— Felsefi Bir SorgulamaKanunların insanın önüne geçtiği, hatta insanın özünü gölgelediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu yalnızca pratik bir sorun değil, aynı zamanda köklü bir felsefi çöküşün işaretidir. Hukuk artık insanı koruyan bir kalkan olmaktan çıkmış, onu bir nesneye, bir dosya numarasına, soğuk prosedürlerin kurbanına indirgemiştir. Adaletin özü yerine, “uygulamanın mekanik düzeni kutsanır hale gelmiştir. İşte bu yazıda, bu çarpıklığa yol açan kavramsal hataları açığa çıkarıyor, modern siyaset ve hukuk teorilerinin bu tabloyu nasıl meşrulaştırdığını sorguluyor ve nihayetinde insanı yeniden merkeze alan bir hukuki-felsefi dönüşümün imkânlarını arıyorum.
1.İki Yol — Kanun mu, İnsan mı?
Bugün hakimlerin, savcıların, bürokrasinin izlediği rota çoğunlukla ilk yolu benimser: Kanun varsa uygulamak gerekir; adalet, kanunla eş tutulur. Bu, teoride temkinli ve düzeni koruyucu görülebilir; ama pratiğe indiğinde insanın kendisi yalnızlaşır. Kanun, insanı açıklayan değil, insanı hükme bağlayan bir özneye dönüşür.
2. Kant’ın Dilemması-İnsan Onuru ve Formal Adalet
Immanuel Kant, ahlak felsefesinde insanı amaç olarak görür; insanı araçlaştırmak reddedilir. Kant’a göre, insanın özerkliği ve saygınlığı, ahlaki yasaların merkezindedir. Eğer bir hukuk sistemi gerçekten ahlakıysa, insanın özsaygısını gözetmelidir.
Fakat pratikte, Kantçı formalizm de tehlikeye açıktır: Eğer hukukçular yalnızca evrensel, soyut ilkelerin katı uygulayıcıları olarak kalırsa, insanın somut acıları, tarihî eşitsizlikleri ve güç dengesizlikleri gözardı edilir. Yani Kant’ın insana verdiği merkeziyet, mahkeme salonlarında formalist bir otoritenin zırhına sarıldığında tersine dönebilir — insanı koruması gerekirken onu nesneleştirir. Dolayısıyla Kant’tan alınacak ders şudur: İlkeler önemlidir, ama ilkelerin uygulaması insanın gerçek koşullarıyla yoğrulmalı.
3. Rousseau-Sosyal Sözleşme ve Genel İrade'nin Çarpıtılması
Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesinin merkezine “genel irade”yi koyar: Toplumun ortak iyiliği, bireysel çıkarlardan üstün olmalıdır. Hukuk böylece özgürleşmeyi sağlayacak bir araçtır — bireyler kendi yasalarını oluştururlar.
Gerçekte ne oluyor? Kapitalist düzen, genel iradeyi aşındırır; temsil mekanizmaları, gerçek ortak iyi yerine sermayenin çıkarlarına hizmet edecek biçimde örgütlenir. Hukuk, halkın rızası zemininde meşrulaştırılsa bile, uygulamada “genel irade”nin yerine sermayenin iradesi geçer. Bu noktada Rousseau’nun karanlık aynası ortaya çıkar: Kanun halkın değil, güçlülerin çıkarlarını yansıtıyorsa, sözleşme bir aldatmaca hâline gelir. Böyle bir sözleşme, özgürlük vaat ederken tutsaklık üretir.
4. Marx-Hukuk Bir Üstyapıdır — Sermaye İçin Yazılmış Bir Dil
Marx’ın çerçevesi bu sorunu en doğrudan açıklayanlardan biridir: Hukuk, toplumun ekonomik temeli tarafından şekillenir; hukukun biçimleri, üretim ilişkilerini, yani sınıf ilişkilerini korur. Hukuk, salt normlar dizisi değil, sınıf egemenliğinin aygıtıdır.
Bugünkü kapitalist hukuk, mülkiyeti, sermayeyi, kontrat ilişkilerini kutsayan bir dil oluşturur. “Hukuk uygulandı” denildiğinde, çoğunlukla mülkiyet ve sermaye ilişkileri korunmuştur. İşçinin sosyal haklarına dair uzun süreçler, sermayenin haklarına dair hızlı tedbirler; bu sistematiğin görünür izidir. Marx’ın perspektifi bize şunu söyler: Hukuku insanın lehine çevirmek istiyorsak, hukukun ekonomik zeminini sorgulamak zorundayız.
5. Foucault-İktidar, Disiplin ve Hukukun Normalleştirici Rolü
Michel Foucault, iktidarın sadece yasama-yürütme-yargı arasındaki hiyerarşik şemada değil, disiplin mekanizmalarında yayıldığını söyler. Okullar, hastaneler, fabrikalar ve elbette mahkemeler, bireyleri ölçer, sınıflar ve normalleştirir.
Hukuk burada bir ceza-ağının parçasıdır: Kanun, sadece ihlali cezalandırmakla kalmaz, aynı zamanda hangi davranışların “normal” olduğunu dayatır. Mahkeme salonunda verilen karar, yalnızca bir hukuki sonuç değil, aynı zamanda toplumun nasıl olması gerektiğine dair bir disiplin formudur. Bu perspektiften bakınca hakim ve savcılar, yalnızca kanun uygulayıcıları değil; modern güç-örgütlerinin birer teknikeri hâline gelirler.
6. Arendt-Bürokrasi, Cesetleri Sayan İdare ve Kötülüğün Sıradanlığı
Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” söylemi, bürokrasinin nasıl insanlığı silikleştirdiğini gözler önüne serer. Bürokrasi, normları mazeret haline getirir; görev bilinci, vicdanın yerini alır.
Mahkeme salonlarında “dosya yetiştirilmesi” için verilen kararlar, Arendt’e göre, insanın yüzünü kaybetmesine yol açar. Hakim bir memur gibi, savcı bir prosedür makinesi gibi davranırsa, kötülük sıradanlaşır: katillere, haksızlığa ortak olanlar “sadece görevimi yaptım” der. İşte bugün gördüğümüz “kes-yapıştır” kararların felsefî karşılığı budur: Bürokratik işlevselliğin etikten üstün tutulması.
7. Rawls-Adaletin Perdesi Arkasında Ne Olmalı?
John Rawls, adalet teorisinde “cehalet perdesini önerir: Kendi konumundan habersiz olarak adil kuralları seçmek zorunda kalsaydın neyi tercih ederdin? Bu deney, objektif adalet ilkelerini ortaya çıkarır: temel özgürlüklerin korunması ve eşitsizliklerin en dezavantajlı olanlara en faydalı olacak şekilde düzenlenmesi.
Bugünkü hukuk bu kriterleri sağlamaktan uzak. Eğer hakimler ve savcılar cehalet perdesi altında hareket etseydiler — kim paraya, nerede güç yoğunlaşmış olacağını bilmeden — pek çok karar farklı şekillenecekti. Rawls bize hatırlatır: Adalet, tarafsızlık iddiasıyla değil, dezavantajlıların durumunu iyileştirip iyileştirmediğiyle ölçülür.
8. Yeni Bir Felsefi Yol-Hukukun İnsana Yeniden Hizmeti
Tüm bu düşünürlerden ortak bir sonuç çıkar: Hukuk, eğer insanı bir amaç olarak konumlandırmazsa, tutarlı, adil ve yaşanabilir olamaz. Peki pratikte ne yapmalı? Felsefi ilkeler nasıl hukuki dönüşümlere dönüşür?
İnsan Onurunu İlk Kural Yapmak ,Kanunların yorumu ve uygulanması sırasında insan onuru temel alınmalı. Bu, zorunlu bir soyutlama değil; hakimlerin somut hayat koşullarını değerlendirmesi, eşitlik ilkesinden değil insanlığın korunmasından hareket etmesidir.
Genel İrade Kavramının Yeniden Canlandırılması ,Hukuk yapımında kamusal katılım güçlendirilmeli; sadece temsilcilerin değil, gerçek kamusal çıkarın gözetildiği mekanizmalar kurulmalı. Böylece sözleşme, sermayenin değil, toplumun ortak iyiliğinin ifadesi olur.
Sınıfsal Dinamiklerin Tanınması, Hukukun sınıfsal etkileri açıkça değerlendirilmeli; kanun değişiklikleri ve yargısal içtihatlar, ekonomik sonuçları bakımından analiz edilmeli. Mülkiyetin korunmasının hangi toplumsal maliyetleri ürettiği hesaba katılmalı.
Güç İlişkilerinin Eleştirel Teorisi, Hukuki kararlar sadece normatif değil, aynı zamanda disiplinleyici etkiye sahip olduğu için iktidar ilişkileri çözümlemeye dâhil edilmeli. Hangi normlar kimi normalleştiriyor sorusu sürekli sorulmalı.
Bürokratik Rutinlere Karşı Vicdan Eğitimi, Hukukçuluk sadece teknik bir uzmanlık değil; etik bir meslektir. Hakim ve savcılara etik eğitim verilmeli, karar alma süreçlerinde insani motivasyonların görünür kılınması sağlanmalı.
Adaletin Kriterini Yeniden Tanımlamak, Yasal reformlar “en dezavantajlı” kriterine göre test edilmelidir. Eğer bir yasa, toplumun en kırılgan kesimini daha kırılgan yapıyorsa, o yasa adil değildir.
Pratik İnovasyon,Restoratif ve Dönüştürücü Adalet, Ceza hukuku ve tazminat paradigmaları, yalnızca cezalandırma değil; onarım, restorasyon ve toplum onarımı odaklı hale getirilmeli. Bu, hukuk bürokrasisinin insanı nesneleştiren ritüelini kırar.
9.İnsanlık, Hukukun Kuralı Olmalı
Benim bu konudaki öfken haklı, çünkü bugün hukuk çoğu zaman bir makinedir; makine, uyum ve verimlilik peşindedir, insanlığı feda eder. Fakat felsefe bize yol gösterir: Kanunların meşruiyeti, uygulamanın teknik doğruluğundan değil, insanı korumasından gelir. Bir hukuki sistem insanı yüceltmiyorsa, o sistemin adaleti kurmacadır.
Hakimlere, savcılara, avukatlara seslenmek gerek: Yasal metinlerin arkasında yaşayan insanlar vardır. Kanunu esas alırken insanı unutmayın — çünkü kanun insan için vardır, insan kanun için değil. Ve topluma seslenmek gerek: Hukuku sadece “usul” olarak görmekten vazgeçin; hukuku insanlığın evrensel bir koruması olarak yeniden talep edin.
Bu, utopik bir çağrı değil; felsefi olarak temellendirilmiş, pratiğe dönüştürülebilir bir yaklaşımdır. Hukukun yeniden insanlaştığı bir dünya mümkün; ama önce kabul etmeliyiz: Kanun, insanın üstünde bir put değildir. Kanun, insanın hizmetkarıdır. İnsanlık adaletin en üstünde yer almadığı sürece, mahkeme salonları dosyalarla, vicdanlar tıkanmış hâkimlerle, savcıların kalemiyle dolu birer trajedi sahnesi olmaya devam edecektir.
Benim çağrım basit: Hukukçular, filozoflar, halk — hepimiz — insanlığın üstüne koyduğumuz perdeleri yırtalım. Kanunu insan için yeniden yazalım; insanı hukuk önünde değil, hukukun önünde konumlandıralım. Çünkü gerçek adalet, insanı mahkûm etmeyen, insanı yücelten sistemdir.
Erol Kekeç/12.09.2025/Sancaktepe/İST
