Bu Blogda Ara

16 Eylül 2025 Salı

İnsanlığın Üstünde Bir Kanun mu, Yoksa Kanunun Üstünde İnsan mı?

 


— Felsefi Bir Sorgulama
Kanunların insanın önüne geçtiği, hatta insanın özünü gölgelediği bir dünyada yaşıyoruz. Bu yalnızca pratik bir sorun değil, aynı zamanda köklü bir felsefi çöküşün işaretidir. Hukuk artık insanı koruyan bir kalkan olmaktan çıkmış, onu bir nesneye, bir dosya numarasına, soğuk prosedürlerin kurbanına indirgemiştir. Adaletin özü yerine, “uygulamanın mekanik düzeni kutsanır hale gelmiştir. İşte bu yazıda, bu çarpıklığa yol açan kavramsal hataları açığa çıkarıyor, modern siyaset ve hukuk teorilerinin bu tabloyu nasıl meşrulaştırdığını sorguluyor ve nihayetinde insanı yeniden merkeze alan bir hukuki-felsefi dönüşümün imkânlarını arıyorum.

1.İki Yol — Kanun mu, İnsan mı?

Hukuk felsefesinde en temel ayrışma şudur: Kanunların anlamı, kaynağı ve amacı nedir?
Bir yol, legal pozitivizmin yoludur: Kanun, yetkili makamların koyduğu ve uygulanması gereken kuraldır; doğruluk ya da adalet, kanunun varlığıyla ölçülür. Bu yaklaşım pratik, düzeni koruyucu ama soğuktur — ölçü, biçim, prosedürdür.
Diğer yol, doğal hukuk geleneğidir: Hukuk, insanın doğasından, insan onurundan kaynaklanır; kanun ancak insanın haklarıyla uyumluysa meşrudur.

Bugün hakimlerin, savcıların, bürokrasinin izlediği rota çoğunlukla ilk yolu benimser: Kanun varsa uygulamak gerekir; adalet, kanunla eş tutulur. Bu, teoride temkinli ve düzeni koruyucu görülebilir; ama pratiğe indiğinde insanın kendisi yalnızlaşır. Kanun, insanı açıklayan değil, insanı hükme bağlayan bir özneye dönüşür.

2. Kant’ın Dilemması-İnsan Onuru ve Formal Adalet

Immanuel Kant, ahlak felsefesinde insanı amaç olarak görür; insanı araçlaştırmak reddedilir. Kant’a göre, insanın özerkliği ve saygınlığı, ahlaki yasaların merkezindedir. Eğer bir hukuk sistemi gerçekten ahlakıysa, insanın özsaygısını gözetmelidir.

Fakat pratikte, Kantçı formalizm de tehlikeye açıktır: Eğer hukukçular yalnızca evrensel, soyut ilkelerin katı uygulayıcıları olarak kalırsa, insanın somut acıları, tarihî eşitsizlikleri ve güç dengesizlikleri gözardı edilir. Yani Kant’ın insana verdiği merkeziyet, mahkeme salonlarında formalist bir otoritenin zırhına sarıldığında tersine dönebilir — insanı koruması gerekirken onu nesneleştirir. Dolayısıyla Kant’tan alınacak ders şudur: İlkeler önemlidir, ama ilkelerin uygulaması insanın gerçek koşullarıyla yoğrulmalı.

3. Rousseau-Sosyal Sözleşme ve Genel İrade'nin Çarpıtılması

Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesinin merkezine “genel irade”yi koyar: Toplumun ortak iyiliği, bireysel çıkarlardan üstün olmalıdır. Hukuk böylece özgürleşmeyi sağlayacak bir araçtır — bireyler kendi yasalarını oluştururlar.

Gerçekte ne oluyor? Kapitalist düzen, genel iradeyi aşındırır; temsil mekanizmaları, gerçek ortak iyi yerine sermayenin çıkarlarına hizmet edecek biçimde örgütlenir. Hukuk, halkın rızası zemininde meşrulaştırılsa bile, uygulamada “genel irade”nin yerine sermayenin iradesi geçer. Bu noktada Rousseau’nun karanlık aynası ortaya çıkar: Kanun halkın değil, güçlülerin çıkarlarını yansıtıyorsa, sözleşme bir aldatmaca hâline gelir. Böyle bir sözleşme, özgürlük vaat ederken tutsaklık üretir.

4. Marx-Hukuk Bir Üstyapıdır — Sermaye İçin Yazılmış Bir Dil

Marx’ın çerçevesi bu sorunu en doğrudan açıklayanlardan biridir: Hukuk, toplumun ekonomik temeli tarafından şekillenir; hukukun biçimleri, üretim ilişkilerini, yani sınıf ilişkilerini korur. Hukuk, salt normlar dizisi değil, sınıf egemenliğinin aygıtıdır.

Bugünkü kapitalist hukuk, mülkiyeti, sermayeyi, kontrat ilişkilerini kutsayan bir dil oluşturur. “Hukuk uygulandı” denildiğinde, çoğunlukla mülkiyet ve sermaye ilişkileri korunmuştur. İşçinin sosyal haklarına dair uzun süreçler, sermayenin haklarına dair hızlı tedbirler; bu sistematiğin görünür izidir. Marx’ın perspektifi bize şunu söyler: Hukuku insanın lehine çevirmek istiyorsak, hukukun ekonomik zeminini sorgulamak zorundayız.

5. Foucault-İktidar, Disiplin ve Hukukun Normalleştirici Rolü

Michel Foucault, iktidarın sadece yasama-yürütme-yargı arasındaki hiyerarşik şemada değil, disiplin mekanizmalarında yayıldığını söyler. Okullar, hastaneler, fabrikalar ve elbette mahkemeler, bireyleri ölçer, sınıflar ve normalleştirir.

Hukuk burada bir ceza-ağının parçasıdır: Kanun, sadece ihlali cezalandırmakla kalmaz, aynı zamanda hangi davranışların “normal” olduğunu dayatır. Mahkeme salonunda verilen karar, yalnızca bir hukuki sonuç değil, aynı zamanda toplumun nasıl olması gerektiğine dair bir disiplin formudur. Bu perspektiften bakınca hakim ve savcılar, yalnızca kanun uygulayıcıları değil; modern güç-örgütlerinin birer teknikeri hâline gelirler.

6. Arendt-Bürokrasi, Cesetleri Sayan İdare ve Kötülüğün Sıradanlığı

Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” söylemi, bürokrasinin nasıl insanlığı silikleştirdiğini gözler önüne serer. Bürokrasi, normları mazeret haline getirir; görev bilinci, vicdanın yerini alır.

Mahkeme salonlarında “dosya yetiştirilmesi” için verilen kararlar, Arendt’e göre, insanın yüzünü kaybetmesine yol açar. Hakim bir memur gibi, savcı bir prosedür makinesi gibi davranırsa, kötülük sıradanlaşır: katillere, haksızlığa ortak olanlar “sadece görevimi yaptım” der. İşte bugün gördüğümüz “kes-yapıştır” kararların felsefî karşılığı budur: Bürokratik işlevselliğin etikten üstün tutulması.

7. Rawls-Adaletin Perdesi Arkasında Ne Olmalı?

John Rawls, adalet teorisinde “cehalet perdesini önerir: Kendi konumundan habersiz olarak adil kuralları seçmek zorunda kalsaydın neyi tercih ederdin? Bu deney, objektif adalet ilkelerini ortaya çıkarır: temel özgürlüklerin korunması ve eşitsizliklerin en dezavantajlı olanlara en faydalı olacak şekilde düzenlenmesi.

Bugünkü hukuk bu kriterleri sağlamaktan uzak. Eğer hakimler ve savcılar cehalet perdesi altında hareket etseydiler — kim paraya, nerede güç yoğunlaşmış olacağını bilmeden — pek çok karar farklı şekillenecekti. Rawls bize hatırlatır: Adalet, tarafsızlık iddiasıyla değil, dezavantajlıların durumunu iyileştirip iyileştirmediğiyle ölçülür.

8. Yeni Bir Felsefi Yol-Hukukun İnsana Yeniden Hizmeti

Tüm bu düşünürlerden ortak bir sonuç çıkar: Hukuk, eğer insanı bir amaç olarak konumlandırmazsa, tutarlı, adil ve yaşanabilir olamaz. Peki pratikte ne yapmalı? Felsefi ilkeler nasıl hukuki dönüşümlere dönüşür?

 İnsan Onurunu İlk Kural Yapmak ,Kanunların yorumu ve uygulanması sırasında insan                         onuru temel alınmalı. Bu, zorunlu bir soyutlama değil; hakimlerin somut hayat koşullarını                     değerlendirmesi, eşitlik ilkesinden değil insanlığın korunmasından hareket etmesidir. 

Genel İrade Kavramının Yeniden Canlandırılması ,Hukuk yapımında kamusal katılım                 güçlendirilmeli; sadece temsilcilerin değil, gerçek kamusal çıkarın gözetildiği mekanizmalar                 kurulmalı. Böylece sözleşme, sermayenin değil, toplumun ortak iyiliğinin ifadesi olur. 

Sınıfsal Dinamiklerin Tanınması, Hukukun sınıfsal etkileri açıkça değerlendirilmeli; kanun değişiklikleri ve yargısal içtihatlar, ekonomik sonuçları bakımından analiz edilmeli. Mülkiyetin korunmasının hangi toplumsal maliyetleri ürettiği hesaba katılmalı.

Güç İlişkilerinin Eleştirel Teorisi, Hukuki kararlar sadece normatif değil, aynı zamanda disiplinleyici etkiye sahip olduğu için iktidar ilişkileri çözümlemeye dâhil edilmeli. Hangi normlar kimi normalleştiriyor sorusu sürekli sorulmalı.

Bürokratik Rutinlere Karşı Vicdan Eğitimi, Hukukçuluk sadece teknik bir uzmanlık değil; etik bir meslektir. Hakim ve savcılara etik eğitim verilmeli, karar alma süreçlerinde insani motivasyonların görünür kılınması sağlanmalı.

Adaletin Kriterini Yeniden Tanımlamak, Yasal reformlar “en dezavantajlı” kriterine göre test edilmelidir. Eğer bir yasa, toplumun en kırılgan kesimini daha kırılgan yapıyorsa, o yasa adil değildir.

Pratik İnovasyon,Restoratif ve Dönüştürücü Adalet, Ceza hukuku ve tazminat paradigmaları, yalnızca cezalandırma değil; onarım, restorasyon ve toplum onarımı odaklı hale getirilmeli. Bu, hukuk bürokrasisinin insanı nesneleştiren ritüelini kırar.

9.İnsanlık, Hukukun Kuralı Olmalı

Benim bu konudaki öfken haklı, çünkü bugün hukuk çoğu zaman bir makinedir; makine, uyum ve verimlilik peşindedir, insanlığı feda eder. Fakat felsefe bize yol gösterir: Kanunların meşruiyeti, uygulamanın teknik doğruluğundan değil, insanı korumasından gelir. Bir hukuki sistem insanı yüceltmiyorsa, o sistemin adaleti kurmacadır.

Hakimlere, savcılara, avukatlara seslenmek gerek: Yasal metinlerin arkasında yaşayan insanlar vardır. Kanunu esas alırken insanı unutmayın — çünkü kanun insan için vardır, insan kanun için değil. Ve topluma seslenmek gerek: Hukuku sadece “usul” olarak görmekten vazgeçin; hukuku insanlığın evrensel bir koruması olarak yeniden talep edin.

Bu, utopik bir çağrı değil; felsefi olarak temellendirilmiş, pratiğe dönüştürülebilir bir yaklaşımdır. Hukukun yeniden insanlaştığı bir dünya mümkün; ama önce kabul etmeliyiz: Kanun, insanın üstünde bir put değildir. Kanun, insanın hizmetkarıdır. İnsanlık adaletin en üstünde yer almadığı sürece, mahkeme salonları dosyalarla, vicdanlar tıkanmış hâkimlerle, savcıların kalemiyle dolu birer trajedi sahnesi olmaya devam edecektir.

Benim çağrım basit: Hukukçular, filozoflar, halk — hepimiz — insanlığın üstüne koyduğumuz perdeleri yırtalım. Kanunu insan için yeniden yazalım; insanı hukuk önünde değil, hukukun önünde konumlandıralım. Çünkü gerçek adalet, insanı mahkûm etmeyen, insanı yücelten sistemdir.

Erol Kekeç/12.09.2025/Sancaktepe/İST

Kusur Aynasında Hakikat-Eleştiriden Özeleştiriye Yolculuk

 


Başkasını Görmek, Kendini Kaybetmek

İnsan, doğası gereği sürekli kıyas yapan bir varlıktır. Çocuklukta kardeşiyle kıyaslanır, okulda arkadaşlarıyla, iş hayatında meslektaşlarıyla, siyasette rakipleriyle. Bu kıyasın doğal bir yanı vardır; çünkü insan sosyal bir varlık olarak kendi sınırlarını başkalarının üzerinden ölçmek ister. Ne var ki sorun, bu kıyasın kolaycı bir yola dönüşmesindedir: Kendi eksiklerimizi görmek yerine, başkasının hatalarını dillendirmek.

Bugünün toplumuna baktığımızda tam da bu manzarayı görüyoruz. Bir siyasetçi projelerini anlatmak yerine rakibini yermekle meşgul. Bir eş, evliliğini onarmak için çaba göstermek yerine sürekli karşısındakinin kusurlarını sayıyor. Bir yönetici, kendi hatalarını düzeltmek yerine çalışanlarını hedef alıyor. Bir öğrenci, dersine odaklanmak yerine arkadaşının başarısızlıklarından bahsediyor.

Sonuçta herkes konuşuyor, kimse kendini sorgulamıyor. Herkes başkasını eleştiriyor, kimse kendini düzeltmiyor. Ve bu yüzden başarı, toplumsal düzeyde bir hayal gibi elimizden kayıyor.

Oysa hakikat basittir: Gerçek başarı, rakibin düşmesiyle değil, insanın kendi ayağa kalkmasıyla mümkündür.

I. Toplumun Her Alanına Yayılmış Bir Hastalık

Siyaset-Söylemin Zehirlenmesi

Seçim meydanlarına, meclis kürsülerine bakınız. Siyasetçiler çoğu zaman rakiplerini eleştirmekle vakit harcıyor. Birinin başarısızlığı, diğerinin başarı hanesine yazılıyor. Ama ortada inşa edilmiş bir şey yok.

Bu sadece bizde değil, dünya siyasetinde de geçerli. Popülist liderler, halkın sorunlarını çözmek yerine rakiplerini karalamayı bir strateji haline getiriyor. Medya bu dili çoğaltıyor; toplum da bu dilin içinde şekilleniyor.

Toplumun gözünde siyaset, çözüm üretme sanatı olmaktan çıkıyor; karşılıklı hakaretleşme ve yıkım yarışına dönüşüyor. Oysa siyaset, Aristoteles’in deyimiyle, “ortak iyinin" peşinde koşma sanatıdır.

Aile-Sessiz Çatlaklar

Evliliklerde ve aile ilişkilerinde de benzer bir tablo var. İnsanlar kendi davranışlarını düzeltmek yerine eşlerinin hatalarına odaklanıyor. Sürekli eleştirilen bir insan, zamanla içine kapanır. Sevgi yerini öfkeye, güven yerini kuşkuya bırakır.

Bir eşin diğerine “Sen böylesin!” demesi, aslında “Ben de hatalıyım.” demekten çok daha kolaydır. Ama kolay olan, doğru olan değildir. Doğru olan, “Benim tutumum seni kırmış olabilir, bunu fark ettim.” diyebilmektir.

Çünkü evlilik, iki insanın karşılıklı özeleştiri yaparak büyüttüğü bir yolculuktur. Eleştiri bu yolculuğu bozar, özeleştiri ise onu onarır.

Rekabetin Tahribatı

Şirketlerde sık rastlanan bir manzara: Çalışanlar, birbirinin açığını kolluyor. Yöneticiler, kendi yetersizliklerini gizlemek için çalışanlarını hedef alıyor. Böyle bir ortamda güven yok olur.

Halbuki verimliliğin temelinde işbirliği ve samimiyet vardır. Bir kurum, ancak kendi hatalarını görebildiği ölçüde gelişir. Japonya’daki “Kaizen” felsefesi tam da bunu öğretir: “Sürekli iyileşme, sürekli özeleştiri.” Bir fabrika işçisinden üst düzey yöneticiye kadar herkesin sorumluluğu, kendi kusurunu fark edip düzeltmektir.

Dedikodunun Tuzağı

Arkadaşlık ilişkilerinde de en kolay sohbet konusu başkalarının kusurlarıdır. Dedikodu, toplumsal bir alışkanlık haline gelmiştir. İnsanlar başkasının hatalarını konuşarak kendi boşluklarını örtmeye çalışır.

Ama bu, dostluğun zehridir. Dostluk, karşılıklı özeleştiriyle, birbirine aynalık ederek büyür. Bir dost, “Ben hata yaptım, ne dersin?” diyebildiği ölçüde gerçektir.

II. Bu Hastalığın Kökleri

Psikolojik Kaçış-Yansıtma

İnsanın kendini eleştirmesi zordur; çünkü kusurlarını görmek benliğini sarsar. Bu yüzden kendi kusurunu başkasında görüp onu eleştirmek, daha kolay bir savunma mekanizmasıdır. Freud’un “yansıtma” dediği bu mekanizma, modern toplumda olağan hale gelmiştir.

Kolaycılığın Çekiciliği

Kendi eksiklerini düzeltmek sabır ve emek ister. Başkasını eleştirmek ise bir dakikalık iştir. İnsanlar zahmeti bırakıp kolay olanı seçer.

Kültürel ve Medyatik Dil

Televizyon programlarını açın: Tartışma programlarında yapıcı fikirler yerine karşılıklı suçlamalar vardır. Sosyal medya da eleştiri ve küçümseme üzerinden beslenir. Bu dil, toplumun günlük yaşamına sirayet eder.

Eğitim Sisteminin Eksikliği

Çocuklara özeleştiri kültürü öğretilmez. Başarı notlarla ölçülür, kişisel gelişim göz ardı edilir. Oysa eğitimin özü, bireye kendini tanıma bilinci kazandırmaktır.

III. Çıkış  İnşa Edici Özeleştiri

 Cesaret Kendini Görme

Özeleştirinin ilk adımı cesarettir. Kendi kusurlarını görmek, insanın en zor sınavıdır. Ama bu cesaret olmadan gelişim olmaz.

Bir siyasetçinin rakibini suçlamak yerine kendi yanlışlarını açıklaması, bir liderin en büyük olgunluğudur. Bir eşin “Ben seni anlamakta eksik kaldım.” diyebilmesi, ilişkinin yeniden doğuşudur.

Kültür Olarak Özeleştiri

Özeleştiri bir defalık bir eylem değil, yaşam tarzıdır. Ailede, işte, siyasette sürekli uygulanmalıdır. Japon şirketlerinde haftalık toplantılarda herkes önce kendi hatasını anlatır. Bu kültür, başarının temelini oluşturur.

Kendini Bilmek

Sokrates’in “Kendini bil.” sözü, insanlığın en önemli çağrılarından biridir. Kendini bilmeyen insan, başkasını tanıyamaz. Başkasını sürekli eleştiren kişi aslında kendinden kaçıyordur.

Gazali de der ki: “Kendi kusurunu gören insan, hakikatin kapısını aralamıştır.” Hakikat yolculuğu, başkasını değil, önce kendini düzeltmekle başlar.

Çalışmanın Ahlakı

Kusurlarımızı görmek yetmez; onları düzeltmek için çalışmak gerekir. Başarı, başkasının düşmesiyle değil, kendi emeğimizle mümkündür.

Nietzsche’nin “Kendini aş.” çağrısı, tam da bunu ifade eder. İnsan, sürekli kendini aşmakla olgunlaşır.

Eleştiriden Senteze

Diyalektik düşünce, tez ve antitezden senteze ulaşmayı öğretir. Başkasını eleştirmek bir tezdir, özeleştiri antitezdir. İkisi birleştiğinde sentez ortaya çıkar: Yapıcı eleştiri.

Bir toplumda özeleştiri güçlenirse, başkasına yönelik eleştiri de değer kazanır. Çünkü o zaman eleştiri yıkıcı değil, inşa edici olur.

  • Başarı rakibin düşmesiyle değil, senin kalkmanla mümkündür.

  • Özeleştiri, samimiyetin en yalın dilidir.

  • Kendi kusurunu gören insan, başkasına merhametle bakar.

  • Çalışmak, kusurları telafi etmenin en doğru yoludur.

  • Dostluk, karşılıklı özeleştiriyle güçlenir; dedikodu ile çürür.

  • Siyaset, rakibini yıkma değil, toplumu inşa etme sanatıdır.

  • Evlilik, iki insanın birlikte kendini düzeltme yolculuğudur.

  • Gerçek lider, kendi eksikliğini kabul edebilen kişidir.

    Erol Kekeç/19.06.2025/Namazgah/İST

14 Eylül 2025 Pazar

Ottawa Sözleşmesi

 


Türkiye ve Bölgesel Gerçekler Üzerine Bir Analiz

Türkiye’nin 2004 yılında taraf olduğu Ottawa Sözleşmesi, insani hukuk çerçevesinde büyük bir kazanım olarak sunuldu. Bu sözleşme anti-personel kara mayınlarının üretilmesini, kullanılmasını, stoklanmasını ve başka ülkelere aktarılmasını yasaklıyor; mevcut mayınların dört yıl içinde imhasını, döşenmiş mayınlı alanların da on yıl içinde temizlenmesini öngörüyordu. Kâğıt üzerinde insani bir ilerleme gibi görünen bu adım, Türkiye için çok daha karmaşık bir tabloyu beraberinde getirdi.

Sözleşmenin Arkasındaki Gerekçeler

Türkiye’nin bu anlaşmaya imza atmasının birkaç temel nedeni vardı. Birincisi, uluslararası imaj. Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle AB üyelik sürecinin hızlandığı yıllarda Türkiye’nin “insan haklarına duyarlı, uluslararası normlara bağlı” bir görüntü vermesi gerekiyordu. Ottawa Sözleşmesi bu açıdan uygun bir fırsattı.

İkincisi, NATO ve Batılı müttefiklerin baskısı. Dünyanın pek çok ülkesinde sivillerin mayınlar nedeniyle hayatını kaybetmesi ya da sakat kalması ciddi bir tepki doğurmuştu. Türkiye’nin ittifak dışı bir pozisyon alması hem diplomatik yalnızlık yaratabilirdi hem de insan hakları siciline yeni bir leke düşürebilirdi.

Üçüncüsü, iç politikada insani boyut. Güneydoğu’da ve özellikle Suriye sınırında yıllardır duran mayınlar sadece güvenlik gerekçesiyle değil, köylülerin tarım arazilerine ulaşamaması, sivillerin patlamalarda hayatını kaybetmesi gibi nedenlerle de toplumun farklı kesimlerinde eleştirilere konu oluyordu.

Gizlenen Gerçekler ve Topluma Anlatılmayanlar

Burada kritik nokta şudur: Sözleşme imzalandığında kamuoyuna tam anlatılmayan bir gerçek vardı. Ottawa, mayınların bir gecede kaldırılmasını şart koşmuyordu. Tam tersine, temizleme süreci için süre tanıyor, gerekirse uzatma başvurularına da izin veriyordu. Türkiye bu esnekliği sonuna kadar kullandı.

Bu da pratikte şu anlama geliyordu: Devlet uluslararası arenada “biz de mayınları yasakladık” diyerek puan toplarken, sahada güvenlik gerekçesiyle birçok bölgedeki mayınların temizliğini yıllarca erteledi. Dolayısıyla kamuoyuna sunulan “hemen temizlenecek” algısı gerçeği tam yansıtmıyordu.

Bir diğer gizli boyut, temizlenen arazilerin nasıl değerlendirileceği meselesiydi. Özellikle Suriye sınırındaki verimli toprakların mayından arındırılıp hangi amaçla kullanılacağı konusu uzun süre tartışıldı. Burada hem tarımsal çıkarlar, hem de dış aktörlerin olası etkileri devreye girdi. Topluma bu planların ayrıntısı çoğu zaman şeffaf biçimde aktarılmadı.

Bölgesel Gelişmeler ve Göç Dalgaları

Sözleşme ve mayın temizleme süreci sürerken Türkiye’nin çevresi ateş çemberine dönüştü. Irak işgali, Suriye iç savaşı, Libya’daki istikrarsızlık, Kafkasya’da çatışmalar ve İsrail’in Filistin’e yönelik saldırıları… Hepsi aynı dönemde Türkiye’nin güvenlik haritasını altüst etti.

Bu süreçte milyonlarca göçmen ve sığınmacı Türkiye’ye yöneldi. Göç, sadece insani bir mesele değil, aynı zamanda bir dış politika aracı haline geldi. Avrupa ile yapılan mutabakatlarda “Türkiye’nin göçü durdurması” karşılığında mali destek ve bazı tavizler gündeme geldi. Yani göç, dış güçlerin Türkiye üzerinde baskı kurmasının en etkili yollarından biri oldu.

Emperyal Hesaplar ve İsrail’in Rolü

Bugün İsrail’in Gazze’ye yönelik şiddetli saldırıları, sadece Filistin halkını değil tüm bölgeyi derinden sarsıyor. Sivillerin öldürülmesi, insani yardımın engellenmesi ve uluslararası hukukun hiçe sayılması, bölgede yeni öfke dalgaları yaratıyor. Bu durum, Türkiye’de toplumsal hassasiyetleri daha da keskinleştiriyor.

Emperyal güçlerin uzun vadeli hesabı ise net: Bölgedeki istikrarsızlıklar üzerinden nüfuz alanı kurmak. Göç dalgaları, enerji koridorları, güvenlik iş birlikleri ve hatta mayın temizleme ihaleleri bile bu büyük oyunun bir parçası haline gelebiliyor. Türkiye’nin içine yerleşen milyonlarca göçmen de sadece insani bir mesele değil, ileride siyasal, ekonomik ve hatta demografik bir kaldıraç olarak kullanılabilir.

Bugün İçin Çıkarımlar

  • Şeffaflık: Sözleşmenin uygulanma süreci ve hangi bölgelerin neden temizlenmediği halka açık şekilde paylaşılmalı.

  • Güvenlik Alternatifleri: Mayın yerine gelişmiş gözetleme sistemleri, dron teknolojileri ve sınır kontrol mekanizmaları devreye alınmalı.

  • Göç Politikası: Göçmen meselesi uluslararası pazarlıklarda gizli bir koz değil, şeffaf bir politika çerçevesinde yönetilmeli.

  • Toplumsal Dayanıklılık: Yerel halk ile göçmenler arasındaki gerilimi azaltacak sosyal ve ekonomik yatırımlar yapılmalı.

  • Bölgesel Diplomasi: İsrail’in saldırıları karşısında sadece tepki değil, insani koridorlar ve ateşkes için etkin diplomasi yürütülmeli.

Ottawa Sözleşmesi tek başına bir mayın yasağı değil, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası imajını güçlendirmek için attığı bir adımdı. Ancak sahadaki gerçeklik, anlaşmanın verdiği esneklikler ve bölgesel gelişmeler bu resmi çok daha karmaşık hale getirdi. Bugün gelinen noktada Türkiye, bir yandan göç dalgalarıyla boğuşuyor, diğer yandan etrafı savaşlarla çevrili bir ülke konumunda.

Bu tablo bize şunu gösteriyor: Uluslararası anlaşmaların sadece diplomatik vitrin boyutuna değil, sahadaki uzun vadeli etkilerine de bakmak gerekir. Aksi takdirde toplum, kendisine anlatılmayan gerçeklerin bedelini hem güvenlik hem de sosyal huzur açısından ağır bir şekilde öder.

Bahadır Hataylı/13.09.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!