Bu Blogda Ara

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Köylü Sınıfı ve Taşra Krizi Yitirilen Bellek Dağılan Umutlar Kuruyan Topraklar

Toprağın Terk Edilişi ve Köylülüğün Sessiz Çöküşü

Yüzyıllar boyunca toprağa emek veren, üretimin bel kemiğini oluşturan ve kadim bilgeliğiyle hayatı ayakta tutan köylü sınıfı, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde sistemli bir şekilde yok oluşa sürüklenmektedir. Bu yalnızca bir sınıfın çöküşü değil, aynı zamanda bir medeniyetin, bir geleneğin ve insanlıkla tabiat arasındaki bağın kopuşudur. Taşra dediğimiz yerler, artık nostaljik birer görüntüden ibaret kalmış, tarım toplumunun belleği silinmiş, topraklar terk edilmiş ya da sermayenin çıkarlarına kurban edilmiştir. Bu yazı, köylü sınıfının yaşadığı dönüşümün arka planını derinlikli biçimde analiz ederken, bu yok oluşun nedenlerini, sonuçlarını ve muhtemel çıkış yollarını irdelemektedir.

Köylünün Sosyo-Ekonomik Konumu Geçmişten Günümüze

Köylü, tarih boyunca sadece üretici değil; aynı zamanda taşıyıcı, koruyucu ve kültürel aktarımın en temel halkasıydı. Osmanlı'da reaya sınıfı olarak anılan köylü, toprağın sadık emanetçisiydi. Cumhuriyet döneminde ise "köylü milletin efendisidir" ifadesiyle bir nevi kutsandı. Ancak bu sözlerin ardındaki uygulama, köylüyü gerçekten yüceltti mi? Hayır. Çünkü tarım politikaları hiçbir zaman köylüyü kalkındıracak şekilde değil, çoğu zaman şehirlerin ihtiyaçlarına hizmet edecek biçimde şekillendirildi. 1950'lerde başlayan makineleşme ve ardından gelen yeşil devrimle birlikte köylü emeği giderek değersizleştirildi. Köylü, ya büyük tarım şirketlerinin taşeronu haline geldi ya da göç yollarına düştü.

1980 sonrası neoliberal politikalarla birlikte tarımda sübvansiyonların kaldırılması, küçük üreticilerin iflasını hızlandırdı. Serbest piyasa ekonomisinin "rekabet" adı altında dayattığı yapı, yerli tohumun yerini GDO'lu tohuma, geleneksel üretimin yerini tek tip sanayi tarımına bıraktı. Bu süreç, köylünün hem ekonomik hem de kültürel olarak tasfiyesini beraberinde getirdi.

Taşranın Krizi Kimliksizleşme, Göç ve İfsat

Köylü sınıfının çözülmesi, aynı zamanda taşra dediğimiz yerlerin de çözülmesidir. Eskiden dayanışma, sadelik, ahlaki normlar ve gelenekle yoğrulmuş olan taşra, bugün kimliksiz bir boşluğa sürüklenmiştir. Köylü nüfusunun şehirlere göç etmesiyle birlikte köyler boşalmış, kalan az sayıda insan yaşlanmış ve üretimden kopmuştur. Tarımsal faaliyetlerin yerini taş ocakları, HES projeleri, maden şirketleri ve betona dayalı rant düzeni almıştır.

Göç eden köylü ise şehirde de tutunamamıştır. Kentin gettolarında yaşayan, ne köylü kalabilmiş ne şehirli olabilmiş bir ara kimlik oluşmuştur. Bu kimlik, hem aidiyet duygusunu kaybetmiş hem de tüketim kültürünün kıskacında savrulmuştur. Eskiden üretimle var olan köylü, şimdi tüketimle var olmaya çalışmaktadır; ama bu tüketimin sürdürülebilirliği yoktur. Bu nedenle taşranın krizi sadece demografik bir değişim değil, aynı zamanda sosyo-kültürel bir yıkımdır.

Toprağın ve Tohumun İhaneti Yerli Üretimden Tekelleşmeye

Köylü sınıfının çöküşünde tarım politikalarının rolü büyüktür. Yerli tohumun yasaklanması, tarım ilacına bağımlılık, çiftçiye verilen desteklerin azalması ve ithalat politikaları, çiftçiyi borç batağına sürüklemiştir. Girdi maliyetlerinin artması (mazot, gübre, ilaç) karşısında ürün fiyatlarının baskılanması, çiftçiyi üretimden soğutmuştur. Tarlasını süremeyen, ürününü pazarlayamayan, borcunu ödeyemeyen köylü, toprağını ya satmış ya da terk etmiştir.

Bugün Türkiye'de tarım alanlarının büyük kısmı artık ya kullanılmıyor ya da büyük şirketlerin tekeline geçmiş durumda. Sözleşmeli tarım adı altında çiftçi emeğini satmakta ama karar mekanizmalarında yer almamaktadır. Yerli tohumun yerini çok uluslu şirketlerin patentli tohumları almış; bu tohumlar verimli gibi görünse de çiftçiyi sürekli dışa bağımlı kılmaktadır.

Maneviyatın ve Ahlakın Dağılması Taşrada Bozulan İlişkiler

Köylünün çözülmesi sadece ekonomik değil, ahlaki bir çözülmedir aynı zamanda. Eskiden imece usulüyle yapılan işler, şimdilerde ücretli işgücüyle yürütülmeye çalışılmakta; bu da toplumsal dayanışmanın sona ermesine neden olmaktadır. Köylünün maneviyatı, toprağa olan saygısından, kanaatkârlığından ve doğayla kurduğu dengeli ilişkiden beslenirdi. Bugün ise birçok köyde insanlar birbirine selam vermemekte, çıkar ilişkileri belirleyici olmaktadır.

Tarım toplumunun değerleri, sanayi toplumunun çıkar merkezli değerleriyle çatışmış ve bu çatışmadan kaybeden köylü olmuştur. Ne yazık ki artık birçok köyde zina, faiz, kumar gibi şehirde rastlanan kötü alışkanlıklar da yaygınlaşmış; maneviyatın yerini boşluk almıştır. Bu değer kaybı, taşranın krizini daha da derinleştirmektedir.

İklim Krizi ve Ekolojik Tahribat Tabiat da İsyanda

Tarımın sanayileşmesi ve köylünün devre dışı bırakılması, sadece toplumsal bir yıkıma değil aynı zamanda ekolojik bir felakete yol açmıştır. Monokültür tarım, pestisit kullanımı, yeraltı sularının aşırı çekilmesi, ormanların yok edilmesi gibi uygulamalar doğayı tahrip etmektedir. Küresel iklim krizi, en çok tarıma dayalı yaşam alanlarını vurmakta; kuraklık, sel ve don olayları üretimi tehdit etmektedir.

Köylü bilgeliğiyle bin yıllardır doğayla uyumlu yaşayan bir sınıftı. Bugünün şirketleşmiş tarım ise doğaya düşmandır. İklim değişikliğine karşı en büyük silah olan küçük ölçekli, yerel ve doğal tarım ortadan kaldırıldıkça, insanlık da geleceğini kaybetmektedir. Toprak artık bir ana değil, metaya dönüşmüştür.

Medya, Eğitim ve Algı Operasyonları Köylünün Gözden Düşürülmesi

Bugün birçok kişi, köylüyü "geri kalmış, eğitimsiz, çağdışı" gibi olumsuz etiketlerle anmaktadır. Bu algı, bilinçli bir medya ve eğitim politikasıyla oluşturulmuştur. Televizyon dizilerinde köylüler komik, saf ya da dolandırıcı figürler olarak gösterilmekte; eğitim sisteminde ise köy yaşamı küçümsenmektedir.

Oysa köylü, yaşamı sürdürülebilir kılan, doğayı koruyan, kadim bilgileri yaşatan bir sınıftır. Bu değerli belleğin itibarsızlaştırılması, aslında sistemin toprağı ve üretimi değersizleştirme çabasının bir sonucudur. Bu nedenle yeniden köylüye itibar kazandırmak, sadece bir sınıfın onurunu iade etmek değil; aynı zamanda insanlık onurunu ayağa kaldırmaktır.

VII. Çıkış Yolu Yeni Bir Tarım, Yeni Bir Taşra, Yeni Bir İnsan

Köylü sınıfının tasfiyesi, geri dönüşü olmayan bir kader değildir. Aksine, bu yıkımın içinden bir diriliş de mümkündür. Bunun için birkaç temel adım atılmalıdır:

  1. Yerli ve küçük üreticiyi önceleyen tarım politikaları geliştirilmeli; sübvansiyonlar artırılmalı, çiftçinin borçları silinmeli.

  2. Tohum ve su egemenliği yeniden yerelleştirilmeli; çiftçinin kendi tohumunu üretmesi desteklenmeli.

  3. Taşra merkezli kalkınma projeleri, gençlerin köye dönüşünü teşvik etmeli; eğitim, sağlık ve altyapı olanakları güçlendirilmelidir.

  4. Manevi, ahlaki ve kültürel uyanış, köylünün kendi değerlerine dönüşünü sağlayacak şekilde yeniden inşa edilmelidir.

  5. Tarım liseleri, ziraat kooperatifleri ve üretici birlikleri yaygınlaştırılmalı, çiftçinin örgütlü gücü artırılmalıdır.

Köylüyü Diriltmeden Ülke Dirilmez

Köylü sınıfı, bir toplumun hem gıdasını hem ruhunu hem hafızasını taşır. Onun yok oluşu, sadece bir ekonomik yıkım değil, aynı zamanda kültürel ve manevi bir felakettir. Türkiye, eğer gerçek anlamda kalkınmak istiyorsa; önce toprağına, sonra bu toprağın gerçek sahibi olan köylüsüne sahip çıkmalıdır. Çünkü köylüsüz bir ülke, köksüz bir ağaç gibidir; ayakta kalamaz, meyve veremez. Taşra yeniden ayağa kalkmadıkça, merkez de çökecektir.

Köylüyü yeniden üretimin öznesi haline getirmek, sadece tarımsal bir mesele değil; aynı zamanda siyasal, kültürel ve insani bir meseledir. Bu mesele, çözülmeden hiçbir kalkınma sürdürülebilir olamaz. O hâlde, yeni bir yolculuk başlatmanın ve toprağa yeniden yönelmenin vakti gelmiştir ve geçmektedir...Ya yok olacağız ya da olacağız....

Erol Kekeç/27.07.2025/Namazgah/İST

İncire ve Zeytine Yemin Olsun Ki Bir Medeniyetin Çöküş Belgesi

“İncire ve zeytine andolsun...” (Tîn Suresi/1)

Kur'an, bazı varlıklar üzerine yemin eder. Bu yeminler gelişigüzel değildir. İncir ve zeytin; sadece meyve değil, bir medeniyetin, bir doğallığın, bir barışın, bir ömrün ve kadim bilgeliğin sembolüdür. Allah’ın bu iki kutsal bitki üzerine yemin etmesi, onların sadece biyolojik varlıklar değil, aynı zamanda insanlık için taşıdığı misyonu vurgular.

Ama şimdi... Bu yeminin anlamı tersyüz edilmiş durumda. Bugün iktidarların “kalkınma” ve “enerji” adı altında yaptığı şey; zeytinlikleri yok ederek, toprağa ve ruha ihaneti yasallaştırmak oldu. Bu artık sadece bir çevre sorunu değil. Bu, doğrudan bir ahlâk sorunu, bir iman sorunugelecek nesillerin hakkını gasp etme sorunu haline gelmiştir.

Dolar ve Euro'ya Yemin Eden Anlayış

Bir zamanlar kutsal değerler uğruna yapılan yeminler vardı. Şimdi ise yeminler farklı:
“Dolara ve Euro'ya yemin olsun ki bu toprakları madene açacağız. Sıcak para için, dış borçları çevirebilmek için, enerji üretimini artırmak bahanesiyle ekini ve nesli feda edeceğiz.”

Yeni düzenin yemini budur. Bu yeminde zeytine, incire, suya, ormana yer yoktur. Bu yemin, doğanın değil, doların ve çıkarın hizmetindedir.

“İnsanların elleriyle yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat çıktı.” (Rum Suresi/ 41)

Bu ayet sanki bugün için inmiş gibidir. Ormanlar yok edilir, zeytinlikler maden alanlarına çevrilir, yerli halk susturulur, muhalif sesler “kalkınma düşmanı” ilan edilirken; bu ayet adeta bir çığlık gibi yankılanıyor.

Pakistan'dan Türkiye'ye Aynı İklim Oyunu

Pakistan’ın önce “iklim değişikliği anlaşmasını” onaylaması, ardından bir “iklim yasası” geçirmesi; güzel bir adım gibi görünse de bu yasa ile birlikte doğa koruma bölgelerinin enerji şirketlerine açılması da sağlandı.

Türkiye’de de benzer bir süreç işliyor. Önce çevreyi korumaya yönelik yasalar çıkartılıyor; sonra “istisna” maddeleriyle bu yasalar delik deşik ediliyor. Zeytinlikleri koruyan yasaların arkasından çıkarılan “torba yasalar” ile zeytinlik alanlar enerji yatırımları için kolaylıkla maden sahalarına dönüştürülüyor.

Yani önce “ahlâken biz doğayı koruyoruz” mesajı veriliyor, sonra gerçekte doğa talan ediliyor. Bu bir “çift yüzlülük stratejisidir. Bu, ifsadı ıslah gibi gösterme sanatıdır.

“Onlara, ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ dendiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Haberiniz olsun! Asıl bozguncular kendileridir ama farkında değiller.” (Bakara Suresi/11-12)

Bu ayet, günümüzün çevre politikalarını birebir tarif ediyor.

Zeytinliğe Kepçe Girdiğinde İnsanlığın Başı Eğilir

Zeytin bir ağaç değil, bir hafızadır. Bin yıllık bir zeytin ağacı; Roma’yı, Selçukluyu, Osmanlı’yı ve Cumhuriyet’i görmüş olabilir. O ağaç, sadece meyve vermez, bir zamanın tanığıdır.

Ama şimdi... O zeytinliklere iş makineleri giriyor. Çocukların üzerine gölgesini düşürdüğü ağaçlar, artık enerji santralleri için yok ediliyor. Hem de “milli çıkarlar” adına.

Şu soruyu sormak gerek:

Bir devlet, kendi halkını göz göre göre yoksullaştırır mı?
Bir yönetim, binlerce yılda oluşan ekosistemi üç beş yıl içinde bitirir mi?
Bir milletin mirası, bu kadar kolay harcanabilir mi?

Ekinin ve Neslin İfsadı

“Allah’ın yarattığı ekini ve nesli yok etmek için şeytanla işbirliği yapanlar vardır.” (Bakara/205)

Bakın ne kadar açık, Ekin, yani tarım. Nesil, yani gelecek kuşaklar. Bunların ikisi birden hedef alındığında, artık ortada masum bir "kalkınma" gayreti yoktur. Bu doğrudan bir fesat hareketidir.

Zeytinlikler, tarım arazileri, su havzaları yok ediliyor. Bu sadece bugünü değil, çocuklarımızın yaşayacağı yarını da karartmaktır. Çünkü doğaya yapılan her tahribat, birkaç yıl içinde dönüp insanı da yıkıma sürükler.

“Sizce Biz Size Kötü Bir Şey Yapar mıyız?” Diyenlerin Müjdesi Talan

Yetkili ağızlardan gelen şu cümleyi tekrar hatırlayalım:

“Siz hiç bizim sizler için kötü bir şey yapacağımızı düşünür müsünüz? Bekleyin neler olacak.”

Bu cümleyi duyunca sormak gerekir:

  • Zeytinlikler kesildikten sonra hayatımız mı düzeldi?

  • Ormanlar yakıldıktan sonra ekonomi mi büyüdü?

  • Maden sahaları açıldıktan sonra halk mı zenginleşti?

Hayır. Her “müjde” denilen şeyin ardından bir felaket geldi.
Bir müjde verildi, döviz patladı.
Bir müjde verildi, doğalgaz faturaları katlandı.
Bir müjde verildi, gıda fiyatları tırmandı.
Bir müjde verildi, çocuklarımız zehirli topraklarda büyümeye başladı.

O halde bu “müjde” denen şey nedir?

Bir illüzyondur.
Bir aldatma yöntemidir.
Bir masumiyet süsü verilmiş ifsat operasyonudur.

Kaz Dağları'nda Altın Uğruna Kesilen Hayat

Kaz Dağları'nda yapılan altın madeni faaliyetleri sırasında yüzbinlerce ağaç kesildi. Siyanürle toprağın içinden altın ayrıştırıldı. Bu bölgedeki yer altı suları, ekosistem, orman örtüsü büyük zarar gördü. Oysa bölge halkı, tarım ve turizmle geçiniyordu.

Bugün orada ne var?
Büyük bir yıkım.
Ve “ekonomiye katkı” bahanesiyle yok edilen doğa.

Bu Bir Seferberliktir, Direniştir, İman Testidir

Bugün zeytinliklere sahip çıkmak; sadece bir çevreci refleks değil, bir inanç, bir adalet ve bir insanlık borcudur.

Zira Allah, zeytine yemin etmiştir.
Ve biz, o yemin edilen ağacı yok sayarsak; kendimizi yok saymış oluruz.

Zeytini korumak, hayatı korumaktır.
Zeytini savunmak, yarını savunmaktır.
Zeytin ağacının altına taş koyanlar, insanın boynuna zincir vurmaya çalışmaktadır.

Bugün, “kalkınma” adı altında yapılan her tahribat karşısında susan her vicdan, yarın kendini kendi çocuğunun sorularına karşı savunamayacaktır.

“Baba, neden bu ağaçları korumadınız?”
“Anne, neden toprağımızı sattınız?”
“Neden bize çorak topraklar, zehirli meyveler, kirli sular kaldı?”

Yol Haritası-Ne Yapmalı?

  1. Yasaları İzleyin: Torba yasa adı altında çevre koruma kanunlarının delinmesine itiraz edin. Sivil itaatsizlik anayasal bir haktır.

  2. Zeytinliklerde Nöbet Tutun: Gece gündüz orada olun. Bu sadece bir alan değil, bir namustur.

  3. Bilgilendirme Yapın: Sosyal medya, mahalle toplantıları, imamlar, öğretmenler, muhtarlar... Herkes bu konuda bilinçlendirilmeli.

  4. Kültürel Sahiplenme: Zeytin türküleri, zeytin festivalleri, halk hikâyeleri... Bu mirası sadece fiziki değil, kültürel olarak da koruyun.

  5. Kur'an Bilincini Diri Tutun: Zeytine yemin eden Allah’ın, bu ağacı bize emanet ettiğini unutmayın. Bu bir iman meselesidir.

Son Söz Yerine,

Bu çağın en büyük yalanı şudur:
“Biz sizin iyiliğiniz için doğayı feda ediyoruz.”

Hayır!
Siz kendi iktidarınız için bizi feda ediyorsunuz.
Ve bunun adına da ıslah diyorsunuz.

Ama biz biliyoruz:
Kur'an, sizin kim olduğunuzu 1400 yıl önce haber verdi.
Ve dedi ki:

“Onlara ‘Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz’ derler. Asıl bozguncular kendileridir, fakat farkında değiller.” (Bakara,/11-12)

Zeytine yemin eden bir Rabbe iman edenler için bu ayet yeterlidir.
Ve bugün bu yemin, bir eylem çağrısıdır.
Zeytine sahip çık, geleceğe sahip çık...

Bahadır Hataylı/23.07.2025/Sancaktepe/İST

27 Temmuz 2025 Pazar

Mazluma Sırtını Dönen Zalimle Aynı Safa Geçmiştir


Bir Hakikat Fermanı

Ey çağdaş insan!
Ey kalbini ekranlara gömmüş, vicdanını markalara satmış, aklını sloganlara kiraya vermiş yığın!
Sana bir ferman var bugün:
Zulmün olduğu yerde tarafsızlık, zalimden yana saf tutmaktır.
Mazlumun olduğu yerde sessizlik, zulme ortak olmaktır.
Ve sen susuyorsun!

“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur...”Hûd Suresi/113
Ateş sadece zalime değil, onu seyredenlere de iner. 

Sen meylediyorsun!
Saraylara, lüks arabalara, gülücük dağıtan ekran yüzlerine, sözde dindar, özde münafık yöneticilere meylediyorsun.
Sen, mazlumun değil, güçlünün yanındasın çünkü hakikatin değil, konforun peşindesin.
Allah açıkça uyarıyor: Yardım da göremezsin. Dostun da kalmaz!

"Savaşmıyorsunuz?" Diye Soran Ayet Var!

“Size ne oluyor da Allah yolunda, 'Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar...' diyen zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?!” Nisâ Suresi/ 75

Ey mümin olduğunu iddia eden insan!
Savaş dedik, hemen kılıç sandın, cephe sandın!
Hayır!
Bu çağın savaşı, sözle, duruşla, direnişle, tavırla, susmamakla, paylaşmakla, siper olmakla yapılır.
Ama sen savaştan kaçtın!
Çünkü mazlumlar seni ilgilendirmiyor artık.
Senin gündemin başka: tatil kampanyaları, telefon modelleri, indirim günleri…
Senin çocuğun tok yatınca, başkasının açlığı seni germiyor.

Ama o mazlum çocuklar her gün dua ediyor:
“Bize yardım edecek biri gelsin.”
Ve sen, hâlâ kıpırdamıyorsun!

Zalimden Allah'ın Habersiz Olduğunu Sanma!

“Sakın Allah’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma…” İbrahim Suresi/42

Ey suskunlar!
Ey zulme karşı “benlik” örtüsü çekenler!
Sakın Allah’ın unuttuğunu zannetmeyin!
Ama Allah sabreder; erteler, erteledikçe büyütür,
büyüttükçe helaki muhteşem kılar!

Zalimler bu dünyada saltanat sürebilirler.
Adalet yerine şatafat bina ederler.
Camileri kendi putları için vitrine çevirirler.
Ama o gün geldiğinde, Allah onların gözlerini dehşetle donduracaktır.
Ve o gün sen de yargılanacaksın!
Neden sustun?
Neden meylettin?
Neden yanında durmadın mazlumun?

Ey İnsan! Kendini Temize Çekme!

“Ben elimden geleni yapıyorum” deme!
Vicdanını rahatlatmak için 3 lira sadaka verip sonra bin liralık vicdansızlıklara sessiz kalma!
Kendini dindar sayma; camide boy gösterip, adaleti savunmayana "mümin" denmez.
Hakikat, şahsiyet ister.
Korkmayan bir dil, sarsılmaz bir duruş, yalnız kalsa da Hak'tan ayrılmayan bir yürek ister.

Ey Zalimler! Bu Ferman Size De Yöneliktir!

Siz ki halkı dinle kandırıp, saraylar inşa ettiniz.
Siz ki adaleti gösteri haline getirip hukuku susturdunuz.
Siz ki mazlumun duasını kulak ardı ettiniz.
Unutmayın!
Saltanatınızın temeli mazlumun ahıdır.
Ve ah, yakar!
Sakın unuttuğumuzu zannetmeyin.
Zulmünüzü, vurdumduymazlığımızla süslediğimiz doğrudur ama tarih susmaz, Allah hiç susmaz.

Ey Gençlik!

Sana sesleniyorum…
Bu düzeni değiştirecek olan sensin.
Korkma! Susma! Yalnız kalırsan Allah yeter.
Sistem sana “taraf olma” diyecek.
Ama Hak'tan taraf olmayan, bâtıla hizmet eder.

Okulda, sokakta, ekranda, sosyal medyada bir duruş göster!
Mazlumu görünce başını çevirme.
Zalimi görünce susma.
Suskun kalabalıklar içinde bir Mehmet Akif, bir Hz. Hüseyin, bir Aliya Izzetbegoviç ol!

Bu Ferman Hepimize

  1. Zalimleri övmek değil, açıkça kınamak zorundayız.

  2. Mazluma dua yetmez, yanında durmak zorundayız.

  3. Adaletsizliğe alkış tutan her sistemin karşısında durmak farzdır.

  4. Kutsalları araç edenleri ifşa etmek, imanın gereğidir.

  5. Korkarak yaşamak yerine, hakikati haykırarak ölmek şereftir.

Ey milletim!
Allah'ın ayetleri ortada.
Mazlumun gözyaşı her gün toprağa karışıyor.
Sen hâlâ susarsan…
Ateş sadece zalimi değil, seni de yakar!

"Cehenneme varmadan evvel uyan!"

Erol Kekeç/05.07.2025/Sancaktepe/İST

Cehenneme Varmadan Evvel Uyan Ey Milletim!

Bir milletin kalbi sönmüşse, onun gözleri açılsa ne yazar? Kulakları işitse ne fayda? Kalp uyanmazsa uyanış sadece bir refleks olur, bir korku, bir şaşkınlık… Lakin bugünün insanı ne şaşkın, ne korku içinde… Gaflet, öyle örtmüş ki zihinleri, hakikat haykırsa duvar olur; vicdan sızlasa sıradanlaşır. Ve ben, bu toprağın bir evladı olarak susamam. Söz bana düşmüşse, hamurunda Akif’in korkusuzluğu, Hakk’a sadakati varsa, bu milletin kulağına bir barut sesi gibi çarpacaksa sözüm, evet, ben konuşmalıyım!

Şimdi sormalıyım:
Hangi saray, yetimin yüreğini ısıttı bu toprakta?
Hangi bayrak, hakkın üstüne çekildi?
Hangi ezan, zalimlere karşı haykırış oldu da sokaklar titredi?

Bir yanda din, diyanet, mukaddesat; öte yanda lüks, israf, cehalet ve korku…
Bir yanda ümmetin dertleriyle yanan üç-beş yürekli,
öte yanda yediğini içtiğini ibadet zanneden,
ahlakı unutan, vicdanı pazara çıkarmış bir kalabalık…

Milletim!
Birileri seni aldattı!
Üstelik bunu camilerde, kürsülerde, ekranlarda, vaatlerle, sloganlarla yaptı.
Bayrak dediler, sustun…
Vatan dediler, boyun eğdin…
Din dediler, hesap sormadın…

Ama ne bayrak şehit kanıyla yaşadı,
ne vatan mazlumun duasını duydu,
ne de din, hakkı söyleyen dilleri koruyabildi...

Sen hâlâ susuyorsun!

Kardeşin sokakta donarken,
sen ekran başında mukaddesat yarışındasın.
Çocuğun okula aç giderken,
sen sadaka görüntüleriyle mest oluyorsun.
Karı koca birbirine düşman olmuş,
sen dizilerin kölesi olmuşsun.
Gençlik TikTok’a gömülmüş,
senin elin hâlâ cebindeki telefonda…
Mazlumlar Gazze’de, Yemen’de, Afrika’da can verirken,
sen "Ekonomi büyüyor" yalanıyla oyalanıyorsun...

Yalanın rengi, sesi, kıyafeti olur mu? Olmaz!
Ama bugünün yalanları markalı, tescilli, kutsallarla süslenmiş...
Ve en kötüsü nedir bilir misin?
Yalancıya değil, yalana iman ediyorsun artık!

Ey halkım!
Bazen ihaneti görmen için bir aynaya değil,
bir mezara ihtiyacın vardır!
Zira uykuların o kadar ağır ki,
ancak toprağın sesi seni sarsabilir.

Ama ben istiyorum ki;
cehenneme varmadan evvel uyan!
Zira bu gidiş, bir uçurumun dibine;
bu sessizlik, bir soysuzluğun vesikasına;
bu korkaklık, yarınların felaketine çıkar.

Bugün o "bizden" dediklerin,
sana sadaka dağıtıp oy toplayanlar,
saraylarda senin alın terinle saltanat kuranlar,
yüzüne tebessüm, arkandan hoyrat küfür savuranlardır.
Ve sen, hâlâ "ama niyetleri iyi" diyorsun!

Hayır, iyi niyet hırsızlığa kılıf olamaz!
Mazlumun gözyaşıyla süslenmiş her sistem batıldır.
Sen hâlâ sabrediyorsun ama sabrın bile isyan eder hâle geldi.
Bu sabır, Allah’ın sabrı değil; bu, gafletin uyuşmuş şeklidir.
Bu millet bir sabah kendini aç, işsiz, vicdansız ve vatansız bulursa,
bunun adı "kader" değil, gaflete ortaklıktır!

Ey milletim!
Hakikat, dostunu acıtır ama iyileştirir.
Bugün sana en çok gülenler,
yarın seni en çok terk edenler olacak.
Bugün senin alkışladığın o diller,
yarın susacak;
çünkü onların hakkı söylemek diye bir derdi yok.
Onlar, gücün kölesidir.

Ama sen güçlü değilsin!
Sen sadece güce boyun eğmeyi öğrenmişsin.
Sana hakikat acı gelir oldu çünkü
acı söyleyenleri hain zannettin…
Zalimlerin dini kullandığını söyleyenleri
dinsiz zannettin…
Sistemi eleştirenleri
fitneci belledin…

Artık uyan!

Uyan ki, yarın çocukların sana
“Baba sen neredeydin?” diye sormasın!
Uyan ki, torunların
“Dede, neden sustun?” demesin!
Uyan ki, namazın, orucun, haccın
hırsıza, soysuza kalkan olmasın!
Uyan ki, Kur’an yüzüne kapalı değil,
hayatına açık olsun!

Sen ki tarihte zulme başkaldıran bir milletin torunusun!
Sen ki zincirle oynatılacak bir hayvan değil,
yeryüzünün adalet sancaktarı olmalıydın!

Ama ne oldun?

Market sırasına girip promosyon kovalayan,
vicdanını fiyat etiketine göre ayarlayan,
zalimle fotoğraf çektirip onu evliyaya benzeten bir sürü oldun.

Bu halk haini sever oldu çünkü hainin dili tatlıydı,
onun bayrağı vardı, onun camide resmi vardı…
Ama senin gönlünde Allah yoktu artık…
Sen, Allah’la kandırıldın!

Ve hâlâ susuyorsun!

O hâlde ben bağırayım!

Ey millet!
Hakkın hatırı, bütün hatırlardan yücedir.
Hakkı söylemekten korkanların yönettiği hiçbir sistem hayra çıkmaz.
Vicdanı pazarda, aklı kölelikte olan toplumlar
namazla değil, kıyamla kurtulur!

Bugün sustuğun her kötülük,
yarın çocuklarının kaderi olur.
Bugün görmezden geldiğin her haram,
yarın helal sofranı harap eder.
Bugün eğildiğin her zalim,
yarın alnını secdeden alıkoyar!

O yüzden:
Cehenneme varmadan evvel uyan!

Ben seni kötülemek için söylemiyorum bunları.
Ben seni sevdiğim için, seni kendinden korumak için haykırıyorum.
Çünkü sen, farkında değilsin ama…
Satıldın!
Hem de duygularınla, mukaddesatınla, korkularınla…
İradesizce, bilinçsizce, gönüllüce!

Son sözüm şudur sana;

Zulmü alkışlamam,
Zalimi asla sevmem.
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım!
–Boğamazsam da hiç olmazsa yanımdan kovarım!

Ama benim ecdadım
sustukça, yattıkça, korktukça değil;
ayağa kalktıkça ecdattı!

Şimdi sana düşen:
Ayağa kalkmak…
Ve cehenneme varmadan önce
bir kıyam üzere yaşamak!

Bahadır Hataylı/20.03.2024/Sancaktepe/İST

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Çıkarın Tapınaklarında İnsanlığın Helaki

 


Kutsalın Kurbanı Çıkarların Tahta Kurulduğu Dünya

“Çıkarların kutsallaştığı bir dünyada, tüm kutsalları bu kutsala kurban edersiniz.”
 Erol Kekeç, 2014/Aykırı Düşünceler-Kitabımdan

Kutsal; bir toplumun en derin duyarlıklarını, en sarsılmaz inançlarını ve varoluş gayelerini içinde taşıyan, dokunulmaz addedilen değerler manzumesidir. Bu değerler bazen Allah inancı, bazen adalet ilkesi, bazen insan hayatı, bazen de bir milletin haysiyetidir. Ancak son yüzyılda, özellikle de son birkaç on yılda yaşanan ahlaki çözülme ve küresel sistemin yön değiştirmesiyle birlikte, artık kutsal olan şey bambaşka bir kavrama evrilmiştir: çıkar.

Ve bu çıkar yalnızca bireysel değil; küresel, kurumsal, siyasi, ekonomik, hatta dini kılıklara bürünerek işlev gören kolektif bir ‘kutsal’ haline gelmiştir.

Kutsalın İtibarsızlaşması ve Çıkarın Kutsanması

Dünyanın hemen her yerinde dinler, ilkeler, değerler ve etik kurallar; iktidar ve para uğruna sistematik olarak ya göz ardı ediliyor ya da yozlaştırılıyor. Artık “adalet” güçlü olanın lehine çalıştığında meşru sayılıyor. “İnanç” iktidara meşruiyet sağladığında kıymetli, aksi halde hedef haline geliyor. “İnsan hakları” yalnızca Batılı çıkarların lehine olduğunda anımsanıyor. Ve en sarsıcısı, insan hayatı dahi artık pazarlanabilir, satın alınabilir, takas edilebilir bir değere indirgenmiş durumda.

Bu sürecin temelinde, çıkarın mutlak değer haline gelişi yatıyor. Artık kimse “doğru olanı” değil, “işine yarayanı” savunuyor.

Ortadoğu’da Kutsalın Katli

Gazze, 2023–2025 döneminde insanlık tarihine geçecek bir vahşetle yerle bir edilirken, dünya kamuoyunun çoğu sessizliğe gömüldü. Çünkü ticari anlaşmalar, doğal gaz boru hatları, savunma sanayi ihaleleri, kredi notları ve diplomatik çıkarlar; bir halkın yaşama hakkından daha kıymetliydi artık. Binlerce çocuk öldü, kadınlar enkaz altında kaldı, hastaneler bombalandı. Ve sözde "medeniyetler", yalnızca kendi ticari çıkarlarının zarar görmemesi için suskun kaldılar. En trajik olanı ise bazı Müslüman ülkelerin bile, kendi ekonomik ve siyasi çıkarları uğruna bu zulme göz yummasıydı.

Bir yanda Kur'an'ın “Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” (Maide/ 32) ayeti duruyordu; diğer yanda ise silah anlaşmaları, ekonomik iş birlikleri ve siyasi koltuk hesapları...

İşte burada bu söz tokat gibi çarpıyor yüzümüze: Kutsal olanı değil, çıkarı merkeze aldığınızda, her şeyi bu yalancı tanrıya kurban edersiniz.

Dinin Çıkar Aracına Dönüşmesi

Siyaset, tarih boyunca din ile yakın ilişki içinde olmuştur. Lakin son yıllarda bu ilişki, inançla değil; çıkarla, imajla ve oylama aritmetiğiyle şekillenen bir araçsallığa dönüşmüştür. Din, insanların iç huzurunu, ahlaki yönünü ve toplumsal barışı güçlendirmesi gereken bir mecra iken; günümüzde bazı siyasetçiler tarafından yalnızca seçmen manipülasyonunun aracı olarak kullanılır hale gelmiştir.

Camiler artık ibadet için değil; miting alanı olarak kullanılıyor. Hacılar değil, siyasetçiler konuşuyor. Hutbelerde mazlumdan değil, mevcut iktidardan bahsediliyor. Allah'ın adı, halkı uyandırmak için değil; belli politikaları meşrulaştırmak için anılıyor. Ve bu durum, inancın içini boşaltmakla kalmıyor, gerçek manada kutsal olanı da itibarsızlaştırıyor.

Bugün din; dürüst olmanın, hakkı gözetmenin, adil davranmanın değil; kendi çıkarını “kutsal” göstermek isteyenlerin reklam panosuna dönüştü.

Aile, Eğitim, Gençlik ve Değerlerin Pazara Kurban Edilişi

Bir diğer yıkım da ailenin çözülmesinde gözlemleniyor. Toplumun çekirdeği olan aile; artık televizyon dizileri, sosyal medya kültürü ve kapitalist tüketim alışkanlıklarıyla delik deşik edilmekte. Sevgi yerini statüye, merhamet yerini gösterişe, fedakârlık yerini "konfora" bırakmış durumda.

Gençlik ise eğitilmek yerine yalnızca 'başarı' ve 'para' odaklı bir yarışa sokuluyor. “İyi insan ol” demiyor kimse, “iyi bir kariyerin olsun” diyor. Öğretmenler, anne-babalar hatta dini figürler bile artık gençlere ahlakı değil, başarıyı vaaz ediyor.

Ve böylece “erdem” değersizleşiyor; yerine “başarılı ol yeter” gibi içi boş sloganlar geçiyor. Başarının ölçüsü ise çoğu zaman çıkarla ölçülen, para ve güç eksenli bir sistemin gereçleri oluyor.

Sağlık ve İlaç Sektörü İnsan Değil, Kazanç Öncelikli

Dünyada milyarlarca dolarlık bir ilaç ve sağlık endüstrisi var. Ancak bu sektörlerde bile çıkar kutsallaştırılmış durumda. İlaç şirketleri daha fazla kâr edebilmek için kimi zaman hastalıkların tedavisini değil, sürekliliğini hedefliyor. Yeni ilaçlar bulunuyor ama fiyatları öyle yüksek ki sadece "parası olan" hayatta kalabiliyor.

Sanat, Medya ve Kültür, Vicdanın Değil Reytingin Peşinde

Sanat, eskiden bir hakikati dillendirme, bir duyguyu paylaşma, bir çığlığı aktarma biçimiydi. Günümüzde ise tıklanma, izlenme, paylaşılma oranları sanatın kalitesini değil, pazarlanabilirliğini belirliyor.

Medya, halkı bilgilendirme sorumluluğundan çoktan vazgeçmiş durumda. Artık haberin doğru olması değil, işine yaraması önemli. Siyasi bir çıkar grubunu memnun etmeyen gerçekler yayınlanmıyor. Ya da tamamen tersine çarpıtılıyor. Ve böylece “gerçek” bile artık çıkar uğruna kurban edilen bir başka kutsala dönüşüyor.

Küresel Düzen Firavunlar, Kitleler ve Yeni Putlar

Firavunlar, her çağda vardı. Kimi zaman  krallar, kimi zaman bir şirket patronu, kimi zaman da küresel bir finans kuruluşu olarak karşımıza çıktılar. Hepsinin ortak özelliği; çıkarlarını tanrılaştırmalarıydı. Ve bu tanrılara ulaşmak için her değeri ayaklar altına aldılar. Savaşlar çıkarıldı, darbeler yapıldı, milyonlar göçe zorlandı, insanlar acılarla yaşamak zorunda kaldı.

Bugün dünyayı yöneten güçler; petrol, doğalgaz, stratejik yeraltı kaynakları ya da veri ağları üzerinden insanları manipüle eden çıkar çetelerine dönüştü. Afrika’nın çocukları açken, Avrupa'nın çöpleri bile lüks dolu. Çünkü çıkar; coğrafi sınır, etnik köken, dini inanç tanımayan yeni bir puttur artık.

Türkiye’de Çıkarın Kutsallaşması ve Değer Erozyonu

Türkiye’de de benzer süreçler yaşanmakta. Liyakatsiz atamalar, torpil sistemi, kamuda yandaş kollama, projelerde yolsuzluk iddiaları, imar rantları, tarikatlar eliyle dinin çıkar aracı haline getirilmesi, halkın dini duygularının seçim zamanları sömürülmesi...

Bir yandan camide hutbe okunurken, diğer yandan yolsuzluk dosyaları bir bir üstü örtülüyor. Bir yandan “ümmet” vurgusu yapılırken, öte yandan Filistin için “kınama” dışında hiçbir ciddi adım atılmıyor. Çünkü çıkar, hem iç siyasette hem dış ilişkilerde, “kutsal” hale gelmiş durumda.

Çözüm Nerede?

Bu yozlaşmanın panzehiri; yeniden değerleri merkeze almaktır. “Doğru” olanın, “işimize gelen” olandan daha kıymetli olduğunu öğretmeliyiz. Aileden başlayarak okulda, camide, sosyal medyada, siyasette; her alanda çıkarı değil adaleti, merhameti, vicdanı, ahlakı kutsamalıyız.

Zira kutsal olan her şeyin kurban edilmesi, en sonunda toplumun kendi varoluşunu da yok edecektir. Herkes kazandığını zannederken, hep birlikte tükeniriz.

Bir Seçim Zamanı

Artık herkesin bir tercih yapma zamanı geldi: Ya çıkarın tanrılaştığı bu düzenin figüranları olacağız ya da kutsal olanın tekrar yüceltilmesi için bedel ödeyenler arasında yer alacağız. Bu dünyada bir bedel ödemeden, hakikatin tarafında kalmak mümkün değildir.

Unutmayalım;

“Çıkarın kutsallaştığı bir dünyada,
kutsal olanı korumak;
cesaretin değil, insanlığın ölçüsüdür.”

Erol Kekeç/18.07.2025/Sancaktepe/İST 

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Ferman gibi bir hayat Adam gibi bir Babanın ardından

1994’ün Temmuz ayıydı. Havanın içi bile yanıyordu. Dünya kendine göre dönüyor ama benim dünyam durmuştu. Saat 18.05’i gösterdiğinde, bir kapı daha kapandı, bir hayat daha toprağa girdi ama bir ferman da o anda mühürlenmişti: Adamlığın fermanı...

Ben babamın oğluyum. Bu öylesine söylenmiş bir cümle değildir. Bu bir soy bağını değil, bir ruh bağını, bir ilke zincirini, bir omurga mirasını anlatır. Çünkü benim babam, adamların tükendiği bir çağda “adam olmak” ne demektir diye yazdı yüreğime; bir alfabe gibi, harf harf, iz iz, can can…

O adam ki, adaletin olmadığı yerde din de olmaz derdi. “Cami doluysa, mahkemeler niye dolu evladım?” diye sorduğunda on üç yaşındaydım. Bir anda içimde bir şeyin yıkıldığını hissettim; dışarıdan değil, içeriden... O yaşta anlamıştım ki, adalet bir tabela değilmiş, bir mimari değil, bir sistem değil... bir duruşmuş. Ve işte o duruşu bana veren, ne bir okul oldu, ne bir üniversite, ne bir kitap. Bana babam verdi.

Onun ölümü, bir adamın ölümü değil; bir çağın kapanışıydı benim için. Çünkü o, gece yarısı bir komşunun kapısını çalıp, “Çocuğun hastaymış, gel seni hastaneye götüreyim,” diyebilecek kadar vefalıydı. Kimseye “Ben sana iyilik yaptım” demedi. Çünkü yaptığı iyiliği, bir lütuf değil, bir görev bilirdi.

Düşünüyorum da, babamın bana verdiği eğitimi, dünyadaki hiçbir müfredat karşılayamazdı. O, yaşadığı gibi öğretti. Ve öyle bir adamdı ki, onunla yaşadığım her gün bir ders, her anı bir nasihat, her hatırası bir ferman gibiydi.

Şimdi, onun ardından bu öyküyü kaleme alırken, kalbimden damlayan her kelime, onun gölgesidir. Bir babanın gölgesi, güneşin gölgesinden serindir. Çünkü içinde vakar, şefkat ve iz bırakır. Ben o gölgenin çocuğuyum.

Adamlık Alfabesi 

Babamın ilk harfi “A”ydı. Ama bu A harfi, “adamlık” demekti. Adamlık onun için sadece erkek olmak değildi. Sözünün eri olmak, elinle değil yüreğinle yaşamak, zayıfı ezmemek, haksızlığa el uzatmamak demekti.

Bir gün pazarda yaşlı bir amcayla pazarcı tartıştı. Herkes izliyordu. Babam araya girdi, tartışmayı ayırdı. Yaşlı adamın filesini taşıyıp evine kadar götürdü. Döndüğümüzde, “Baba neden yaptın bunu?” dedim. “Çünkü adam olmak, haksızlığı değil, hakkı taşımaktır evladım,” dedi.

İşte bu benim ‘adamlık alfabemde’ ilk harfti. Ardından ‘D’ geldi. Dürüstlük... Babamın ağzından yalan çıktığını görmedim. Ne çıkarı için, ne korkusundan... Ne makam, ne para, ne koltuk... Hiçbiri onun doğruluğunu eğip bükemedi.

Sonra ‘A’ yeniden geldi: Adalet. O, sadece adalet derdi. Din, namaz, oruç, hepsi onundu ama “Adaletsiz bir inanç, putperestlikten beterdir,” derdi. “Allah kul hakkıyla karşıma çıkarmasın beni,” diye dua ederdi.

Ve ‘M’ harfiyle tamamlandı adamlık alfabesi: Merhamet. Bir sokak köpeğine ekmek verdiğinde, “Allah onun üzerinden bize acıyı öğretiyor,” derdi. Evimizin arka bahçesindeki kiraz ağacının ilk meyvesini komşuya gönderirdi. Çünkü merhamet, onun için sadece acımak değil, paylaşmaktı.

Zamanın tahribatına direnen inşaat 

Zaman, adamları yavaş yavaş aşındırdı. Televizyonlar, cep telefonları, şatafatlı hayatlar, sözünü tutmayan büyükler, gözünü kaçıran küçükler derken, gerçek adamlar azaldı. Ama babam, o yıkıma direnen bir taş ustası gibiydi. Her sabah abdestle başlar, her akşam “Bugün kimseye eziyet ettim mi?” diye kendini yoklardı.

Hayatını bir yapı gibi ördü. Temeline dürüstlük koydu, kolonlarını sabırla dikti, çatısını dua ile örttü. Ve bu yapının anahtarı bana düştü. O yüzden onun ardından düşen sadece bir cenaze değildi; düşen, benim sorumluluğumdu.

Yaşamanın manasına Dair bir ferman 

Bugün, onun ölümünün yıl dönümünde, ben artık onun yaşı kadar değilim ama onun yürüdüğü yolda ayaktayım. Bu hikâye, sadece bir baba-oğul hikâyesi değil. Bu bir çağrı, bir ferman, bir uyarıdır:

Ey insanlar! Adamlık cinsiyette değil, kişilikte aranır. Adalet, konuşmalarda değil, tutumlarda yaşar. Merhamet, afişte değil, sofrada paylaşılır. Ve din; ritüel değil, karakterdir.

Babam öldü ama bana bir yol bıraktı. Bana bir ferman yazdı, yüreğime mühürledi: “İnsan gibi yaşa ki, bir gün insan gibi hatırlanasın!”

Bu öykü burada bitmez. Çünkü bir adamın mirası, mallarla değil, izlerle ölçülür. Babamın bıraktığı izler, gölgelerden değil, güneşten daha belirgin.

O yüzden bu öykü, bir babanın ardından yazılmış bir ağıt değil; bir çağrı, bir ferman, bir diriliştir. Ve bu satırları okuyan herkes, kendi adamlık sınavını yeniden düşünsün:

  • Bugün birine haksızlık ettin mi?

  • Mazluma arka çıktın mı?

  • Eline, beline, diline sahip oldun mu?

  • Çocuğunun gözünün içine bakınca utanıyor musun?

  • Allah’ın huzurunda kendini savunabilir misin?

İşte babamın her gün sorduğu sorular... Ve benim her gün cevap aradığım aynalar...

Rabbim, o güzel adamı rahmetinle kuşat. Onun yüreğine yazdığın o fermanı, bizim ellerimize de ver. Onun gibi yaşayanlara, onun gibi ölenlere, onun gibi dirilenlere nasip eyle...

Ben babamın oğluyum. Ve onun adını yaşatmak için, adam gibi yaşamak zorundayım.

Bu öykü onun için. Ama aslında hepimiz için...

Erol Kekeç/20.07.2025/Sancaktepe/İST

Prangaların Rengi Yeşil Oldu Artık

Bugünün dünyasında insanlık büyük bir yol ayrımında. Bir yanda iklim krizi, çevresel çöküş ve doğal kaynakların tükenişi gibi gerçek ve yakıcı tehditler; diğer yanda bu tehditleri bahane ederek toplumları kontrol altına almaya çalışan küresel güçlerin projeleri. Bu iki uç arasında, halkı koruma iddiasıyla görev yapan ama aslında bu küresel planların taşeronluğunu üstlenen yöneticiler yer almakta. Ve ne yazık ki bu yöneticiler, "müjde" adı altında sundukları her düzenlemeyle halkı biraz daha prangalara vurmakta, onları yoksulluğa, bağımlılığa ve en önemlisi ruhsuzluğa sürüklemektedir.

Sözde "İklim Kanunu" ile birlikte ortaya konan sistemin, nasıl bir toplumsal kölelik düzeni inşa ettiğini, halkı kandıran yöneticilerin bu düzende nasıl bir ihanetin aktörü olduklarını ve bu ihanetin toplumsal dokuda nasıl büyük yaralar açtığını bu yazıda ele alacağız... 

İklim Kanunu’nun Arkasındaki Gerçek Amaç

İklim Kanunu, ilk bakışta çevreyi korumaya yönelik bir düzenleme olarak sunulsa da, aslında bireyin yaşam hakkına, özgürlüğüne ve temel ihtiyaçlarına doğrudan müdahale eden, küresel kartellerin ve teknolojik oligarkların güdümünde şekillenen bir tahakküm aracıdır.

Bu düzenlemenin vaat ettiği şeyler, doğayı korumak gibi saf ve temiz bir hedef değil; aksine, insanların yaşam tarzını dönüştürerek onları sistemin köleleri haline getirmektir. Artık doğa adına bireyin ne yiyeceğine, ne giyeceğine, nasıl seyahat edeceğine, hangi teknolojiyi kullanabileceğine başkaları karar verecek. Ve bu kararlar, ulusal egemenlik değil, küresel çıkarlar tarafından belirlenecek.

İhanetin Maskesi Müjdeler

Yöneticiler, bu düzenlemeleri halka sunarken hep aynı dili kullanıyor: "müjde". Her müjde bir zincir, her düzenleme bir kelepçedir. Doğal et pahalı hale getirilecek, çünkü küresel şirketlerin üretim modeline uygun değil. Tarım, hayvancılık köylünün elinden alınacak çünkü yerli üretim sistemin kâr düzenini bozuyor. Yapay et, böcek proteinleri yasallaşacak çünkü gıda sektörü artık insan sağlığını değil, şirketlerin büyümesini önceliyor.

Ve bütün bunlar yapılırken, halkın gözünün içine baka baka "yerli ve milli" denilecek. Oysa hiçbir şey yerli değil; sadece halkın kandırılma yöntemi millileştirilmiş durumda. Sahte bir aidiyet duygusu yaratılarak yapılan her baskı, sanki halkın yararına bir uygulamaymış gibi sunulacak. İşte ihaneti bu kadar tehlikeli ve sinsi yapan da budur.

Halkın Doğal Haklarına Müdahale

İklim Kanunu ile birlikte;

Kendi bahçende izinsiz domates bile yetiştirmen suç olabilir.

Giyeceğin kıyafet için kota konulabilir.

Benzinli araç kullanman zamanla suç haline gelebilir.

Seyahat hakkın "karbon ayak izin" nedeniyle sınırlandırılabilir.

Nakit para kullanımın engellenerek tüm ekonomik faaliyetlerin takip edilebilir hale getirilebilir.

Bunların her biri insan onuruna ve özgürlüğüne doğrudan saldırıdır. Bir insanın ne kadar kıyafet alacağına, hangi yemekleri tüketebileceğine ya da hangi şehirde kaç gün kalabileceğine başkalarının karar verdiği bir düzen özgürlük değil, dijital feodalizmdir.

Toplumu Puanlama Sistemi ve Dijital Kölelik

Sistemin en tehlikeli boyutu ise puanlama sistemidir. UTTS gibi sistemlerle vatandaşlar puanlanacak, karbon emisyonu bahanesiyle hayatlarının her alanı izlenecek, bu puanlar doğrultusunda ödüller veya cezalar verilecek. Tıpkı Çin’deki sosyal kredi sistemi gibi.

Bu düzenleme, toplumu ikiye bölecek: Sisteme tam boyun eğenler ve itiraz edenler. İtaat edenler belki geçici olarak ödüllendirilecek; ama özgürlüklerini kaybedecekler. İtiraz edenler ise sistem dışına itilecek, cezalandırılacak ve "uyumsuz bireyler" olarak toplumdan soyutlanacak.

Çiftçiye, Esnafa, Fakire Tuzak

Köylü tarlasını süremeyecek, hayvanını besleyemeyecek. Esnaf dükkânında nakit para kabul edemeyecek. Fakir pazardan doğal ürün bulamayacak. Zenginler ise bu sınırlamaların dışında tutulacak; özel jetleriyle seyahat edecek, özel çiftliklerinde organik ürün tüketecek. Tıpkı pandemi sürecinde olduğu gibi, kurallar sadece halka uygulanacak, elitler dokunulmaz olacak.

Yöneticilerin Halkı Aldatma Mekanizması

Bu noktada en büyük sorumluluk halkı temsil ettiğini iddia eden yöneticilerde. Çünkü bu düzenlemeleri doğrudan küresel sistemin dayatmaları doğrultusunda uygulamakta, halkı yanıltıcı dil, reklam ve medya yoluyla kandırmakta ve buna da "reform" ya da "geleceğe hazırlık" demektedirler. Oysa bu bir reform değil; halkı zincire vuran bir dönüşümdür.

İçinde bulunduğumuz çağ, yöneticilerin halka hizmet değil, efendilerine sadakat gösterdiği, müjde vaatleriyle halkı avutma dönemidir. Bu çağ ileride "ihanet çağı" olarak anılacaktır. Çünkü yöneticiler, halkın yaşam alanlarını savunacağına, onları küresel çıkarların hizmetkârı haline getirmiştir.

Çıkış Var mı? Evet, Ama...

Toplum olarak farkındalığımızı artırmak, her gelen yeni düzenlemeyi eleştirel bir akılla incelemek, yöneticilerden hesap sormak ve yerel üretim, dayanışma, doğayla uyumlu yaşam gibi alternatifleri yeniden inşa etmek zorundayız. Bu dönüşüm, sadece politik değil, kültürel ve ahlaki bir dirilişle mümkündür.

Bizler, özgürlüğün sadece slogan değil, yaşam tarzı olduğunu yeniden hatırlamalı; modern kölelik tuzaklarına karşı dik durmalıyız. Ancak o zaman gerçek anlamda yerli ve milli olabilir, küresel efendilerin kölesi olmaktan kurtulabiliriz.

İklim Kanunu gibi yasalar, niyetleri ne olursa olsun, içeriği itibariyle bireyi değil sistemi koruyan, insanı değil şirketleri yaşatan düzenlemelerdir. Ve bu düzenlemeleri halka "müjde" diye sunan yöneticiler, sadece görevlerini kötüye kullanmakla kalmamakta; aynı zamanda milletin geleceğine ihanet etmektedir.

Unutulmamalı ki;

Bizi cehenneme sürükleyenler, ellerinde müjde pankartları taşıyanlar olabilir.

Ama biz o cehenneme gönüllü yürümek zorunda değiliz.

Çünkü hakikat susmaz, halk uyanırsa zincir kırılır.

Ve her karanlık, bir sabaha gebedir.

Bahadır Hataylı/20.07.2025/Sancaktepe/İST

20 Temmuz 2025 Pazar

Vergi Adaleti ve Toplumsal uçurum (Azdan çok Çoktan az almanın zulmü)

Toplumların ayakta kalması, bireylerin adalet duygusuyla bağlantı kurmasına bağlıdır. Adaletin en can alıcı noktalarından biri ise vergi sistemidir. Vergi, halktan toplandığında ya adaletin terazisi olur ya da zulmün kılıcına dönüşür. Bu durum,  yalnızca ekonomik bir gerçeği değil, aynı zamanda  toplumsal vicdanın  sesi de olur:

"Vergi servetten alınır. Fakir fukaranın ekmeğinden değil. Azdan az, çoktan çok alınır. Çoktan az, azdan çok almak zulümdür."

Vergi Sistemi Kimden, Ne Kadar?

Vergi, sosyal devletin temel direğidir. Yol, hastane, eğitim gibi kamu hizmetlerinin finansmanı için kullanılması gereken bu kaynak, kimden alındığı ve ne şekilde alındığına bağlı olarak ya toplumun refahına hizmet eder ya da yoksulluğu derinleştirir.

Gelişmiş ülkelerde vergi, gelir düzeyine göre kademelendirilmiştir: Zengin daha çok, fakir daha az öder. Oysa geri kalmış ya da kötü yönetilen toplumlarda bu sistem tersine işler. Fakir, tükettiği her şeyde orantısız vergi öderken, zengin servetinden çok az şey kaybeder. Bu da derin bir toplumsal adaletsizliğe yol açar.

Yaşama Tutunmaya Çalışanlar Sessiz Mağdurlar

Garibanlar, asgari ücretle çalışan, emekli maaşıyla ay sonunu getirmeye çalışan, pazarda limon satarak hayatını döndürmeye uğraşan insanların hikâyesiyle doludur bu memleket. Bu insanlar sabahın köründe işe gider, gece yorgun döner; çoğu zaman vergi kaçıramaz, çünkü maaşından otomatik kesilir. Markete gittiğinde aldığı ekmekten, deterjandan, elektrikten, su faturasından KDV öder. Geliri düşüktür ama harcadığı her kuruşta vergi vardır.

Mesela bir kasiyer düşünelim. Asgari ücretle çalışıyor. Aldığı maaşın içinde gelir vergisi zaten otomatik kesilmiş. Kirada oturuyor, pazardan domates alıyor, çocuğuna bir ayakkabı almak istiyor. Bütün bunlarda dolaylı vergiler gizli gizli cebinden alınıyor. Şu soruyu kendimize sormalıyız: Fakirin bu ülkede yaşama hakkı sadece tüketici olarak mı var?

Mütref Sınıf Servetinden Servet Kazananlar

Bir de öbür uç var: Lüks yatlarda yaz tatili yapanlar, vergi cennetlerinde hesapları olanlar, şatafatlı rezidanslarda yaşayanlar... Bu insanlar gelirlerini ya gayrimenkulden ya borsadan ya da banka faiziyle kazanırlar. Çoğu zaman bu kazancın vergisi ya yoktur ya da semboliktir. En büyük servetlerin en düşük vergiyle korunduğu bu sistem, halkın vicdanında derin bir yara açar.

Örnek olarak büyük bir holding sahibini düşünelim. Yılda milyonlarca lira kâr ediyor, vergisini "istismar edilen yasal açıklardan" faydalanarak minimuma indiriyor. Öte yandan, fabrikasında çalışan işçiler maaşlarından gelir vergisini eksiksiz ödüyor. Çünkü onlar sistemin "yük" tarafında, patron ise sistemin "korunan" tarafında yer alıyor.

Fakirin Vergisi Yaşamın Her Alanında

Vergi sadece maaştan kesilmez. Elektrik faturandaki enerji fonu, özel iletişim vergisi, akaryakıttaki ötv, marketteki kdv... Bunların tamamı fakirin günlük yaşamında karşısına çıkan dolaylı vergilerdir. Fakir, nefes aldığı her an devlete vergi öder; zengin ise hukuk düzeninin arka kapılarından sessizce sıvışır.

Bu sistem, "azdan az, çoktan çok" ilkesine terstir. Adil olmayan bu düzen, toplumsal huzursuzluğun kaynağıdır.

Sosyal Devlet Olmak Sadece Anayasal Tanım Mı?

Anayasada yazar: "Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir." Ama bu sadece bir söylem olduğunda, halk bunu yaşamında hissedemez. Sosyal devlet, zengine vergi cennetleri sunan, fakiri dolaylı vergilerle ezen değil; tam tersine zenginden alıp fakirin hayatını kolaylaştıran devlettir.

Yani bir çocuğun okulda aç kalması, bir annenin evladına mont alamaması, bir babanın elektrik faturasını yatıramaması, sistemsel bir sorundur. Bu sadece bireysel bir yoksulluk değil, toplumsal adaletin eksikliğidir.

Zulme Sessiz Kalma

Çoktan az, azdan çok almak zulümdür. Ve bu zulüm, sadece ekonomiyle ilgili değil; vicdanla, adaletle, insanlıkla ilgilidir. Bir toplum, en çaresizini gözetemiyorsa; en güçlüsünü denetleyemiyorsa; o toplumun geleceği sönmeye mahkûmdur.

Bu yüzden, vergi adaleti sadece ekonomi politikalarının değil, vicdan politikalarının da konusu olmalıdır. Fakirin ekmeğinden kesmek kolaycılıktır; zor olan, güçlün karşısına dikilmek ve adaleti gözetmektir. Ve biz, adaleti gözetmediğimiz her an, yarınımızı bir parça daha kaybediyoruz.

Erol Kekeç/14.07.2025/Sancaktepe/İST

19 Temmuz 2025 Cumartesi

Tek Rakibim Kendimdir Ahlaki Duruşun ve Sükûnetin Yolculuğu


Hayat boyunca kimseyi kıskanmadım. Ne birini geçmek istedim ne de birinin geçtiğini görüp hızlandım. Ben yalnızca kendimle yarıştım. Benim rotam, başkalarının alkışlarıyla ya da yuhalamalarıyla şekillenmedi. Çünkü ben, hayatı bir yarış olarak görmedim. Benim için hayat, içimdeki özü en saf şekilde yaşamak, her adımı erdemle atmak, her bakışı vicdan terazisinde tartmaktı. Ne hazin bir çağda yaşıyoruz ki, doğruluğun sabırla ilerlediği bir yolda, hırsın çamura bata çıka önünüze geçmeye çalıştığını görmek sıradan bir manzaraya dönüşmüş.

Ben yürüdüm. Sessizce, kendi ayak seslerimi duyarak, toz kaldırmadan yürüdüm. Ancak ne zaman adım atsam, sağımda solumda biri koşmaya başladı. Adımlarımı izleyenler, niyetimi anlamadan hızlandı. Oysa ben bir yere yetişme derdinde değildim. Ben kendime yetişme derdindeydim. Günümüzde ise insanlar ‘başarıyı alkışla ölçüyor, ‘Kazanç'ı gösterişle. Oysa benim anlayışıma göre gerçek başarı, iç huzurunu kaybetmeden bir ömür yaşayabilmekti.

Bu çağ, yarış pistlerini kalabalıklaştırdı. Herkes bir diğerinin hızına bakarak kendi yolunu belirlemeye çalışıyor. Kimse durup ‘ben nereye gidiyorum?’ diye sormuyor. Herkes birilerini geçme telaşında. Göz göze gelmeden, kalp kalbe değmeden, sadece öne geçmenin hırsıyla yan yana geçiliyor. Ancak ben hiçbir zaman bir başkasının pistine adım atmadım. Onların koştuğu zemine basmadım. Çünkü ben bilirim ki, başkasının yolunda koşan, kendine ait bir varış çizgisi bulamaz.

Ne zaman biraz daha ilerlesem, ‘o kim ki bizden önde olsun’ diyenlerin homurtusunu duyar oldum. Adım attığım anda arkamda kıvılcımlar çıkarmaya çalışanları fark ettim. Hırslarıyla üzerime bastılar. Yolumu kesmek, beni yorup kenara çekilmemi sağlamak istediler. Ancak bilmiyorlar ki benim yolum, onların pistinden farklı. Onların gürültüsü, benim sessizliğimi bozamaz. Benim ayak izim, onların çamuruna karışmaz.

Bazen gülümsedim. Onların beni rakip görmesine gülümsedim. Çünkü ben kendimi bile rakip görmüyorum. Ben içimdeki kibri yenmeye çalışan bir yolcuyum. Her gün aynı aynaya bakıyor, aynı vicdana soruyorum: “Bugün senden daha iyi oldun mu?” Beni ilerleten şey bu sorudur. Ne bir makama tırmanma arzusu, ne bir servet hırsı, ne bir övgü beklentisi. Benim yarışım kendimledir. Çünkü en çetin mücadele, insanın kendi içindedir.

Ahlaki duruş, bu çağın en çok hor görülen meziyeti oldu. Herkes bir şekilde kısa yoldan ‘bir şey’ olmak derdinde. Liyakatsizliğin, torpilin, yalanın, gösterişin dört nala koştuğu bir dönemde, doğruluk bir kambur gibi görülüyor. İnsanlar dürüstlüğe acıyor, sabra gülüyor, tevazua küçümseyerek bakıyor. Oysa ben, doğruluktan taviz vermeden, sabırla yürümeyi şeref bildim. Benim pistim, toprağın üstünde, gözyaşının izinde, alın terinin kutsallığında serilmişti.

İçinden geçtiğimiz toplumlarda her gün kudurganlıklar artıyor. Sosyal medya, insanların içindeki hırsı kamçılıyor. İnsanlar artık kendi hayatlarını değil, başkalarının hayatlarını yaşıyor. Her paylaşım bir gösteri, her başarı bir övünç malzemesi. Kimse ‘acaba ben bu hale nasıl geldim?’ diye sormuyor. Çünkü herkes ‘ben ondan daha iyiyim’ diyerek avunuyor. Hırsla yanıp tutuşan kalpler, en küçük bir başarıyı bile hazmedemez hale geldi. Başkasının gülüşünü kıskanıyor, başkasının yürüyüşünden rahatsız oluyor.

Ancak ben bu çürümüş düzende yürümeye devam ediyorum. Kendi yavaşlığımda, kendi sükûnetimde. Çünkü bilirim ki hayat bir maraton değildir; hayat, bir yolculuktur. Ve bu yolculukta önemli olan hız değil, istikamet ve iç huzurudur. Ben durmadan kendime dönüyor, her gün daha iyi bir insan olmanın yollarını arıyorum. Benim rakibim, dünkü ben. Bugünkü ben, ondan daha adil mi? Daha sabırlı mı? Daha şefkatli mi?

Çoğu zaman bu sorularla baş başa kalıyorum. Kimi zaman içimdeki öfke beni kenara çekmek istiyor. Kimi zaman nefsim ‘sen de biraz koş’ diyor. Ama ben, ruhumu dinliyorum. Ruhum koşmayı değil, yürümeyi seviyor. Ruhum, kendini göstermek yerine kendini bilmek istiyor. Ruhum, alkışa değil, huzura susamış. Ve ben bu çağın alkışa susamış kalabalıklarında susmayı bir erdem sayıyorum.

Benim gibi yürüyen az insan kaldı. Biliyorum. Bazen yalnızlık çöküyor omzuma. Ama bu yalnızlık, kalabalıklarda kaybolmaktan daha huzurlu. Çünkü yalnızken kendinle buluşuyorsun. Kendini tanıyor, kendinle barışıyorsun. Kalabalıkların içerisinde kaybolanlar, bir ömür kendinden kaçıyor. Ama ben durdum, yüzleştim, kabul ettim. Güçlü yanlarımı da, zayıf yönlerimi de bildim. Ve işte bu yüzden kimseye rakip olmadım. Çünkü herkesin yürüdüğü yol farklıydı.

Ahlak, insana kendini tanıtır. Vicdan, yön tayin eder. Sabır, adım atmayı öğretir. Bu üçü benim yürüyüşümün mihenk taşları oldu. Kalbimde taşıdığım inanç, elimde tuttuğum sabır ve gözümde aradığım hakikatle yol aldım. Ve kim ne kadar bastırırsa bastırsın, ben bastırmadım. Kim ne kadar kirletmek isterse istesin, ben temiz kalmaya çabaladım. Zira yolun kendisi değil, yolculuk biçimi insanı var eder.

Bugünün toplumunda herkes kendini ispatlama peşinde. Herkes bir görünürlük, bir fark edilme savaşı içinde. Ama fark edilmekle var olmak aynı şey değildir. Ben fark edilmeden var olmayı tercih ettim. Gölge gibi, sessizce ama iz bırakarak ilerlemeyi seçtim. Herkesin sustuğu yerde hakikati dile getirmek, herkesin bastığı yerde geri çekilmek, herkesin koşturduğu yerde durmak benim tercihimdi.

Benim için yürüyüş bir tavırdır. Kimliğin, niyetin ve inancın dışa yansımasıdır. Benim yürüyüşüm, başkasına göre hızlı ya da yavaş değildir. O yürüyüş, içimdeki dengeyi koruduğu sürece anlamlıdır. Ve ben bu dengeyi ne hırsla, ne öfkeyle, ne de yarışla bozmam. Çünkü ben tek bir yarışa inanırım: insanın kendini aşma yarışı. Ve bu yarışta yalnızca bir rakip vardır: dünün benliği.

İşte bu yüzden hiç kimseyi kıskanmadım. Kimseyi rakip olarak görmedim. Ve herkes koşarken, ben yürüdüm. Yolumun kenarında kalanlara baktım, dua ettim. Üzerime basanlara baktım, affettim. Çünkü ben pistin değil, yolun adamıydım.

Son sözüm şudur:

Ey insan! Kendinle yüzleş. Başkalarıyla değil, yalnızca kendi vicdanınla yarış. Hızlı olmak değil, doğru olmak esas olandır. Ve unutma, başkalarının alkışıyla yürünen yol, bir gün sessizliğe çarpar. Ama kendi kalbinin sesiyle yürüyenler, hep hakikate varır.

Yürümeye devam et, durmadan, başını eğmeden ve kimseyi ezmeden…

Erol Kekeç/10. Mart.2025/Sancaktepe/İST

NOT:Doğum günüm anısına yazdığım bir seslenişti kendime...

18 Temmuz 2025 Cuma

Helaki Görmezden Gelen Toplumlara Bir Çağrı

Bir toplum düşünün ki, yöneticisini sadece bir idareci değil, neredeyse bir kurtarıcı, bir veli, bir dokunulmaz gibi görsün. Onun sözünü ilahi buyruğa denk, onun iradesini kaderin tecellisi saysın. Böyle bir toplum için artık yaşam, bir diriliş değil; bir teslimiyet, bir bekleyiştir. Umut yerini kör itaate, sorgulama yerini kutsamaya bırakmıştır. Hakikatin gür sesi bastırılmış, yerini alkışların monoton uğultusu almıştır.

Oysa insan, akıl ile yüceltilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz tekrar tekrar akletmeye, düşünmeye, sorgulamaya çağırır: "Hiç akletmez misiniz?" (Bakara/44), "Gözler kör olmaz; lâkin göğüslerdeki kalpler kör olur." (Hac/46). İşte bu körlük, bir yöneticinin her sözünde hikmet, her icraatında keramet aramaya kadar varır.

Toplum, artık gerçek adaleti değil; yöneticisinin ağzından çıkan her cümleyi doğru saymayı öğrenmiştir. Zulüm karşısında susmayı hikmet, haksızlık karşısında boyun eğmeyi tevekkül zannetmiştir. Böyle bir halk, yöneticisinin her sözünü kutsarken, aslında kendi aklını kiraya vermekte, kendi vicdanını susturmaktadır.

Kur’an, bizlere Firavun ’un halkını anlatırken bir ibret sunar: “Firavun, kavmini küçümsedi de onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar fasık bir kavim idiler.” (Zuhruf/54). Firavun’un kendisi kadar, ona itaat edenlerin de helake uğradığını unutmamalıyız. Yani bir yöneticinin hatası, sadece onun şahsi meselesi değildir; onu sorgulamayan, hatasında ısrarını alkışlayan toplumun da sorumluluğudur.

Bugün bazı yöneticiler, halka cennet vaat ederken, icraatlarıyla adeta bir cehennem manzarası çizer. Adaleti dillerinden düşürmezler ama liyakatsizlik, torpil, yolsuzluk sistemin temel taşı olur. “Halka hizmet” söylemiyle çıkılan yolda, aslında bir avuç insanın çıkarı gözetilir. Oysa Kur’an, bizlere adil olmayı, emanetleri ehline vermeyi emreder: “Şüphesiz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa /58)

Toplum ise tüm bu çarpıklıkları görmezden gelir, çünkü “bizimkiler yapıyor” diye düşünür. Ama unutulmamalıdır ki, zulmü kim yaparsa yapsın zulümdür. Zulme rıza ise en az zulüm kadar veballidir.

Zulüm sadece bir kişinin elinden çıkmaz. Onu alkışlayan eller, ona sessiz kalan diller, ondan menfaat uman kalpler de o zulmün ortağı olur. Kur’an bu durumu şöyle ifade eder: “Onlar birbirlerinden medet umarlardı, birbirlerine destek olurlardı.” (En’am/ 128). Bu karşılıklı menfaat ilişkisi, şeytanla yapılan bir ortaklık gibidir. Fakat hesap günü geldiğinde, bu ortaklık hiçbir fayda sağlamayacaktır.

O gün insanlar şöyle diyecektir: “Rabbimiz! Efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar.” (Ahzab/67) Ama bu itiraf onları kurtarmayacak. Çünkü akıl, vicdan ve sorumluluk bireyseldir. Hiç kimse, başkasının hatasının arkasına sığınamaz.

Asıl problem bir yönetim krizi değil, bir değerler krizidir. İnsanlar adaleti değil, aidiyeti önceliyor. Haklı olanı değil, kendi tarafındakini savunuyor. Bu ise toplumun ruh kökünü çürüten en tehlikeli hastalıktır.

Kendine ait bir sözü olmayan halklar, başkalarının sözlerine tutsak olur. Kendi vicdanını susturmuş insanlar, başkalarının doğrularını kendi hayatının ölçüsü zanneder. Oysa her bireyin sorumluluğu vardır: Adalet için konuşmak, hak için ayağa kalkmak, zalime dur demek.

Meydan okuma burada başlar. Ama bu bir öfke değil, bir uyanış çağrısıdır.

Ey halk! Ey kalbi susmuş ama içi hâlâ kıvranan insanlar! Uyanın. Artık susmayın. Artık yöneticilerin her sözünü hakikat gibi kabullenmeyin. Artık yalanı hikmetle süslemeyin. Zira sessizlik bazen zulme ortaklıktır.

Hakikat, susanların değil; konuşanların, düşünenlerin, sorgulayanların yoludur. Allah, haksızlık karşısında susanlardan değil; hakkı ayakta tutanlardan yanadır. “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.” (Maide/ 8)

Unutma: Helak, zalimin gökten inen cezasıyla değil; ona gösterilen kör itaate suskun kalınmasıyla gelir. Ve o gün geldiğinde, pişmanlık fayda etmeyecektir.

Bugün, uyanmak; yarın için kurtuluştur. Bugün, konuşmak; ebedi sessizlikten kaçıştır. Bugün, adaleti talep etmek; yarın için arınmaktır. Çünkü Allah, adaleti emreder. Ve adalet, herkes için gereklidir; yöneten için de, yönetilen için de.

Bir toplumun yükselişi de, çöküşü de o toplumun aklına, vicdanına ve ahlakına bağlıdır.

Bu yüzden artık boncuk arama. Hakikati ara. Ve hakikatin ışığına yüzünü çevir.

Çünkü helake karşı tek çare: Uyanmak, düşünmek ve Hakk’ın tarafında olmaktır.

Bahadır Hataylı/16.07.2025/Sancaktepe/İST

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Ahlakın Boğulduğu Değerlerin Tükendiği Bir Döneme Tanıklığımız

 


Bir çağın sonuna tanıklık ediyoruz.

Köy meydanlarında oynanan sek sek oyunlarının yerini TikTok meydan okumaları aldı. Sobalı odada büyüklerle içilen demli çayların yerini, alışveriş merkezinde yudumlanan pahalı kahveler. Ninemizin dizinin dibinde dinlediğimiz hikâyelerin yerini, yabancı dizilerden kopyalanmış yapay kimlikler. Biz artık kendi medeniyetimizden değil, başkalarının yozlaşmasından beslenen bir “kimliksizliğin” içindeyiz.

Ve bu kimliksizlik en çok da çocuklarımızı yutuyor.

Çocukluk Erken Bitti, Ama Olgunluk Hiç Gelmedi

Eskiden çocuklar çocuktu. Erkekler bilye oynar, kızlar ip atlar, toprakta büyürdük. Göz göze bakmak bile mahcubiyetti. Şimdi 12 yaşında çocukların makyaj videoları, 14 yaşında kızların estetik planları, 15 yaşında erkeklerin “kız tavlama” teknikleri konuşuluyor. Ve biz buna sadece izleyici kalıyoruz.

Çünkü medya, internet ve sosyal ağlar, henüz karakteri oluşmamış genç dimağlara “çürümeyi” cazip bir hayat olarak sunuyor.

Ve ne acıdır ki; biz, evlatlarımızın içten içe çürüyüşünü süsleyip “özgürlük” diyoruz.

Ahlaki Kaosun Eşiğinde

Artık gençler ilişki yaşıyla değil, ilişkisizlikle alay konusu oluyor. “Henüz sevgilin yok mu?” sorusu, “Kitap mı okuyorsun, hâlâ mı bakirsin?” cümleleri birer hakaret cümlesi hâline geldi. Bekaret bir erdem değil, “aptallık” gibi sunuluyor. Zina normal, sadakat tuhaf; iffet gerilik, arsızlık marifet sayılıyor.

Sosyal medyada 14 yaşında bir çocuğun paylaştığı müstehcen içerikler, binlerce beğeni ve övgü alıyor. Ama aynı çocuk, namaz kılarken görüntülense, “ne gerici” diye aşağılanıyor.

Bu nasıl bir çelişki?

Yasalar Ahlakı Koruyamıyor

Yasal yaş sınırları, ahlaki çökmeyi engelleyemiyor. 18 yaş altına nikâh yasak, ama cinsellik “özgürlük” sayılıyor. Evliliğe “çocuk istismarı” deniyor, ama 15 yaşında sevgililik, övgüyle karşılanıyor. Bu bir akıl tutulması değil de nedir?

Kanun, nikâha karşı ama zinaya sessiz.

Medya, iffeti küçümsüyor ama şehveti kutsuyor.

Sistem, eğitimi dijitalleştiriyor ama değerleri buharlaştırıyor.

Toplumun gözü önünde gençlik ahlaki bir yangının ortasında yanıyor, ama itfaiye çağırmak bir "müdahale" sayılıyor.

Aile Kurumu-Dağılan Kale

Aile, toplumun kalesiydi. Artık kalmamış bir kale gibi ortada. Anne-baba kavramı, artık sadece biyolojik birer etiket. Çocuklar, anneleriyle arkadaş; babalarıyla mesafeli; dedeleriyle ise hiçbir bağ kurmadan büyüyor.

Eskiden evlenmek bir sorumluluktu, şimdi ise eğlenceyi kısıtlayan bir kelepçe gibi görülüyor. Boşanmalar artıyor çünkü evlilik “sevgiyle değil”, “eğlenceyle” başlatılıyor. İnsanlar artık ömürlük bağlar yerine, “deneysel birliktelikler” arıyor.

Evlilik, "aşk bitince bırakılacak bir oyun" hâline getirildi. Gençler "evliliği" değil, "eşya paylaşımını" konuşuyor.

Aile dağıldıysa, toplum çökmeye başlamış demektir.

Eğitim Var Ama Terbiye Yok

Modern eğitim, bilgi veriyor ama hikmetten uzak. Matematik öğretiyor ama merhamet öğretmiyor. Kod yazdırıyor ama kalemle mektup yazmayı unutturuyor. “Okulda değerler eğitimi var” diyorlar, ama çocuklar hâlâ ağzından küfrü eksik etmiyor.

Çünkü eğitim sistemimiz ahlaksızlığa karşı donanımsız.

Çocuklarımıza geleceği planlatıyoruz, ama insan olmayı unutturuyoruz.

Şiir ezberletiyoruz ama saygıyı, sadakati, vefayı anlatmıyoruz. Bilgi arttıkça, vicdan azalıyor. Sertifika büyüyor, ruh küçülüyor.

Medya, Sessiz Yıkımın En Büyük Sorumlusu

Bugün bir televizyon dizisinin en fazla izlenen sahneleri; yasak ilişkiler, ihanetler, şehvet dolu bakışlar. "Sapkınlık" ekranlarda "romantizm" gibi süsleniyor. Diziler aileleri değil, fantezileri teşvik ediyor.

Sosyal medya, gençliğe başka bir hayat biçiyor. Gerçek değil, sanal ilişkiler kurduruyor. Gençler yüz yüze bakamıyor ama saatlerce ekran başında "tanımadığı" biriyle flört ediyor.

Bu medya düzeni, iffeti ayıplıyor; ahlaksızlığı alkışlıyor. Artık çocuklarımızın rol modelleri “öğretmenler” değil, “influencerlar”.

Peki biz ne yapıyoruz?

Peki, Çözüm Nerede?

Yıkılan bu değerler sistemini ayağa kaldırmak için tek tek her fert bir harç taşımalı.

Her anne-baba:

  • Evladının ekran süresini değil, kalp süresini ölçmeli.

  • Onlara giydirilen kıyafetten çok, aşılanan ruhu önemsemeli.

  • “El âlem ne der?” diye değil, “Allah ne der?” diye düşünmeli.

Her öğretmen:

  • Sadece müfredatı değil, merhameti de anlatmalı.

  • Ahlakı, vatanı, emaneti birer ders konusu yapmalı.

  • Çocuklara sadece zihin değil, karakter kazandırmalı.

Her kanaat önderi:

  • Çocukların genç yaşta zina batağına sürüklenmesine karşı çıkmalı.

  • Nikâhı küçümsememeli, evliliği teşvik etmeli.

  • Gençlere ahlaki yönlendirmeler yapmalı, "önleyici rehberlik" sunmalı.

Her devlet yetkilisi:

  • Sosyal medya içeriklerine karşı koruyucu filtreler uygulamalı.

  • Cinsel içerikli yayınlara yaş kısıtlaması değil, “manevi tedbir” getirmeli.

  • Değerler eğitimi sadece müfredatta değil, fiilen hayata geçirilmelidir.

Ahlak, Modern Çağda Tekrar Diriltilebilir mi?

Zor ama imkânsız değil.

Çünkü hâlâ yüzü secdede çocuklar var. Hâlâ annesinin elini öperken gözleri dolan gençler. Hâlâ giydiği kıyafetle değil, taşıdığı iffetle değerli olduğunu bilen kızlar. Hâlâ gözünü haramdan koruyan erkekler. Hâlâ ağlamayı utanılacak değil, bir erdem bilen kalpler var.

Ve bu kalpler, birbirini buldukça bir toplum yeniden inşa edilebilir.

Uyanmak tek çaremiz....

Toplumun çöküşü sessiz başlar. Önce çocukların oyunları değişir. Sonra kahkahalar azalır. Sonra aile sofraları eksilir. Sonra gözler yere değil, ekrana bakar. Sonra kalpler hissizleşir, kelimeler ruhsuzlaşır. Ve en sonunda, insanlar evlerde değil; yalnızlıklarında yaşar.

Bugün hâlâ umut var. Hâlâ “ben bu gidişi değiştirebilirim” diyen yürekler var. O hâlde;

 Ahlak için ses ver.
Vicdan için konuş.
İffet için dua et.
Nesil için savaş!

Çünkü bir milletin gerçek gücü, tankında, topunda değil; terbiyesinde ve ahlakındadır.

Erol Kekeçç/13.07.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!