Bu Blogda Ara

8 Haziran 2025 Pazar

Tanrı tasavvurunun kör düğümü-Kendi Tanrılarını yaratanların karanlığı

İnsanlık, varlık sahnesine çıktığı andan itibaren hem kendini hem de kendini aşan bir kudreti anlamlandırma çabasıyla yüzleşmiştir. Bu çaba, tarihin en derin tartışmalarından birine, Tanrı tasavvuru meselesine dönüşmüştür. Fakat bu mesele, sadece bir inanç konusu olmanın ötesinde, bireylerin ve toplumların zihinsel dünyalarının, kültürel kodlarının ve varoluşla kurdukları ilişkinin aynasıdır. Bu yüzden şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki: İnsanların Tanrı inancı kendi dünyası kadardır.

Kendi Tanrılarını yaratanların dünyası

Her birey, yaşadığı çevrenin etkisinde, toplumsal kabullerin gölgesinde ve kişisel çıkarların izdüşümünde bir Tanrı inşa eder. Bu Tanrı, kimi zaman adaletin, kimi zaman korkunun, kimi zaman da mutlak kudretin simgesidir; ama çoğu zaman hakikatin değil, bireyin kendi gerçekliğinin yansımasıdır. İnsanlar, iç dünyalarında kurdukları dünya kadar bir Tanrı'ya inanır. Bu Tanrı, kimi için affedicidir, kimi için cezalandırıcı. Kimi onu sadece ölüm korkusuyla hatırlar, kimi onu adaletsiz düzenin sopası yapar. Bu durum, Tanrı’nın hakiki mahiyetine dair idraksizliğimizin en açık göstergesidir.

Tanrıların savaşı- zihinsel kodların çatışması 

Tanrı tasavvurlarının bireysel ve kültürel farklılıklar üzerinden şekillenmesi, zamanla insanların kendi Tanrılarını birbirine düşürmelerine yol açmıştır. Oysa Tanrı bir ve tektir. Fakat insanlar, kendi zihinsel kalıplarına göre bir Tanrı anlayışı geliştirdiklerinde, bu anlayış evrensel bir ölçü gibi sunulmuş; bu da toplumlar arasında, hatta bireylerin arasında bile "Tanrı adına" çatışmalara neden olmuştur.

Bugün dünyada yaşanan pek çok savaş, mezhep çatışması, fikir ayrılığı ve ideolojik gerginlik; insanların kendi Tanrı tasavvurlarını mutlaklaştırmaları, diğer tüm yaklaşımları şeytanlaştırmaları yüzündendir. Herkes kendi doğrularını Tanrı’nın buyruğu gibi sunarken, hakikat adına değil, ego adına savaşlar yürütülür. Neticede hakikat susturulur, zulüm kutsanır, insanlar Tanrı adına insan öldürür hâle gelir.

Yaratılanın yaratıcı rolüne soyunması 

En büyük kırılma noktası ise şudur: Yaratılanlar, yaşama Tanrı yerinden bakmaya devam etmektedir. Bu, en temel anlamıyla varlık sınırlarının ihlalidir. İnsan, yaratılmış olmanın acziyetini unutup, Tanrı adına hüküm vermeye başladığında, tüm ahlakî zemin sarsılır. Zira yaratılmış bir varlık, kendi algısal sınırlarının ötesine geçemediği hâlde, yaratıcı bir bakışla yaşamı yargılamaya kalkar. Bu kibirli tutum, en başta kendini ilahlaştırmadır.

İşte bu yüzden, her grup, her klik, her ideoloji kendi Tanrısı adına konuşur. Kendi söylemlerini Tanrı kelamı yerine koyar. Kendisine muhalif olanları, Tanrı’nın düşmanı ilan eder. Bu durum, insanın hakikate değil, güce tapar hâle gelmesinin açık göstergesidir. Hakikatin ölçüsünü kendi çıkarları, kültürü ya da tarihsel birikimi üzerinden belirleyen insanlar, böylece Allah adına hüküm vererek aslında Allah’tan uzaklaşırlar.

Cihat ayeti  ve donkişotluk 

Kur’an’da yer alan cihat ayetleri, ne yazık ki bu bağlamda en çok istismar edilen metinler arasında yer almıştır. İnsanlar, bu ayetleri kendi Don Kişotluklarının dayanağı yapmış; Allah adına savaş açtıkları her durumun meşruiyetini bu ayetler üzerinden üretmeye çalışmıştır. Oysa Kur’an’ın cihad anlayışı; zulme karşı durmayı, hakikati savunmayı, nefsiyle mücadele etmeyi ve adaleti tesis etmeyi esas alır. Ne var ki bu incelik, bireysel tanrı tasavvurlarının mutlaklaştırıldığı bir dünyada kolayca göz ardı edilir.

Bu noktada bir başka tehlike baş gösterir: Cihat, bireyin hezeyanlarına alet edilir. Kendi öfkesini, kinini, intikam arzusunu Tanrı adına yürütülen bir savaş gibi sunanlar; aslında Tanrı’ya değil, kendi tanrılarına ibadet etmektedir. Tanrı, bu durumda sadece bir meşruiyet aracıdır. Bu da insanı, Allah’a değil, kendi egosuna kul eder.

“Sizler hakkı ile tanımadınız "

Kur’an, bu hakikati şöyle haykırır: “Onlar, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler...” (Zümer/67). Bu ayet, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda insanlığın Tanrı tasavvurundaki kırılmanın en veciz ifadesidir. Allah’ın kudreti, ilmi, merhameti, adaleti ve mutlaklığı; insanların dar bakışlarında eriyip gitmiştir. İnsanlık, O'nu anlamak yerine, O’nu kendine benzetmiş, O'nu anlamak yerine kendi anlayışlarını O'na mal etmiştir.

Eğer insanlar, Allah’ı Allah’ın istediği şekilde tanımaya, O’nu kendi zihin dünyalarıyla değil, O’nun vahyiyle kavramaya yönelseydi; bugünkü kadar büyük bir sapkınlık, karanlık ve çıkmazla boğuşmak zorunda kalmazdı. Allah’ı kendi gözlüğümüzle değil, Allah’ın gösterdiği yerden görmeliydik.

Varlık Metafizik ve Dine Felsefi bir Yaklaşım 

Felsefi açıdan meseleye yaklaştığımızda, Tanrı tasavvuru hem ontolojik (varlıkla ilgili), hem epistemolojik (bilgiyle ilgili), hem de aksiyolojik (değerlerle ilgili) boyutlarda değerlendirilebilir. Din felsefesi, Tanrı inancını sadece bir 'inanç meselesi' olarak değil, aynı zamanda bir ahlaki sorumluluk ve ontolojik bağlılık olarak görür.

Tanrı’nın varlığına inanmak, sadece bir Tanrı’nın olduğuna inanmaktan ibaret değildir. Bu inanç, varoluşun merkezine bir aşkın gücü yerleştirmek; bu güce karşı sorumluluk duymak ve bu sorumluluğun hayatın tüm alanlarına yansımasını istemektir. Ancak insan, bu aşkın gücü kendi sınırlı dünyasına hapsederse, o zaman Tanrı değil, bir put inşa etmiş olur. Bu put, görünürde Allah’ın adıyla anılır; ama aslında sahibinin çıkarlarını, korkularını ve hezeyanlarını temsil eder.

İnsan, Tanrı’yı kendi şekline soktuğunda; artık Tanrı’yı değil, kendini tapınır hâle gelir. Metafizik düzlemde bu, mutlak ile görece olanın yer değiştirmesidir. Varlık düzeninde bu, Yaratıcının yerine yaratılmışı koymaktır. Ahlaki zeminde bu, sorumluluğu Tanrı’ya atmak, kendi kirli eylemlerini ilahi iradeye mal etmektir. İşte modern insanın en büyük metafizik krizi budur.

Çıkış yolu Tevhit ve Teslimiyet 

Bu kördüğümden kurtulmanın tek yolu vardır: Tevhid bilinci. Tevhid, sadece Allah’ın birliğini kabul etmek değil, aynı zamanda O’nun dışındaki her şeyi O’na boyun eğdirmek, kendi egosunu, arzularını ve kibrini Allah’a teslim etmektir. Tanrı tasavvuru, ancak bu teslimiyetle hakiki hâline kavuşur. Tevhid, Allah’ı hak ettiği şekilde tanımak ve O’na göre yaşamaktır.

İnsanlık, Tanrı’ya değil, kendi tanrılarına tapmaktan vazgeçmedikçe; bu dünyada adalet, merhamet, barış ve hakikat tecelli etmeyecektir. Çünkü insanların tanrıları; kendi korkularının, öfkelerinin, çıkarlarının ve menfaatlerinin şekil bulmuş hâlidir. Gerçek Tanrı ise bütün bu sınırlamaların ötesindedir.

Ey insanlık! Tanrı adına birbirinizi boğazlamayın. Tanrı’yı kendi çıkarlarınıza meze etmeyin. O’nun adını kendi karanlık emellerinize perde yapmayın. Allah birdir, tektir ve yücedir. O’nu anlamak, O’na göre yaşamak ve O’na göre düşünmek, sadece dille değil; kalple, akılla ve bilinçle mümkündür.

Kendi tanrılarınızı yaratmaktan vazgeçin. Kendi inşa ettiğiniz tanrılara tapmaktan kurtulun. Gerçek Tanrı, sizin korkularınızın, geleneklerinizin, coğrafyanızın ya da siyasî söylemlerinizin sınırlarına sığmaz.

Allah’a dönün. O’nu O’nun vahyiyle tanıyın. Tevhid ilkesine sarılın. Aklınızı, kalbinizi ve vicdanınızı kirleten her türlü putu kırın. Çünkü ancak o zaman kurtuluş mümkün olacaktır.

Hakikati değil, kendi tasavvurunu mutlaklaştıran herkes için bu bir çağrıdır: Tanrı adına değil, Tanrı için yaşayın.

Erol Kekeç/27.12.2024/Sancaktepe/İST

7 Haziran 2025 Cumartesi

Trafik Cezaları İnsan Psikolojisi ve Sistemsel Tıkanmışlık


 Akıl ve Vicdan Arasında Bir Çığlık

Günümüz Türkiye’sinde pek çok bireyin hayatını doğrudan etkileyen, sosyal medyada ve kahvehane sohbetlerinde sıkça dile gelen meselelerden biri haline gelen trafik cezaları, artık salt bir idari düzenleme veya disiplin aracı olmaktan çıkmış, toplumsal bir huzursuzluk ve psikolojik bir travmaya dönüşmüştür. Özellikle son dönemde ardı ardına kesilen cezalar, bu uygulamaların yalnızca sürücü hatalarını değil, aynı zamanda insan aklını, psikolojisini ve özgürlük hissini de cezalandırır hale geldiğini düşündürmektedir.

Eğer bu cezalar gerçek bir zekânın ürünü ise o zaman bu zekâ, insanı anlamayan, hayatı kavramayan ve toplumu bir makine gibi işlemeye zorlayan bir zekâdır. Eğer bu cezalar yapay zekâ destekli sistemlerle oluşturuluyorsa, insanın iradesini, sezgisini ve psikolojik doğasını sıfırlayan, algoritmalarla hareket eden bir otoriteye teslim olmuşuz demektir. O halde sorulması gereken ilk soru şudur: Gerçek zeka neden işe yaramıyor ve neden biz insanlar, hayatın içinden süzülen gerçekleri değil, bir sistemin matematiksel emirlerine tabi hale getiriliyoruz?

Ceza Değil, Kaosun Programlanması

Modern trafik düzenlemelerinin temel amacı, elbette can ve mal güvenliğini sağlamaktır. Fakat mesele sadece niyetle değil, yöntemle de ilgilidir. Eğer bir sistem, insan doğasını, psikolojisini ve davranış mekanizmasını dikkate almadan uygulanıyorsa, en iyi niyetli düzenleme bile zulme dönüşebilir. Özellikle uzun yollarda, şehiriçi-şehirdışı geçişlerde, aniden değişen hız limitleriyle sürücünün zihinsel dengesiyle alay edercesine uygulanan radar kontrolleri ve kamera sistemleri, kişide sadece “acaba nerede ceza yiyeceğim?” kaygısını oluşturur.

Bu da beraberinde şu psikolojik tuzağı getirir: İnsan beyni, sürekli alarm halinde yaşarken, odaklanması gereken temel meseleleri kaçırmaya başlar. Yani sürücü, yolu, trafiği ve potansiyel tehlikeleri izlemek yerine, radar var mı, kamera var mı, kaç kilometre hızla gitmeliyim gibi konularla zihinsel enerjisini tüketir. Bu, kazalara doğrudan davetiye çıkaran bir durumdur.

İnsan Zihni ve Algıda Seçicilik

İnsan zihni, aynı anda birçok uyarana maruz kaldığında, doğal olarak bazılarına odaklanır ve bazılarını dışlar. Bu, algıda seçicilik olarak bilinen bir psikolojik ilkedir. Trafik gibi hayati önem taşıyan bir alanda, sürücünün dikkatini en çok neye verdiğini düşünmek gerekir. Eğer sistem sürücünün dikkatini sürekli cezaya, radar noktasına ya da hız limitinin nerede değiştiğine odaklamışsa, bu durumda asli dikkat noktaları -örneğin yaya, karşıdan gelen araç, yolun fiziksel durumu- ikinci plana düşecektir.

Ayrıca, sistemin sürücüye sunduğu bilgi net değilse, örneğin 110 km hızla gitmekte olan bir araç, bir anda 70 km’ye düşmesi gereken bir bölgeye giriyorsa ama bu geçiş yeterince önceden bildirilmemişse, sürücü refleksif değil cezai kaygıyla fren yapar. Bu ani hız düşüşleri, zincirleme kazaların sebeplerinden biridir.

Ceza Psikolojisi ve Ekonomik Stres

Ceza sadece bir kağıt parçası değildir. Özellikle ekonomik darboğazdaki vatandaş için bu cezalar, ay sonu dengesini bozacak kadar ağır sonuçlar doğurabilir. Ceza alan bir birey sadece parasal bir kayıp yaşamaz; aynı zamanda öfke, haksızlık duygusu ve sistem karşısında çaresizlik hissiyle de boğuşur. Bu, toplumda yavaş yavaş güven bunalımına yol açar.

Sürücü, aldığı cezanın mantıksız olduğunu düşündüğünde, sistemle bağını duygusal olarak keser. Bu, bireyde “zaten haklı olsan da cezalandırılıyorsun” duygusunun oluşmasına neden olur. Sonuçta ortaya çıkan şey; bilinçli bir sürücü değil, tedirgin, stresli ve reaksiyonel bir bireydir.

Her Yönüyle Zihinsel Yüklenme

Sistem, sürücüyü cezadan korkan bir yapay zekâya dönüştürmek istiyor gibi. Oysa insan, makine değildir. İnsan düşünen, hisseden, odaklanan ve yeri geldiğinde hata yapabilen bir varlıktır. Sistem, insanı kusursuz bir robot olarak kabul ettiğinde, onun doğasına karşı savaş açmış olur. Sonuç: Zihinsel yorgunluk, odaklanma kaybı, kaza riski, öfke nöbetleri.

Bir örnek: Uzun yolda giden bir sürücü, otoyol levhasında hız sınırının 120 olduğunu görüp ona göre ilerlerken, bir anda 82 ile gittiği bir noktada radar tarafından yakalanıyor. Ancak sürücü oranın kaçla gidilmesi gereken bir yer olduğunu bilmiyor. Çünkü yeterince net, görünür ve zamanlı uyarı yapılmamış. Bu durumda ceza kesen sistem, aslında yönlendirme görevini yerine getirmediği için cezalandırılması gereken odak haline gelmelidir.

Hedef Belirsizliği- Güvenlik mi, Tahsilat mı?

Trafik düzenlemeleri ve cezaların amacı nedir? Eğer bu cezalar, kamu güvenliği içinse, neden cezaların bu denli ani, yaygın ve kitlesel olduğu sorusu gündeme gelir. Öyle ki, artık insanlar radar değil, “tuzak” diyor. Çünkü amaç caydırıcılık değil, yakalama gibi algılanıyor.

Yol kenarına park edilen sivil radar araçları, gizli noktalara yerleştirilen kameralar, yeterince uyarı levhası olmayan yerlerde aniden uygulanan hız değişiklikleri… Bunlar güvenliği değil, ceza tahsilatını önceleyen hamleler gibi görünüyor.

Bu da sistemin şeffaflığını ve niyetini sorgulatıyor. Eğer bu sistem gerçekten kamusal fayda hedefliyorsa, cezaları bir uyarı ve eğitim aracı olarak sunmalıdır. Ama görünen o ki, cezalar artık bir gelir kapısı, vatandaş ise potansiyel müşteri gibi konumlanmış durumda.

Toplumsal Sonuçlar ve Güven Krizi

Bu uygulamaların doğuracağı en tehlikeli sonuçlardan biri, sistemle halk arasında oluşacak güven krizidir. Vatandaşın devletine güveni, adalet hissiyle ve ortak akılla şekillenir. Ancak keyfi cezalar, mantıksız uygulamalar ve öngörülemez yaptırımlar, insanları devletten soğutur, uzaklaştırır ve sonunda isyana sürükler.

Bu sistemde cezalandırılan sadece araç kullanımı değil, insanın düşünce özgürlüğü, hata yapma hakkı ve bireysel alanı da cezalandırılmış olur. Sistem, insanı değil, bir kalıbı merkeze alırsa, o zaman toplumda yabancılaşma başlar.

Çözüm Arayışı-Cezalandıran Değil, Rehberlik Eden Devlet Anlayışı

Devletin görevi, yalnızca kuralları ihlal edenleri cezalandırmak değil, vatandaşına yol göstermektir. “Nerede hata yaptın?” sorusunu sormadan, doğrudan para tahsil eden bir sistem, pedagojik olmaktan uzaktır. Oysa ideal bir yönetim, vatandaşın niyetini, ihlalin bağlamını ve eğitici-önleyici işlevleri önceler. Bir radarın ceza yazmadan önce sürücüye uyarı göndermesi mümkündür. Bir kamera, önce bir bilgilendirme ışığıyla hatırlatma yapabilir. Sistem, insanı tuzağa düşüren değil, onu koruyan olmalıdır.

Cezayı ilk ve tek seçenek olarak benimseyen sistem, adalet duygusunu aşındırır. Cezanın eğitici değil de “ganimet” gibi algılandığı bir düzende, devletin vicdanı tartışılır hale gelir. Oysa vicdan, devletin temel taşıdır. Devlet, vatandaşını müşteri olarak değil, emaneti olarak görmelidir.

Hukuki ve Ahlaki Meşruiyetin İnşası

Meşruiyet yalnızca hukuki bir çerçeveye değil, aynı zamanda toplumsal vicdana dayanmalıdır. İnsanların büyük çoğunluğu, hak etmediğini düşündüğü cezaları kabullenmez; bu cezalar ne kadar yasal olursa olsun, meşru sayılmaz. Bir uygulamanın halkta karşılık bulması için onun sadece yasal değil, aynı zamanda adil, açık, insani ve ikna edici olması gerekir.

Bu yüzden trafik cezaları, yalnızca “yasa böyle” diyerek savunulamaz. Bu, duvar gibi konuşan bir devletin dilidir. Oysa devlet, gerektiğinde insan gibi düşünmeli, halkın ruhuna, sesine ve gerçekliğine kulak vermelidir.

Topyekûn Bir Farkındalık Seferberliği

Çözüm, sadece sistemi değiştirmek değil, aynı zamanda toplumun trafik kültürünü dönüştürmekten geçer. Bu da eğitimle, farkındalıkla ve karşılıklı güvenle mümkündür. Herkesin radar gibi ceza kesmediği ama herkesin birbirini uyardığı bir kültür inşa edilmelidir. Yol kenarında sadece polis değil, vicdan durmalıdır.

Bu anlamda devletin yapması gerekenler:

  • Radar noktalarını açıkça belirtmek ve caydırıcılığı görünür kılmak

  • Hız limiti değişimlerini daha önceden ve net şekilde duyurmak

  • Sürücülere uyarı temelli uygulamalar geliştirmek

  • Keyfi uygulamalara karşı denetim mekanizmaları oluşturmak

  • Ceza sonrası itiraz yollarını sade, şeffaf ve erişilebilir hale getirmek

  • Medyada trafik eğitimi ve saygılı sürüş kültürünü desteklemek

Vicdan ve Hukuk Arasında Sıkışan Vatandaş

Bugün Türkiye’de pek çok insanın yaşadığı şey, vicdanı ile hukuku arasında kalmaktır. “Bu ceza yasal olabilir ama adil değil” cümlesi, yaygın bir iç sızısı haline gelmiştir. Bu duygunun yayılması, aslında devletin temel işlevlerinden birinde zafiyet yaşandığını gösterir: Adalet.

Adalet; yalnızca suçluyu cezalandırmak değil, masumu da korumaktır. Devlet, bunu başaramıyorsa, zamanla vatandaşının gözünde meşruiyetini kaybeder. Devletin gücünü değil, adaletini öncelemesi gerekir. Aksi takdirde güçlü ama sevgisiz, korkulan ama güvenilmeyen bir otoriteye dönüşür.

İnsan Odaklı Sistem, Medeniyetin Temelidir

Eğer bir sistem, insanı makine gibi işlerse, sonunda ortaya çıkan toplum da ruhsuz bir makine toplumuna dönüşür. Trafik cezaları meselesi, bir semptomdur; arkasında yatan hastalık ise daha derindir: İnsanı değil, prosedürü merkeze koyan bir akıl. Bu akıl değişmeden; daha çok ceza, daha fazla radar, daha fazla stres üretmeye devam edecektir.

Ama biz, hâlâ sorabiliriz:

“Devlet baba mı, banka mı?”
“Yol gösteren mi, yok eden mi?”
“İnsanı yaşatmak isteyen mi, bütçeyi büyütmek isteyen mi?”

Ve asıl soru:

“Bu sistemde hâlâ insan var mı?”

Erol Kekeç/06.06.2025/Sancaktepe/İST 

6 Haziran 2025 Cuma

Artık Çok Geç Demeden-İmanın Son Fırsatı ve İnsanlığın Yol Ayrımı



Son Pişmanlık Fayda Verir mi?

"O azabı görünce 'İnandık!' dediler. Ama artık çok geç..."

Bu cümle, bir insanın yaşayabileceği en trajik ânı özetliyor. Kur'an-ı Kerim’in Sebe Suresi'nin 52, 53 ve 54. ayetleri, sadece tarihsel bir uyarı değil, çağlara sığmayacak bir gerçekliği haykırıyor: İman, ölümden önce; fırsat, kıyametten önce; uyanış, azap gelmeden önce gerçekleşmeli. Aksi hâlde, bütün çırpınışlar, bütün "keşke"ler, insanın kendi yankısı olur ve yankılar ne kadar çok tekrar edilirse edilsin, asıl sesi geri getirmez.

Bugün insanlık olarak o kritik çizgideyiz. Savaşların, adaletsizliklerin, açlığın ve umursamazlığın kol gezdiği, mazlumların iniltisinin göklere yükseldiği bir çağda yaşıyoruz. Peki biz neredeyiz? Hangi saftayız? Gerçekten inandığımızı mı sanıyoruz, yoksa azabı görünce mi "inandık" diyeceğiz?

Bu yazı, o sona gelmeden önce bir çığlıktır. Bir hatırlatma. Bir yol haritası. Dünya hayatının son çıkış levhası.

1. Ayetlerin Derin Anlamı- İman Nerede ve Ne Zaman Gerekli?

Sebe Suresi'nin 52. ayeti çok net: "Artık uzak bir yerden iman nasıl elde edilebilir?" Ayet, zaman ve mekân vurgusu yapıyor. Uzak yer, bu dünya değil; ahiret. İman ise sadece bu dünyada geçerli. Öldükten sonra gelen iman, şahit olduktan sonra gelen tasdik, aklen değil, mecburiyetle yapılır. Zaten bu yüzden geçersizdir.

Dünyada insanın önünde bir tercihler denizi vardır. İyi ile kötüyü, hak ile batılı, vicdan ile nefsaniyet arasında seçim yapabilir. İşte imanın kıymeti bu özgür tercihte saklıdır. Ölüm gelip çattığında ise tercihler kapanır, perde iner, gerçekler çıplak gözle görünür hâle gelir ama o an imanın kıymeti kalmaz.

Bugün dünyanın içinde bulunduğu durum, ayetin bu uyarısını çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor.

2. Çağın Gafleti-İnsanlık Ne Hâlde?

Dünya büyük bir tiyatroya dönüşmüş durumda. Sahnede savaşlar var, zalimler var, mazlumlar var. Ama seyirciler uyuyor. Gözleri açık, ama kalpleri kapalı. Kulakları işitiyor, ama hakikati duymuyor. Tıpkı Sebe Suresi 53. ayette belirtildiği gibi: "Daha önce inkâr etmişlerdi ve uzak bir yerden gayb hakkında atıp tutuyorlardı."

Bugün ekran başında savaşları izleyen, sofrada açlıktan ölen çocukların haberini yemek yerken tüketen, haksızlık karşısında sessiz kalan bir kitle var. İnsanlık; zulmü alışkanlık, adaletsizliği kader, yozlaşmayı medeniyet, sapkınlığı özgürlük sanır oldu. Göz göre göre yanlışın arkasında saf tuttu, sonra da 'biz bilmiyorduk' demeye kalktı.

Oysa Allah her dönemde elçilerini gönderdi, kitaplarını indirdi, vicdanı fısıldattı, olayları gösterdi. Ama insanlar, Allah’a kul olmak yerine egolarına taptı, vicdanlarını susturdu, ekranları Tanrılaştırdı. Bu yüzden o an geldiğinde "İnandık!" demeleri hiçbir şeyi değiştirmeyecek.

3. Mazlumların Çığlığı, Zalimlerin Sessizliği

Bugün Filistin’de, Gazze’de, Yemen’de, Doğu Türkistan’da, Afrika’nın unutulmuş köylerinde binlerce insan ölüyor. Her ölüm bir annenin kalbini delik deşik ediyor. Her bomba bir çocuğun gülüşünü toprağa gömüyor. Ve dünya, bu ölümlere karşı ya sessiz ya da tarafsız kalıyor. Oysa sessizlik, zulmün başka bir adıdır. Tarafsızlık, zalimin yanında durmaktır.

Bir çocuk annesinin cesedine sarılıp ağlarken, bir başkası yeni ayakkabı almak için alışveriş merkezinde geziyor. O çocuğun gözyaşları arşa yükselirken, bu dünyanın lüks kafelerinde kahkahalar yükseliyor. İşte bu ikilik, insanlığın çöküşünün işaretidir. Artık zaman, hakla batılın net bir şekilde ayrıldığı zaman.

4. Hakikate Sırt Dönmek-Modern Putperestlik

İnsanlık, putlara taptığını sanmıyor, çünkü ellerinde put yok. Ama kalplerinde taht kurmuş putlar var: Para, şöhret, kariyer, beğeni, beden, konfor, ideoloji. Artık insanlar Allah’a değil, markalara inanıyor. Dua yerine kredi çekiyor, tevekkül yerine sigorta yaptırıyor, sadaka yerine lüks harcama yapıyor.

Allah’a olan inancı sadece dilde taşıyanlar, aslında hayatlarında başka ilahlara kulluk ediyor. Tıpkı Sebe Suresi'nde anlatılan o inkârcılar gibi, gayba dair yorumlar yapıyor ama kalplerinde derin bir şüphe var. İmanın yerini moda almış, tevhidin yerini ideolojik aidiyetler.

5. Yol Haritası-Şimdi Ne Yapmalıyız?

Peki bu kadar karanlık bir tablo karşısında ne yapılmalı? İşte bu soruya Kur’an cevap veriyor. Ayetler, sadece eleştirmez, aynı zamanda kurtuluş yolunu da gösterir. Şimdi adım adım insanlık için, özelde de bu ülke insanı için bir yol haritası çizelim:

A. Tevbe ile Başla
İlk adım: tevbe. Gerçek bir pişmanlık, yöneliş, silkiniş. Tevbe, sadece günah işlememek değil, hakkı bırakıp batıla kaymanın farkına varmaktır. Bugün toplum olarak önce neyi kaybettiğimizi anlamalıyız. Vicdanı, merhameti, hakikati, adaleti... Bunların yokluğu için tövbe etmeli, yeniden inşa için gayret etmeliyiz.

B. Bilinçli Bir İman İnşası
İman, sadece sözle olmaz. Bilgiyle, bilinçle, sorgulamayla, teslimiyetle olur. Çocuklarımıza sadece “Allah vardır” demek yetmez; O’nun hayatımıza ne kattığını, neye karşı durmamız gerektiğini, nasıl yaşamamız gerektiğini öğretmeliyiz.

C. Hakikati Savun, Tarafını Belirle
Müslüman, tarafsız kalamaz. Zalimle mazlum arasında kalamaz. Zalim karşısında susmak, ona destek olmaktır. Bugün hakikati haykırmayan her birey, zulmün parçasıdır. Mahalle baskısı, sosyal medya linçleri, kariyer endişesi hakikatin önüne geçmemeli. Çünkü ahirette geçerli olan, Allah'ın huzurunda hangi safta durduğundur.

D. Merhameti ve Dayanışmayı Canlandır
İnsanlık, ancak merhametle ayağa kalkar. Komşusunu tanımayan bir toplum, kardeşliğin ne demek olduğunu bilemez. Paylaşmak, sadaka, iyilik, dayanışma... Bunlar ahiret azığımız olduğu gibi, dünyada da zulmü engelleyen en büyük kalkandır. Toplumda dayanışma ruhunu yeniden inşa etmeliyiz.

E. Yeni Nesli Kurtar
En büyük savaş, zihin savaşıdır. Çocuklarımızı ekranların değil, Kur’an’ın gölgesinde yetiştirmeliyiz. Onlara hakikati, adaleti, merhameti, cesareti öğretmeliyiz. Yeni nesil kaybedilirse, gelecek kaybedilir.

F. Takvayı Hayatın Merkezine Al
İmanın gerçek meyvesi takvadır. Her adımda Allah’ın rızasını gözetmektir. Ticaretten siyasete, ilişkilerden eğitime kadar her alanda Allah merkezli bir yaşam modeli kurulmalı. Çünkü hesap vereceğimiz bir hayat yaşadığımızı unutmadan yaşarsak, adımımız da sözümüz de sağlam olur.

G. Unutma: Azap Gelmeden Önce!
Yukarıdaki her madde, ancak şimdi işe yarar. Şimdi, bu dünyadayken... Ölüm gelip çattığında, gözler kapanıp da gerçekler göründüğünde artık geri dönüş yok. O an, iman etmek isteyenin çırpınışları, boğulan bir insanın boşlukta kulaç atmasına benzer. Su çoktan dolmuştur ağzına, nefes çoktan kesilmiştir.

6.Uzak Yerden Gelen İman

Sebe Suresi 54. ayette bu hakikat şöyle özetleniyor: "Tıpkı daha önce benzerlerine yapıldığı gibi, kendileriyle arzuladıkları arasına bir engel konmuştur. Çünkü onlar derin bir şüphe içindeydiler."

Bugün birçoğumuz "cennet"i arzuluyoruz ama ona engel olan bir hayat yaşıyoruz. Haksızlık karşısında susuyor, batıla selam çakıyor, zalimle aynı sofrada yemek yiyoruz. Ve sonra da cenneti istiyoruz. İşte ayetin ifadesiyle bu arzunun önüne bir engel konulacak.

Daha önceki kavimler gibi. Nuh’un kavmi, Lut’un halkı, Semûd, Âd... Onlar da azabı görünce "inandık" dediler ama artık çok geçti. Şimdi sıra bizde. Azap gelmeden önce uyanmak, iman etmek, safımızı belirlemek, tövbe etmek ve hakkı tutup kaldırmak...

Çünkü yarın değil, şimdi iman zamanı. Ölümden önce, pişmanlıktan önce, cehennemden önce...

Şimdi sıra sende-Hangi taraftasın?

Erol Kekeç/11.01.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!