Bu Blogda Ara

10 Nisan 2025 Perşembe

Başlıksız Bir Gelecek


Tefekkürün Bitip Kodların Konuştuğu Yeni İnsanlık Dönemi

İnsanlık tarihi boyunca insan, düşünen, anlayan, sorgulayan, kendi geleceğini planlayan ve kararlarını özgür iradesiyle belirleyen bir varlık olarak tanımlandı. Bu varlık, yaşadığı dünyaya yön verdi; kültürler inşa etti, medeniyetler kurdu ve fikirleriyle çağları değiştirdi. Ancak gelinen noktada, bu insan tanımı köklü bir dönüşüm geçirmekte. Özgür iradeden arınmış, tercihlerinin ardındaki gerçek nedenleri sorgulama yetisinden uzaklaşmış, dijital sistemler ve algoritmalarla yönlendirilen, görünüşte insan fakat işlevsellikte bir makine olan yeni bir varlık şekilleniyor.

Bu yazı, insanlığın bu dönüşümünü detaylarıyla ele alacak; Z kuşağına verilen isimle başlayan sembolik sona, teknolojik devrimlerin etkisine, algoritmaların bireyin yerini almasına, elit sınıfın insanlık üzerindeki tahakküm planlarına ve nihayetinde ilahi hesap gerçeğine kadar birçok yönüyle bu süreci irdeleyeceğiz...

Z Kuşağı ve Alfabenin Son Harfiyle Gelen Sessiz Uyarı

"Z kuşağı" terimi, sıradan bir jenerasyon tanımı gibi görünse de, aslında çok daha derin bir mesaj taşımaktadır. Alfabenin son harfi olan 'Z', bir sonun habercisi gibidir. Teknolojik çağın, dijital devrimlerin, yapay zekânın ve algoritmik yaşam tarzlarının merkezine doğan bu kuşak, insanlığın doğal seyrinin dışına çıktığı bir zaman diliminde varlık buldu.

Z kuşağı, alışkanlıkları ve tercihleri sosyal medya algoritmalarıyla belirlenmiş, zihni sürekli uyarılan, düşünme yerine "kaydırma" ile eğitilmiş bireylerden oluşmaktadır. Bu neslin tercihleri, özgür iradenin değil; dikkat ekonomisinin ve dijital manipülasyonun bir sonucudur. Dolayısıyla artık bir bireyin "ne istediği" değil, sistemin "ona neyi istettiği" önemlidir.

Tefekkürün Sona Erdiği Çağ-İnsan Düşünmüyor, Takip Ediyor

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliklerden biri, tefekkür yetisidir. Tefekkür; derin düşünme, sorgulama, anlamlandırma ve içsel farkındalıkla hareket etme becerisidir. Bugünün dünyasında bu yeti yerini anlık tepkilere, hızlı içerik tüketimine ve algoritmaların sunduğu yönlendirilmiş içeriklere bırakmıştır. Artık insanlar düşünmüyor, sadece takip ediyor.

Bir zamanlar insanlar kitaplarla, fikirlerle, doğayla ve insan ilişkileriyle beslenirdi. Şimdi ise sanal dünyada, çoğu zaman gerçeklikle hiçbir bağı olmayan içeriklerle beslendiklerini sanıyorlar. Bu içerikler; bireyi bilgiye ulaştırmak için değil, düşünemez hale getirmek için dizayn edilmiştir.

Algoritmaların Yönettiği Dünyada Seçim Yanılgısı

Bugün birçok insan seçim yaptığını, tercihlerinin kendisine ait olduğunu düşünmektedir. Ancak bu seçimlerin çoğu, dijital sistemlerin sunmuş olduğu alternatifler arasından yapılmakta ve görünüşte özgürlük gibi sunulan bu durum, aslında sistematik bir yönlendirmedir.

Örneğin, bir bireyin sosyal medyada izlediği içerikler, alışveriş tercihleri, politik eğilimleri ya da kültürel yaklaşımları, algoritmalar tarafından şekillendirilmekte; birey yalnızca bu filtrelenmiş dünyada seçenekler arasında "kendi tercihini" yaptığını sanmaktadır.

Bu durum, bireyin düşünsel kapasitesinin elinden alınması ve sorgulama becerisinin sistematik olarak törpülenmesidir. Neticede birey değil, algoritma karar vermekte; insan yalnızca bu kararın görünür yüzü olarak işlev görmektedir.

Elit Maymunlar ve Yeni Dünya Tasarımı-Biyopolitik Tahakküm

Yuval Noah Harari'nin sıkça vurguladığı gibi, insanlık biyopolitik bir döneme girmiştir. Yani insan bedeni, zihni ve davranışları artık yalnızca sosyoekonomik sistemlerin değil; aynı zamanda dijital gözetim sistemlerinin de kontrolü altındadır.

Bu sistemleri kuran, yöneten ve sürdüren sınıf ise halktan farklı bir gerçeklikte yaşayan, kaynakları kontrol eden, teknolojiyi silah olarak kullanan bir elit zümredir. Bu elit zümre; insanları sadece tüketici, iş gücü ya da veri noktası olarak görmektedir. Onların varoluş amacı, üretmek değil sistemin dönmesini sağlamaktır.

"Elit maymunlar" kavramı, bu sınıfın kibirli, doğadan ve insaniyetten uzak, teknokratik bir anlayışla insanlığı yönetme iddiasına atıfta bulunur. Bu sınıf, insanın geleceğini planlama ve onu yönlendirme hakkını kendisinde görmektedir. Eğitimden sağlığa, gıdadan bilgiye kadar her alan, bu sınıfın kontrolü altındadır.

İnsan Yerine Kod- Ruhun Yerini Alan Matematiksel İşleyiş

Kodlarla çalışan yapay zekâ sistemleri, insan davranışlarını analiz ederek tahmin edebilir, yönlendirebilir ve yerine geçebilir hale geldi. Bunun sonucu olarak, artık insanın fiziksel emeği kadar zihinsel emeği de değersizleştirildi.

Chatbotlar, karar destek sistemleri, otomatik süreçler ve makine öğrenimi algoritmalarıyla donatılan sistemler, öğretmenlikten hukukçuluğa, sanatçılıktan gazeteciliğe kadar birçok alanı dönüştürdü. İnsan, artık sadece kodları okuyan değil, kodlara uyan bir nesneye indirgenmiştir.

Dijital Duygusuzluk ve Empati Felci

Teknoloji ilerledikçe, insanlığın empati yetisi gerilemektedir. Savaşlar, ölümler, acılar ve adaletsizlikler; bir ekran aracılığıyla izlenip geçilen görüntülerden ibaret hale gelmiştir. Bugün Gazze'de, Yemen'de, Myanmar'da yaşananlar, kimi insanlar için yalnızca istatistikten ibarettir.

Oysa geçmişte insanlar, bir olay duyduğunda kalbi sıkışır, yüzü buruşur, içi yanardı. Şimdi ise olaylar birkaç saniyelik dikkat süresine sahip, "izlendi/geçildi" şeklinde kategorize edilen içerikler halini aldı. Bu da dijital dünyanın, insanın en temel özelliklerinden biri olan merhameti bile törpülediğini göstermektedir.

İlahi Hesap-Tuzak Kuruculara Karşı Hesap Görenlerin En Hızlısı

Ancak tüm bu karanlık tabloya rağmen, inancın ve adaletin sesi hâlâ susmuş değildir. Tarih boyunca nice zalim düzen kurulmuş, nice tiranlar halklar üzerinde baskı kurmuş fakat sonunda hepsi yıkılmıştır. İnsanların kaderi üzerinde tahakküm kurduğunu sananlar, kendi kurdukları sistemlerde boğulmuştur.

Kur'an'da geçen şu ayet, insanlığa her çağda yol gösterici olmuştur: "Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır." (Âl-i İmrân/ 54)

Bu ayet, sistem kuruculara ve onların dijital kölelik düzenine karşı insanlığın hâlâ bir umudu olduğunu, kaderin gerçek sahibinin teknolojik elitler değil, tüm âlemlerin Rabbi olduğunu vurgular.

Çıkış Yolu-Tefekküre, Merhamete, İradeye Dönüş

Çıkış yolu bellidir: İnsan, yeniden insan olmalıdır. Bu, teknolojiye karşı bir savaş değil; teknoloji karşısında insan onurunu koruma mücadelesidir. Tefekkür etmeyen, sorgulamayan, iradesini kullanmayan, acıya duyarsız kalan bir varlık insan değildir.

Yeni dünya düzeni; düşünmeyen, anlamayan, sorgulamayan, alışveriş yapan ve tüketen dijital bedenleri yüceltiyor olabilir. Ancak insanlık asıl yükselişini, kendisine, doğasına ve yaratılış gayesine döndüğünde yaşayacaktır.

Z kuşağının son harfi olması, insanlığın da sonu olmak zorunda değildir. Ancak bu, şüphesiz büyük bir kırılma noktasıdır. İnsan; ya algoritmalara köle olacak, ya da ruhunu yeniden keşfederek özgürlüğüne kavuşacaktır.

Teknolojiye karşı değiliz; ancak teknolojinin insanı şekillendirmesine karşıyız. Kendi kaderini kendisi yazan, tercihlerini bilinçle yapan, dijitali araç olarak kullanan bir insan tipi, bu karanlık dönemde ışık olabilir.

Ve unutulmamalı ki: En büyük hesap kurucuların planları değil, o planları bozan ilahi iradedir.

Tilhabeşlifilozof/09.04.2025/Sancaktepe/İST

9 Nisan 2025 Çarşamba

Bir Ülkenin Kendi Kaynaklarına Yabancılaşması



 Özelleştirme Gerçeği ve Toplumsal Bedeli

Özelleştirme, teoride kamu kaynaklarının daha verimli kullanılmasını, kamu hizmetlerinin daha etkin sunulmasını ve devletin ekonomik faaliyetlerden çekilerek asli görevlerine odaklanmasını sağlayan bir araç olarak tanımlanır. Ancak pratiğe döküldüğünde, bu sürecin nasıl uygulandığı, hangi gerekçelerle yürütüldüğü ve hangi sonuçlara yol açtığı her ülkede farklı bir gerçekliğe işaret eder. Türkiye özelinde bakıldığında, özelleştirmenin kamusal hayata katkı sunmak bir yana, kamuya ait değerlerin belirli çıkar gruplarına devriyle sonuçlandığı, üretim ekonomisinin çökertildiği ve kamu istihdamının yerini kayıt dışı, güvencesiz, düşük ücretli iş modellerine bıraktığı net bir biçimde görülmektedir.

Özelleştirmenin İdeolojik Temeli ve Retoriği

Özelleştirme uygulamaları genellikle "kamu verimsizdir, özel sektör etkindir" şeklindeki ideolojik bir zemine oturtularak topluma sunulur. Bu anlayışa göre, devlet ekonomiden çekilmeli, özel sektör öncülüğünde daha hızlı, daha kaliteli ve daha rekabetçi bir yapı oluşmalıdır. Ancak bu söylemin arkasında çoğu zaman kamu mallarının değersizleştirilerek sermaye gruplarına aktarılması yatar. Özelleştirme, sadece ekonomik bir araç değil, aynı zamanda ideolojik bir tercihtir.

Türkiye’de Özelleştirmenin Seyri

1980 sonrası dönemde Türkiye'de neo-liberal politikaların benimsenmesiyle birlikte özelleştirme hız kazandı. 1986’da çıkarılan 3291 sayılı Özelleştirme Yasası, bu sürecin hukuki altyapısını oluşturdu. 1990’lı yıllarda ivme kazanan satışlar, 2000'li yıllardan itibaren AK Parti iktidarı döneminde doruk noktasına ulaştı. Bu süreçte Türkiye'nin en stratejik kuruluşları, limanları, bankaları, enerji dağıtım şirketleri, şeker fabrikaları, Telekom gibi iletişim altyapısı gibi hayati önemdeki varlıklar elden çıkarıldı.

Stratejik Kuruluşların Tasfiyesi

TEKEL, SEK, EBK, Sümerbank, Etibank, Tüpraş, Petkim, Türk Telekom, Şeker Fabrikaları, Erdemir ve daha nice kurum... Her biri Türkiye'nin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayan, istihdam üreten, yerli üretimi destekleyen, fiyat istikrarını koruyan yapılar iken ya tasfiye edildiler ya da çok düşük bedellerle özel sermayeye devredildiler. Örneğin, Türk Telekom'un özelleştirilmesi sürecinde yapılan satış, firmanın gerçek değeriyle karşılaştırıldığında fahiş bir zarar doğurmuş, kurumun altyapı yatırımları dahi yapılmamış, borçlandırılarak geri devlete yük olmuştur.

İşgücü ve İstihdam Kayıpları

Özelleştirmelerin en belirgin etkilerinden biri de kamu çalışanı sayısındaki dramatik değişimdir. Özelleştirmelerle işten çıkarılan binlerce işçi işsiz kalmış ya da güvencesiz, düşük ücretli özel sektör işlerine itilmiştir. Kamu istihdamının azaltılmasıyla eş zamanlı olarak, kamuda danışmanlık, taşeronluk ve sözleşmeli çalıştırma sistemleri yaygınlaştırılmış, personel sayısı 2 milyondan 5.3 milyona çıkarılmış, ancak bu artış verimlilikten çok bürokratik hantallığı büyütmüştür.

Kamu Yararı mı, Rant mı?

Teoride kamuya yük olduğu gerekçesiyle özelleştirilen kurumların arazileri, özelleştirme sonrası esas değer haline gelmiştir. Özelleştirilen kurumların üretim faaliyetleri durdurulmuş, binaları, arsaları lüks konut, AVM ya da rezidans projelerine dönüştürülmüştür. Kamunun asli amacı olan üretim ve hizmet sunumu yerine, bu satışlardan elde edilen gelirler bütçe açıklarını kapatmakta kullanılmış, uzun vadeli ekonomik kalkınma hedefleri göz ardı edilmiştir. Özellikle Şeker Fabrikalarının kapatılması sonucu yerli pancar üretimi büyük darbe almış, binlerce çiftçi işsiz kalmış, köyden kente göç hızlanmıştır.

Kamu Kaynakları Kimlerin Eline Geçti?

Özelleştirmelerle birlikte kamu kaynakları; belirli sermaye gruplarının, yandaş şirketlerin ya da uluslararası şirketlerin eline geçti. Kamuya ait olan bu stratejik varlıklar, özel çıkar çevrelerinin malı haline gelirken, halkın ortak mülkiyeti yok pahasına devredildi. Özelleştirme ihalelerinin şeffaflıktan uzak yapılması, bu süreçte en çok tartışılan konulardan biri oldu. Satılan kuruluşların çoğu birkaç yıl içinde el değiştirerek, yüksek kârlar üzerinden ikinci elden tekrar satıldı.

Kalkınma mı Çöküş mü?

Özelleştirme politikaları ile kamu gelirlerinde kısa vadeli bir artış sağlansa da, uzun vadede üretim azalmış, dışa bağımlılık artmış ve stratejik sektörlerde ülke kontrolü kaybetmiştir. Yerli sanayi zayıflarken, ithalat patlamış, dış ticaret açığı büyümüş, ülke ekonomisi sıcak para bağımlılığına itilmiştir. Devlet, artık üretici değil sadece vergi toplayan ve borç ödeyen bir yapıya bürünmüştür.

Toplumsal Hazımsızlık ve Geleceğin Riski

Özelleştirme adı altında kamu kaynaklarının yağmalanması, toplumda derin bir güvensizlik, yabancılaşma ve öfke doğurmuştur. Halkın ortak değerleri birkaç kişinin servetine dönüşürken, eşitsizlik artmış, sosyal adalet yara almıştır. Bu durum sadece ekonomik değil, siyasal ve toplumsal bir krizi de beraberinde getirmiştir. Toplumun hafızasında biriken bu öfke, hazımsızlık olarak tarif edilen duygunun ötesine geçerek sistemin kendisine yönelmektedir.

Özelleştirme Yeniden Düşünülmeli

Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin geçmiş özelleştirme tecrübeleri derinlemesine analiz edilmeden, geleceğe dair sağlıklı politikalar üretilemez. Özelleştirme, verimlilik artışı amacıyla değil, adeta kamusal yağma aracı olarak kullanılmıştır. Bu süreçte kazananlar birkaç büyük sermaye grubu olurken, kaybedenler halk, üretim, istihdam ve bağımsız kalkınma olmuştur.

Eğer gerçek bir kalkınmadan söz edilecekse; kamusal planlama yeniden önem kazanmalı, üretim odaklı, yerli ve milli sanayi teşvik edilmeli, kamu-özel işbirlikleri halk yararına yeniden yapılandırılmalı ve toplumun ortak değerleri tekrar kamuya kazandırılmalıdır.

Özelleştirme, ancak adaletli, şeffaf, toplum yararını gözeten bir çerçevede yapıldığında anlam kazanabilir. Aksi halde bu süreç, sadece birkaç kişinin zenginleşmesine, halkın ise yoksullaşmasına hizmet eder. Ve işte o zaman, perde kapanır; ama bu kez film değil, hakikat sahnede kalır.

Bahadır Hataylı/01.04.2025/Hatay-Aktepe

7 Nisan 2025 Pazartesi

Türkiye Israil Çelişki Analizi

Türkiye'nin Gazze ve İsrail arasındaki konumu, sadece vicdani değil, aynı zamanda siyasi, stratejik, ekonomik ve ahlaki açıdan derin bir çözümlemeyi hak eden karmaşık bir meseledir. Türkiye’nin Filistin meselesi konusundaki tutumu, uzun süredir halkın duygularıyla siyasi realiteler arasında bir yerde salınan, retorik ile eylem arasındaki uçurumu derinleştiren bir çelişkiler yumağına dönüşmüş durumda. Gelin bu çelişkileri, nedenlerini ve olası sonuçlarını farklı başlıklar altında, muhalif ve tutarlı bir analizle  değerlendirelim:

1. Söylem-Eylem Uyuşmazlığı- Kudüs Davası mı, Siyasi Tiyatro mu?

Türkiye’de iktidarın yıllardır sürdürdüğü retorik, Kudüs’ün, Gazze’nin ve Filistin’in korunmasına dair güçlü sözlerle bezeli. Cumhurbaşkanlığı seviyesinde “Kudüs kırmızı çizgimizdir”, “Bir gece ansızın gelebiliriz”, “Dünya beşten büyüktür” gibi cümleler sık sık kullanılıyor. Ancak bu söylemlerin arkasında fiili bir yaptırım, caydırıcı bir adım ya da somut bir müdahale göremiyoruz.

Retorik varsa, icraat nerede?

  • İsrail’le yapılan askeri anlaşmalar,

  • Mavi Marmara sonrası özür, tazminat ve diplomatik ilişkilerin hızla onarılması,

  • 7 Ekim sonrası yaşanan katliamlar karşısında dahi İsrail’e giden gemilerin durdurulmaması,

  • Gazze’ye yardım bahanesiyle aslında mülteci planlamaları yapılması gibi eylemler bu söylemleri boşa çıkarıyor.

2. Ticaret ve Diplomasi- Kudüs İçin Kınayıp Tel Aviv’le Ticaret Yapmak

2023 yılında Türkiye ile İsrail arasındaki ticaret hacmi 9 milyar doları geçti. Türkiye’den İsrail’e ihraç edilen malların arasında çelik, inşaat malzemesi, gıda ürünleri gibi temel yapısal ürünler var. Aynı dönemde İsrail’in Gazze’de altyapıyı bombaladığı, gıda ve su yollarını kestiği düşünüldüğünde, Türkiye’den giden bu mallar hangi vicdana, hangi “İslami dayanışma”ya sığıyor?

Çarpıcı örnek:

  • Bir yandan İsrail’in sivillere saldırdığı söylenirken, diğer yandan Türkiye limanlarından çıkan malların Ashdod Limanı'na indirildiği ve İsrail ordusunun lojistiğine katkı sağladığına dair sızan bilgiler basına yansıyor.

Bu noktada halktan yükselen “Bu nasıl anti-Siyonizm?” sorusu haksız mı?

3. Ordu ve Güç Kullanımı- Slogan Var, Caydırıcılık Yok

Türkiye, NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip. SİHA teknolojisiyle, drone ihracatıyla övünen bir savunma sanayi var. Ancak Gazze’de çocuklar katledilirken bu teknolojilerin caydırıcılık için hiçbir şekilde devreye sokulmaması ciddi bir irade sorununa işaret ediyor.

Peki neden?

  • ABD ile diplomatik dengeleri bozmamak,

  • İsrail’le ticari ilişkileri kaybetmemek,

  • İç politikada “dış güçler” kartını canlı tutmak için düşmanı söylemde diri tutarken gerçekte eylemsizlik tercih ediliyor olabilir.

4. Bağımsız Eylemcilere Müdahale- Hangi Ümmet, Hangi Dayanışma?

Gazze için yürüyüş yapmak isteyen sivil toplum kuruluşları, öğrenciler, kadınlar sık sık polis baskısıyla karşılaşıyor. “Ümmet için mücadele” ettiğini söyleyen iktidar, neden bağımsız insanlara tahammül edemiyor?

  • Çünkü sahici bir halk hareketi, mevcut sistemin “tek elden yönetim” mantığını tehdit ediyor.

  • Tıpkı Gezi'de olduğu gibi, Gazze için sokağa çıkan herkes potansiyel bir “iç tehdit” olarak görülüyor.

5. Gazze'yi Türkiye’ye Getirmek- Sürgün mü, Kurtuluş mu?

Gazze halkını Türkiye’ye getirme fikri, ilk bakışta insani görünebilir. Ancak bu planın ardında “Gazze'yi boşaltma” gibi Siyonist bir stratejiye hizmet etme riski de var. “Yaralıları getirelim” demekle başlayıp, “Gazze'yi tahliye edelime varabilecek bu süreç, Filistinlilerin kendi topraklarına dönme hakkını elinden alabilir.

Sürgün, işgalin tamamlayıcısıdır.

Eğer Gazze boşaltılırsa İsrail için işgal etmek çok daha kolay hale gelir. Türkiye bu planda aktif rol oynarsa, “koruyucu ülke” değil, “pasif suç ortağı” konumuna düşer.

6. “Kınama Diplomasisi”- Ne Uluslararası, Ne Yerel Etki

Her saldırıdan sonra kınama mesajları yayınlanıyor. BM’de etkisiz, İİT’de sembolik, Batı'da ise göz ardı edilen bu açıklamalar artık içeride de inandırıcılığını yitirmiş durumda.

Kınama, eylemsizliğin makyajıdır.

Gazze bombalanırken İsrail büyükelçisinin gönderilmemesi, ticaretin askıya alınması, askeri anlaşmaların iptali gibi adımlar atılmıyor. Bu durumda yapılan her kınama, sadece halkı oyalamak için atılmış bir tiyatro repliği gibi görünüyor.

7. Muhalefetin Suskunluğu- Herkes Mi Susturulmuş?

Ana akım muhalefet partileri bile bu süreçte yeterince ses çıkaramıyor. Çünkü Gazze meselesi, sadece insani değil, aynı zamanda siyasi mayınlarla dolu. Bir kesim “İslamcı görünmekten korkuyor”, diğer kesim “iktidarı çok fazla kızdırmaktan çekiniyor”.

Sonuçta ortaya sessiz, etkisiz, vizyonsuz bir muhalefet kalıyor.

8. Türkiye'nin Asıl Fonksiyonu- Denge Unsuru mu, Sistem İçi Muhalefet mi?

Türkiye’nin İsrail’e doğrudan müdahale etmeyen, ama iç kamuoyunu rahatlatmak için sözde tepkiler gösteren tutumu; Batı'nın gözünde onu “dengeleyici” bir oyuncu haline getiriyor. Yani:

  • Ne Filistin’i kurtarıyor,

  • Ne de İsrail’i gerçekten rahatsız ediyor.

  • Sadece Orta Doğu halklarını uyutan bir “makyaj” görevi görüyor.

 HAKİKATİN YÜZÜNE BAKMAK GEREK

Türkiye’nin Filistin politikası, gerçek bir direniş değil, içi boşaltılmış bir retorik balonuna dönüşmüş durumda. Gazze’de her bomba düştüğünde, Türkiye'de yapılan açıklamalar “taziye” değil, bir nevi “algı yönetimi” haline geldi. Tüm bu süreçte:

  • Kınamalar hayata dokunmuyor,

  • Ticaret vicdanı zedeliyor,

  • Güvenlik politikaları halkı bastırıyor,

  • Diplomasi çelişkilerle dolup taşıyor.

Ve sonunda, en büyük kayıp Filistin halkına değil, insanlığın ortak vicdanına oluyor.

Eğer gerçekten Filistin için bir şey yapılmak isteniyorsa:

  • İsrail ile tüm askeri ve ekonomik ilişkiler kesilmeli,

  • Filistinliler zorla tahliye edilmemeli,

  • Gazze'deki saldırılar karşısında uluslararası yaptırım öncülüğü yapılmalı,

  • Bağımsız halk eylemleri desteklenmeli, bastırılmamalı,

  • Ve en önemlisi: söylemler değil, eylemler konuşmalı.

Çünkü Filistin'e ağlayan gözlerin samimiyeti, İsrail'e giden gemilerden çok daha kıymetlidir.

Bahadır Hataylı/07.04.2025/Sancaktepe/İST


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!