Bu Blogda Ara

27 Şubat 2025 Perşembe

Sessizliğe Mahkûmiyet-İnsan, Düşünce ve İfade Özgürlüğünün Sınırları

İnsanoğlu doğası gereği düşünen, sorgulayan ve ifade eden bir varlıktır. Düşünce, insanı hayvandan ayıran en temel yeteneklerden biridir; düşünceler ise ancak ifade edildikçe anlam kazanır, paylaşılır, büyür ve toplumu dönüştürür. Ancak tarih boyunca bireylerin ve toplumların en büyük mücadelelerinden biri, bu düşünceleri özgürce ifade edebilme hakkını korumak olmuştur.

Günümüzde ise, iletişim çağında olmamıza rağmen, ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar hiç olmadığı kadar güçlüdür. Hükümetler, şirketler, sosyal normlar ve dijital sansür mekanizmaları, bireylerin kaç hat alabileceğini, nerede ne söyleyebileceğini ve hangi fikirleri dillendirebileceğini belirleme noktasına gelmiştir. Eğer bir insanın kaç tane "hat" alacağı sınırlandırılıyorsa, bu, yalnızca teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda bir zihniyet değişiminin ve otoriterleşmenin göstergesidir. Bu durum, düşüncenin dolaşımını kısıtlayan, insanların kendilerini ifade etme hakkını elinden alan ve toplumsal sessizliği dayatan bir sistemin habercisidir.

Peki, bireyin düşüncelerini ifade etme hakkının bu denli sınırlanması ne anlama gelir? Bunun topluma, bireye ve insanlık tarihine etkileri nelerdir? Tarihsel örneklerden modern dünyadaki uygulamalara kadar bu meseleyi tüm yönleriyle ele alalım.

1. İfade Özgürlüğünün Sınırlandırılması-Tarihten Günümüze Bir Baskı Aracı

İfade özgürlüğü tarih boyunca iktidarlar tarafından kontrol edilmek istenmiştir. Fikirleri sınırlamak, insanları susturmak, muhalefeti bastırmak, halkın düşünmesini engellemek isteyenler için en etkili yöntemlerden biri, iletişim kanallarını kontrol altına almaktır.

Orta Çağ'da Engizisyon ve Yasaklı Kitaplar: Orta Çağ Avrupa’sında Katolik Kilisesi, kutsal dogmalara aykırı düşünenleri "sapkın" ilan ederek susturuyordu. Galileo gibi bilim insanları, "Dünya dönüyor" dediği için cezalandırılıyordu. Engizisyon mahkemeleri, halkın farklı düşünmesini engellemek adına yüzlerce insanı diri diri yaktı.

Osmanlı’da Matbaanın Gecikmesi: Osmanlı İmparatorluğu’nda matbaanın gecikmesi, düşüncenin yayılmasını yavaşlattı. İktidar, halkın bilinçlenmesinden çekiniyordu. Yüzyıllarca el yazması kitaplarla yetinmek zorunda kalan toplum, Avrupa'nın Rönesans ve Aydınlanma çağını yaşadığı dönemde bilgiye ulaşım açısından büyük bir dezavantaj yaşadı.

20. Yüzyılın Diktatörleri: Stalin, Hitler, Mao gibi diktatörler, basını, sanatı, edebiyatı ve hatta bireysel konuşmaları bile kontrol altına aldı. İnsanlar neyi konuşup konuşamayacaklarını düşünmek zorunda kaldılar. Muhalifler sürgüne gönderildi, hapsedildi, hatta öldürüldü.

Bütün bu örneklerde ortak olan şey, düşüncenin, ifade özgürlüğünün ve bilgiye ulaşmanın baskı altına alınmasıdır. Susturulan toplumlar, zamanla köleleşmiş, sorgulamayan, eleştirmeyen, yönlendirilmesi kolay kalabalıklara dönüşmüştür.

2. Modern Dünyada Yeni Susturma Yöntemleri

Günümüzde ifade özgürlüğü, geçmiştekinden farklı yöntemlerle kısıtlanıyor. Artık kitap yakmak ya da insanları Engizisyon mahkemelerine göndermek gerekmiyor. Bunun yerine daha "sofistike" yöntemler devrede.

a) Dijital Sansür ve Sosyal Medya Manipülasyonu

Bugün birçok insan, fikirlerini sosyal medyada dile getiriyor. Ancak sosyal medya platformları, hangi görüşlerin öne çıkacağını, hangi hesapların kapatılacağını, hangi haberlerin sansürleneceğini belirleyen algoritmalar kullanıyor. Örneğin:

Twitter, Facebook, YouTube gibi platformlar belirli fikirleri susturuyor, bazı kişileri "görünmez" hale getiriyor.

Düşünceyi engellemek için "etiketleme" ve "linç kültürü" kullanılıyor. İnsanlar, bir görüş dile getirdiklerinde hemen "aşırı sağcı", "aşırı solcu", "komplo teorisyeni" gibi etiketlerle damgalanıyor ve dışlanıyor.

Devlet destekli dezenformasyon ve manipülasyon ile halkın düşünceleri yönlendiriliyor. Algılar, belirli medya organları ve sosyal medya operasyonlarıyla şekillendiriliyor.

b) Telefon Hatları, Banka Hesapları ve Dijital Kimlikler Üzerinden Kontrol

Eskiden bir bireyin telefon hattı alması yalnızca teknik bir işlemdi. Bugün ise kişisel bilgiler, biyometrik veriler ve dijital izleme sistemleriyle kimlerin kaç hat alabileceği bile sınırlandırılıyor.

Bir bireyin fazla sayıda hat alması yasaklanıyorsa, bu, onun iletişim özgürlüğünün kısıtlandığını gösterir.

Devletler, telefon hatlarını, banka hesaplarını ve dijital kimlikleri kapatma yetkisini kendilerinde topladıkça bireyler tam anlamıyla kontrol altına alınıyor.

Çin'in Sosyal Kredi Sistemi bu durumun en uç örneklerinden biri. Devlet, "istenmeyen" vatandaşların banka hesaplarını kapatıyor, toplu taşıma kullanımını yasaklıyor, sosyal medya hesaplarını donduruyor.

Bu tür uygulamalar, bireyin yalnızca iletişimini değil, ekonomik bağımsızlığını ve hatta hayatta kalma şansını bile elinden alıyor.

3.Sessizliğin Bedeli ve Gelecek Senaryoları

Bütün bu baskılar sonucunda toplum nereye gidiyor? Sessizlik, düşüncenin ölümü müdür?

Eğer insanlar konuşmazsa, yanlışlar düzeltilmez.

Eğer insanlar düşüncelerini özgürce paylaşamazsa, toplum kendini geliştiremez.

Eğer bireyler otosansür yaparak korku içinde yaşarsa, insanlık sustukça kaybeder.

Bugün susturulan her birey, yarının köleleştirilmiş toplumunun habercisidir. Eğer susturulmaya, sınırlandırılmaya, konuşmamaya alışırsak, bir süre sonra bu durumun normal olduğunu düşünmeye başlarız. İnsanlık, özgürce konuştuğu sürece ilerler, sustuğu sürece köleleşir.

Bu nedenle, kaç hat alacağımızın sınırlandırılması gibi masum görünen bir mesele bile aslında çok daha büyük bir sistemin parçasıdır. Bir toplumda insanlar kaç tane iletişim kanalı açabileceğini bile düşünerek hareket etmek zorunda kalıyorsa, orada özgürlükten söz edilemez.

Sonuç olarak, "Yurtta sus, cihanda sus, yoksa sonun mahpus" diyerek bir yaşam sürdürmek, özgürlüğün ölüm fermanını imzalamaktır. Tarih, susanların değil, konuşanların yazdığı bir kitaptır. Eğer o kitabın içinde yer almak istiyorsak, düşünmeli, sorgulamalı ve her ne pahasına olursa olsun ifade özgürlüğünü savunmalıyız.

Bahadır Hataylı/26.02.2025/Ümraniye/İST

25 Şubat 2025 Salı

Tohumculuk Kanunu ve Ata Tohumlarının Yasaklanması

Bir Toplumun Köklerinden Koparılması

2006 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, tarım sektörünü modernleştirmek ve tohum üretimini belirli standartlara bağlamak amacıyla yürürlüğe girmiştir. Ancak, bu yasa bazı kesimler tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmış ve yerel ata tohumlarının kullanımını kısıtladığı, dolayısıyla ülkenin tarımsal bağımsızlığını tehdit ettiği gerekçesiyle tepki çekmiştir. Bu yazıda, ilgili yasayı detaylıca ele alarak, getirdiği düzenlemelerin sosyo-ekonomik etkilerini ve ata tohumlarının geleceğini nasıl şekillendirdiğini eleştirel bir perspektiften değerlendireceğiz.

5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu

Bu yasa ile birlikte tohumculuk sektöründe birçok yeni düzenleme getirilmiş ve sertifikalı tohum kullanımı zorunlu hale getirilmiştir. Sertifikasız tohumların ticari amaçla satışı yasaklanmış, bu durum da özellikle yerel ve ata tohumları açısından büyük bir kısıtlama getirmiştir. Yasanın gerekçesi olarak şu hususlar öne sürülmüştür:

1. Verimli ve kaliteli üretim: Standartlara uygun sertifikalı tohumlarla tarımsal verimliliğin artırılması hedeflenmiştir.

2. Hastalık ve zararlılara karşı dayanıklılık: Genetik olarak belirlenmiş ve test edilmiş tohumların kullanımının, tarımsal hastalıkların önüne geçeceği savunulmuştur.

3. Uluslararası rekabet gücünün artırılması: Küresel piyasalarda rekabet edebilmek adına, dünya çapında tanınan ve belgelenmiş tohumların kullanımına ağırlık verilmiştir.

Ancak, bu düzenlemeler beraberinde ciddi sorunları da getirmiştir. Özellikle yerli çiftçilerin ata tohumlarını kullanarak üretim yapmalarının önüne engeller konulmuş ve küçük ölçekli tarım işletmeleri zor durumda bırakılmıştır.

Ata Tohumları Neden Önemlidir?

Ata tohumları, binlerce yıllık doğal seleksiyon süreciyle gelişmiş ve tarım toplulukları tarafından korunarak günümüze kadar gelmiştir. Genetik çeşitlilik açısından zengin olan bu tohumlar, bölgesel iklim koşullarına uyum sağlamış, yüksek besin değerine sahip ve doğal yollarla yetiştirilmeye uygun yapılarıyla bilinmektedir. Ancak, 5553 sayılı yasa ile bu tohumların ticareti yasaklanarak tarım şirketlerinin tekelinde bulunan hibrit ve GDO’lu tohumlara yönelim teşvik edilmiştir.

Bu durumun toplumsal ve ekonomik etkileri ise şu şekildedir:

1. Tarımsal Bağımlılık: Yerel tohumların yerine, çok uluslu tohum şirketlerinin ürettiği ve her yıl yeniden satın alınması gereken tohumların kullanımı çiftçileri ekonomik olarak bağımlı hale getirmiştir.

2. Biyolojik Çeşitliliğin Azalması: Tek tip endüstriyel tohum kullanımının artması, genetik çeşitliliği tehdit etmiş ve tarımsal hastalıklara karşı kırılganlığı artırmıştır.

3. Gıda Egemenliğinin Zedelenmesi: Çiftçilerin kendi tohumlarını üretip kullanma haklarının kısıtlanması, ülkenin gıda üretiminde dışa bağımlılığını artırmış ve küresel gıda tekellerinin etkisini güçlendirmiştir.

Meclis Süreci ve Tartışmalar

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun meclisten geçiş süreci oldukça tartışmalı olmuştur. Kanunun görüşmeleri sırasında bazı milletvekilleri, bu yasanın Türkiye’nin tarım politikalarını çok uluslu şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirdiğini belirtmiş ve sert eleştirilerde bulunmuştur. Ancak, yasaya destek verenler ise küresel ticaretin gerekliliklerini ve modern tarım uygulamalarına uyumu gerekçe göstererek düzenlemenin kaçınılmaz olduğunu savunmuştur.

Tartışmaların temel noktaları şunlardı:

Yerel tohumların ticaretinin yasaklanmasının sonuçları: Çiftçilerin yalnızca sertifikalı tohum kullanmaya zorlanması ve yerel tohum ticaretinin yasaklanmasının ne gibi sonuçlar doğuracağı üzerine yoğun tartışmalar yaşanmıştır.

Çok uluslu şirketlerin etkisi: Bu düzenlemelerin büyük tohum şirketlerine avantaj sağlayacağı ve çiftçileri bu şirketlere bağımlı hale getireceği eleştirileri getirilmiştir.

Biyogüvenlik ve sürdürülebilir tarım: Yasanın, ekolojik tarım uygulamalarını nasıl etkileyeceği ve biyolojik çeşitliliği nasıl tehdit edebileceği üzerine endişeler dile getirilmiştir.

Eleştirel Değerlendirme

Bu yasa, her ne kadar modern tarım tekniklerine uyum sağlamak adına düzenlenmiş olsa da, uygulamada birçok soruna yol açmıştır. Özellikle kırsal bölgelerde geleneksel tarım yapan çiftçilerin üretim özgürlüğünü kısıtlamış, biyolojik çeşitliliği azaltmış ve gıda bağımsızlığını zayıflatmıştır.

Bu noktada şu soruları sormak gerekmektedir:

1. Gerçekten modern tarımın gerekliliği mi, yoksa küresel şirketlerin dayatması mı?

2. Yerel çiftçilerin korunması için alternatif politikalar neden geliştirilmedi?

3. Ata tohumlarının kullanımını teşvik edecek sürdürülebilir modeller neden benimsenmedi?

Bu sorular ışığında, tarım politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ve yerel üreticilerin haklarının korunması gerektiği açıktır. Ayrıca, organik ve ekolojik tarımı teşvik eden, çiftçilerin kendi tohumlarını üretmesini destekleyen yasal düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, Türkiye’nin tarım sektöründe köklü değişiklikler getirmiştir. Ancak, bu düzenlemeler uluslararası şirketlerin lehine sonuçlar doğurmuş, yerel çiftçileri dezavantajlı hale getirmiş ve ata tohumlarının geleceğini tehlikeye atmıştır. Tarımsal bağımsızlık ve gıda güvenliği açısından yeniden değerlendirilmesi gereken bu yasa, yerel tarım üreticilerinin sesinin daha güçlü duyulmasını gerektiren bir konudur. Ata tohumları yalnızca bir üretim aracı değil, aynı zamanda kültürel mirasımızın da önemli bir parçasıdır. Bu mirası koruyarak gelecek nesillere aktarmak, yalnızca bir tarım politikası meselesi değil, aynı zamanda bir bağımsızlık mücadelesidir.

Erol Kekeç/23.02.2025/Sancaktepe)İST

Bir Dönemin Gözyaşı

Bir toplum düşünün ki nüfusunun %80’i ciddi ekonomik sıkıntılar içinde kıvranıyor. İnsanlar geçimlerini sağlamak için her türlü çabayı sarf etse de, ekonominin belirli odaklarda toplandığı, adeta halkın kaynaklarının bir avuç insanın elinde olduğu bir düzen içerisinde, emekçiler, emekliler ve dar gelirli vatandaşlar adeta ölüme terk ediliyor. Yönetim, devletin belli kurumları eliyle bu sesleri bastırmaya çalışıyor; sesini yükseltenleri güç kullanarak hapsederken, en temel haklarını dile getirenleri dahi tehdit unsuru olarak görüyor. Bu baskıcı sistemin geldiği en dip noktada, milletvekili olarak halkın temsilcisi olması gereken kişilerin, vatandaşı aşağılayan sözleriyle adeta milletle alay ettiği bir tablo çıkıyor karşımıza.

Son günlerde, iktidar partisinin Merkez Karar ve Yönetim Kurulu (MKYK) üyesi olan bir vekilin sarf ettiği sözler, bu çürümüş düzenin en net göstergesi olmuştur. Kendisi, emeklilere yapılan 10 bin liralık artışı küçümseyerek ve milletin zekâsına hakaret ederek, "Onlar bunun 3 bin lirasını harcayalım, kalan 7 bin lirayı tasarruf edelim diye düşünmezler; hemen gidip peynir, süt, et vs. alarak piyasayı etkiler ve enflasyonu yükseltirler." ifadelerini kullanmıştır. Bu sözler, sadece ekonomik bir değerlendirme hatası değil, halkı küçümseyen, onları hayvani güdülerle hareket eden varlıklar olarak gören bir zihniyetin dışavurumudur.

Bu yaklaşım, yönetimdeki anlayışın halkı nasıl gördüğünün açık bir ifadesidir. Ekonomik sıkıntılar içinde boğulan insanlara yapılan yardımları bir lütuf olarak sunarken, kendi maaşlarına ve imtiyazlarına %299 oranında zam yapanların, halkın temel gıda ihtiyaçlarını karşılamasını bile enflasyona sebep olarak göstermesi, kelimenin tam anlamıyla bir kara mizah örneğidir. Bugün emekliler, asgari ücretliler ve dar gelirli vatandaşlar, barınma, beslenme ve sağlık gibi en temel haklarından mahrum bırakılırken, saraylar içinde yaşayan, lüks arabalarla gezen ve hayatın zorluklarını hiç hissetmeyen bu siyasi elitin, halkın ekonomik varlığını adeta bir yük olarak görmesi kabul edilemez.

Bu zihniyetin temsil ettiği şey sadece ekonomik adaletsizlik değildir. Aynı zamanda, halkın iradesini hiçe sayan, onların yaşam mücadelesini önemsiz gören ve ekonomik sorunlara çözüm üretmek yerine, mevcut düzeni daha da otoriter bir hale getirmeyi amaçlayan bir anlayışın tezahürüdür. Eğer bir ülkenin yöneticileri, kendi halkını açlığa mahkûm ederken, onları bilinçsiz tüketiciler olarak yaftalıyorsa, o ülkede yönetim meşruiyetini kaybetmiş demektir.

Bir an için durup düşünelim: İnsanlar neden yoksul? Neden emekliler ay sonunu getiremiyor? Neden gençler gelecekten umutsuz? Çünkü yönetim, kamu kaynaklarını adil bir şekilde dağıtmak yerine, belli bir zümreyi zengin etmekle meşgul. Çünkü ekonomik kararlar alınırken halkın refahı değil, sermaye sahiplerinin çıkarları gözetiliyor. Çünkü insanlar temel ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geldiklerinde bile, onları suçlayıp, "siz bilmezsiniz, siz düşünmezsiniz" diyerek küçümseyen bir iktidar anlayışı var.

Bugün Türkiye’de yaşananlar sadece ekonomik bir kriz değil, bir yönetim krizidir. Bu krizin temelinde adaletsizlik, halktan kopukluk ve baskıcı bir yönetim anlayışı yatmaktadır. Emekliler, yıllarca ülkeye hizmet etmiş insanlardır. Onları bir yük olarak görmek, onların yaşam haklarını hiçe saymak, hem insani hem de vicdani olarak kabul edilemez. Devletin görevi, halkına refah sağlamak, onların insanca yaşayabileceği bir düzen kurmaktır. Fakat mevcut yönetim, halkı sadece oy kaynağı olarak görmekte, onların ihtiyaçlarını umursamamakta ve hatta onların en temel haklarını dile getirmelerini bile bir tehdit olarak algılamaktadır.

Bu noktada, sorulması gereken soru şudur: Bir hükümet, kendi halkına karşı bu kadar duyarsız, bu kadar kibirli ve bu kadar baskıcı olabilir mi? Ve eğer böyle bir yönetim anlayışı, ülkeyi yönetmeye devam ederse, toplum olarak nasıl bir geleceğe sürükleneceğiz?

Tarih boyunca baskıcı yönetimlerin sonu hep hüsran olmuştur. Halkın sesini kısmaya çalışanlar, onların iradesini yok sayanlar, sonunda büyük bir toplumsal tepkiyle karşılaşmıştır. Bugün Türkiye’de de benzer bir süreç yaşanıyor. İnsanlar artık bu düzeni sorguluyor, adalet istiyor, haklarını savunuyor. Ancak iktidar, bu talepleri bastırmak için daha fazla baskı uyguluyor, daha fazla güç kullanıyor. Ancak unutulmaması gereken bir şey var: Baskıyla susturulan toplumlar, bir gün mutlaka konuşur. Ve o gün geldiğinde, hesap soracak olan halktır.

Son olarak, bu zihniyetin temsilcilerine seslenmek gerekir: İnsanları açlıkla terbiye edemezsiniz. Onları korkutarak susturamazsınız. Halkın iradesini yok sayan her yönetim, er ya da geç tarihin çöplüğüne gitmiştir ve siz de bundan kaçamayacaksınız. Bugün emeklileri, işçileri, dar gelirlileri hor görenler, bir gün mutlaka bu halkın vicdanında yargılanacaktır. Ve en önemlisi, hiçbir baskıcı düzen sonsuza kadar ayakta kalamaz. Adalet, er ya da geç tecelli eder ve halkın iradesi en büyük güçtür.

Bahadır Hataylı/24.02.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!