Bu Blogda Ara

19 Haziran 2025 Perşembe

Emir Büyük Yerden vay başımıza

Kur’an’ın apaçık ayetleri, mazlumlara yapılan saldırılar karşısında bir müminin ne yapması gerektiğini açık ve net bir şekilde ortaya koyar. Özellikle Tevbe Suresi’nin 13. ve 14. ayetleri, zulme uğrayanlara karşı takınılması gereken tavrı belirginleştirir. Bu ayetlerde, yeminlerini bozan, peygamberi yurdundan çıkarmaya çalışan ve saldırının ilk fitilini ateşleyen bir topluluğa karşı savaşıp savaşmamanın sorgulanması, imanla doğrudan ilişkilendirilir. Zira ayetin sonunda açıkça şu ifade yer alır: "Eğer müminlerseniz, Allah’tan korkmanız gerekir." Bu, iman iddiasının bir sınavıdır. Dolayısıyla bu ayetler, sadece tarihsel bir bağlamda değil, evrensel ve ahlaki bir yükümlülük olarak tüm zamanlara hitap eden ilahi direktiflerdir.

Gazze’de yaşananlar da tam olarak bu ayetlerin tarif ettiği türden bir zulmü gözler önüne sermektedir. Sivillerin hedef alınması, kadınların, çocukların katledilmesi, hastanelerin, ibadethanelerin bombalanması, halkın açlığa ve susuzluğa mahkûm edilmesi bir soykırım politikasıdır. Bu şartlar altında, saldırıya maruz kalanların direnmesi, kendilerini savunmaları, inançları ve varlıkları için mücadele etmeleri Kur’an’a göre meşru değil, zorunlu bir tavırdır.

Ancak ne gariptir ki, bugün bazı kesimler bu mazlum direnişi eleştirmekte, onları "ateşi tırmandırmakla" suçlamakta, hatta daha da ileri gidip bu insanların yurtlarından çıkarılmalarını "hicret" olarak tanımlamaktadır. Bu, sadece Kur’an’ın emrine değil, insanlığın vicdanına da aykırıdır. Hicret, zulümden kaçmak zorunda kalanlara bir çıkış yolu sunan bir kurtuluş olabilir ama mazluma "hicret et, direniş gösterme" demek, zalimin zulmüne sessizce boyun eğ demektir. Bu da ancak zihinlerdeki çürümenin, kalplerdeki imanın zayıflığının ve zulüm karşısında tarafsız kalmanın açık bir göstergesidir.

Tevbe Suresi 14. ayet bu tutumu daha da netleştirir. Ayette Allah, müminlerin eliyle zalimleri azaba uğratacağını, onları rezil edeceğini, inananların gönlünü ferahlatacağını ve onlara yardım edeceğini vaat etmektedir. Bu ayet, müminin eliyle yapılacak adalet mücadelesinin ilahi bir emir olduğunu ifade eder. Zira adaletin tecellisi için sadece dua etmek yetmez; harekete geçmek, cesur olmak ve Allah’a güvenmek gerekir. Aksi halde korkunun, teslimiyetin ve suskunluğun adı iman olmaz.

Bugün Gazze’de yaşananlara karşı “gücün kadar tepki ver” diyerek mazlumu pasifleştirmeye çalışanlar, bu ayetlerin ışığında yeniden düşünmelidir. Ayet, saldırının kimden geldiğini belirtir: "Saldırıyı ilkin onlar başlattı." Durum nettir: Saldırgan bellidir, mazlum bellidir. Savaşın da meşruiyeti bellidir. Burada yapılması gereken şey, güç hesapları yapmak değil, safını belli etmektir. Çünkü Allah’ın safı, her zaman mazlumun safıdır. Kim zalime söz geçiremiyorsa, bari mazluma taş atmasın.

Peki bu tür tavırların arkasında ne yatar? Bu sorunun cevabı çok katmanlıdır. İlki, korkudur. Ayet bunu açıkça sorgular: "Korkuyor musunuz onlardan?" İşte bu korku, mümin kimliğini sarsan en büyük tehlikedir. Allah’a güvenmek yerine zalimin gazabından korkan bir kalp, iman açısından sorgulanmalıdır. Çünkü gerçek mümin, zulüm karşısında yalnız kalsa bile Allah’ın yardımına güvenerek ayağa kalkar.

İkinci bir sebep ise menfaat endişesidir. Mazlumun safında yer almak, güçlü olanla ilişkileri zedeleyebilir. Ticari, siyasi, diplomatik çıkarlar tehlikeye girebilir. İşte burada Kur’an, iman ile dünya menfaatlerinin çatıştığı bu zeminde, mümini tercihe çağırır. Ya Rabbin rızası, ya dünyanın aldatıcı menfaati. Ayet, bu noktada şunu söyler: "Eğer müminlerseniz..." Yani bu bir inanç testidir.

Üçüncü bir neden ise zihinsel sömürge halidir. Zihinleri Batı merkezli etik normlara ve siyaset anlayışına teslim olmuş bazı Müslümanlar, hakikati sorgulamak yerine güçlü olanın dilini tekrar ederler. "Barış" ve "çözüm" adı altında aslında mazluma teslimiyeti öğütleyen bu bakış, Kur’anî bir bakış değildir. Çünkü Kur’an, barışı ancak adalet temelinde onaylar. Zulmün devam ettiği yerde barış bir aldatmacadır.

Dördüncü bir neden, İslam’ın mücadeleci yönünün yeterince kavranmamış olmasıdır. Kur’an’da geçen cihad, sadece silahlı mücadele değildir. Bir duruş, bir taraf olma, bir haksızlığa itiraz etme, bir mazluma siper olma bilincidir. Zalimle arasına mesafe koyamayanlar, isterse kılıç kuşansın, gerçek mücahit olamaz. Zira müminin kılıcı da, kalemi de, sesi de zalime karşı yönelmelidir.

Son olarak, inançta samimiyet meselesi karşımıza çıkar. Ayetler apaçık olmasına rağmen, iç dünyasında bu ayetlere inanmayan veya onları sadece tarihsel birer olay olarak görenler, zulüm karşısında sessiz kalmayı normalleştirirler. Oysa Kur’an’ın bu ayetleri kıyamete kadar geçerlidir. Zaman ve mekan üstü mesajlardır. Onlar, her çağın zalimine karşı direniş çağrısıdır.

Bu nedenle bugün Gazze’deki direnişi eleştirenler, bu direnişi pasifize edenler, Kur’an’ın çağrısına kulak tıkamaktadırlar. Korkuya teslim olmuş, zalime yaranma derdine düşmüş, imanı dilde bırakmış bir zihniyetin ürünüdür bu tavır. Ve bu zihniyet, mazlumu bir kez daha yalnız bırakmakla kalmaz, Allah’ın rızasını da kaybeder.

Ayetin sonunda geçen "Ve inananlar toplumunun göğüsler

ine şifa ulaştırsın" ifadesi, direnişin sadece maddi değil, manevi bir etkisinin de olduğuna işaret eder. Bir müminin kalbi, zalime karşı duran bir başka mümini gördüğünde ferahlar, iman tazelenir, ümmet bilinci güçlenir. İşte bu yüzden Gazze’nin çığlığı, sadece bir bölgenin değil, bütün ümmetin kalp atışıdır. Oradaki bir çocuk direnirken, buradaki bir mümin de kendini gözden geçirir.

Sonuç olarak, Tevbe Suresi’nin bu iki ayeti, bize çok net bir şey söylüyor: Safını seç! Ya zalimin karşısında, mazlumun yanında durursun ya da zalimin susturduğu kalabalıklardan biri olursun. İmanın, ahiret inancının, adalet arayışının ve insanlık onurunun bir imtihanı bu. Allah’ın rızasını mı, dünyanın suskun ve korkak konforunu mu tercih edeceksin?

Zaman, zalimin propagandasına değil, Kur’an’ın çağrısına kulak verme zamanıdır. Ayet açık, mesaj net: “Savaşın onlarla! Sizin elinizle Allah onlara azap etsin!” Eğer bu mücadelede yer almazsan, en azından susturmazsan direnenleri. Çünkü bu ayetler sadece geçmişi değil, bugünü de hükmü altına alır. Bugün Gazze’de mazlum bir çocuk sapan taşıyorsa,bu ayet onun yanındadır. Ve ona taş atan değil, onunla taş atanlar kurtulacaktır.

Erol Kekeç/18.06.2025/Sancaktepe/İST

18 Haziran 2025 Çarşamba

Uyan! Bu Sessizlik Bir Felakettir





Bir milletin çöküşü her zaman toplarla, tüfeklerle başlamaz. Çöküş; aklın teslim alınmasıyla, kalbin körelmesiyle, vicdanın susturulmasıyla başlar. Bu topraklarda bir süredir sessizlik hüküm sürüyor. Göz göre göre gelen felaketlere karşı ya susuyoruz ya da olan biteni hamasete boğarak anlamını yitiriyoruz. Oysa düşmanın yeni silahı sessizliğimizdir. Sessizliğimizin üzerimizdeki zaferidir bu yaşananlar.

Afgan Göçü-Bir Tesadüf Değil, Bir Senaryo

Afganistan’da savaş durduğunda, savaşanların bir kısmı ortada kaldı. Ancak bu savaşçılar öyle sıradan insanlar değildi. Birçoğu, Amerikan ordusunun çeşitli kademelerinde sahada görev almış, eğitilmiş, yönlendirilmiş kişilerdi. ABD adına savaşan bu Afganlar, Afgan halkından çok farklıydı. Onlar bir ideolojiye değil, bir amaca hizmet ediyorlardı: Kaosun taşeronu olmak.

Bu insanlar savaş sonrası Pakistan’a teklif edildi. Ama Pakistan kabul etmedi. Neden mi? Çünkü Pakistan bu yükün aslında bir savaş artığı değil, ileride kullanıma hazır bir aparat olduğunu biliyordu. Sonra İran üzerinden Türkiye’ye geçiş sağlandı. Bugün sınırlarımızı geçip içimize yerleşen bu grupların gelişini “zulümden kaçış” diye anlatmak, işin sadece vitrinidir. Gerçekte bu insanlar sistemli bir şekilde buraya yönlendirildi. Bu gelişin arkasında ne kadar ödeme yapıldı, hangi pazarlıklar döndü, hangi vaatler verildi bilemeyiz ama şunu biliyoruz: Hiçbir şey karşılıksız değildir.

Hiçbir devlet, yüz binlerce insanın ülkesine bu kadar rahat girmesine izin vermez. Hele hele bu ülke yıllardır terörle mücadele eden, iç güvenlik zaafları yaşayan, ekonomik darboğazda bir ülkeyse… Eğer bu geçişler bu kadar rahatsa, ya bir planın parçasıdır ya da bir gafletin sonucu. Ama her iki durumda da bedel milletin omzundadır.

Suriyeliler, Afganlar ve Kimliğin Silinişi

Suriyeliler üzerinden yaşadığımız sosyolojik kırılma henüz tamir edilmeden, şimdi Afgan dalgası... Üstelik bu yeni gelenlerin kim olduklarını bilmeden, neye hizmet ettiklerini anlamadan onları sokaklarımıza, mahallelerimize, şehirlerimize alıyoruz. Toplumun yapısı sessizce değişiyor. Alışkanlıklarımız, güvenliğimiz, geleceğimiz tehdit altında.

Tarihte nüfus mühendisliği hep iki şekilde yapılmıştır: Kılıçla ve göçle. Bugün artık sınırdan gelen bir ordudan çok, içimize sızdırılan bir yapı söz konusu. Biz bu gerçeği göremezken, büyük fotoğrafı okuyamazken, birileri taşları çoktan dizmiş durumda.

Bakın, Suriye karıştığında dünyanın dört bir yanından gelen radikal unsurlar Suriye'yi savaş meydanına çevirdi. Bugün aynı senaryo Türkiye için sahneleniyor. ABD'nin bölgedeki çıkarları değişmedi, sadece araçları değişti. Afganistan’da kullandığı bu unsurlar şimdi başka coğrafyalarda "uyuyan hücreler" olarak görev bekliyor olabilir mi?

Bu soruyu sormadan, kendimizi sorgulamadan, sadece acındırma edebiyatıyla meseleleri geçiştirmek, geleceğimizin karanlığını büyütür.

“Kurtarıcılar” mı, “Yıkıcılar” mı?

Biz her geleni mazlum olarak tanıdık, her geleni kardeş bildik. Oysa kimlikler, aidiyetler, ideolojiler değişmişti. Savaş sadece tankla top ile değil, kılık değiştirmiş insanlarla da yapılır. Göç adı altında ülkeler yeniden şekillendirilir.

Afganistan’dan gelenlerin tamamı elbette suçlu değil. İçlerinde gerçekten zor durumda olanlar da olabilir. Ancak gözden kaçan gerçek şudur: Gelenlerin çoğunluğu savaş çağındaki erkeklerden oluşuyor. Kadın, çocuk, yaşlı neredeyse yok. Peki bu ne demek? Bu, “sivil halk” göçünden çok, farklı bir organizasyonun yansıması olabilir mi?

Sahada savaşmış, ABD ordusunun taşeronu olmuş bu gruplar, ileride bir “iç aparat” olarak kullanılmak üzere içimize mi yerleştirildi?

Bu sorunun cevabını ileride yaşayarak öğreneceğiz. Ama o gün geldiğinde çok geç olacak.

Halkı Uyarırken Taşlananlar

Bu tehlikeyi yıllar önce dile getirenler “ırkçı”, “insanlık dışı”, “komplo teorisyeni” olmakla suçlandı. Oysa bu insanlar sadece uyarıyordu. Göz göre göre gelen bir tsunamiye karşı “duvar örün” diye feryat ediyordu. Ama her devirde olduğu gibi bu dönemde de gerçeği söyleyen taşlandı. Vicdanlar susturuldu, akıllar iptal edildi. Oysa o günlerde yükselen çığlıklar bugünlerin habercisiydi.

Bugün sokaklarımıza, caddelerimize, parklarımıza baktığınızda değişimin sadece kültürel değil, güvenlik açısından da ne anlama geldiğini anlıyoruz. Suç oranları, güvenlik endişesi, toplum içindeki huzursuzluk... Bütün bunların temelinde kontrolsüz göç ve bilinçli nüfus kaydırmaları var.

Göz Boyayan Mehterler ve Unutulan Gerçekler

Biz hâlâ mehter marşlarıyla avunuyoruz. Tarihi kahramanlık destanlarıyla içimizi kabartıyor, sonra tekrar uykuya dalıyoruz. Oysa düşman artık toprağa değil, akla saldırıyor. Damarlarımızdan girmiyor artık, ekranlarımızdan giriyor. Zihinlerimizi işgal ediyor, çocuklarımızın ideallerini satın alıyor.

Süleyman Peygamber’in asasının çürümesi gibi, bu milletin de direnç noktaları çürütülüyor. Ve biz hâlâ dimdik ayakta olduğumuzu sanıyoruz. Gerçekte ise düşmanın gözünde çoktan çöktük. Ama biz bunu ancak yere düştüğümüzde anlayacağız. Tıpkı Süleyman'ın ölümünü anlamayan mahlukat gibi…

Yangına Odun Taşımak

Bugün yaşadıklarımız sadece bir sonuçtur. Ama asıl acı olan şu: Yangını söndürmek yerine, birçok insan bu yangına odun taşıyor. Bilmeden, düşünmeden, sorgulamadan… Sözde “insani yardım” adı altında yapılanlar, aslında bir ulusun genetiğini değiştirme operasyonuna dönüşüyor. Her gelen, buradaki değerleri değil kendi değerlerini dayatıyor.

Ve biz hâlâ misafirlik edebiyatıyla bu süreci açıklamaya çalışıyoruz. Oysa bu artık misafirlik değil, iskan planıdır.

Çözüm Ne Olmalı?

Bu yazı sadece bir eleştiri değil, bir çağrıdır. Hepimizin ortak geleceği için yapılmış bir uyarıdır. Peki ne yapılmalı?

  1. Sınırlar Gerçek Anlamda Korunmalı: Giriş-çıkışlar kontrol altına alınmalı, kimse “savaş mağduru” etiketiyle sınırsız şekilde ülkeye sokulmamalı.

  2. Gelenlerin Kimliği ve Geçmişi Sorgulanmalı: Her gelenin geçmişi, eğitimi, ilişkileri detaylıca incelenmeli.

  3. Ulusal Kimlik ve Kültür Korunmalı: Toplumun demografik yapısı, değerleri, gelenekleri göç politikalarına kurban edilmemeli.

  4. Vatandaşlık Dağıtımı Durdurulmalı: Doğuştan bu ülkeye bağlı olmayan birine, bu kadar kolay vatandaşlık verilmemeli.

  5. Toplumsal Farkındalık Artırılmalı: Halk olan biteni sorgulamalı, korkmadan konuşmalı.

Son Sözüm budur,

Bu bir öfke değil, bir acı yazısıdır. Bu millet uyutuluyor. Göz göre göre içimize yerleştirilen potansiyel tehditler, ileride elimizi kolumuzu bağlayacak. Bugün Suriye’de yaşananlar, Libya’da olanlar, Irak’ta dökülen kanlar birer senaryoydu. Şimdi o sahnelerin yeni adresi Türkiye olabilir.

Bu yüzden artık susmamak gerekiyor. Çünkü bu suskunluk, geleceğimizi susturacak. Bu hipnoz, milletin hafızasını silecek. Ve bir gün uyandığımızda ne mahallemiz, ne sokağımız, ne vatanımız tanıdık olacak.

Tarihi destanlarla değil, akılla, uyanışla, irfanla korunur vatan. Gerçek kahramanlık da budur: Uyuyanları uyandırmak....

Erol Kekeç/2025 NOT:Afgan dalgası üzerine yazdığım yazımın özeti geçmişte yazıldı.. .

13 Haziran 2025 Cuma

Tenceresi Kayan Toplumlar Devrime Gebedir



Mezbeleden Doğan Gerçeklik

Bir sabah erken saatlerde, gri şehirlerin bir kenarında, elinde yıpranmış bir çuval, çöpleri karıştıran yaşlı bir adam… Aynı sokakta biraz ileride ise, akşamdan kalma lüks restoran artıklarının çöpe savrulduğu bir çöp konteyneri... Ve birkaç adım ötesinde, Porsche marka arabasının bagajından atık alışveriş torbalarını çöpe bırakan bir başka adam... İşte bu üç sahne, aynı şehirde aynı anda yaşanabiliyorsa; orada artık ne adaletten, ne merhametten, ne de insani bir düzenin varlığından söz edilebilir. Bu, çürümüş bir dünyanın en yalın özetidir. Bu, devrimin kaçınılmaz olduğu bir dünyadır.

I. Çöpten Beslenenlerin Sessiz Çığlığı

Görünmez bir sınıfın adıdır onlar: Çöpten beslenenler. Kimisi yaşlı, kimisi çocuk; kimisi göçmen, kimisi işinden atılmış bir baba... Ortak noktaları, hayatın kıyısına sürülmüş olmalarıdır. Onlara dair resmi veriler yoktur çoğu zaman; çünkü sistem onları tanımaz. Sosyal yardımların dışında kalırlar, seçmen listelerinde unutulurlar, medyada yüzleri sansürlenir. Çünkü onlar, yüzleşilmek istenmeyen gerçeğin bizzat kendisidir.

Bir insan neden çöp karıştırır? Lüks uğruna israf edilen yemekler neden bir başkasının akşam yemeğine dönüşür? İşte bu sorular, bir toplumun adalet terazisini altüst edecek kadar ağırdır.

II. Çöpe Atanların Şımarıklığı ve Doyumsuzluğu

Diğer tarafta ise doyumsuzluğun resmi vardır. Hiç giyilmeden çöpe atılan kıyafetler, sadece ambalajı zarar gördüğü için çöpe atılan yiyecekler, "modası geçti" diye atılan eşyalar, sırf dolaplar dolsun diye alınan fakat kullanılmayan onlarca ürün... Bu çılgınlık, modern kapitalist sistemin zafer marşıdır.

Kapitalizm, yalnızca eşya değil, insan da tüketir. Bir eşyayı satın alırken hissedilen o anlamsız tatmin duygusu, boşluğu bir nebze olsun örter. Fakat o boşluk büyüdükçe, tüketim de büyür. Sonunda insanlar, yedikleri kadar çöpe atmaya başlar, giydiklerinden çok fazlasını harcarlar ama hâlâ "tatminsizdirler."

III. Aynı Sokakta, İki Uç Hayat

Aynı mahallede yaşayan iki çocuk düşünün: Biri okuldan sonra çöpten karton toplayarak annesine yardım ediyor, diğeri ise özel derslerden sıkılıp iPad'inde oyun oynuyor. Biri üç kardeşiyle aynı yatağı paylaşıyor, diğeri akıllı yatağını beğenmeyip yenisini istiyor. İşte bu uçurum, yalnızca sınıfsal bir fark değil, insanlık onuruna açılmış bir yaradır.

Bu farklar, sadece ekonomik eşitsizliğin değil; aynı zamanda bir bilinç, ahlak ve yönetim krizinin de sonucudur. Çünkü bir toplumda çocuklar çöpten ekmek toplarken, başka çocukların doğum günlerinde tonlarca pasta israf ediliyorsa; orada adaletten söz etmek, sadece bir şakadan ibarettir.

IV. Dünya Mezbeleliği ve Küresel İhanet

Bu çürümüşlük sadece yerel değil, küreseldir. Gıda israfı konusunda dünya devlerinin birincilik yarışında olduğu bir çağda yaşıyoruz. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün verilerine göre her yıl dünya genelinde 1.3 milyar ton gıda israf ediliyor. Aynı zamanda 800 milyondan fazla insan, her gece yatağa aç giriyor. Bu tablo, sistemin sadece başarısız olduğunu değil, ahlaken çöktüğünü de gösterir.

Modern devletler; kâr hırsıyla doğayı talan ederken, fabrikalar zehir üretirken, tarım ilaçları toprağı öldürürken, tohumlar patentlenip açlık bir silaha dönüştürülürken, insanlık çöpe dönüşüyor. Artık sadece eşyalar değil, insanlar da çöp gibi görülüyor. Kullanılınca atılan, işe yaramazsa yok sayılan, muhalifse susturulan...

V. Yönetimlerin Günah Galerisi

Bu çürümüş düzende yöneticiler, halkın iradesinden değil, elitlerin ve sermaye gruplarının emirlerinden beslenirler. Halka “tasarruf” telkin edenler, lüks araç konvoylarıyla gezer. Açlıkla boğuşan halkın gözünün içine baka baka, ‘ekonomi tıkırında’ açıklamaları yapılır.

Sosyal yardımlar, birer propaganda aracına dönüştürülmüştür. Yardım yapılırken bile insan aşağılanır, sisteme minnet borcu yüklenir. Oysa gerçek bir yönetim anlayışı, insanı dilenci haline getirmeden, hakkını verir. Bugün ise halk, hem yoksul hem borçlu hem de susturulmuş hâlde yaşamaya mahkûm edilmiştir.

VI. Devrimin Kaçınılmazlığı

İşte tam bu noktada, tarihsel bir gerçek devreye girer: Eğer çöpten karın doyuranlarla çöpe servet dökenler aynı sokakta yaşıyorsa; orada adalet iflas etmiş demektir. Ve adaletin iflas ettiği her coğrafyada, devrim kaçınılmazdır.

Devrim, sadece sokaklara dökülmek değildir. Devrim; önce vicdanlarda başlar. Açlığa göz yuman gözlerin uyanmasıdır. Paylaşmaya yanaşmayan ellerin kırılmasıdır. Sessizliğin lanetlendiği, hakkın haykırıldığı bir diriliştir. Devrim, çöpe atılanların, çöpleri yönetenleri sorgulamasıdır.

VII. Sessiz Çığlıklar ve Kopacak Fırtına

Sistemin duvarlarına çarpa çarpa yankılanan sessiz çığlıklar birikiyor. Her aç yürek, her çöpe uzanan el, her aşağılanan insanlık değeri; bu düzenin tabutuna bir çivi daha çakıyor. Ve bu tabut dolduğunda, halk artık mezarlığa değil, meydanlara akın edecek.

Bu fırtına öfke değildir yalnızca; adaletin gecikmiş yankısıdır. Bu öfke; kendisine verilen 'sadaka' değil, hakkını isteyenlerin haykırışıdır. Bu öfke; kendisini çöp gibi görenlere karşı insan olmanın ilanıdır.

VIII. Umudun Küller Altındaki Işıltısı

Ama her devrim aynı zamanda bir doğuştur. Devrim, sadece yıkmak için değil; yeniden inşa etmek için de gereklidir. İnsan onuruna yakışır bir yaşam, adil bir paylaşım, kardeşçe bir dayanışma ancak bu çürümüş sistemin yerine kurulabilir. O da ancak halkın uyanışıyla mümkündür.

Bugün çöpten ekmek toplayan çocuğun gözündeki umut, yarının devrim tohumudur. Bugün çöpe atılan her lokma, gelecekte bir öfke silahına dönüşecektir. Bugün açlıktan susan diller, yarın meydanları titretecek sözlere gebedir.

Mezbeleden Direnişe, Sessizlikten Kıyamete

Ey insan! Çöpleri sadece kokan artıklar olarak görme. Onlar, sistemin utanç belgeleridir. Onlar, sömürü düzeninin arkasına attığı hesap defterleridir. Çöpü karıştıran elleri değil, onları o hâle getirenleri sorgula. Çöpe servet atanların lüksünü değil, o servetin kimden çalındığını hatırla.

Dünya, bir mezbeleliğe dönüşmüş olabilir. Ama mezbele, aynı zamanda toprağın en bereketli yüzüdür. Eğer yeterince cesur olursan, o çöplerin altından filizlenecek bir başka dünya vardır. Ve bu dünya, hakikatin, adaletin ve insanlığın dünyasıdır.

Çöpten karın doyurmanın ayıp değil, ayıplı olanın çöpe atılacak kadar fazlası olan düzenin ta kendisi olduğunu unutma. Ve bil ki, mezbeleden yükselen devrim, en haklı devrimdir.

Erol Kekeç/13.06.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!