Bizi sağır, dilsiz ve görmeyen maymunlara çevirdiler. Haykıramayan, konuşamayan, duyamayan, görmeyen; sadece emir alan, tepki veremeyen, düşünemeyen bir güruha dönüştürüldük. Birileri için insan olmanın sınırları silindi; yerine programlanmış, sadece yaşaması gerektiği kadar yaşayan, sadece söyleneni yapması beklenen bir kalabalık yaratıldı.
Kim bu "birileri"? Kim bu aklı zayıf, vicdan yoksunu, kibirle şişmiş ekabir takımı? Bunlar halktan kopuk, halkın ne yaşadığından bihaber, lüks içinde hayat süren ama sürekli fakire sabrı öğütleyen, toplumun kaderi üzerinde Tanrı gibi hüküm süren beyin fukaralarıdır.
Sistem öyle kuruldu ki; insanlar sistemin sadece birer dişlisi olmak zorunda bırakıldı. Eğitim, bir düşünme sistemi olmaktan çıktı; kalıpların içinde ezber öğreten, bireyin ruhunu öldüren bir mekanizmaya dönüştü. Çocuk daha okul kapısından girer girmez susmayı, sıra dışı olmamayı, itaat etmeyi öğreniyor. Eleştirmeyi değil, tekrarlamayı ödüllendiriyorlar. Merak değil, ezber... Yaratıcılık değil, itaati kutsuyorlar. İşte o andan itibaren başlıyor insanın kendi içindeki sesini kaybetmesi.
Medya, sistemin en sadık uşağı olmuş durumda. Gerçeğin sesi değil, yalanın yankısı hâline gelmiş. Ekranlar, halkın gözünü bağlayan modern birer perde; gündemler ise halkın değil, sermayenin ajandasına göre belirleniyor. Asgari ücretlinin ay sonunu nasıl getirdiği, pazarda çürük sebze arayan annenin iç çekişi, işsiz gencin umutsuzluğu bu ekranlarda yok. Onların yerine; pembe dizilerle uyuşturulmuş zihinler, yapay krizlerle meşgul edilen akıllar, sansasyonlarla köreltilen dikkatler... Her şey halkın düşünmemesi, hesap sormaması, hak aramaması için ayarlanmış. Çünkü düşünen halk tehlikedir; konuşan, soran, sorgulayan halk sistemin korkulu rüyasıdır.
Sokakta konuşmaktan korkan insanlar olduk. Hakkını aramak isteyen, “terörist” ilan edilmekten çekiniyor. Adalet sisteminin terazisi şaşmış, güçlü olanın lehine tartıyor. Fakirin feryadı, karakol duvarında asılı dosyada çürürken; zenginin şikâyeti bir saat içinde sonuç buluyor. Oysa adalet, sadece mahkeme salonlarında değil, ekmek kuyruğunda, iş ararken, kira öderken yaşanmalıydı.
Korku topluma sindirilmiş. Biri konuşsa diğeri sus diyor, "bize ne, başımıza iş almayalım" diyerek. Toplum öyle bir şekillendirildi ki, cesaret artık delilikle eş değer görüldü. Hakkı savunmak bir tehdit, susmak ise bir erdem gibi sunuldu. Böylece büyüdü karanlık; sessizlikle beslendi.
Zengin ile fakir arasındaki uçurum bir çığlığa dönüştü. Biri altın kaplama klozette otururken, diğeri pazardan çürük meyve toplamaya çalışıyor. "Herkes çalışırsa başarır" masalıyla, başarısızlığın suçunu bile bireyin üzerine yıkıyorlar. Sistem kendini aklıyor; oysa başlangıç çizgisi herkes için aynı değil. Kimisi sıfırla doğuyor, kimisi milyonlarla. Sonra yarışın eşit olduğunu söylüyorlar.
Toplumu sürükledikleri uçurum açık: Sorgulamayan, itiraz etmeyen, kendi iç sesine bile yabancılaşmış bireylerden oluşan koca bir sürü... Ne düş kurabiliyorlar ne de yarına dair umut besleyebiliyorlar. Günlük telaşlarla boğulmuş, hayatta kalmaya indirgenmiş bir varoluşun esiri olmuşlar. Ve tüm bu yıkımın ortasında tek suçları; uzun süre susmaları, zulme alışmaları, kötülüğü sıradanlaştırıp kabullenmeleri...
Ve soruyoruz: Bu dipsiz sessizlik, bu adaletsizlik, bu körleşmiş düzen nereye kadar sürecek? Ne zamana dek susacağız, ne zamana dek göz yumacağız? Uçuruma yürüyen bu kalabalığa ne zaman dur diyeceğiz??
Bu yazının amacı haykırmak. Uyuyanı uyandırmak, alışanı sarsmak, görmeyene göstermek... Çünkü bu gidiş, sadece bir dönemin değil; gelecek nesillerin de kaybıdır. Eğer şimdi konuşmazsak, yarın sadece daha büyük sessizlik olur.
Zihinleri hapsetmiş bir eğitimden, vicdanları felç eden medyaya; adaletin gölgesinde ezilen yargıdan, ruhu kemiren ve insanı nesneleştiren ekonomiye kadar her alanda köklü bir silkinişe ihtiyaç var. Bu, ne bir kalkışma çağrısıdır ne de isyan; bu, öz benliğe dönüşün, hakikati yeniden inşa etmenin ve susturulmuş vicdanların yeniden ses bulmasının çağrısıdır.
Bir gün çocuklarımız gelip gözlerimizin içine bakarak, "Neden sustunuz, neden seyirci kaldınız bu karanlığa?" derse, başımız öne eğilmesin. Onlara diyebilelim ki: "Sustum sanmayın, yazdım, haykırdım, direndim, elimden geleni değil; elimden ne geldiyse ortaya koydum." Çünkü eğer bugün susarsak, sadece kendi sesimizi değil; onların yarınını da kaybederiz.
Unutma: Karanlık yalnızca ışığın çekildiği yerdir. Ve unutma, ışık olmak için önce yürekle yanmak, sonra cesaretle aydınlatmak gerekir.
Erol Kekeç/01.06.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder