Toplumların huzur ve refah içinde yaşayabilmesi için adaletin temel bir ilke olarak benimsenmesi gerekir. Devlet, bireylerin hak ve özgürlüklerini güvence altına almak, tüm vatandaşlarına eşit mesafede durmak zorundadır. Ancak ne yazık ki tarih boyunca birçok yönetim, adalet ilkesinden saparak kendi çıkarlarını önceleyen bir anlayışı benimsemiştir. Bugün ülkemizin siyasal sisteminin geldiği noktada da benzer bir durum gözlemlenmektedir. Liyakat yerine sadakatin ön planda tutulması, hukukun üstünlüğü yerine bireysel çıkarların ve güç odaklarının belirleyici olması, toplumsal dengenin bozulmasına neden olmaktadır. Bu yazıda, adaletin, liyakatin ve hukukun devlet yönetimindeki yerini ve bu ilkelerden sapmanın doğurduğu sonuçları ele alacağım.
Adaletin Önemi ve Devletin Sorumluluğu
Adalet, bir devletin ayakta kalmasını sağlayan temel unsurlardan biridir. İslam'ın da omurgası olan tevhit, adaletle anlam kazanır. Bir toplumda adalet yoksa, o toplumun uzun vadede ayakta kalması mümkün değildir. Devlet, tüm vatandaşlarına eşit şekilde yaklaşmak zorundadır; çünkü devlet, belirli bir kesimin değil, tüm toplumun refahını sağlamakla yükümlüdür.
Devlet yönetiminde adaletin sağlanması için hukuk sisteminin bağımsız olması, yasaların herkes için eşit şekilde uygulanması gerekir. Ancak günümüzde hukukun siyasal güçler tarafından yönlendirildiği, yasaların keyfi şekilde yorumlandığı ve kişisel çıkarlara göre işlediği bir düzen ile karşı karşıyayız. Bir devlet, eğer kendi yasalarına dahi uymaz hale gelirse, vatandaşlarına adalet vaat edemez.
Hukukun üstünlüğü, yalnızca iktidarda olanlar için değil, tüm vatandaşlar için sağlanmalıdır. Kimsenin, elinde gücü bulundurduğu için yasaları kendi lehine eğip bükme hakkı yoktur. Eğer bir ülkede hukuk bağımsız değilse, adalet duygusu kaybolur, bireyler devlete olan güvenini yitirir ve kaos kaçınılmaz hale gelir.
Liyakat Yerine Sadakat- Devletin Çöküşü
Tarihte güçlü devletlerin yıkılış nedenlerine baktığımızda, en önemli sebeplerden birinin liyakatsiz yöneticilerin devlet kadrolarını ele geçirmesi olduğunu görürüz. Bir devletin ayakta kalabilmesi için en önemli unsurlardan biri, göreve getirilen kişilerin işin ehli olmasıdır. Eğer bir devlet, yönetici atamalarında liyakati değil de kişisel bağlılığı esas alırsa, o devletin kurumları işlevsiz hale gelir.
Ülkemizde son yıllarda yaşanan en büyük sorunlardan biri, devlet kadrolarının ehliyet ve liyakat sahibi insanlardan uzaklaştırılmasıdır. Devleti yönetenler, geçmişten günümüze bir gelenek olarak kendileriyle aynı düşünmeyen insanları sistem dışına iterek, sadece kendilerine bağlı kişileri kritik pozisyonlara getirme eğilimindedir. Ancak devlet yönetimi, bir kişinin özel mülkü değildir. Bir şirket sahibi kendi işletmesinde dilediğini çalıştırabilir, ancak devlet tüm vatandaşların ortak malıdır ve yönetiminde farklı düşüncelere sahip insanların yer alması doğaldır.
Devletin kendi ideolojisini tüm topluma dayatmaya çalışması, uzun vadede sosyal çatışmaları körükler. Otoriterleşmeye giden her devlet, ilk olarak düşünce özgürlüğünü kısıtlar, muhalif sesleri susturur ve tek tip bir toplum oluşturma çabasına girer. Ancak bu tür yönetimler, eninde sonunda çökmeye mahkumdur. Çünkü farklı fikirlerin olmadığı bir devlet, zamanla yenilik üretme kapasitesini kaybeder ve kendi içine çökerek yozlaşır.
Hukuk Devleti ve Meşruiyet Sorunu
Bir devletin meşruiyeti, hukuk içinde hareket etmesine bağlıdır. Eğer bir yönetici, hukuku kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmaya başlarsa, halkın gözünde meşruiyetini kaybeder. Hukukun üstünlüğü ilkesine aykırı davranan bir yönetim, kendi varlığını tehdit eden en büyük hatayı yapmış olur. Meşruiyetini kaybetmiş bir iktidarın uzun süre ayakta kalması mümkün değildir; çünkü toplum, eninde sonunda adalet talebiyle ayağa kalkar.
Güç, kontrol edilmediği takdirde yozlaştırır. Bir yöneticinin elindeki gücü nasıl kullandığı, onun adalet anlayışıyla doğrudan ilişkilidir. Eğer bir iktidar, gücünü baskı ve zor yoluyla kullanarak muhaliflerini susturmaya çalışıyorsa, o devletin adil bir yönetimden uzak olduğu açıktır. Oysa hukukun üstünlüğünün sağlandığı bir sistemde, iktidarların değişmesi doğal bir süreçtir ve bu süreç, baskı ve zorlamalarla değil, demokratik yollarla gerçekleşmelidir.
Halkın Gücün Dini Üzerine Kurulu Olması
Tarih boyunca halk, gücü elinde bulunduranları alkışlamaya meyilli olmuştur. Kim iktidara gelirse, onun etrafında bir destekçi kitlesi oluşur. Ancak bu destek, çoğu zaman gerçek bir inançtan değil, menfaat ilişkilerinden kaynaklanır. Oysa adaletli bir toplumda bireyler, güç sahiplerini değil, hakikati savunmalıdır.
Gücün peşinden koşanlar, zamanla güce tapan hale gelirler. Ancak bir toplum, sadece güç ve çıkar ilişkileri üzerine inşa edilirse, orada adaletin ve ahlakın varlığından söz edilemez. Gerçek anlamda adaletli bir devlet düzeninde, bireyler kendi çıkarlarını değil, toplumsal faydayı düşünerek hareket etmelidir.
Adalet, Ahlak ve Tevhit Üçgeni
İslam'ın temel ilkelerinden biri olan tevhit, yalnızca Allah'ın birliğini kabul etmek değil, aynı zamanda adalet ve ahlak ilkeleri doğrultusunda yaşamayı da gerektirir. Adaletin olmadığı bir sistemde tevhit anlayışı da eksik kalır. Eğer bir yönetim, kendisini ilah gibi görerek kendi fikirlerini zorla dayatmaya çalışıyorsa, o sistemde zulüm kaçınılmazdır.
Ahlak, adaletin sürdürülebilir olmasını sağlar. Eğer yöneticiler ahlaki değerlerden yoksunsa, adaletin sağlanması mümkün değildir. Bugün birçok ülkede olduğu gibi, bizim ülkemizde de ahlaki yozlaşmanın en büyük göstergesi, hukukun siyasallaşmasıdır. Hukukun tarafsız olmadığı bir sistemde ne adalet ne de güven duygusu ayakta kalabilir.
Adaletin Kaçınılmaz Zaferi
Adalet, uzun vadede mutlaka galip gelir. Tarih, adaletsiz yönetimlerin eninde sonunda yıkıldığını ve toplumların adalet talebiyle ayağa kalktığını göstermektedir. Eğer bir devlet, vatandaşlarına eşit muamele etmiyor, liyakati göz ardı ediyor ve hukuku sadece kendi menfaatleri doğrultusunda kullanıyorsa, o devletin çöküşü kaçınılmazdır.
Bizim üzerimize düşen, adaleti, ahlakı ve liyakati savunmaktır. Hakikat, her zaman güçten üstündür. Bir toplum, gücün değil, adaletin peşinden gitmeyi öğrendiğinde, gerçek anlamda özgürlüğe kavuşacaktır. İşte o zaman, adalet konuşacak, zulüm susacaktır.
Bahadır Hataylı/14.02.2025/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder