… Hepsi insana “hayat buradadır” derdi. Kimi zaman duvarları dökülürdü ama o duvarların ardında hiç kimse yıkılmazdı.

Şimdi duvarlar yıkılmıyor ama insanlar paramparça. Beton evlerin içinde sevgisizlikten ölen ruhlar var. Artık çocuklar toprağa değil, ekrana dokunuyor. Bahçede koşturmak yerine tablet başında büyüyor. Ağaçtan elma koparmamış, soba üzerinde kestane pişirmemiş, annesinin gözünün içine bakarak doya doya gülmemiş çocuklar var artık.

Ve bu yeni nesil, samimiyetin kokusunu bile bilmiyor.

Gösterişin Çağı "Neye Sahipsen, O'sun"

Eskiden bir insanın itibarı, sadakatiyle, merhametiyle, çalışkanlığıyla ölçülürdü. Şimdi ise ne marka araba sürdüğüne, hangi semtte oturduğuna, tatilini nerede yaptığına bakılıyor. Altın kalplilik yerini altın saatlere bıraktı.

Oysa bir zamanlar en kıymetli “saat”, komşunun evinden gelen iftar ezanıydı. En değerli “tatil”, dedenin köyde anlattığı hikâyelerdi. Ve en şık “giysi” bir annenin el emeğiyle ördüğü hırkaydı.

Bugünse, insanlar markaların içinde kayboldu. Etiketler, kişiliklerin önüne geçti. “İnsan” olmadan “influencer” olunur hale gelindi.

Bir Zamanlar…

Bir zamanlar...

  • Sabah kahvaltısı sofrada yapılırdı, şimdi arabada.

  • Dertler omuz omuza paylaşılırdı, şimdi gizli gizli psikologlarda.

  • Evlere “misafir” gelirdi, şimdi “randevu alınarak görüşülen” insanlar var.

  • İnsanlar birbirine dua ederdi, şimdi dava açıyor.

Bir zamanlar...

Yaz akşamları serinliği birlikte teneffüs ederdi insanlar. Damda uyumak, ayı izlemek, yıldız saymak vardı. Şimdi herkes klimasında tek başına uyuyor; yıldızlar mı? Gökyüzüyle irtibat bile kalmadı.

 “Altın Kaplı Evlerde Çamurlaşmış İnsanlar”

Bugünün en büyük trajedisi işte burada saklı: dışı altın olanın içi çamurla dolu. Görkemli evlerin, süslü hayatların ardında derin bir ruhsuzluk, vicdansızlık, sevgisizlik var. İnsanlar birbirine değil, ekranlara bağlanıyor. Aileler yemek sofralarında bile birbirinin yüzüne bakmıyor.

Yüreği çamurlaşan insanlar, başkalarının acılarına duyarsız. Bir çocuk savaşta ölüyor, bir anne açlıktan intihar ediyor, bir baba çaresiz kalıyor… Ama bunlar sadece “haberde geçiyor” bizim için. Tıpkı bir dizi gibi izleyip, sonra akşam yemeğimize dönüyoruz. Kalpler artık titremiyor. Vicdanlar pas tuttu.

Altınla kapladık evlerimizi, arabalarımızı, gardıroplarımızı... Ama içimizde bir boşluk var. Bu boşluk, ne para ile doluyor ne de şöhretle. Çünkü o boşluk, ruhun, kalbin, insanlığın boşluğu…

Ne Yapmalı?

Yeniden çamur evlere dönmemize gerek yok. Ama yeniden çamur evlerin insanlarına benzemeliyiz.

  • Yüreğimizi sadeleştirmeliyiz.

  • Paylaşmayı unutmamalı, bir tas çorbayı bile bölüşmeliyiz.

  • Gülüşlerimizi çocukça yapmalı, dertleri dostça paylaşmalıyız.

  • Gösterişten sıyrılıp, gönülden konuşmalıyız.

  • Eşyaları değil, insanları sevmeyi öğrenmeliyiz.

Altın kalpli insanlar olmak için altın almaya değil, kalp temizlemeye ihtiyacımız var.

Bir Duvarın Çatlağında Gizliydi İnsanlık

O çamur evler yıkıldı belki ama biz onları sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da terk ettik. Oysa gerçek ev, çatısı toprak değilse de kalbi toprak gibi olan bir insandır.

Dışarıdan ne kadar süslersek süsleyelim, içimiz çamurla dolduysa altın hiçbir işe yaramaz.

Gelin bu dünyayı bir çamur ev gibi görelim yeniden. Alçak gönüllü, sade ama sıcak… Gökyüzüne açık, yüreklere yakın.

Belki o zaman, altın kalpler yeniden doğar. Belki çocuklar yeniden yıldızları izler. Ve belki bir gün, birinin dilinden şu sözler dökülür:

“Bir zamanlar, altın kalpli insanlar yeniden var oldu. Ve dünya, sessizce gülümsedi…”

Erol Kekeç/13.06.2025/Sancaktepe/İST 

Sözün Bitip Yalanın Başladığı Yer Bugünün Siyaseti



 


Bundan belki yıllar sonra tarihçiler bu dönemi incelerken, uzun uzun şaşkınlıklarını yazacaklar.
Diyecekler ki:
"Nasıl oldu da milyonlarca insan, her gün kendisine yalan söyleyen insanlara alkış tuttu?
Nasıl oldu da bir halk, defalarca kandırıldığını bildiği halde aynı yüzlere umut bağladı?
Nasıl oldu da siyaset, halkın hizmetkârı olmak yerine efendisi oldu, ama kimse bunun farkına varamadı?"

Biz bugün, bu çarpıklığın tam ortasındayız.
Ve şunu artık yüksek sesle söylemenin vakti geldi:
Siyaset, bu ülkede halkı yönetmek değil; halkı aldatmak için kurulmuş bir illüzyon oyununa dönüştü.

Siyasetin Anlamı ve Gerçek Mahiyeti

Siyaset, kelime anlamı olarak yönetmek, idare etmek, toplumu düzene sokmak gibi anlamlar taşır.
İdeal anlamda siyaset; halkı adaletle, şeffaflıkla, ehliyetle, liyakatle yönetmek için organize edilmiş bir mekanizmadır.
Toplumda huzurun, barışın, refahın, gelişmenin altyapısını kurmak için vardır.
Siyasetçi; halkın hizmetkârıdır, hesap verendir.
Siyaset; bilgiye, veriye, ahlaka ve vicdana dayanır.
Yani aslı itibariyle siyaset, bir erdem sanatıdır.

Ama ne zaman ki bu erdemin yerini çıkarlar aldı,
Ne zaman ki hesap vermek değil, sadece "seçimi kazanmak" öncelik hâline geldi,
İşte o zaman siyaset, bir yönetim sanatı olmaktan çıktı,
Halkı kandırma sanatı hâline geldi.

Bugün Türkiye'de siyaset, ahlaki bir mecra değil,
taktiksel bir manipülasyon tiyatrosudur.

Aldatma ve Manipülasyonun Kurumsallaşması

Bugün hangi politikacının konuşmasını açarsanız açın,
Geçmişte söylediği şeylerle çelişmeyen bir cümlesini bulmak neredeyse imkânsız.
Bir gün “asla yapmayız” dedikleri şeyi, ertesi gün “yaptık ve çok doğru yaptık” diye savunurlar.
Bir gün “hain” ilan ettiklerini, öbür gün “kardeşim” yaparlar.
Bir gün “bizim kırmızı çizgimiz” dedikleri şeyi,
Ertesi gün siler atarlar, hem de halkı ikna etmeye bile tenezzül etmeden.

Çünkü bilmektedirler ki:
Bu halkın hafızası zayıftır.
Ve bu halk; ne kadar kandırılırsa kandırılsın, yine kandırana koşacaktır.

Ve böylece yalanlar bir yöntem değil, bir sistem hâline gelir.
Siyasetçi, ne kadar çelişirse çelişsin,
Eğer medyasını, istatistiğini, anketini kontrol ediyorsa,
Her türlü manipülasyonu “doğruymuş gibi” sunabilir.

İşte buna, kurumsallaşmış aldatma denir.
Yani sadece kişisel bir yalan değil,
Devlet aygıtının içinden organize bir kandırma operasyonu...

Siyasetin Günlük Eğlenceye Dönüştüğü Zamanlar

Her gün televizyonları açtığınızda aynı yüzler, aynı mimikler, aynı boş vaatler…
Siyaset konuşması adı altında yapılanlar,
Aslında bir tür gösteri sanatıdır.

“Şov yapıyoruz, ama ciddiyiz” denilen bir çelişki…
Milletin gözüne baka baka edilen yalanlar,
Ve ertesi gün o yalanlara kahkahalarla gülen kitleler…
Bir kabare gibi:
Bir aktör çıkıyor, esip gürlüyor,
Arkasından bir başkası geliyor, ötekini yalanlıyor,
Sonra hepsi bir araya geliyor, unutulmuş gibi yapıyor…

Tıpkı bir şirket tiyatrosu gibi…
Senaryosu belli, oyuncuları sabit, sahnesi parıltılı, seyircisi hipnotize…
Ve dikkat edin:
Bu tiyatroda kimse “gerçeği” umursamıyor.
Herkes bir oyun oynuyor.
Herkes bir rol kesiyor.
Ama hakikat?
O sahnede hiç görünmüyor.

Milleti “Günlük Eğlence Malzemesi ”ne Dönüştüren İktidarlar

Günümüz siyasetinde millet, artık bir hedef değil; bir araçtır.
İktidarlar için halk;
Sadece seçim zamanı hatırlanacak bir sayıdan ibarettir.

Siyasetçi halkı kandırır,
Ama öyle bir dille yapar ki, kandırıldığını bile hissettirmez.
Ekonomi çöker, o hâlâ “uçuyoruz” der.
İşsizlik patlar, “bu bizim stratejimiz” der.
Adalet çöker, “karar bağımsızdır” der.
İnsanlar açlıktan kırılırken, “şükretmeyi unutmayın” diye vaaz verir.

Yani halk, bir deney kobayı gibi kullanılmakta,
Her türlü başarısızlık, bir “zafermiş” gibi sunulmakta,
Ve halk, bu büyük illüzyona mecbur bırakılmaktadır.

Siyasetçinin Hesap Vermezligi-Yalanın Özgürlüğü

Siyasetçinin en büyük güvencesi şudur:
Hesap vermez.
Çünkü zaten halk, hesap sormaz.
Ne bir bakan görevinden alınır,
Ne bir başkan özür diler,
Ne bir lider yanlışını kabul eder.

Dün dediğini bugün inkâr etmek normalleşmiştir.
Bugün muhalefeti suçlayan,
Yarın aynı şeyleri kendi yaparken hiçbir yüz kızarması göstermez.
Çünkü yüz kalmamıştır.

Ve halk, tüm bu olanlara rağmen,
O siyasî figürü alkışlamaya devam eder.
İşte bu, büyük çöküştür.
Ahlaki felâket budur.

Bilimsel Planlamanın Yerini Popülizm Alınca

Gerçek siyaset, bilimsel verilerle yapılır.
Uzun vadeli planlama, sağlam kadrolar, liyakat esaslı atamalar, adaletli kararlar gerekir.
Ama bugünkü sistemde bunların hepsi rafa kaldırılmıştır.

Onun yerine ne vardır?
Göz boyama…
Kısa vadeli müjdeler…
Seçim öncesi “bir defalık” yardımlar…
Ve elbette “algı operasyonları”…

Bir ülkenin ekonomisi çökerken hâlâ “büyüme rekoru kırıyoruz” diyebilen bir sistem varsa,
Orada bilim değil, büyü yapılıyordur.

Ve bu büyüye halkı inandırmak için medya, anket şirketleri, troller, sosyal medya orduları seferber olur.
Yani yalan; sadece ağızdan çıkmaz,
Devletin bütçesinden beslenir.

“Halk İçin” Değil, “Kendisi İçin” Siyaset

Siyasetçi bir makama geldikten sonra halkı unutur.
Artık onun önceliği makamı korumaktır.
O yüzden ilk değişen şey, “dili” olur.

Seçim öncesi: “Biz hizmet için geliyoruz.”
Seçim sonrası: “Bizi eleştiren vatan hainidir.”

Seçim öncesi: “Halkın sofrasında olacağız.”
Seçim sonrası: “Lüks araçlar, korumalar, protokol orduları…”

Yani siyasetçinin değişmeyen özelliği,
İktidar koltuğunda kendine saray inşa ederken, halkı çadırda yaşamaya mahkûm etmesidir.

Ve en büyük utanç şudur:
Millet, bu zulme alışmıştır.

Çözüm Ne? Siyaset Yeniden Ahlaklı Olabilir mi?

Elbette çözümler vardır.
Ama bu, mevcut sistem içinde mümkün değildir.

Çünkü bu sistem, halkı kandırmaya göre kurgulanmıştır.
Burada dürüst bir siyasetçi barınamaz.
Burada ahlaklı olan dışlanır.
Burada şeffaf olan linç edilir.

Çözüm, önce halkın uyanmasıdır.
Unutmamalıyız ki:
Yalancı bir siyasetçi kadar, o yalana inanan halk da sorumludur.

Eğer millet hesap sorarsa,
Siyasetçinin dili değişir.
Eğer halk bilgiyle, bilinçle yaklaşırsa,
Yalanı ayıklamaya başlar.
Eğer medya özgür olur, bilim rehber olur,
O zaman siyaset, gerçekten yönetim sanatı hâline gelebilir.

Maskeler Düşmeden Değişim Olmaz

Bugün geldiğimiz nokta, siyaset adına bir ahlak iflasıdır.
Ne sözün bir değeri kalmıştır,
Ne yeminlerin, ne yasal sorumlulukların...

Siyaset; milleti oyalamak, avutmak, eğlendirmek için yapılan bir şov hâline gelmiştir.
Ama artık bu maskeleri indirme vakti gelmiştir.

Yarın bir gün tarih yazıldığında bu dönem şöyle anılacaktır:

“Yalanın, manipülasyonun, çelişkinin hüküm sürdüğü,
Halkın kandırılmayı alışkanlık edindiği,
Siyasetin aldatmanın kurumsal adı olduğu bir dönem…”

Ama belki de bazıları, işte o günün utancını bugünden hissetmeli.

Çünkü asıl mesele, ne partidir, ne liderdir, ne propaganda…
Asıl mesele: Gerçeği konuşma cesaretidir.

Ve bu yazı, bir başlangıç olsun diye yazıldı...

Bahadır Hataylı/10.06.2025/Sancaktepe/İST

Yola Çıkmadan Evvel Yolun Yol Olması Gerekir

 


Bir yola çıkmak...

Her şey burada başlıyor gibi görünse de, aslında birçok insan için hikâye burada bitiyor. Çünkü biz, çoğu zaman çıkılan yoldan önce, “neden çıkıldığını” sormuyoruz.
Yol dediğimiz şey, herkesin ağzında sakız olmuş bir mecaz: “Yola çıkmak”, “Yolda olmak”, “Kendi yolunu çizmek”, “Yol arkadaşlığı”… Ama kaç kişi düşünmüştür şu basit gerçeği:

Bir yola çıkmak için önce o yolun gerçekten “yol” olması gerekir.
Yani varılacak bir yer, gösterilen bir yön, katlanılacak bir bedel ve sonunda bir anlam olmalı.
Çünkü eğer gittiğin şey yol değilse, çektiğin zahmet de yolculuk değil; boşuna harcanmış bir ömürdür.

Yolculuk Değil, Sürükleniş

Bugün birçok insan yolda olduğunu zanneder ama aslında bir sürükleniş içindedir.
Bir rüzgâr savurmuştur onu bir yöne; herkes oraya gittiği için o da gitmektedir.
Popüler olan neyse, moda olan neyse, kalabalık nereye akıyorsa...
İnsanlar da "o yoldayım" diyerek orada olmayı bir kıymet sayar.
Ama durup sormazlar:
Bu yol nereye gidiyor?
Beni ben yapan neyi götürüyor içimden?
Bu zahmetin sonunda gerçekten bir menzil var mı? Yoksa sadece başka bir boşluğa mı çıkıyor?

Bir düşün:
Çölde yürüyen bir adamı hayal et.
Ayakları yanıyor, dili damağı kurumuş, sırtındaki yük her adımda daha da ağırlaşıyor.
Ve sonunda varıyor…
Ama vardığı yer bir serap!
Oysa o, başta sadece bir yudum su içeceğini bilseydi, onca eziyete katlanmazdı.
Yani mesele sadece yürümek değil;
Yürümeye değer bir yere doğru yürümek.

Yol Değil, Yön Sorunu

“Yol” dediğimiz şeyin en temel unsuru “istikamettir.
İstikameti olmayan bir çizgi, yol değil, dağınıklıktır.
Ne yana gittiğin, seni nereden nereye taşıdığı, seni neye dönüştürdüğü...
Bunlar düşünülmeden çıkılan her yol, aslında çıkılmış değil, içine düşülmüş bir yoldur.

Bir zamanlar bir dağcının hatıralarını okumuştum.
Adam yıllarca zirveye tırmanmak için hazırlık yapmış.
Antrenmanlar, araçlar, ekipmanlar, hayaller…
Nihayet zirveye ulaşmış.
Ama orada hiçbir şey bulamamış.
Ne huzur, ne anlam, ne tatmin…
Sadece bir soru:
“Ben bunu neden yaptım?”

Bu söz beni derinden sarstı.
Çünkü hepimiz bir şekilde bir şeyin “zirvesine” tırmanmakla meşgulüz:
Statünün, servetin, şöhretin, aşkın, akademinin, birikimin, gücün…
Ama bu zirvelere çıkmadan önce kimse sormuyor:
Orada ne var?
Oraya varınca insan ne olur?

Yolun Bedeli ve Değeri

Gerçek bir yolculuk, bedel ister.
Ter, gözyaşı, fedakârlık, sabır, yorgunluk…
Ama işte mesele burada başlar:
Çektiğin çileye değiyor mu bu yol?
Yani eğer yolun sonunda sana ait bir mana, bir derinlik, bir hakikat yoksa…
Çektiğin zahmet kutsal değil, sadece gereksizdir.

Hani insanlar “her şey bir tecrübedir” der ya…
Hayır.
Her şey bir tecrübe değildir.
Bazı yollar seni alçaltır.
Bazı yollar seni yorar ama hiçbir yere götürmez.
Bazı yollar seni değiştirir ama bu değişim gelişmek değil, yozlaşmak olur.

Bugün yüz binlerce genç, “kariyer” yoluna giriyor.
Sırf daha iyi yaşamak, daha çok kazanmak, daha çok görünmek için…
Yol güzel görünüyor: Ofisler, diplomalar, unvanlar, saygınlık...
Ama içeriden dökülen insanlara bak.
Yorgunlar, karamsarlar, heyecansızlar…
Çünkü yol güzelmiş gibi yapılmış ama içi boş.

Yolun Olmadığı Yolda Kaybolmak

En tehlikelisi de budur:
Yol zannedilen yerin, aslında bir yol olmaması.
Yani ne bir istikameti var, ne de bir sonu.
Ama kalabalık oradan geçiyor diye orası yol sanılıyor.

Çok kişi bir işe girer çünkü “herkes orada”.
Bir bölüme yazılır çünkü “geleceği var” derler.
Bir hayat kurar çünkü “toplum onu onaylar.”
Ama sonra geceleri uyuyamaz,
Sabahları kendini zorla işe götürür.
İçinde bir huzursuzluk, bir boşluk büyür.

İşte bu yüzden,
Her yol, yürünmeden önce sorgulanmalı.
Çünkü “yürümek” değerli bir eylemdir.
Ve her değerli eylem gibi, ancak hak edene sunulmalı.

Hakkıyla Yol Sayılacak Yollar

Peki gerçek yol nedir?
Hangi yol, zahmete, fedakârlığa, mücadeleye değer?

İşte burada devreye giren kavram:
Menzil.
Yani ulaşılacak yer, kavuşulacak anlam, erişilecek hakikat…

Gerçek yol, seni “senin özüne” götüren yoldur.
Seni tüketmeyen, aksine dönüştüren…
Seni başkalarının gözünde büyütmek için değil,
Allah’ın huzurunda küçültmek için kat edilen bir yoldur.

Kimi için bu yol, bir davadır.
Kimi için ilimdir,
Kimi için hizmettir,
Kimi için sebat,
Kimi için sadece “temiz kalmak ”tır.
Ama ne olursa olsun, bu yol senin kalbini büyütüyorsa, yol olmaya değer.

Yolun Yolcuya Katkısı

Yol sadece gidilen bir yer değil;
Aynı zamanda “olduğun kişiden, olman gereken kişiye” evrildiğin süreçtir.
Bu yüzden yol, dıştan çok içtedir.
Bir adım attığında aslında hem dışarda yürürsün, hem içerde…
Dışta toprak aşınırken, içte benlik kırılır.
Dışta ter dökülürken, içte nefs çözülür.

O yüzden “Yolculuk seni değiştirir” diyoruz.
Ama hangi yolda?
Yol gibi görünen her patika, seni geliştirir mi?
Hayır.
Bazen seni kendi karanlığına daha da yakınlaştırır.
İşte bu yüzden yola değil, yolculuğun niyetine bak.

Yola Çıkmadan Evvel

Yola çıkmadan önce sormalısın:
Bu yol bana ne kazandıracak?
Ben bu yol için neyimi feda ediyorum?
Bu yolun sonunda ben kim olacağım?
Ve en önemlisi:
Bu yol gerçekten bir “yol” mu? Yoksa sadece kalabalığın açtığı bir iz mi?

Kimi zaman yola çıkmamak en doğru yoldur.
Kimi zaman durup kendi yönünü çizmek…
Kimi zaman da yürümektense beklemek, daha büyük bir cesarettir.

Yürümek Değil, Yön Bulmaktır Mühim Olan

Hayat bir yolculuk olabilir.
Ama önemli olan her yolda yürümek değil,
Yürünecek yolda yürümektir.
Boşuna değil Mevlâna’nın şu sözü,

“Her yol doğru olsa,
Kervana rehber gerekmezdi.”

Çünkü bazen yolda olmak, yoldan çıkmaktır.
Bazen kalabalıklar içinde yürümek, aslında yalnızca kendi yıkımına doğru ilerlemektir.

Ve unutma:
Yolculuğun bedeli varsa, bir anlamı da olmalı.
Aksi hâlde…
Boşa yürürsün.
Yorulursun.
Ve sonunda…
“Ben buraya neden geldim?” diye sorduğunda,
Cevap bulamazsın....İşte tek gerçek ve hakikat..."Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Salih ameller yapan Müminlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler"  İsra/9

Erol Kekeç/22.04.2024/Namazgah/İST

9 Temmuz 2025 Çarşamba

Türk Töresinin Unutulan Nefesi Üzerine-Göçebe Gölgelerden Göğe Uzanan Betonlara

  


Düşün ki ufuk çizgisinin insan yüreği kadar geniş olduğu bir bozkırdasın. Toprak göğün eteğini kavramış, şafak kızıllığıyla alnına sürme çekmiş. Göz alabildiğine serili ak otağlar bulutlarla kardeş olmuş,çitlenmiş çadır ipleri rüzgârın tellerinde bir kopuz sessizliği çalıyor. İşte bizim medeniyetimizin ilk harfi bu boşlukta yankılanır: “Dünya geçicidir.” Bu cümleyi çadır direklerine oyar gibi oyduk zihnimize. Huzuru bozacak, gönlü ağırlaştıracak, kul ile Hâlık arasına kibir duvarı çekecek her türlü fazlalığı terk ettik. Atın yelesine tutunduk, toprağı misafir bildik, eşyaya hükmedip esiri olmadık. Ne zaman ki otağ yerini saraya, yün kaytan yerini beton şeride bıraktı; çadır direğine işlediğimiz o cümle de mazinin kavruk sayfalarına tıkılıp kaldı.

Göçebe Ruhun İnşası

Türk boylarının barınak ihtiyacı, sıradan bir mimari mesele olmaktan ziyade, dünyaya bakışlarının derin bir yansımasıydı. Otağ, yalnızca rüzgârı içeri alıp yağmuru dışarıda tutan bir örtü değildi; fani âleme çizilmiş tevazu sınırıydı. Bir direğin üç ayaklı istikrarına yaslanan yurt, ‘dünyanın direği’ olsaydı da yıkılacak kadar faniydi. Bu bilinç, insanı at sırtında değil gönül üzerinde taşıdı: “Misafirsiniz, eşyaya bağlanmayın.”

Göçerken toprağı yaralamadık; yarın geldiğimizde bereket bulalım diye. Ne zaman konakladıysak su gözelerinin başında barış tohumu ektik; devlete, ilme, söze, töreye. Tarih, Türk’ün girdiği yerde; hayvanına su yolu, insanına ticaret yolu, zulme uğrayanına adalet yolu açtığını yazar. Zira otağ kurduğun yerde barış, otağ söktüğün yerde izzet bırakmak, atalarımızın yazısız kanunuydu.

Kibir Kapısından İçeri Girerken

Ancak asırlık takvimde bir yaprak sararıp koptu: Osmanlı’nın gerileme dönemi. Batı’nın sanayi borazanından yükselen buhar, tüfek, banknot ve vitrin ışıkları, uzak dalgalar gibi payitaht surlarına çarptı. Top güllesiyle yıkamadıkları kaleyi, tüketimle içerden çökerttiler. Çadır direğinin gölgesi saray koridorlarına uzandı, orada yitirildi. Yün keçelerin yerine barok perdelere özenmek, otağını söküp köşke sığınmak, ruhu dairesel huzurundan dikdörtgen yalnızlığına hapsetmek demekti.

Modernleşme uğruna göçebe mantığa ‘ilkel’, yerleşik düzene ‘ilerleme’ damgası vuruldu. Oysa mesele yerinden olmak değil, yerini unutmak, ev bark edinirken edebini kaybetmekti. Taş ev değil, kalbe örülen taş duvar tehlikeliydi.

Seküler Dünyanın Plastik Cenderesi

Bugün şehir siluetlerine bak; Çelik gökdelenler göğe meydan okur, ama ruhsuz dururlar. Yağmur yağdığında otağ bezini kokutan toprak artık asfalt kokusuyla karşılar bizi. Beton kolonlar sağlam görünebilir; ama İstanbul’u İstanbul yapan gönül sütunlarıdır, Topkapı’nın avlusunda yankılanan “Eyvallah” sedasıdır.

Kapitalizm, insanı sonsuz ihtiyaç üreticisi, doyumsuz tüketici kıldı. “Ebedî yaşarmışçasına” alışveriş yapan kalabalık, aslında mezar taşına kredi borcu yazar. Malların, markaların, meşgalelerin yedeğinde ömür tükenir; kâinatın misafiri olduğunu unutan varlık, kendini saray sahibi sanar. Çadırının kapısını şafakla açan, güneşle toplayan nenelerimizin kanaatkâr duası yerini, ‘indirim kuyruklarında ezilmeyi’ kutsayan reklam mottolarına bıraktı.

Töre Neyi Emrederdi, Biz Ne Yaptık?

  • Adalet: Timur otağı nereye kursa, en önce kadıyı, toy meclisini kurardı. Bugün adalet sarayları devasa, adaletin kendisi cüce.

  • Merhamet: Yaz kış ordugâhta aş ocağı tüter, yolcu doyurulurdu. Şimdi sokakta aç yatan çocuğu, ‘görüntü kirliliği’ diye bez afişle saklıyoruz.

  • Zalime Başkaldırı: Ergenekon’dan çıkan millet, zincire tahammül etmedi. Şimdi küresel şirketlere, finans kartellerine, medya baronlarına eklemlenmiş itaat yıldızı taşırken özgürlük narası atıyoruz.

Töre, insanı sıradanlaşmaktan değil, zulme ortak olmaktan korurdu. Evler yükseldi, gönüller çölleşti; ekranlar büyüdü, hikmet küçüldü; şehirler kabardı, merhamet kurudu. Hâlbuki otağda çay karıştıran tahta kaşık, altın kaşıktan daha yüksek bir hatıra saklar: Toprak kokusunu, ortak sıcaklığı, sohbeti.

Kapı Önünde Bekleyen Hesap

Bu gidiş nereye? Beton kulelerimiz, plastik oyuncaklarımız, tek kullanımlık mutluluklarımız var. Ama otağ direğine kazınan uyarı hâlâ geçerli: “Dünya geçicidir.” Toprağa çivi çakıp sonsuzluk taslamak, yılkıya bırakılmış atın yularını unutmak gibidir; o at bir gün sahibini arar. Ruh, otağını kaybedince nereye sığınır?

Faturası ağır olacak bir savruluşun eşiğindeyiz. Tüketim tanrısına adak diye sunulan zamanımız, infak etmediğimiz heybeden eksilecektir. Göçebeyken rüzgâr yönümüze secde ederdi; şimdi klima pervanesi altında bir tutsaklığın soğuğu titretir içimizi.

Yık Betonu, Yasla Dizini Toprağa!

Ey kendini sonsuza dek yaşayacak zanneden şehirli! Ayağındaki ayakkabıyı çıkar, tümsekli bozkır toprağına bas. Dizindeki pantolonu sıva, çömel, avuçla kudret denen o çamuru. Hisset: Senin asıl kalıbın toprak, otağın sema, yoldaşın rüzgârdır.

  • Töreye Dön: Modernlik adını verdiğin taklidi sök at. Yeniden kanaat öğren, az eşyayla çok bereket mevsimine gir.

  • Mazluma Omuz Ver: Kredi kartıyla değil, gönül kartıyla borç öde. Aç komşu varken tok yatan, otağdan değil, beton mezarından farksızdır.

  • Zalime Meydan Oku: Tüketim devlerinin reklam koridorlarına kurutulmuş bozkır otu savur. Suyu haksızca satana, havayı plastik poşete hapseden sisteme “dur” de.

  • İhlaslı İmar: Yurt kurmak yine mümkündür; yurt, yürek demektir. Binayı yık demiyorum; betonuna merhamet, çimentosuna adalet, penceresine pudak yüzü koy diyorum.

Yeniden Otağ Kurmanın Yedi Adımı

  1. Eşyayı Azalt: Her fazla eşya, kalbine çakılmış bir çividir. O çiviyi sök, kanaat çadırını ger.

  2. Tüketimi Düzene Sok: “İhtiyaç” sandığın şeylerin büyük kısmı nefsine kurulmuş pazar tezgâhıdır. Kapattığın her tezgâh, mazlumun sofrasına düşen ekmek demektir.

  3. Dijital Göçebe Ol: Cihazlara esir değil, onları yörük kıl; işini görsün, ruhunu kemirmesin.

  4. Toprakla Barış: Bir saksı da olsa toprağa tohum koy, her filiz otağ ipidir; seni yere bağlar, göğe yükseltir.

  5. İnfakı Dirilt: Atalar yola çıkarken kapıya bir tas aş asar, "Yoldan geçen nasiplensin" derdi. Maaş gününde mazlumun payını ayır, modern zekâtını artır.

  6. Sözü Temiz Tut: Töre, dilde başlar. Lüzumsuz lafı at, hikmetli kelamı yeşert. Sosyal medya bağırışını otağ bahçesinde dua sessizliğine çevir.

  7. Direniş Kültürü İnşa Et: Krediye, faize, haram kazanca “hayır” demek, tarihte Hun kalkanı kadar şerefli direniştir.

Geleceğe Çakılan Direk

Çadır direğini bugün uzaya fırlattığımız metal roketlerle kıyaslama. O direk, göğün semtine uzanan manevi bir paraboldü. Ahşap olmasına rağmen yıldızlarla bağ kurdu. O direk sayesinde kutup yıldızını pusula, gece göğünü çatı kıldık. Göçebe ruhun asıl hedefi, haritayı değil kaderi okumaktı.

Bugünün çocukları, gökdelen camında yansıyan kendi hayaletlerini izliyor. Otağda büyüyen çocuk ise kapı eşiğinde göğe bakar, yıldız sayar, kaderle konuşur. Beton bizi yıldızlardan kopardı; ekranlar gök kubbenin yerini aldı. Ve hepimiz, oyun bitince fişi çekilebilecek sanal varlıklar hâline geldik.

Hesap Vakti-Yanan Çadırın Dumanı

Unutma, Otağ yanarsa dumanı dümdüz göğe yükselir, seccade olur, dua olur. Beton yanarsa, karbondioksit bulutu olup ciğerine iner, felaket olur. Hangisini tercih edeceğini sen bilirsin. Dünya geçici deyip çimen üstünde oturmak mı, yoksa geçiciliği unutturan plazalarda faniliği ertelemek mi?

Tarih, ‘dünyevileşirken ruhunu kaybeden milletlerin’ ibret sayfalarını gösteriyor. Kudüs’ü, Semerkant’ı, Endülüs’ü göğe kaldıranlar, adaleti ve tevazuyu mimarinin harcına katmışlardı. Bu harç zayıflayınca abide de, medeniyet de çöktü.

Bugün kapitalizmin serap vadisinde koşan bizler, aynı yanılgının eşiğindeyiz. Tüketimin kof kahramanlığına övgüler dizen medya sihirbazı, kalın cüzdanlı ama boş kalpli “küresel gezgin” figürünü önümüze kahraman diye koyuyor. Oysa hakikî kahraman, otağını yüreğinin üstüne kurup mazluma yurt olandır.

Yerine Bir Bozkır Fermanı

Ey insan!
Çadırdan saraya, saraydan betona, betondan sanal ekrana savruldun. Her yeni konakta eskiyi unuttun. Otağını söktüğün yere merhamet tohumu ekmeyi terk ettin. Şimdi bu kelimeleri, kapanmak üzere olan bozkır ufkuna son bir ferman gibi yazıyorum:

Ya çadır direğini yeniden dikersin, ya beton mezarının çatısını kendi ellerinle sıvazlarsın.

Bu bir tehdit değil, hatırlatmadır; bir öfke değil, uyandırmadır. Çünkü dünya gerçekten geçici — otağ kadar geçici, kulak ver! Sana emanet bırakılan her şey, gönlündeki otağın ipidir. O ip koparsa, rüzgârın zift kokar, akşamın nurunu kaybedersin.

Bugün, göçebe atalarına layık olmanın tek yolu;

  • Adaleti yeniden diriltmek,

  • Merhameti civanmertlikle süslemek,

  • Tüketimi dizginleyip paylaşmayı çoğaltmak,

  • Beton kulelere değil, göğe açık gönül çadırlarına sığınmaktır.

Gecenin karanlığında otağa düşen son kıvılcım sönmeden uyan! Her kıvılcım yeni bir dirilişin ocağıdır. Diriliş, çadırlarda doğdu; beton odalarda doğamayacak kadar narindir. Şimdi son nefesini değil, ilk nefesini alır gibi derin, yürekten bir “Bismillah” çek ve direğini göğe dik.

Bozkır rüzgârı ipini çözmeden, gök kubbe çadırını indirmeden, tüketim ateşi otağını tutuşturmadan; hatırla ki sen misafirsin. Ve misafir, ev sahibine karşı edep sancağı taşır. O sancak düşer, töre yıkılırsa; ne saray, ne beton, ne çelik kalır. Yıkılacak olan yalnızca eşyaların değil, ruhunu tutsak eden zincirlerin olur. Zincir kırılır; otağ yeniden kurulur. Otağ kurulur, insan yeniden insan olur.

Son sözüm, Otağını kur, ruhunu kurtar!

Erol Kekeç/20.07.2023/Sancaktepe/İST

NOT: Dedem Hacı Burhan ve Babamın nasihatleri ve töremiz hakkında onlardan öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istedim....Babamın Bana dediği işte evladım Türk budur... 

6 Temmuz 2025 Pazar

Hükümdarlığın Gölgesinde Bir Gerçeklik Taşlaması

 


Bir gün Behlül, sarayın taş avlusunda, güvercinlerin gölgesine sığınmış, bir sütunun dibine yaslanmış, sırtını gün ortasının rehavetine vermiş, kısa bir uykuya dalıvermişti. Ne başında bir yastık vardı, ne de üstünde bir örtü; lakin gözlerinde dünyanın bütün huzuru...

O sırada Harun Reşid, bahçede gezinirken Behlül’ü uyur vaziyette gördü. Hükümdar olmanın verdiği o tanıdık sabırsızlıkla seslendi:

“Behlül! Kalk! Yatmak zamanı mı şimdi?”

Behlül gözlerini araladı, yüzünde asırlık bir uykudan uyanmış gibi bir huzursuzluk vardı. Uykunun sıcacık bağrından zorla koparılmış gibiydi. Kaşlarını çattı, dudaklarını büzdü ve hafifçe doğruldu:

“Ne diye uyandırırsın beni ey halife?” dedi. “Ben rüyamda hükümdar olmuştum.”

Harun Reşid kahkahayı bastı, o bildik özgüvenle:

“İşte rüya bu ya Behlül! Uyandın mı biter gider. Hükümdarlık dedin mi işte o kadar...”

Behlül sustu, ama o sükût, söylenecek sözlerin taşlaştığı bir andı. Başını kaldırdı, gözleri Harun’un gözlerine çarptı. Gölgeden çıkmış bir kelâm gibi dimdik, açık, net:

“İşte,” dedi, “senin hükümdarlığınla, benim rüyamdaki hükümdarlığım arasındaki fark da bu! Benimki uyandığımda bitti... Seninki ise uyuduğunda bitecek!”

İşte bu söz, bir hükümdarın altından tahtına atılmış bir taş gibiydi. Ve bu hikâye, sadece bir rüya meselesi değil, tüm zamanlara yayılmış bir hakikat aynasıydı.

Gölgenin Ucundaki Tahtlar

Hükümdarlık, dışarıdan bakıldığında süslü bir halı gibidir. Üzerine basan parmaklar, desenlere kapılır; ama o halının altı hep kirli bir sırla örtülüdür. O sır; korkudur, ikiyüzlülüktür, gösteriştir, sonsuzmuş gibi gösterilen geçiciliktir.

Behlül bunu bilirdi. O yüzden sarayın kenarında yatar, rüyasında hükümdar olur ama sabah kalktığında o rüyaya gülüp geçerdi. Çünkü rüyasında hükümdar olmak, bir taht sahibi olmaktan daha çok hakikate yakındı. Çünkü o tahta tutkun değildi, hakikate susamıştı.

Oysa Harun Reşid’in hükümdarlığı, uyanıklığın kabusuydu. Uyandıkça derinleşen bir düş, sustukça büyüyen bir kibrin hikâyesiydi. Tahtın her gün bir yanı çürürken, yeni çiçeklerle süslenir, ölüm korkusu içindeki yaşama benzerdi.

Sarayın İçindeki Sarhoşluk

Behlül’ün sözleri, sadece bir ironi değil, zamanın diline yazılmış bir hicivdir. Çünkü asıl rüya, sarayda uyanık geçirdiğimiz hayatın ta kendisidir.

Bugün de nice Harunlar var ki, kendini tahtların ebedi sahibi sanıyor. Kravat değişmiş, saray yerini cam kulelere bırakmış ama zihniyet hâlâ aynı:

“Ben varsam düzen var, ben gidersem kaos başlar!”

Ve Behlüller? Onlar hâlâ sokak aralarında, eski park köşelerinde, kuytularda yaşıyorlar. Bazen bir delilikle, bazen bir hikmetle konuşuyorlar ama kimse onları ciddiye almıyor. Çünkü gerçekler, bir hükümdarın sofrasında susar; ama rüyaların gölgesinde konuşur.

Hükümdarlıklar ve Uyanıklıkların Sonu

Behlül demedi ki: “Ben rüyamda memleketi refaha çıkardım.” Demedi ki: “Altınlar saçtım, adalet dağıttım.”

O sadece “hükümdar oldum” dedi.

Çünkü hükümdarlığın özünde bir rüya vardır. Gerçekliği simüle eden ama kendisi gerçek olmayan bir hayal… Uyandığında kalmaz.

Ama Harun’unki? O gerçek zannedilen bir hayaldi. O, kendi rüyasını millete dayatanlardandı. “Benim rüyamı paylaşmazsan, uyanamazsın” diyenlerden…

Behlül’ün gözünde, bu en büyük uyurgezerlikti.

Bugünün Harunları ve Behlülleri

Bugün öyle çok Harun var ki... Mikrofon başında bağıranlar, kürsüde nutuk atanlar, ekranlarda kendini alkışlatanlar… “Ben olmazsam, siz yoksunuz” diyenler. Rüyayı değil, halkın uyanıklığını hedef alanlar.

Ve Behlül’ün çağdaş torunları? Onlar mizahla gülüyor, taşlamayla konuşuyor. Bazen bir karikatürde, bazen bir sokak şarkısında, bazen bir sosyal medya gönderisinde dile geliyorlar:

“Senin gücün fiş prizine bağlı, bizimki uyanmaya!”

“Senin saltanatın maaş bordrosuna, bizimki vicdana!”

Taşlamanın Gölgesinde Bir Hakikat

Behlül o sözüyle yalnız Harun’a değil, çağlara taş attı:

“Senin hükümdarlığın, uyuyunca biter!”

Zira hiçbir iktidar sonsuz değildir. Her saray, bir gün virane olur. Her alkış, bir gün susar. Her yalan, bir gün düşer. Ama hakikat? O Behlül gibi bir köşede uyurken bile hayat bulur.

Uyuyanlar ve Uyandıranlar

Bazı insanlar uyanmak istemez. Onlar, rüyada sarayda olmaktan memnundur. Behlül gibilerin sözü onları rahatsız eder.

Çünkü Behlül, zihni uyandırır. Harun’un hükümdarlığı ise bedeni yönetir. Zihin uyanınca, beden durur. Bu yüzden her devrin Harun’u, Behlül’e kızar. Onu susturmak, yok saymak, hafife almak ister.

Ama Behlül susmaz. Çünkü o, rüyasında bile gerçekleri anlatır.

Bir Rüyanın Ardında Kalan Gerçeklik

Harun Reşid belki gülüp geçmişti. Ama o gülüş, içten değildi. Çünkü Behlül’ün sözleri, tahtının altına serilmiş bir gerçeği açık etmişti.

Behlül rüyasında hükümdar olmuştu. Ama uyandığında hükümdarlığı bitmişti.

Harun ise her uykusunda tahtını yitirir korkusuyla yaşardı. Çünkü onun tahtı; halkın uykusuna, dalkavukların alkışına, vezirlerin yalanına bağlıydı.

Rüyalarla Kurulan Saltanatlar

Nice liderler gördü bu dünya…

Kendini rüya gibi anlatan, “milletin rüyası benim” diyen… Ama halk uyanınca kaçacak delik arayan…

Behlül gibiler ise hep kenarda kalır. Çünkü hakikatin tahtı yoktur. Ama vicdanı vardır. Ve vicdan, ne uyur ne unutulur.

Bir Rüyanın Gerçek Hükmü

Behlül bize bir şey gösterdi:

Rüya ile hüküm arasında fark yoktur, eğer hüküm hakikate değil, hayale dayanıyorsa.

Bugünün hükümdarları, bir sabah ansızın uyanacaklar. Belki bir ses, bir itiraz, bir cümle, bir fısıltı ile… Belki bir çocuk kahkahasıyla…

Ve o gün geldiğinde, anlayacaklar ki:

“Hükümdarlık bir rüyaydı. Biz, Behlül’ü ciddiye almalıydık.”

Bahadır Hataylı/30.06.2025/Sancaktepe/İST 

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!