Bu Blogda Ara

19 Ağustos 2025 Salı

Kayıp Mahallenin Sessiz Çığlığı- Hafızadan Güvenliğe Bir Yol Arayışı

 

1. Eski Mahalle Kültürü ve Bekçilerin Rolü

Bir toplumun gerçek anlamda güvenliğini sağlayan şey, yalnızca polis, jandarma ya da bekçi değildir. Asıl güvenlik, insanların birbirini tanıdığı, birbirine kefil olduğu ve gerektiğinde birbirine omuz verdiği mahalle kültüründe gizlidir. Bu topraklarda uzun yıllar boyunca mahalle dediğimiz şey sadece evlerin bir araya gelmiş hali değil; aynı zamanda bir dayanışma ağı, bir güvenlik duvarı ve bir hayat tarzıydı.

Gece bekçileri, işte bu kültürün ayrılmaz parçalarından biriydi. Onlar yalnızca gece dolaşan güvenlik görevlileri değildi; bulundukları mahallenin hafızası, gözü ve kulağıydılar. Bekçi, görev yaptığı sokakta hangi evde kaç kişi yaşadığını, kimin işe hangi saatte gidip geldiğini, hangi evin kapısında hangi ayakkabıların dizildiğini bilirdi. Bir yabancı girdiğinde hemen fark ederdi çünkü o yabancı, mahallenin olağan ritmine ait değildi. Bekçi, bu farkındalık sayesinde hem caydırıcı bir güçtü hem de mahalleliyi sessizce koruyan bir gözetmen.

Gece olduğunda, bugünün karanlık ve korkutucu sokaklarının aksine, bekçinin düdüğü insanların içini ferahlatırdı. O düdük yalnızca bir ses değil, “Ben buradayım, içiniz rahat olsun” mesajıydı. Anneler çocuklarını yatırırken “Korkma yavrum, bekçi var” derdi. Çocuk, güvenle uyurdu çünkü bilirlerdi ki sokakta onların güvenliği için gezen biri var. Bekçi sadece hırsızı değil, bazen de serseriyi, bazen alkolün tesiriyle taşkınlık yapanı, bazen de kötü niyetle gezen yabancıyı uzaklaştırırdı.

Ama iş bununla bitmezdi. Mahalle bakkalı, kırtasiyesi, kahvesi, berberi ve manavı da bu otokontrol sisteminin doğal birer parçasıydı. Mesela bakkal, kimin fişle alışveriş yaptığını, kimin işsiz kaldığını, kimin borcunu ödeyemediğini bilirdi. O bilgi, yalnızca ticari bir hesap değil, aynı zamanda sosyal bir denge unsuruydu. Bakkal, gerektiğinde deftere yazardı; bir ailenin çocuğu aç kalmasın diye günlerce, aylarca borç biriktirirdi. Bu aslında gizli bir sosyal yardım mekanizmasıydı.

Kahvehane ise bir bakıma mahallenin meclisiydi. Orada oturanlar, gelen gideni görür, yabancıyı ayırt ederdi. Bir genç kötü alışkanlıklara bulaşsa kahvede oturan büyükler uyarırdı. Bir ailede kavga çıksa, kahvenin ileri gelenleri devreye girer, “Evladım, bu meseleyi böyle büyütme” diyerek arabuluculuk yapardı. Yani mahallenin düzenini sağlamak sadece devletin görevi değil, toplumun kendi öz denetimiydi.

Bu yapı, aslında bin yıllık bir birikimin ürünüydü. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e taşınan bu kültürde mahalle imamı, esnafı, muhtarı ve bekçisi bir bütün oluşturuyordu. İmam, manevi dengeyi; muhtar, idari düzeni; bekçi, güvenliği; esnaf ise sosyal desteği sağlıyordu. Böylece bir çocuk sokakta yalnız kalmaz, bir yaşlı evinde sahipsiz olmaz, bir ev hırsızlara hedef edilmezdi.

Bu düzenin asıl gücü, “tanışıklık” idi. İnsanlar birbirini tanıyor, birbirini gözetiyor ve birbirine kefil oluyordu. Çünkü tanımadığınız insanın neyi sakladığını bilmezsiniz; ama aynı sokakta her gün yüzünü gördüğünüz komşu, sizin sessizce güven duvarınızdır. İşte bekçi, bu tanışıklığın zirvesinde duran kişiydi. O, hem devletin görevlisi hem de mahallenin kendi adamıydı. Devlet ile halk arasındaki bağı, güvenle kuran sessiz bir köprüydü.

Fakat modernleşme adı altında yaşanan süreç, bu dengeleri birer birer yıktı. Önce bekçilik birimi işlevsizleştirildi, sonra kaldırıldı. Yerine kamera sistemleri, karakollar ve yeni güvenlik politikaları getirildi. Ama hiçbir teknoloji, bir bekçinin gözlem gücünü, hafızasını ve insan ilişkilerini ikame edemedi. Kamera soğuktur; görür ama tanımaz, kaydeder ama anlamaz. Oysa bekçi, hem görür hem tanır hem de anlar.

İşte tam da bu noktada fark edilmeyen şey şuydu: Mahallenin bütün unsurları birbirine bağlıydı. Bekçiyi kaldırdığınızda sadece bir görevi değil, aynı zamanda bir zihniyeti, bir kültürü de ortadan kaldırmış oluyordunuz. Çünkü bekçi, bakkal ve kahvehane ile birlikte işlev kazanıyordu. Onlardan biri ortadan kalktığında zincir bozuluyor, boşluk oluşuyordu.

Bugün geriye dönüp baktığımızda, o dönemin mahalle düzeni ile bugünün sokakları arasındaki fark, sadece nostaljik bir ayrıntı değildir. Bu fark, toplumsal güvenliğin nasıl çözüldüğünü gözler önüne seren bir aynadır.

2. Bakkal, Kitapçı, Kahvehane: Mahallenin Sessiz Güvenlik Birimleri

Eski mahalle düzeninde güvenlik yalnızca bekçinin düdüğünden ibaret değildi; o düzeni ayakta tutan, gündelik hayatın küçük ama köklü kurumlarıydı. Bunların başında da bakkallar, kitapçılar ve kahvehaneler geliyordu. Bugün basit bir ticaret mekânı gibi görülen bu yerler, aslında toplumsal denetimin ve dayanışmanın kaleleriydi.

Bakkal, Sessiz Sosyal Güvenlik Kurumu

Bir mahallede bakkal, yalnızca ekmek, şeker ya da gazoz satan adam değildi. Bakkal, o mahallenin hafızasıydı. Kimin işsiz kaldığını, kimin çocuğunun okula gidip gidemediğini, kimin tenceresinde akşam yemek kaynadığını bilirdi. Çünkü alışveriş sadece para ile yapılmazdı; deftere yazdırılır, ay sonu ödenirdi. Bu defterler, kapitalizmin soğuk kasaları gibi borç kaydı değil, bir güven sözleşmesiydi.

Bakkal, çocuğun cebindeki birkaç kuruşa bakmaz, ona süt ve ekmek verirdi. Çünkü bilirdi ki o çocuk aç kalırsa, o mahallenin vicdanı aç kalmış olur. Bakkalın defteri, aslında toplumun kendi içinden kurduğu bir sosyal güvenlik sistemiydi. Devlet yokken, sigorta yokken, kredi kartı yokken insanlar bakkalın defterine yazdırarak hayatta kalırdı.

Ama bakkalın rolü sadece ekonomik değildi. Mahalleye yeni taşınan biri bakkala uğradığında, kim olduğunu sorar, öğrenirdi. O mahallede uyuşturucu satan biri kolay kolay barınamazdı; çünkü bakkal onu tanır, mahalleliyi uyarırdı. Bir hırsız mahallede dolaşsa, bakkalın gözünden kaçmazdı. Böylece bakkal, bir tür gözetmen ve uyarıcıydı.

Bugün zincir marketler dört bir yanı sardı; kasadaki görevli gün boyu yüzlerce kişiyle karşılaşsa bile hiçbirini tanımaz. Onun için müşteri yalnızca barkod ve fiyat etiketidir. Ama bakkal için müşteri komşuydu, arkadaştı, bazen akrabaydı. İşte bu fark, toplumsal bağların çözülmesinde belirleyici oldu.

Kitapçı, Sessiz Rehber

Mahallede küçük bir kitapçı ya da kırtasiye olurdu. Orada sadece defter kalem satılmaz, aynı zamanda kültürel bir damar akardı. Çocuk, okul için defter alırken kitapçı ona yol gösterirdi; hangi kitabı okumalı, hangi ödevi nasıl yapmalı… Kitapçı, gençleri gözler, onları kötü alışkanlıklardan korumak için yönlendirirdi. Bir gencin yanlış yollara kaydığını fark ettiğinde uyarır, bazen öğretmenle, bazen aileyle konuşurdu.

Kitapçının rafları yalnızca kâğıt kokmaz, aynı zamanda bir bilinç taşırdı. Bugün zincir kitapçılar, sadece satış rakamlarının peşinde koşuyor. Eskiden ise kitapçı, gençlerin zihnine bir ışık yakardı. Onun varlığı bile mahallede kültürün, eğitimin bir koruyucusu gibiydi.

Kahvehane, Mahallenin Meclisi

Kahvehaneler de toplumsal güvenliğin görünmez kalelerinden biriydi. Bir genç serserilik yapmaya kalksa, kahvede oturan büyükler hemen müdahale ederdi. “Evladım, bu sana yakışmaz” derler, nasihat ederlerdi. Aile içinde bir problem yaşansa, kahvenin ileri gelenleri arabuluculuk yapardı. Kavga büyümeden söndürülürdü.

Kahvehane, bir bakıma haber merkeziydi. Kimin evine yeni biri taşınmış, kim işsiz kalmış, kim evlenmiş… Bunların hepsi orada konuşulurdu. Bu bilgiler dedikodu değil, toplumsal farkındalıktı. Çünkü mahalledeki herkes, birbirinin yükünü taşırdı. Bir düğün yapılacaksa kahveden sandalye taşınır, bir cenaze olduğunda kahve ocağı kapatılır, taziyeye koşulurdu.

Bugün kahvehaneler çoğu yerde işlevini kaybetti. Kumar yuvasına dönüşen, uyuşturucu satışının yapıldığı, işsizliğin karargâhına çevrilen mekânlar haline geldi. Çünkü o eski otokontrol mekanizması çöktü. Büyükler artık gençlere söz geçiremiyor, mahalle düzeni dağılmış durumda.

Otokontrolün Gücü

Bütün bu örnekler bize şunu gösteriyor: Güvenlik yalnızca devletin görevlileriyle sağlanmaz. Güvenlik, toplumun kendi içinde kurduğu dengeyle mümkündür. Bakkalın defteri, kitapçının öğüdü, kahvehanenin otoritesi ve bekçinin düdüğü birbirini tamamlayan halkalardı.

Bu sistemde kimse “yalnız” değildi. Bir aile dara düşse, bakkal, kahve, kitapçı ve mahalle el ele verirdi. Bir genç kötü alışkanlığa bulaşsa, önce komşular uyarır, sonra esnaf devreye girerdi. Böylece sorunlar büyümeden çözülürdü. Bugün ise bireyler yalnızlaştırıldı. Herkes kendi apartmanında birbirinden kopuk yaşıyor. Bakkal yok, kitapçı yok, kahvehane işlevsiz. Dolayısıyla otokontrol sistemi de yok. Sonuç: hırsızlık, uyuşturucu, şiddet ve güvenlik zaafiyeti…

3. Kapitalizmin Saldırısı ve Mahalle Kültürünün Çöküşü

Mahalle kültürünün en önemli özelliklerinden biri, insana dayalı bir düzen olmasıydı. İnsan, hem güvenliğin hem dayanışmanın merkezindeydi. Ancak modernleşme ve kapitalizmin yükselişiyle birlikte bu düzen kökünden sarsıldı. Çünkü kapitalizm, bireyi yalnızlaştırarak tüketiciye dönüştürür. Ve bu yalnızlaşma, beraberinde toplumsal bağların çözülmesini, güvenlik mekanizmalarının işlevsizleşmesini getirir.

Zincir Marketlerin Sessiz İşgali

Önce bakkallar kapandı. Çünkü devlet, büyük sermayeyi korudu; zincir marketlerin önünü açtı. Teşvikler, vergi kolaylıkları, lojistik ağlar… Bunların hepsi küçük esnafın karşısına devasa bir rakip çıkardı. Bir bakkalın karşısına açılan zincir market, kısa sürede bütün mahalleyi kendine bağladı. Çünkü fiyatları düşüktü, çeşit fazlaydı, kampanyalar cazipti.

Ama zincir marketin olmadığı şey şuydu: vicdan.
Kasadaki görevli, sizin işsiz olup olmadığınızı bilmezdi. Borcunuzu deftere yazmazdı. Çocuğunuz aç kalmış mı, cebinizde paranız var mı, umurunda değildi. Orada müşteri yalnızca “müşteri numarası”ydı. Bakkalın defteri ise insana dayalı bir güven sözleşmesiydi. Bu güven ortadan kalkınca, mahalleli de birbiriyle olan bağını kaybetti.

Sonuçta, mahalle sadece alışveriş yapılan bir yer olmaktan çıkıp, yabancıların gelip geçtiği bir taş yığınına dönüştü.

Kültürel Mekânların Çürümesi

Aynı süreç kitapçılar ve kahvehaneler için de geçerli oldu. Kitapçılar büyük zincir mağazaların gölgesinde kayboldu. Eskiden çocuklara okuma alışkanlığı kazandıran, gençlere doğru yolu gösteren kitapçılar bir bir kapandı. Onların yerine devasa vitrinli, ticari mantıkla işleyen mağazalar açıldı. Orada kitap, artık bir kültür aracı değil, bir ürün haline geldi.

Kahvehaneler ise eski işlevini kaybedip başka bir kimliğe büründü. Bir zamanlar büyüklerin sözünün geçtiği, toplumsal meselelerin konuşulduğu mekânlar, giderek kumar ve bağımlılık yuvalarına dönüştü. Büyüklerin otoritesi eridi, gençler kendi hâline bırakıldı.

İnsan İlişkilerinin Çöküşü

Kapitalizm yalnızca mekânları dönüştürmekle kalmadı, insanın ruhunu da değiştirdi. Eskiden insanlar alışverişi sohbet ederek yapar, birbirinin halini hatırını sorar, dertleşirdi. Bakkal dükkânı, aynı zamanda bir iletişim mekânıydı. Kahve, yalnızca çay içilen değil, meselelerin çözüldüğü bir yerdi.

Bugün zincir markette kasadan geçerken kimse size “Nasılsınız?” diye sormuyor. Hatta kasiyerin gözünüze bile bakmadığı oluyor. Çünkü orada insan, bir tüketim makinesine indirgenmiş durumda. Bu ilişkisizlik, yalnızlığı ve yabancılaşmayı büyütüyor. İnsanlar birbirinin acısını bilmez, sevincine ortak olmaz hale geliyor.

Yalnızlaşan insan, tehlikelere karşı daha savunmasızdır. Eskiden mahalleli bir çocuğu kötü alışkanlıklara yönelen birini fark eder ve önünü keserdi. Şimdi ise kimse kimseyi tanımıyor; çocuklar kolayca uyuşturucu tacirlerinin hedefi oluyor. Eskiden bir evin penceresi gece karanlık kalsa, komşu kapıyı çalardı: “Hayırdır, ışığınız yanmıyor.” Şimdi kimse yan dairesindeki insanı tanımıyor.

Devletin Tercihi, Büyük Sermaye

Burada önemli bir nokta daha var: Bu dönüşüm yalnızca “kendiliğinden” olmadı. Devletin tercihleri de bu sonucu doğurdu. Küçük esnafı korumak yerine, büyük sermayeyi desteklemek seçildi. Böylece zincir marketler ülkenin dört bir yanını sardı. Mahalle bakkalı, kitapçısı, kahvesi birer birer kapandı.

Oysa küçük esnafın ayakta kalması, yalnızca ekonomik değil, toplumsal bir meseledir. Çünkü küçük esnaf, aynı zamanda sosyal bağların taşıyıcısıdır. Onu yok saydığınızda, toplumu ayakta tutan görünmez ipleri koparırsınız.

Güvenliğin Çözülmesi

Tüm bu süreçlerin sonunda güvenlik sorunu kaçınılmaz hale geldi. Çünkü bekçi yalnızca kendi başına güvenlik sağlayamazdı; onun arkasında bakkal, kitapçı, kahvehane, komşuluk ilişkileri vardı. Bu ağ yok olduğunda bekçi tek başına işlevsizleşti. Mahalleye yabancı girse fark edilmiyor, uyuşturucu satıcısı köşe başına yerleşiyor, hırsız kolayca plan yapabiliyor.

Bugün 60 bin bekçi olsa bile, eski dönemin 6 bekçisi kadar etkili olamıyor. Çünkü onları destekleyen mahalle düzeni artık yok. Yalnız bekçi, yalnız bireyi koruyamaz. Toplumun bağları kopmuşsa, güvenlik yalnızca bir kâğıt üzerinde kalır.

4. Bekçiliğin Geri Dönüşü ve İşlevsizlik Tartışması

Türkiye’de gece bekçiliği uzun yıllar boyunca mahalle hayatının bir parçasıydı. Bekçi, düdüğüyle yalnızca saati haber vermez; aynı zamanda huzurun sembolüydü. Bir mahallenin sokaklarını arşınlayan bekçi, orada yaşayan herkesin aşina olduğu bir simaydı. Fakat 1990’lı yıllardan itibaren bu kurum kademeli olarak zayıfladı, 2000’lerin başına doğru neredeyse ortadan kalktı.

Ardından bekçilik yeniden ihya edilmeye başlandı. Bugün resmi rakamlara göre on binlerce bekçi görev yapıyor. Ancak toplumda haklı bir soru işareti belirdi: Bu kadar bekçi varken neden hırsızlıklar bitmiyor, uyuşturucu kullanımı ilkokul çağındaki çocuklara kadar ulaşıyor?

Bekçi ile Mahalle Arasındaki Kopukluk

Eski dönemde bekçi, mahallenin “kendi adamı”ydı. Yani orada doğmuş, büyümüş ya da uzun yıllardır yaşayan, herkesi tanıyan bir insandı. Bu nedenle yabancıyı hemen fark ederdi. Kimin işinden geç geldiğini, kimin hangi saatte sokağa çıktığını bilirdi.

Bugünse bekçi, merkezi sistemle atanan, çoğu zaman görev yaptığı mahalleyi tanımayan bir kişi. Dolayısıyla eskisi gibi “ev ev bilme” imkânı yok. Bu da güvenlik mekanizmasının temelini zayıflatıyor. Çünkü güvenlik yalnızca “fiziki varlıkla” değil, bilgi ve aidiyetle sağlanır.

Sayının Çokluğu, İşlevin Garantisi Değil

Yaklaşık 60 bin civarında bekçinin görev yaptığı söyleniyor. Fakat sayı çokluğu, etkinliği beraberinde getirmiyor. Çünkü bekçi, tek başına sistemi ayakta tutamaz. Arkasında mahalle kültürü, esnaf, otokontrol mekanizması olmadığında bekçi yalnızca bir üniformadan ibaret kalıyor.

Dahası, modern suç türleri, özellikle uyuşturucu ve organize hırsızlıklar, eski dönemin suçlarından çok daha karmaşık. Eskiden mahallede dolaşan birkaç yabancı kolayca fark edilirdi. Bugün ise suç, dijital ağlarla, organize yapılarla işleniyor. Bekçi, bu tür yapılar karşısında hazırlıksız.

İdeolojik Yaklaşımlar ve Gerçeklik

Bekçiliğin yeniden getirilmesi, bazı çevrelerce güvenliğe katkı olarak görüldü. Ancak uygulamada bunun pek de böyle olmadığı anlaşıldı. Çünkü “ben bu kurumu yeniden başlattım” demekle güvenlik sağlanmıyor. Toplumsal müesseseler, yalnızca siyasi kararlarla değil, tarihsel birikimle, deneyimle, toplumun kabulüyle işler.

Bekçiliğin dönüşünde ise bu unsurlar dikkate alınmadı. Mahalle düzeni yok, esnaf mekanizması yok, otokontrol sistemi yok. Böyle olunca bekçinin varlığı, çoğu zaman göstermelik bir unsur haline geldi. Mahalleli bekçiye güvenmek yerine, hâlâ kendi kapısına demir kilit takmak zorunda kalıyor.

Güvenliğin Göstermelikte kalması

Bugün bekçilerin varlığı, çoğu zaman güvenliğin “görünürde” var olduğu hissini veriyor. Ancak gerçek sorun çözülmüş değil. Hırsızlıklar artıyor, çocuklar uyuşturucu tacirlerinin ağına düşüyor, organize suç şebekeleri yayılıyor. Yani bekçi var ama güvenlik yok.

Bu çelişki, bize bir gerçeği gösteriyor: Güvenlik, yalnızca devletin atadığı görevliyle sağlanmaz. Güvenlik, toplumun kendi içinde kurduğu dayanışma, aidiyet ve otokontrol mekanizmasıyla mümkündür. Bekçi bu mekanizmanın tamamlayıcı unsurudur, yerine geçen unsuru değil.

Bekçiliğin İşlevselleşmesi İçin Ne Yapılmalı?

Eğer bekçilik yeniden işlevsel hale getirilecekse, bunun yolu sadece sayı artırmak değil. Bekçilerin mahalleyle kaynaşması, oradaki insanlarla güven ilişkisi kurması gerekir. Bunun için:

  • Bekçilerin görev yaptığı mahallede uzun süre kalması, sürekli tayin edilmemesi,

  • Mahalle esnafıyla, muhtarla, okulla sürekli iletişim içinde olması,

  • Suçla mücadelede yalnızca fiziksel varlık değil, sosyal bağ kurma yetkinliğiyle de donatılması,

  • Gençleri tanıması, onlarla güven ilişkisi geliştirmesi,

gerekir. Aksi halde bekçi, yalnızca üniformasıyla var olur ama toplumsal bir karşılığı olmaz.

5. Uyuşturucu, Hırsızlık ve Toplumsal Güvenlik Krizi

Bugün Türkiye’nin şehirlerinde en çok şikâyet edilen sorunlardan biri, güvenlik açığıdır. Gazetelerin üçüncü sayfalarında her gün rastladığımız haberler, aslında toplumsal yapının nereden nereye savrulduğunu gösteriyor.

Bir mahallede çocukların park köşelerinde uyuşturucu kullanması artık kimseyi şaşırtmıyor. Hırsızlıklar sıradanlaşıyor. İnsanlar evine birkaç demir kapı yaptırmak zorunda kalıyor. Alarm sistemleri, kamera kayıtları güvenliği sağlamıyor, sadece “olduktan sonra” delil üretiyor. Yani sorun yaşandıktan sonra devreye giriyor.

Oysa geçmişte mesele böyle değildi. Çünkü mahalle, kendisini koruyan görünmez bir ağın içindeydi.

Uyuşturucunun En Zayıf Halkası Çocuklar

Bugün en çarpıcı gerçeklerden biri, uyuşturucu tacirlerinin ilkokul çağındaki çocuklara kadar ulaşmasıdır. Bu durum, yalnızca güvenlik zafiyeti değil, aynı zamanda toplumsal çürümenin en keskin göstergesidir.

Eskiden çocuk mahallede herkesin gözünün önündeydi. Bir çocuk farklı bir arkadaş grubuna girmeye başlasa, tavırları değişse, bakkal da fark ederdi, kahvedeki büyükler de, komşu teyze de… Böylece sorun büyümeden önlenirdi.

Şimdi ise çocuk yalnız. Komşu onu tanımıyor, esnaf ilgilenmiyor, büyükler kahvede otoritesini kaybetmiş. Devletin polisi ya da bekçisi ise çocuğu tanımıyor. Oysa uyuşturucu satıcısı tanıyor; çünkü işini öyle kuruyor. Çocuk boşlukta kaldığı için bu tuzağa daha kolay düşüyor.

Hırsızlıkların Normalleşmesi

Aynı durum hırsızlıklar için de geçerli. Eskiden mahallede yabancı bir yüz hemen dikkat çekerdi. Bir kişi günlerce oraları gözetlese, mutlaka biri fark eder, sorardı: “Kimsin, kimi arıyorsun?” Bugünse kimse kimseye soru sormuyor. Apartmanda yan dairesinde kimin yaşadığını bilmeyen insan, sokaktaki yabancıyı nasıl fark etsin?

Sonuç olarak, hırsızlıklar sıradan hale geldi. İnsanlar hırsızdan korunmak için bireysel tedbirlere yöneldi. Bu da toplumsal güvenliği değil, bireysel yalnızlığı artırdı. Çünkü güvenliğin maliyeti arttıkça, herkes kendi imkânı ölçüsünde kendini korumaya çalışıyor. Yani zengin olan alarm sistemleriyle evini koruyor, yoksul olan kaderine razı oluyor. Bu da eşitsizliği büyütüyor.

Güvenlikten Çok, Güvensizlik Hissi

Burada dikkat çekici bir durum daha var: Bugün toplumda “güvensizlik hissi” güvenlik sorunundan daha yaygın. Yani insanlar, doğrudan bir hırsızlığa uğramasa bile, sokakta kendini güvensiz hissediyor. Çocuğunu dışarı gönderirken kaygılanıyor. Evde otururken bile tedirgin oluyor.

Bu, yalnızca suç oranlarıyla açıklanabilecek bir durum değil. Aynı zamanda toplumsal bağların kopmasından kaynaklanıyor. İnsan kendisini, tanımadığı, güvenmediği insanların arasında bulduğunda, çevresinin tehlikeyle dolu olduğunu varsaymaya başlıyor.

Devletin Görevini Başkasına Yüklemesi

Bugün geldiğimiz noktada, güvenlik büyük ölçüde bireylerin sırtına yüklenmiş durumda. İnsanlar özel güvenlik şirketlerine, alarm sistemlerine, kameralara yöneliyor. Bu durum aslında devletin asli görevini yerine getiremediğini gösteriyor. Çünkü güvenlik, bireylerin tek tek satın alacağı bir hizmet değil, toplumun bütünü için sağlanması gereken bir kamu hakkıdır.

Ancak devlet, bu sorumluluğu zincir marketlerde olduğu gibi yine sermaye lehine kaydırıyor. Güvenliği de tıpkı gıdayı, kültürü, eğlenceyi piyasaya teslim ediyor. Bu da toplumsal çöküşü hızlandırıyor.

Toplumsal Çürümenin Derinleşmesi

Özetle:

  • Uyuşturucu çocuklara kadar ulaşabiliyor,

  • Hırsızlıklar sıradanlaşıyor,

  • İnsanlar birbirine güvenmiyor,

  • Devlet görevini piyasa aktörlerine havale ediyor,

ve bütün bunlar bir araya geldiğinde ortaya “toplumsal güvenlik krizi” çıkıyor.

Bu kriz yalnızca sokaklardaki suç oranını değil, toplumun ruh halini de değiştiriyor. İnsanlar kaygılı, güvensiz ve yalnız. Bu da sadece suçla mücadeleyi değil, sağlıklı bir toplumsal yaşamı imkânsız hale getiriyor.

6. İdeolojik Tasfiyeler ve Toplumsal Hafıza Kaybı

Toplumların hafızası yalnızca yazılı tarihten ibaret değildir. Hafıza, günlük hayatın küçük pratiklerinde, alışkanlıklarda, kurumlarda, geleneklerde ve insanlar arası ilişkilerde saklıdır. Bir mahallenin bakkalı, kahvehanesi, gece bekçisi… Bunların her biri aslında toplumsal hafızanın taşıyıcı unsurlarıdır. Çünkü insanlar bu küçük kurumların içinde hem güveni hem aidiyeti öğrenirler.

“Ben Yaptım Oldu” Anlayışı

Modern devlet yönetiminde sık rastlanan bir sorun var: Toplumsal kurumlara ideolojik gözle bakmak. Yani bir uygulamanın tarihsel işlevine değil, hangi döneme ait olduğuna bakarak karar vermek. “Bu kurum geçmişin ürünü, öyleyse kaldırılmalı.” Oysa bir müessese, yalnızca kimin kurduğu ya da hangi döneme ait olduğuyla değerlendirilemez. Esas olan, topluma ne kattığıdır.

Gece bekçiliği bunun tipik örneği. On yıllarca mahalle kültürünün bir parçası olan bu kurum, bir dönem “eski” diye tasfiye edildi. Yerine modern polis teşkilatı ve güvenlik sistemleri ikame edilmeye çalışıldı. Ancak sonuç ortada: Polis merkezi sistemle çalışıyor, mahalleyi tanımıyor, bekçinin oynadığı rolü üstlenemiyor.

Deneyimlerin Çöpe Atılması

Toplumsal hafıza, kuşakların biriktirdiği deneyimlerden oluşur. Bir kurum ortadan kaldırıldığında, yalnızca o kurumun fiziki varlığı kaybolmaz; aynı zamanda onun etrafında gelişen deneyim, alışkanlık ve güven ilişkisi de yok olur. Bu da nesiller arası kopuş yaratır.

Mesela bugün yeni yetişen kuşaklar, bakkal defterine yazdırarak alışveriş yapmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Oysa bu yalnızca ekonomik bir pratik değildi; güvenin somut haliydi. Bakkal veresiye defterine yazarken müşterisine “seninle aramızda bir güven bağı var” diyordu. Bu bağ, toplumsal dokunun önemli bir parçasıydı. Zincir marketlerde bu bağ kalmadı.

İdeolojik Körlük ve Toplumsal Bedel

Buradaki temel problem, devletin ya da yönetimlerin, toplumsal kurumları ideolojik tercihlerle şekillendirmesidir. Oysa toplumsal kurumlar, uzun deneyimlerin sonucunda ortaya çıkar. Onları “gereksiz” ilan edip ortadan kaldırmak, aslında toplumu kendi köklerinden koparmaktır.

Böylece toplum, kendi varlık gerekçesini zayıflatır. Çünkü geçmişin deneyimlerini reddeden toplum, geleceğe sağlam adımlarla yürüyemez. Bir ağacın köklerini kesip, sadece gövdesini bırakmaya benzer bu durum. Bir süre sonra o gövde de kurur.

Hafızanın Kaybolması, Çözümün Zorlaşması

Bugün yaşadığımız güvenlik krizinin derinleşmesinin bir nedeni de bu hafıza kaybıdır. İnsanlar artık mahallede otokontrolün nasıl sağlandığını hatırlamıyor. Bekçinin nasıl çalıştığını, esnafın nasıl rol oynadığını bilmiyor. Dolayısıyla çözümü de yanlış yerde arıyor. Kamera sistemlerine, yüksek güvenlikli sitelere, özel güvenlik şirketlerine sarılıyor.

Oysa çözüm, toplumsal bağları yeniden canlandırmaktan geçiyor. Ama hafıza kaybolduğu için bu yol görülmüyor.

Deneyimi Yadsımanın En Büyük Çelişkisi

Burada büyük bir çelişki var: Bir yandan geçmişin kurumları yıkılıyor, öte yandan onların yerini dolduramayan yeni kurumlar inşa ediliyor. Sonra da aynı sorunlar tekrar yaşanıyor. Bu, aslında “deneyimi reddeden yönetim anlayışının” kendi kendini inkâr etmesidir. Yani “ben yaptım” demekle sorun çözülmüyor, tam tersine büyüyor.

7. Çözüm Gelenekten Geleceğe Bir Yol Haritası

Bugüne kadar anlattıklarımız aslında aynı noktaya çıkıyor: Toplumsal düzen, sadece devletin polisiye tedbirleriyle sağlanamaz. Güvenlik, yalnızca suçun önlenmesi değil, aynı zamanda insanların kendilerini bir bütünün parçası olarak hissedebilmeleridir.

Peki bu krizin içinden nasıl çıkabiliriz?

a) Mahalle Kültürünü Yeniden Canlandırmak

Öncelikle, toplumsal yaşamın kalbini yeniden mahalle ölçeğine taşımak gerekiyor. Çünkü mahalle, insanların birbirini tanıdığı, sorumluluk aldığı, otokontrolün en doğal şekilde işlediği yerdir.

  • Mahalle bakkalı yeniden güçlendirilmelidir. Bunun için küçük esnafı zincir marketler karşısında koruyan düzenlemeler yapılmalı, vergi ve kira yükü hafifletilmelidir.

  • Mahalle kahveleri, kıraathaneler, kitapçılar yalnızca ticaret yeri değil, aynı zamanda kültürel merkezler olarak teşvik edilmelidir.

  • Çocukların oyun alanları ve ortak etkinlikler artırılarak kuşaklar arası bağ güçlendirilmelidir.

Bu adımlar, insanların birbirini yeniden tanımasını sağlayacak, yabancılık duygusunu azaltacaktır.

b) Bekçilik Sistemini İşlevsel Hale Getirmek

Bekçiler yeniden göreve getirildi, evet; ancak şu anki haliyle işlevsiz. Çünkü “güvenliği görünür kılma” işlevini yerine getiremiyorlar. Bunun için:

  • Bekçiler, merkezi talimatlarla değil, görev yaptıkları mahalleyle bağ kurarak çalışmalıdır.

  • Mahalle toplantılarına katılmalı, halkla iletişim içinde olmalı, her sokakta tanınır hale gelmelidir.

  • Asıl görevleri suç olduktan sonra müdahale etmek değil, suç oluşmadan önce yabancıyı, tehlikeyi fark edip önleyici rol oynamak olmalıdır.

Yani bekçilik, devletin yukarıdan dayattığı bir güvenlik aracı değil, halkın içinde yaşayan bir koruma mekanizması olmalıdır.

c) Toplumsal Katılımı Güçlendirmek

Hiçbir güvenlik sistemi, halkın katılımı olmadan çalışmaz. İnsanların kendi yaşadıkları çevreye sahip çıkması gerekir. Bunun için:

  • Mahalle meclisleri kurulmalı, esnaf, öğretmen, ebeveyn ve gençler ortak sorunları tartışmalıdır.

  • Uyuşturucu, hırsızlık gibi konularda yalnızca polis değil, mahalle dayanışma ağları da aktif rol almalıdır.

  • Komşuluk ilişkileri canlandırılmalı; apartman ve site kültürü, sadece bireysel yaşam alanı değil, topluluk alanı olarak görülmelidir.

d) Devletin Rolünü Yeniden Tanımlamak

Devletin görevi, güvenliği piyasaya teslim etmek değil, toplumsal dayanışmayı güçlendirmektir. Bunun için:

  • Özel güvenlik sistemlerine bağımlılık azaltılmalı, kamusal güvenlik yaygınlaştırılmalıdır.

  • Polis ve bekçi halkla yabancı değil, iç içe olmalıdır.

  • Küçük esnafı ve mahalle kültürünü koruyacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

e) Toplumsal Hafızayı Yeniden İnşa Etmek

Son olarak, hafıza meselesi önemlidir. Bugün gençler geçmişin deneyimlerini bilmedikleri için çözümü yanlış yerde arıyorlar. Bu nedenle:

  • Gece bekçilerinin, bakkal defterlerinin, mahalle dayanışmasının nasıl işlediği anlatılmalı; belgeseller, romanlar, dersler yoluyla hafıza canlı tutulmalıdır.

  • Geçmişin deneyimlerini küçümsemek yerine, bugünün sorunlarını çözmek için yeniden yorumlamak gerekir.

Yani diyeceğim odur ki;

Toplumsal güvenlik, kamera sistemleri, duvarlar, demir kapılarla değil; insan ilişkileriyle sağlanır. İnsanlar birbirini tanıyorsa, birbirine güveniyorsa, mahalle kendi kendini koruyorsa; hırsızlık da azalır, uyuşturucu da kök salamaz.

Kapitalizmin yıktığı bağları yeniden kurmak kolay olmayacak. Ama başka çaremiz yok. Çünkü toplumsal düzen, yalnızca devlete bırakılacak bir mesele değil; hepimizin ortak sorumluluğudur.

Unutmayalım; bir toplum, deneyimlerini reddettiğinde köksüzleşir. Köksüz ağaç, ilk fırtınada devrilir. Bizim yapmamız gereken, köklerimizden aldığımız güçle geleceğe yürümektir.

Erol Kekeç/13-17.03.2025/Sancaktepe/İST

Çocukluk Çamurundan Şahsiyetin İnşasına

Çamurun İçinde Başlayan Çocukluk

Çocukluğumun ilk sahnesi, toprağın ve çamurun içinden yükselir. Çoğu insanın unutmak istediği, üzerine yeni boyalar sürerek silmeye çalıştığı, belki de yoksulluk diye küçümsediği o çamur, benim için bir hazineydi. Hatay’ın o küçük köyünde, yağmur yağdığında yollar bataklığa dönerdi. Büyükler bunun sıkıntısını çekerdi; ayakkabılar kirlenir, arabalar saplanır, iş güç aksardı. Ama çocuk gözümde, o çamur dünyası, başka hiçbir yerde bulamayacağım bir oyun bahçesiydi.

Elimle yoğurur, şekillendirir, sanki bir heykeltıraş gibi kendi oyuncağımı yapardım. Bugün plastikten, hazır alınmış rengarenk oyuncakların arasında büyüyen çocukları gördükçe, kendi çamurdan arabalarımı, bebeklerimi, hayvan figürlerimi hatırlarım. O çamurların içinde gizliydi hayal gücümün ilk filizleri. Benim oyuncağım, benim hayalimdi. Kimse bana neyle oynayacağımı söylemezdi. O çamurun dokusu, soğukluğu, parmaklarımda bıraktığı his, hâlâ belleğimin en derin köşelerinde yaşıyor.

Köyümün toprak yolları yazın toz, kışın çamur olurdu. Yazın güneşin kavurduğu öğlen vakitlerinde o yolların üzerinde yalınayak yürüdüğümde, ayağımın altına batan sıcak taşların sızısını hatırlıyorum. O sızıya rağmen koşardık; çünkü çocukluğun coşkusu, ayağındaki acıyı bile bir oyuna dönüştürür. Kış geldiğinde ise o yolları kaplayan yağmur sularının içinden geçerken, annemin “ayaklarını ıslatma, hasta olacaksın” uyarılarını duyardım. Fakat ben, sanki o çamurun beni çağıran bir dili varmış gibi direnemezdim. Çamurun içine bastığımda çıkan o şapırtı sesi, bana dünyanın en güzel melodisi gibi gelirdi.

Bir çocuğun elindeki çamur, aslında hayata tutunma biçimidir. O günlerde bilmezdim; ama o çamurdan oyuncaklar, bana sabrı, üretmeyi, elimdekiyle yetinmeyi, hayal kurmayı öğretiyordu. Çamurun içinde saatlerce eğlenirken, aslında gelecekte ne kadar kıymetli bir şey kazandığımı fark etmemiştim: kendi mutluluğunu kendin kurabilme gücü.

Köyün Ruhu

Köyüm, Asi Nehri’nin kolu Karasuya  yakın bir yerdeydi. Sabahları horoz sesleriyle uyanır, annemin tandırda pişirdiği ekmeğin kokusuyla güne başlardım. O kokuyu hiçbir şeyle kıyaslayamam. Çamurun içinde yoğrulan çocukluğum, tandır ekmeğinin sıcacık kokusuyla birleştiğinde hayat, bana bugünkü büyük şehirlerde hiçbir şeyin veremediği bir huzur verirdi.

Köy evleri birbirine yakındı. Kapılar açıktı, kimse kimseye yabancı değildi. Çocuklar sokakta bir araya gelir, saatlerce oynardık. Bugün bakıyorum da, biz oyunu doğanın bağrında buluyorduk. Toprak bizim oyuncağımız, rüzgar bizim melodimiz, yağmur bizim oyun arkadaşımızdı.

O günlerde köyün kadınları sabahın erken saatinde tarlalara giderdi. Çocuklar annelerinin eteğine yapışır, ardından bakakalırdı. Ben de kimi zaman annemle birlikte giderdim. Tarlanın kokusu, yeni biçilmiş otların nemi, toprağın bereketi... Hepsi ruhuma işledi. Belki de doğaya olan bağlılığım, insanla doğa arasında kurduğum o güçlü bağ, hep o yıllardan mirastır.

Çamurdan Dünyalar

Bir gün hatırlıyorum, yağmurun ardından köy yolunun kenarında büyükçe bir su birikintisi oluşmuştu. O suyun kenarına çöktüm. Elime çamur aldım, yoğurdum. O gün, çamurdan bir ev yaptım. Duvarlarını özenle yükselttim, çatısını kapattım. Sonra içine yine çamurdan küçük insanlar yerleştirdim. Onlar benim kurduğum dünyanın kahramanlarıydı. Belki bilmeden, kendi köyümüzün minyatürünü yapıyordum. Elimdeki küçücük bir avuç çamur, bana koca bir dünya kurduruyordu.

İşte o an anladım: Çocukluk, insanın hayal dünyasını en saf haliyle yaşadığı çağdır. Benim için çamur, sadece çamur değildi; hayallerimin malzemesiydi. Bugün geriye dönüp baktığımda, o çamurdan oyuncakların bana öğrettiği şey, hayatın aslında insanın elinde şekillendiğidir. Nasıl ki ben çamurdan bir ev yapabiliyorsam, aynı şekilde sabırla, inançla kendi hayatımı da yoğurabileceğimi anladım.

Çocuk Gözünden Yoksulluk ve Zenginlik

Bizim çocukluğumuzda yoksulluk vardı. Oyuncak almak, lüks bir şeydi. Şimdi çocuklara bakıyorum; odaları oyuncaklarla dolu ama yüzlerinde bizim yaşadığımız coşkuyu göremiyorum. Çünkü biz, elimizde ne varsa onunla mutlu olmayı öğrenmiştik. Yoksulluk, aslında bize en büyük zenginliği kazandırdı: şükretmeyi.

Çocukken bunun farkında değildim. Ama şimdi düşünüyorum; belki de hayatım boyunca beni ayakta tutan şey, o çocukluk yıllarının bana öğrettiği kanaatkârlıktı. Çamurdan araba sürerken, elimde olmayanlara değil, elimdekine bakmayı öğrendim. O yüzden köyümün çamurları, bana sadece oyun değil, karakter kattı.

İlk Yalnızlık ve Asi Nehri’nin Sesi

Çocukluğumun çamurla dolu oyunlarının arasında bir başka şey daha vardı: Asi Nehri. Henüz küçük yaşlarımda, babamın ya da büyüklerimin yanında sık sık nehrin kenarına giderdik. Asi, ismi gibi asi bir nehirdi; coşkulu, inatçı, bazen taşkın. Ne zaman başında otursam, sanki bana bir şeyler fısıldıyordu.

Ben o suyun akışında, kendi yalnızlığımı buldum. Çocukken bile hissettiğim bir şey vardı: Dünya, insanın içinde gizliydi. Asi Nehri’nin kenarında otururken, sanki o suyun akışında kendi kalbimin ritmini dinliyordum. Bir yanda köyün kalabalığı, diğer yanda Asi’nin yalnızlığı… İşte bu zıtlık, çocuk yaşta bile bana hayatın aslında iki uç arasında dengede olduğunu öğretti.

Çamurdan Öğrendiğim Ders

Şimdi düşünüyorum da, köyümde çamurla geçen çocukluğum bana üç şey öğretti:

  1. Hayal gücü: Elimde ne varsa onunla yeni bir dünya kurabilmek.

  2. Sabır: Çamur yoğrulmadan, şekle girmeden oyuncak olmaz. Hayat da böyledir.

  3. Kanaatkârlık: Elindekine şükretmek, onunla mutlu olmayı bilmek.

Belki bugün bana kim olduğumu soranlara uzun uzun açıklamalar yapabilirim. Ama özünde, cevabım basit olurdu: “Ben çamurla yoğrulmuş bir çocuğum.” Çünkü kişiliğimin, hayata bakışımın temeli, o köydeki çamurlarda gizlidir.

Çayırların Sessizliği ve Asi Nehri

Köyümün çayırları, çocukluğumun en sessiz ama en gürültülü yeriydi. Sessizdi; çünkü rüzgârın hışırtısından başka bir ses duyulmazdı. Gürültülüydü; çünkü o hışırtıların arasında hayal kuran bir çocuğun iç sesi, gökyüzünden yere inen yıldırımlar kadar güçlüydü. Çayırlar benim için oyun bahçesinden öteydi; hayatın ilk fısıltılarını duyduğum yerdi.

Her bahar, köyümüzün çayırları yemyeşil bir halıya bürünürdü. Sabahın erken saatlerinde güneş ışınları toprağın üzerindeki çiğ tanelerine vurduğunda, sanki binlerce kristal parıldardı. Ayakkabısız koşarken ayaklarım o çiğ tanelerinin serinliğini hissederdi. O serinlik, bedenimi ürpertirdi ama ruhumu dinginleştirirdi. Çocukken bilmezdim; ama şimdi anlıyorum ki, o çayırların içinde hissettiğim huzur, yıllar sonra bile en zor anlarımda bana sığınacak bir hatıra olarak kalmış.

Çocukluğun Sığınağı

Köy evlerinin dar duvarları arasında sıkışan çocuk kalbim, çayırların uçsuz bucaksız özgürlüğünde kanatlanırdı. Arkadaşlarımla birlikte çayıra çıktığımızda, sanki dünya büyürdü. Taşların, böceklerin, yabani çiçeklerin bile bizimle konuştuğuna inanırdım. Bir papatyanın yaprağını koparırken içimden “seviyor mu, sevmiyor mu” diye sayıklamam, aslında çocuk aklımla bile kalbimde sevgi arayışının olduğunu gösterirdi.

Çayırda saatlerce koşar, yuvarlanır, bazen de gökyüzüne bakarak uzanırdık. Bulutların şekillerini izlerdim; kimisi deveye, kimisi kuşa benzerdi. Hayal gücüm, bulutların arasında yolculuk ederdi. Belki de o günlerde başlayan bu hayal serüveni, beni yıllar sonra düşünen, sorgulayan, yazan bir insana dönüştürdü.

Asi Nehri’nin Kıyısında

Ama bütün bu çayırların ve oyunların ötesinde, benim için asıl büyülü olan şey Asi Nehri’ydi. Çocukken bile biliyordum: Bu nehir sıradan değildi. Adı gibi başına buyruk, inatçı, bazen hırçın, bazen de dingin… Bir çocuk için, Asi’nin kıyısında oturmak, sanki koca bir evrenin kapısını aralamak gibiydi.

Asi’nin sesi vardı. Rüzgârla birleşen, kıyıya çarpan dalgaların sesi… Ben o sesi dinlerken, içimde garip bir şey hissederdim. Sanki o suyun akışı bana hayatı anlatıyordu. “Bak çocuk,” diyordu, “hayat böyle akar. Bazen taşkın, bazen dingin. Ama hiçbir zaman durmaz.” Çocuk aklımla bile, Asi Nehri bana sabrın, akışın ve kabullenişin dersini veriyordu.

Bir gün babamla birlikte nehir kıyısına gitmiştik. Balık tutuyordu. Ben kıyıda oturmuş, suyun akışını izliyordum. Babam bana dönüp, “Oğlum,” dedi, “hayat nehir gibidir. Önüne ne çıkarsa çıksın yolunu bulur. İnsan da öyle olmalı. Bazen taşlara çarparsın, bazen engeller çıkar, ama durursan çürürsün. Akmayı bırakma.” O söz, çocuk yüreğimde yer etti. Bugün hâlâ hayatımın en zor anlarında Asi Nehri’nin sesiyle birlikte babamın o nasihatini duyarım.

Çayırın Öğrettiği Huzur

Çayırlar sadece oyun değil, aynı zamanda huzurdu benim için. Bir gün okuldan kaçıp tek başıma çayıra gittiğimi hatırlıyorum. Çantamı bir kenara bırakmış, otların üzerine uzanmıştım. Gökyüzü masmaviydi. O an içimden bir şey geçti: “Dünya çok büyük ama ben onun içinde küçücüğüm.” İşte ilk kez o gün yalnızlığın farkına vardım. Yalnızlık bana korku değil, düşünme fırsatı verdi. Çocuk yaşta bile hayatın anlamını sorgulamaya başlamıştım.

O an gözlerimi kapattım. Rüzgârın yüzüme dokunuşunu hissettim. Kuşların ötüşünü dinledim. İçimde tarifsiz bir huzur vardı. Belki de o gün, doğanın bana verdiği en büyük armağanı aldım: insan kalabalıklarla değil, doğanın sessizliğiyle bütünleştiğinde kendini bulur.

Asi’nin Şarkısı

Asi Nehri sadece bir nehir değildi. Onun bir şarkısı vardı. Gözlerimi kapatıp dinlediğimde, o şarkının içinde bazen hüzün, bazen neşe, bazen de umut vardı. Sanki Asi, insana şunu söylüyordu: “Her duygu senin yolculuğunun bir parçası. Kaçma. Kucakla.”

Ben de öyle yaptım. Asi’nin hırçın dalgaları bana cesareti, dingin akışları ise sabrı öğretti. Asi’nin kıyısında ağladığım da oldu, hayaller kurduğum da. Çocukluğumun en gizli sırlarını o nehre fısıldadım. Belki de o yüzden Asi, benim için sadece bir coğrafya değil, ruhumun bir parçası oldu.

Çayır ve Nehir Arasında Büyüyen Çocuk

Köyün çayırları bana özgürlüğü, Asi Nehri bana hayatın akışını öğretti. Bir çocuğun ruhu, aslında doğanın aynasında şekillenir. Benim ruhum da o çayırların sessizliğiyle, Asi’nin şarkısıyla büyüdü. Bugün hâlâ, kalabalıkların gürültüsünden sıkıldığımda içimden bir ses beni oraya çağırır: “Gel, yeniden o çayırlara uzan. Gel, Asi’nin kenarında otur.”

Çocukken fark etmezdim ama şimdi çok iyi biliyorum: O çayırların huzuru ve Asi’nin akışı, benim iç dünyamın temel taşlarını oluşturdu. Belki de hayatıma yön veren en derin duygular, köyün sessiz çayırlarında ve Asi’nin asi şarkısında gizliydi.

Yatılı Okulun Duvarları Arasında

Çocukluğumun köy çamurları, çayırların özgürlüğü ve Asi Nehri’nin şarkısı, bir sabah ansızın yerini ağır demir kapılara, kalın duvarlara ve yabancı yüzlere bıraktı. Henüz yedi yaşındaydım. Bir çocuğun hayatında yedi yaş, aslında anne kucağının sıcaklığını en çok hissettiği, köyünün dar sokaklarında kaybolmadan oynadığı yıllardır. Ama benim yedinci yaşım, “ayrılık” kelimesiyle tanıştığım yıl oldu.

Ayrılığın İlk Acısı

O sabahı unutmuyorum. Annem bana yeni yıkanmış, biraz da sert duran beyaz gömleğimi giydirdi. Üzerime biraz bol gelen lacivert pantolonu çekti. Saçlarım yağla geriye taranmıştı. Elime yeni alınmış bir çanta tutuşturuldu. O çantanın kokusu hâlâ burnumdadır; biraz yeni kumaş, biraz da annemin elinin kokusu vardı üstünde.

Okula götürülürken yol boyunca suskundum. Asi Nehri’ni geçerken pencereden baktım. “Bir daha seni görebilecek miyim?” diye içimden geçirdim. Çocuk yüreği anlamaz aslında ayrılığı; ama kalbinin bir köşesinde bir şeyin eksildiğini hisseder. İşte ben de o gün, içimdeki boşluğu ilk kez fark ettim.

Okulun bahçesine vardığımızda kalabalık bir çocuk topluluğu gördüm. Kimisi ağlıyordu, kimisi meraklı gözlerle etrafı süzüyordu. Ben annemin elini sımsıkı tutuyordum. Ama bir süre sonra o el, yavaş yavaş avuçlarımdan kaydı. Annem gözlerime baktı, “Oğlum, okuyacaksın. Bizim gururumuz olacaksın,” dedi. İşte o anda gözlerimden yaşlar boşandı. İlk defa, gerçekten yalnız kaldığımı hissettim.

Yatılı Okulun Soğukluğu

Okulun duvarları bana çok büyük gelmişti. Kocaman sınıflar, uzun koridorlar, demir ranza yatakları… Her şey köyümün basitliğinden çok farklıydı. İlk geceyi asla unutamıyorum. Üst ranzaya yatırmışlardı. Yanımda hiç tanımadığım çocuklar vardı. Kimisi ağlıyor, kimisi sessizce tavana bakıyordu. Ben de başımı yastığa koyduğumda, annemin kokusunu özledim. Yastığımı gözyaşlarımla ıslattım.

İlk günlerde okul bana bir hapishane gibi gelmişti. Sabahları çalan zil, bizi askeri bir düzenle kaldırıyordu. Oysa köyde sabahlar, horoz sesiyle, annemin tandır ekmeği kokusuyla başlardı. Burada o kokunun yerini soğuk bir yemekhanenin buharı almıştı. Çocuk kalbim için bu çok ağır bir değişimdi.

Öğretmenler ve İlk Dokunuş

Ama zamanla anladım ki, yatılı okulun duvarları sadece soğukluk değil, aynı zamanda bir geleceğin kapılarıydı. Öğretmenlerimden biri, hayatımda iz bırakacak kadar özel bir insandı. Adını şimdi anımsadığımda bile kalbim ısınır. O, bizlere sadece ders anlatmaz, aynı zamanda hayatı öğretirdi.

Bir gün sınıfta bana dönüp, “Erol,” dedi, “senin gözlerinde merak görüyorum. Hiç kaybetme onu.” O söz, çocuk ruhumda derin bir iz bıraktı. Çünkü köyde sadece çamurla oynayan bir çocuktum. Ama o öğretmen, gözlerimde daha fazlasını görmüştü. İşte o gün, belki de ilk kez kendime güvenmeyi öğrendim.

Yalnızlığın Kardeşliği

Yatılı okulun bir başka yanı da arkadaşlıktı. Biz orada kardeş olduk. Çünkü hepimiz aynı özlemi yaşıyorduk. Annelerimizi, köylerimizi, evlerimizi özlüyorduk. O özlem bizi birbirimize bağladı. Bir ekmeği bölüşür, bir battaniyeyi paylaşır, en önemlisi de acılarımızı ortak ederdik.

Bir gece hatırlıyorum, yan ranzadaki arkadaşım ağlıyordu. “Annemin sesini özledim,” dedi. Ben de sustum, ama elimle onun elini tuttum. O an anladım: Bazen hiçbir söz, bir çocuğun yalnızlığını gideremez. Ama bir el, bir dokunuş, o yalnızlığı hafifletir. İşte biz öyle büyüdük; susarak, paylaşarak, birbirimize yaslanarak.

Disiplinin Gölgeleri

Tabii yatılı okul sadece dostluk ve öğretmen sıcaklığı değildi. Sert disiplin de vardı. Sabah kalkışlarda geç kalanlar cezalandırılırdı. Kurallar katıydı. Çocuk kalbimiz için bu, bazen ağır bir yük olurdu. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda, o disiplinin bana kattığı şeyleri görüyorum. Sabırlı olmayı, zamanı yönetmeyi, sorumluluk taşımayı orada öğrendim.

Bir gün, ödevimi yapmadığım için öğretmenim bana kızmıştı. O an çok üzülmüştüm, ağlamıştım. Ama o kızgınlık, bana sorumluluk bilincini öğretti. Bugün hâlâ işimi ciddiyetle yapıyorsam, bunun temeli o yıllarda atıldı.

Özlemin Derinliği

Her tatil vakti geldiğinde içimde tarifsiz bir heyecan olurdu. Köyüme dönecek, annemin tandır ekmeğini yiyecek, babamla Asi Nehri kıyısına gidecektim. Ama ne zaman geri dönüş zamanı gelse, içimde bir yara açılırdı. Çantamı toplarken gözlerim dolardı. Annem bana sarılır, “Okuman lazım oğlum, dayan,” derdi. Ben de gözyaşlarımı saklardım.

Aslında o yıllar bana sabrı öğretti. Yedi yaşında bir çocuk için ayrılık çok ağırdır. Ama ben dayanmayı öğrendim. Yüreğimde hep bir özlem vardı, ama o özlem beni güçlü kıldı.

Yatılı Okulun Öğrettiği Hayat

Şimdi geriye dönüp baktığımda, yatılı okul bana üç şey kattı:

  1. Sorumluluk: Hayatın ciddiyetini küçük yaşta öğrendim.

  2. Kardeşlik: Yalnızlık içinde dayanışmayı, dostluğu tattım.

  3. Özlemle güçlenmek: Ayrılıklara rağmen ayakta kalmayı bildim.

Belki de o duvarların soğukluğunda yoğrulmasaydım, bugün hayata bu kadar dirençle bakamazdım. Yatılı okulun zili her sabah çaldığında, aslında hayat bana şunu fısıldıyordu: “Dayan, büyüyorsun.”

Hatay’ın Sokaklarında ve Uzun Çarşıda

Hatay’ın dar sokakları, taş duvarlarıyla geçmişin nefesini bugüne taşıyan sessiz tanıklardır. Her bir köşe başında Arapça bir şarkının ezgisiyle Türkçe bir sohbetin sesi iç içe geçer; farklı inançların kapıları aynı sokağa açılır, farklı mutfakların kokuları aynı havayı doldurur. Bu sokaklar, yalnızca yollar değil; yüzyılların biriktirdiği kimliğin canlı damarlarıdır.

Uzun Çarşı’ya adım attığınızda hayat birden hızlanır. Baharatçılardan yükselen tarçın ve kimyon kokusu, taze pişen künefenin şerbetle buluştuğunda saçtığı tatlı rayihayla karışır. Sokak satıcılarının bağırışları kulaklarda yankılanır: “Taze zahter! Yeni demlik için nane!” Çocuk gözünden bakıldığında bu çarşı, rengarenk bir masal dünyasıdır: kırmızı biber yığınları birer ateş dağına, altın sarısı leblebiler gökyüzüne serpilmiş yıldızlara benzer. Künefenin sıcaklığı sadece dilde değil, ruhun en derin yerine işleyen bir sevinçtir.

Ve tüm bu seslerin, renklerin, kokuların arasında Hatay’ın manevi ruhunu besleyen bir isim yükselir: Habib-i Neccar. Onun inancı uğruna ortaya koyduğu cesaret, şehrin sokaklarında hâlâ yankılanır. Çocuk zihninde o, yalnızca bir tarihsel şahsiyet değil; korkunun gölgesinde dahi doğruluktan vazgeçmeyen bir kahramandır. Bu kahramanlık, büyürken içimizde bir karakter inşası olur: adaletten sapmamak, haksızlık karşısında susmamak, inandığını korumak… Sokakların öğrettiği kültürel çeşitlilik, Uzun Çarşı’nın lezzetleri ve sesleri nasıl kimliğimizi yoğurduysa, Habib-i Neccar’ın direnişi de içimizde dik durmayı öğreten manevi bir mihenk taşıdır.

Babamın Gölgesinde Şahsiyet İnşası

Hayatımda en büyük öğretmenim, sırtımı yasladığım en sağlam dağ, babamdı. Onun nasihatleri birer öğüt cümlesi değil, hayata kazınmış pusulalardı. Bana “Oğlum, kalkacağın yere oturma, hak etmediğin yere uğrama, oturduğun yerden de kalkma,” derken yalnızca bireysel ahlakı değil, bir ömrün istikametini çizmişti. Bu sözler, hayatın karmaşası içinde bana hem sabrı hem de dik durmayı öğreten birer mihenk taşı oldu.

Köy hayatı, yalınlığı ve doğallığıyla bana kanaati, azla yetinmeyi, emeğin kutsiyetini öğretti. Şehir ise hızın, rekabetin ve hengâmenin ortasında insanın ne kadar kolay kaybolabileceğini gösterdi. Köyden şehre uzanan bu yolculuk, aslında ruhumun da sınavıydı. Köydeki sadelik ile şehirdeki gösteriş arasında, babamın öğütleri bana bir köprü oldu. Ne köyün yoksunlukları ne de şehrin aldatıcı ihtişamı, kişiliğimi köreltmedi. Çünkü şahsiyet, dışarıdan alınan bir süs değil, içeride inşa edilen bir kale idi.

Hatay, bu yolculuğun en derin izlerini bıraktığı coğrafya oldu. Kültürlerin buluştuğu, farklılıkların iç içe geçtiği bu toprak, bana hoşgörünün ve çok sesliliğin değerini öğretti. Çocukluğumun dar sokaklarından yükselen ezan sesleriyle kilise çanlarının aynı anda duyulması, bana insanın özünde aynı arayışın peşinde olduğunu fısıldadı. Bu çok katmanlı hayatın içinde, babamın öğütleri yeniden anlam kazandı: Adaletin olmadığı yerde özgürlük olmaz, merhametin olmadığı yerde insan kalmaz, doğruluğun olmadığı yerde gelecek kurulmaz.

Şahsiyetimi şekillendiren bu üç sacayağı –babamın nasihatleri, köyden şehre geçişin öğrettikleri ve Hatay’ın derinlikli mirası– bugün bana sadece geçmişi hatırlatmaz; geleceğe dair de bir yol haritası sunar. İnsan, nereden geldiğini bilmeden nereye gideceğini bilemez. İşte bu yüzden babamın gölgesi, hâlâ önümde yürüyen bir ışık gibidir.

Erol Kekeç/02.03.2024/Sancaktepe/İST

18 Ağustos 2025 Pazartesi

Meskenin Ruhu ve İnsanlığın Kaybolan Sükûneti

 


Mesken ve Sekinenin Anlamı

Eskiden evlere “mesken” denirdi.
Mesken, sadece bir barınak değil, içinde sükûn bulunan yerdi.
Mekân, insanın ruhuyla bütünleştiğinde sakinleşmenin mekânına dönüşürdü.
Ev, dört duvar değildi; ev, kalbin de evi olmalıydı.

Kalbin huzuruna da sekine denirdi.
Sekine, ilahi bir sükûnet; insanı korkudan, kaygıdan, tedirginlikten arındıran bir derin huzur hâliydi.
Bir ev, ne kadar büyük ve ihtişamlı olursa olsun, içinde sekine yoksa, o ev aslında bir hapishaneden farksızdı.

Bugün gökdelenler yükseliyor. Her katı güvenlik görevlileriyle, kameralarla, zincirlenmiş kapılarla çevriliyor.
Ama o gökdelenlerin hiçbir katında gerçek huzur yok.
İnsana “güvende olma hissi” vermesi gereken yapılar, aslında “kaygının kalesi” hâline geliyor.

Bu manzarayı görünce insan şunu soruyor:
Neden sade evler, toprak kokulu odalar, küçük bahçeler, eski ahşap kapılar daha huzurluydu da; şimdi devasa beton yığınlarında tedirginlik kol geziyor?
Neden gösteriş arttıkça sekine kayboluyor?

İşte bu sorunun cevabı, modern insanın en derin krizinin kaynağını oluşturuyor.

Sadelik ile Sükûnet Arasındaki İlişki

Sadelik, yalnızca eşyanın azlığı değildir.
Sadelik, ruhun fazlalık yüklerinden arındırılmasıdır.
Bir evin içinde az eşya olabilir ama kalbinde çok anlam vardır.

Gösterişin arttığı yerde huzurun azalması bir tesadüf değildir.
Çünkü ihtişam, her zaman “başkalarına görünme” kaygısı taşır.
İnsan, başkalarına göstermek için yaşadığında, kendi ruhunu unutmaya başlar.

Basit bir sofra düşünelim:
Tahta bir masa, üzerinde birkaç tabak, belki bir çorba, biraz ekmek…
Ama o sofrada samimiyet, paylaşım, tebessüm varsa; o sofra, bir sarayın ziyafetinden daha değerlidir.
Çünkü sekine, altın tabaklarda değil; sevgiyle uzatılan bir parça ekmekte gizlidir.

Modern dünyada insanlar artık gösterişin esiri olmuş durumda.
Küçük evleri yetmeyenler, devasa salonlarda kayboluyor.
Ama ne ilginçtir: Evin metrekaresi büyüdükçe, ruhun sükûneti küçülüyor.

Gösterişin Yükü Modern İnsan ve Kaygı Kültürü

İnsanlık bugün dev binalar, ışıl ışıl şehirler, milyonlarca ürünle dolu mağazalar inşa etti.
Ama aynı insanlık, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar kaygılı ve ruhen yorgun.

Neden mi?
Çünkü insan, ihtiyacından fazlasını sahiplenmeye başladığında, aslında sahip oldukları tarafından sahiplenilir.
Bir insanın ne kadar çok eşyası varsa, aslında o kadar zinciri vardır.

  • Arabası olan, daha iyisini ister.

  • Evi olan, daha büyüğünü hayal eder.

  • Telefonu olan, daha yenisini kovalar.

Ve bu döngü hiç bitmez.
Arzuların kölesi olan insan, hiçbir zaman huzurun efendisi olamaz.

Gösteriş kültürü, aynı zamanda kıyas kültürünü doğurur.
Bir insan, komşusunun evine, arkadaşının arabasına, sosyal medyadaki tanımadığı insanların hayatına bakarak kendi varlığını küçümsemeye başlar.
Böylece iç huzuru yerine sürekli bir “yetmeme” duygusu yaşar.

İhtişamlı gökdelenlerde oturanların her katına güvenlik konulmasının sebebi aslında dışarıdan değil, içeriden gelen bir tehdittir: kendi kaygılarının tehdidi.

Ruhun Bunalımı İnsanlığın Cehenneme Gidişi

Bugün insanlık, hızla kendi elleriyle inşa ettiği bir cehenneme doğru gidiyor.
Bu cehennem, yalnızca savaşlardan, çevre felaketlerinden, açlıktan ibaret değil.
Asıl cehennem, ruhun cehennemidir.

  • İnsanlar birbirine selam vermeyi unuttu.

  • Komşuluk ilişkileri bitti.

  • Aile bağları zayıfladı.

  • Sevgi, sadakat, dostluk gibi kavramlar çıkar hesaplarının gölgesinde kayboldu.

Kalabalıklar içinde yalnız insanlar görüyoruz.
Milyonların yaşadığı şehirlerde, milyonların içsel yalnızlığı yankılanıyor.

Psikolojik rahatsızlıklar, depresyon, anksiyete, intihar oranları tarihin en yüksek seviyelerinde.
Çünkü modern insanın sahip olduğu her şey arttı; ama sekinesi azaldı.

Bu da bize şunu gösteriyor: İnsanı mutlu eden şey eşyalar değil, ruhun sükûnetidir.

Değişim ve Dönüşümün Dinamikleri

Bu ruhsal çöküşün temelinde üç dinamik vardır:

  1. Tüketim Kültürü: İnsan, sürekli tüketmeye programlanıyor. İhtiyaç duymadığı şeyleri bile satın almak zorunda hissediyor. Bu da ruhu sürekli boşaltıyor.

  2. Gösteriş ve Rekabet: Herkes birbirine üstün gelmeye çalışıyor. Daha iyi ev, daha pahalı kıyafet, daha lüks tatil… Ama rekabet arttıkça, insanlar birbirinden uzaklaşıyor.

  3. Manevi Yoksunluk: İnsanın kalbi, sekineye muhtaç. Ancak modern hayat, insanı sadece beden üzerinden tanımlıyor. Ruh unutulduğu için, kalpler açlıktan çırpınıyor.

Sadelik  ve Hakikat

İnsanlığın gidişine bir set çekmek hâlâ mümkün.
Bu set, yeni gökdelenler inşa etmekten değil, yeni kalpler inşa etmekten geçiyor.

  • İnsan, önce kendi içindeki fazlalıkları atmalı.

  • Kalbini sadeleştirmeli.

  • Gösteriş yerine samimiyeti, ihtişam yerine sadeliği tercih etmeli.

Gerçek mutluluk, daha fazlasına sahip olmakta değil, daha azıyla huzur bulabilmektedir.

Sadelik, insanı özgürleştirir.
Gösterişin zincirlerinden kurtulan kalp, sekineyle buluşur.

İnsanlığa Çağrı

Ey modern dünyanın yorgun insanı!
Gösterişten, ihtişamdan, tüketimden başını kaldır.
Bir ağacın gölgesine otur, bir çocuğun gülüşüne kulak ver, yaşlı bir insanın ellerini tut…
Göreceksin ki, aradığın huzur aslında en sade hâllerde gizli.

Unutma:
Sekine, parayla satın alınmaz.
Mesken, beton duvarlarla değil, kalplerin sevgisiyle inşa edilir.
Ve huzur, başkalarına üstün gelmekte değil, başkalarıyla paylaşmakta bulunur.

Meskenin Yeniden İnşası

Bugün ihtişamlı gökdelenlerimiz var, ama huzurumuz yok.
O hâlde insanlığın görevi, gökdelenler değil, meskenler inşa etmektir.
Mesken, yalnızca ev değil; ruhun da evidir.
Orada sekine vardır.

İnsanı cehennemden kurtaracak olan şey, ne teknolojidir ne de daha fazla gösteriş.
Kurtuluş, kalbin sadeleşmesindedir.

Çünkü insan, ruhen meskensiz kaldığında, dünyanın en yüksek katında bile yalnız ve huzursuz kalır.

Erol Kekeç/13.08.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!