Özelleştirme Gerçeği ve Toplumsal Bedeli
Özelleştirme, teoride kamu kaynaklarının daha verimli kullanılmasını, kamu hizmetlerinin daha etkin sunulmasını ve devletin ekonomik faaliyetlerden çekilerek asli görevlerine odaklanmasını sağlayan bir araç olarak tanımlanır. Ancak pratiğe döküldüğünde, bu sürecin nasıl uygulandığı, hangi gerekçelerle yürütüldüğü ve hangi sonuçlara yol açtığı her ülkede farklı bir gerçekliğe işaret eder. Türkiye özelinde bakıldığında, özelleştirmenin kamusal hayata katkı sunmak bir yana, kamuya ait değerlerin belirli çıkar gruplarına devriyle sonuçlandığı, üretim ekonomisinin çökertildiği ve kamu istihdamının yerini kayıt dışı, güvencesiz, düşük ücretli iş modellerine bıraktığı net bir biçimde görülmektedir.
Özelleştirmenin İdeolojik Temeli ve Retoriği
Özelleştirme uygulamaları genellikle "kamu verimsizdir, özel sektör etkindir" şeklindeki ideolojik bir zemine oturtularak topluma sunulur. Bu anlayışa göre, devlet ekonomiden çekilmeli, özel sektör öncülüğünde daha hızlı, daha kaliteli ve daha rekabetçi bir yapı oluşmalıdır. Ancak bu söylemin arkasında çoğu zaman kamu mallarının değersizleştirilerek sermaye gruplarına aktarılması yatar. Özelleştirme, sadece ekonomik bir araç değil, aynı zamanda ideolojik bir tercihtir.
Türkiye’de Özelleştirmenin Seyri
1980 sonrası dönemde Türkiye'de neo-liberal politikaların benimsenmesiyle birlikte özelleştirme hız kazandı. 1986’da çıkarılan 3291 sayılı Özelleştirme Yasası, bu sürecin hukuki altyapısını oluşturdu. 1990’lı yıllarda ivme kazanan satışlar, 2000'li yıllardan itibaren AK Parti iktidarı döneminde doruk noktasına ulaştı. Bu süreçte Türkiye'nin en stratejik kuruluşları, limanları, bankaları, enerji dağıtım şirketleri, şeker fabrikaları, Telekom gibi iletişim altyapısı gibi hayati önemdeki varlıklar elden çıkarıldı.
Stratejik Kuruluşların Tasfiyesi
TEKEL, SEK, EBK, Sümerbank, Etibank, Tüpraş, Petkim, Türk Telekom, Şeker Fabrikaları, Erdemir ve daha nice kurum... Her biri Türkiye'nin kendi ayakları üzerinde durmasını sağlayan, istihdam üreten, yerli üretimi destekleyen, fiyat istikrarını koruyan yapılar iken ya tasfiye edildiler ya da çok düşük bedellerle özel sermayeye devredildiler. Örneğin, Türk Telekom'un özelleştirilmesi sürecinde yapılan satış, firmanın gerçek değeriyle karşılaştırıldığında fahiş bir zarar doğurmuş, kurumun altyapı yatırımları dahi yapılmamış, borçlandırılarak geri devlete yük olmuştur.
İşgücü ve İstihdam Kayıpları
Özelleştirmelerin en belirgin etkilerinden biri de kamu çalışanı sayısındaki dramatik değişimdir. Özelleştirmelerle işten çıkarılan binlerce işçi işsiz kalmış ya da güvencesiz, düşük ücretli özel sektör işlerine itilmiştir. Kamu istihdamının azaltılmasıyla eş zamanlı olarak, kamuda danışmanlık, taşeronluk ve sözleşmeli çalıştırma sistemleri yaygınlaştırılmış, personel sayısı 2 milyondan 5.3 milyona çıkarılmış, ancak bu artış verimlilikten çok bürokratik hantallığı büyütmüştür.
Kamu Yararı mı, Rant mı?
Teoride kamuya yük olduğu gerekçesiyle özelleştirilen kurumların arazileri, özelleştirme sonrası esas değer haline gelmiştir. Özelleştirilen kurumların üretim faaliyetleri durdurulmuş, binaları, arsaları lüks konut, AVM ya da rezidans projelerine dönüştürülmüştür. Kamunun asli amacı olan üretim ve hizmet sunumu yerine, bu satışlardan elde edilen gelirler bütçe açıklarını kapatmakta kullanılmış, uzun vadeli ekonomik kalkınma hedefleri göz ardı edilmiştir. Özellikle Şeker Fabrikalarının kapatılması sonucu yerli pancar üretimi büyük darbe almış, binlerce çiftçi işsiz kalmış, köyden kente göç hızlanmıştır.
Kamu Kaynakları Kimlerin Eline Geçti?
Özelleştirmelerle birlikte kamu kaynakları; belirli sermaye gruplarının, yandaş şirketlerin ya da uluslararası şirketlerin eline geçti. Kamuya ait olan bu stratejik varlıklar, özel çıkar çevrelerinin malı haline gelirken, halkın ortak mülkiyeti yok pahasına devredildi. Özelleştirme ihalelerinin şeffaflıktan uzak yapılması, bu süreçte en çok tartışılan konulardan biri oldu. Satılan kuruluşların çoğu birkaç yıl içinde el değiştirerek, yüksek kârlar üzerinden ikinci elden tekrar satıldı.
Kalkınma mı Çöküş mü?
Özelleştirme politikaları ile kamu gelirlerinde kısa vadeli bir artış sağlansa da, uzun vadede üretim azalmış, dışa bağımlılık artmış ve stratejik sektörlerde ülke kontrolü kaybetmiştir. Yerli sanayi zayıflarken, ithalat patlamış, dış ticaret açığı büyümüş, ülke ekonomisi sıcak para bağımlılığına itilmiştir. Devlet, artık üretici değil sadece vergi toplayan ve borç ödeyen bir yapıya bürünmüştür.
Toplumsal Hazımsızlık ve Geleceğin Riski
Özelleştirme adı altında kamu kaynaklarının yağmalanması, toplumda derin bir güvensizlik, yabancılaşma ve öfke doğurmuştur. Halkın ortak değerleri birkaç kişinin servetine dönüşürken, eşitsizlik artmış, sosyal adalet yara almıştır. Bu durum sadece ekonomik değil, siyasal ve toplumsal bir krizi de beraberinde getirmiştir. Toplumun hafızasında biriken bu öfke, hazımsızlık olarak tarif edilen duygunun ötesine geçerek sistemin kendisine yönelmektedir.
Özelleştirme Yeniden Düşünülmeli
Bugün gelinen noktada, Türkiye’nin geçmiş özelleştirme tecrübeleri derinlemesine analiz edilmeden, geleceğe dair sağlıklı politikalar üretilemez. Özelleştirme, verimlilik artışı amacıyla değil, adeta kamusal yağma aracı olarak kullanılmıştır. Bu süreçte kazananlar birkaç büyük sermaye grubu olurken, kaybedenler halk, üretim, istihdam ve bağımsız kalkınma olmuştur.
Eğer gerçek bir kalkınmadan söz edilecekse; kamusal planlama yeniden önem kazanmalı, üretim odaklı, yerli ve milli sanayi teşvik edilmeli, kamu-özel işbirlikleri halk yararına yeniden yapılandırılmalı ve toplumun ortak değerleri tekrar kamuya kazandırılmalıdır.
Özelleştirme, ancak adaletli, şeffaf, toplum yararını gözeten bir çerçevede yapıldığında anlam kazanabilir. Aksi halde bu süreç, sadece birkaç kişinin zenginleşmesine, halkın ise yoksullaşmasına hizmet eder. Ve işte o zaman, perde kapanır; ama bu kez film değil, hakikat sahnede kalır.
Bahadır Hataylı/01.04.2025/Hatay-Aktepe
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder