Felsefi ve Toplumsal Bir Derinlik
Dünya üzerinde her çağda sahte bir “hakikat perdesi” kurulmuştur. Bu perdeler, insanlara gerçeği olduğu gibi göstermek yerine, gölgelerden ibaret bir sahne sunar. Antik çağlarda bu sahneyi putlar doldururdu; ortaçağda kralların mutlak iradesi; modern çağda ise bilimin pozitivist yorumları ve küresel kapitalizmin yanıltıcı vaatleri. Bugün hâlâ aynı yanılsamanın içinde yaşıyoruz. Bir farkla: Artık putlar taş ya da tahta değil, teknolojiyle işlenmiş dijital ekranlardan, algoritmalardan ve ideolojik sloganlardan yapılmıştır. İnsanlık kendini özgür zannederken, görünmez zincirlerin en güçlüleriyle bağlanmıştır.
Felsefi açıdan mesele, insanın varlıkla olan bağını kaybetmiş olmasında düğümlenir. Varlığın özüyle irtibatını kesen insan, hakikati dışsal göstergelerde arar: “çokluk”, “zenginlik”, “ilerleme”, “bilimsel akıl” gibi kavramlarda… Oysa bunlar, gerçeği yansıtmaktan ziyade onu örten sis perdesidir. Pozitivist dünya görüşü, insanı yalnızca nicel değerlere mahkûm etti. Nüfus sayıları, ekonomik büyüme oranları, yaşam standartları üzerinden yapılan ölçümler, insanın ruhsal, ahlaki ve manevi yönünü tamamen görmezden geldi. Bu nedenle çağdaş insan, nicel bolluğun ortasında nitel bir yoksulluğa sürüklendi.
Toplumsal açıdan bu yanılsama, insanları birbirinden uzaklaştırarak kolektif hayatın dokusunu çözdü. Eskiden köy meydanlarında, camilerde, pazar yerlerinde şekillenen topluluk ruhu; bugün ekran karşısında, algoritmaların belirlediği gündemlerde çözülüp dağıldı. İnsan, artık insanla değil, makineyle; komşusuyla değil, küresel bir tüketim zincirinin görünmez mekanizmalarıyla temas kuruyor. Bu durum, toplumsal hayatı sadece zayıflatmadı, aynı zamanda insanın kendini “ahlaki bir özne” olarak inşa etme imkânını da yok etti.
Bugün bize dayatılan düşünce şudur: “Dünya nüfusu fazla, kaynaklar yetersiz, çözüm nüfusu azaltmaktır.” Bu düşünceyi dillendiren siyasetçiler, akademisyenler, sözde aydınlar aslında küresel sistemin sadık memurlarıdır. Çünkü hakikati saklayarak insanlığa şu sahte gerçeği empoze ederler: “İnsanın fazlalığı dünyanın yüküdür.” Oysa gerçekte sorun insanın çokluğu değil, adaletin yokluğu, paylaşımın çarpıklığı, güç ve servetin tekellerde toplanmasıdır. Açlık, nüfus çokluğundan değil; aç gözlülüğün, zulmün ve adaletsizliğin çokluğundan doğar.
İşte felsefi problem burada berraklaşır: İnsan, “insan” olma özünü unutmuş, kendi varlığını bir tehdit olarak görmeye başlamıştır. İnsan kendi varlığından nefret edince, insanlık da kendi geleceğini tüketir. Bu, ontolojik bir yabancılaşmadır. Heidegger’in dediği gibi, insan varlığın unutuşuna düşmüştür. Fakat mesele sadece felsefi bir dram değildir; aynı zamanda toplumsal bir yıkımdır. Çünkü bu düşünceyi içselleştiren toplumlar, kendi gençlerini, kendi ailelerini, kendi geleceklerini tüketir.
Bugün Avrupa ülkelerinin çoğu, “nüfus yaşlanması” diye bir krizle boğuşurken, aynı anda göçmen akınlarını bir “zorunluluk” olarak kabullenmekte ama bunu kendi toplumsal dokularına bir tehdit olarak da görmektedir. Çelişki büyüktür: Bir yandan insanı azaltmaya çağıran bir ideolojik düzen, öte yandan kendi geleceğini sürdüremeyecek kadar yaşlanan nüfus… Bu paradoks, modern dünyanın akılsızlığının en açık göstergesidir.
Toplumsal yaşam açısından daha da çarpıcı olan, bu söylemin en çok “mazlum toplumlara” dayatılmasıdır. Afrika’da, Asya’da, Ortadoğu’da yaşayan fakir halklara sürekli şu telkin yapılır: “Siz çok çocuklusunuz, bu yüzden açsınız.” Oysa aynı halkların toprakları, yeraltı zenginlikleri, enerjileri küresel şirketler tarafından yağmalanır. Açlık, nüfustan değil sömürüden kaynaklanır. Ama küresel söylem, suçluyu masum gösterir, mazlumu suçlu ilan eder. Bu da toplumsal psikolojiye derin bir kölelik aşılar. İnsanlar kendi çocuklarını, kendi geleceklerini bir yük gibi görmeye başlar.
Felsefi olarak bu, insanın kendi varlığını inkârıdır; toplumsal olarak ise köleleşmenin en tehlikeli biçimidir. Çünkü köleleşen insan artık zincirlerini sorgulamaz; onları gönüllüce taşır.
Bütün bunların temelinde “Allah’ı hayatın merkezinden çıkarmış bir anlayış” vardır. Hakikati yaratanla değil, kendi icat ettiği sistemlerle açıklamaya çalışan insan, kendini Tanrı’nın yerine koyar. Fakat insan Tanrı olamayınca, yalnızca bir zalim olur. Tarihin bütün zalim düzenleri, aslında bu yanlışın farklı yüzleridir. Bugün küresel sistemin de dayattığı aynıdır: Tanrısız bir dünya, ilahsız bir hakikat, yalnızca güç ve sermayenin kutsallığı…
Oysa hakikat, insana şunu fısıldar: Dünya insan için bir imtihan yeridir; nimetler paylaşım için vardır; insanın çoğalması bir yük değil, rahmettir. “Çokluk” bir felaket değil, bir kudretin işaretidir. İnsanlık bu bakışı kaybettiği için bugün yanılsamanın çarklarında öğütülmektedir.
İşte bu noktada bir uyanışa ihtiyaç vardır: İnsan kendi varlığını yeniden kutsal bir emanet olarak görmeli, toplumsal yaşamı adalet merkezli yeniden kurmalı, felsefi bakışını pozitivizmin dar çerçevesinden çıkarıp varlığın bütünsel hakikatine çevirmelidir. Aksi takdirde, dünya kendi kurduğu yanılsamanın altında boğulacaktır.
Erol Kekeç/02.04.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder