Çamurun İçinde Başlayan Çocukluk
Çocukluğumun ilk sahnesi, toprağın ve çamurun içinden yükselir. Çoğu insanın unutmak istediği, üzerine yeni boyalar sürerek silmeye çalıştığı, belki de yoksulluk diye küçümsediği o çamur, benim için bir hazineydi. Hatay’ın o küçük köyünde, yağmur yağdığında yollar bataklığa dönerdi. Büyükler bunun sıkıntısını çekerdi; ayakkabılar kirlenir, arabalar saplanır, iş güç aksardı. Ama çocuk gözümde, o çamur dünyası, başka hiçbir yerde bulamayacağım bir oyun bahçesiydi.
Elimle yoğurur, şekillendirir, sanki bir heykeltıraş gibi kendi oyuncağımı yapardım. Bugün plastikten, hazır alınmış rengarenk oyuncakların arasında büyüyen çocukları gördükçe, kendi çamurdan arabalarımı, bebeklerimi, hayvan figürlerimi hatırlarım. O çamurların içinde gizliydi hayal gücümün ilk filizleri. Benim oyuncağım, benim hayalimdi. Kimse bana neyle oynayacağımı söylemezdi. O çamurun dokusu, soğukluğu, parmaklarımda bıraktığı his, hâlâ belleğimin en derin köşelerinde yaşıyor.
Köyümün toprak yolları yazın toz, kışın çamur olurdu. Yazın güneşin kavurduğu öğlen vakitlerinde o yolların üzerinde yalınayak yürüdüğümde, ayağımın altına batan sıcak taşların sızısını hatırlıyorum. O sızıya rağmen koşardık; çünkü çocukluğun coşkusu, ayağındaki acıyı bile bir oyuna dönüştürür. Kış geldiğinde ise o yolları kaplayan yağmur sularının içinden geçerken, annemin “ayaklarını ıslatma, hasta olacaksın” uyarılarını duyardım. Fakat ben, sanki o çamurun beni çağıran bir dili varmış gibi direnemezdim. Çamurun içine bastığımda çıkan o şapırtı sesi, bana dünyanın en güzel melodisi gibi gelirdi.
Bir çocuğun elindeki çamur, aslında hayata tutunma biçimidir. O günlerde bilmezdim; ama o çamurdan oyuncaklar, bana sabrı, üretmeyi, elimdekiyle yetinmeyi, hayal kurmayı öğretiyordu. Çamurun içinde saatlerce eğlenirken, aslında gelecekte ne kadar kıymetli bir şey kazandığımı fark etmemiştim: kendi mutluluğunu kendin kurabilme gücü.
Köyün Ruhu
Köyüm, Asi Nehri’nin kolu Karasuya yakın bir yerdeydi. Sabahları horoz sesleriyle uyanır, annemin tandırda pişirdiği ekmeğin kokusuyla güne başlardım. O kokuyu hiçbir şeyle kıyaslayamam. Çamurun içinde yoğrulan çocukluğum, tandır ekmeğinin sıcacık kokusuyla birleştiğinde hayat, bana bugünkü büyük şehirlerde hiçbir şeyin veremediği bir huzur verirdi.
Köy evleri birbirine yakındı. Kapılar açıktı, kimse kimseye yabancı değildi. Çocuklar sokakta bir araya gelir, saatlerce oynardık. Bugün bakıyorum da, biz oyunu doğanın bağrında buluyorduk. Toprak bizim oyuncağımız, rüzgar bizim melodimiz, yağmur bizim oyun arkadaşımızdı.
O günlerde köyün kadınları sabahın erken saatinde tarlalara giderdi. Çocuklar annelerinin eteğine yapışır, ardından bakakalırdı. Ben de kimi zaman annemle birlikte giderdim. Tarlanın kokusu, yeni biçilmiş otların nemi, toprağın bereketi... Hepsi ruhuma işledi. Belki de doğaya olan bağlılığım, insanla doğa arasında kurduğum o güçlü bağ, hep o yıllardan mirastır.
Çamurdan Dünyalar
Bir gün hatırlıyorum, yağmurun ardından köy yolunun kenarında büyükçe bir su birikintisi oluşmuştu. O suyun kenarına çöktüm. Elime çamur aldım, yoğurdum. O gün, çamurdan bir ev yaptım. Duvarlarını özenle yükselttim, çatısını kapattım. Sonra içine yine çamurdan küçük insanlar yerleştirdim. Onlar benim kurduğum dünyanın kahramanlarıydı. Belki bilmeden, kendi köyümüzün minyatürünü yapıyordum. Elimdeki küçücük bir avuç çamur, bana koca bir dünya kurduruyordu.
İşte o an anladım: Çocukluk, insanın hayal dünyasını en saf haliyle yaşadığı çağdır. Benim için çamur, sadece çamur değildi; hayallerimin malzemesiydi. Bugün geriye dönüp baktığımda, o çamurdan oyuncakların bana öğrettiği şey, hayatın aslında insanın elinde şekillendiğidir. Nasıl ki ben çamurdan bir ev yapabiliyorsam, aynı şekilde sabırla, inançla kendi hayatımı da yoğurabileceğimi anladım.
Çocuk Gözünden Yoksulluk ve Zenginlik
Bizim çocukluğumuzda yoksulluk vardı. Oyuncak almak, lüks bir şeydi. Şimdi çocuklara bakıyorum; odaları oyuncaklarla dolu ama yüzlerinde bizim yaşadığımız coşkuyu göremiyorum. Çünkü biz, elimizde ne varsa onunla mutlu olmayı öğrenmiştik. Yoksulluk, aslında bize en büyük zenginliği kazandırdı: şükretmeyi.
Çocukken bunun farkında değildim. Ama şimdi düşünüyorum; belki de hayatım boyunca beni ayakta tutan şey, o çocukluk yıllarının bana öğrettiği kanaatkârlıktı. Çamurdan araba sürerken, elimde olmayanlara değil, elimdekine bakmayı öğrendim. O yüzden köyümün çamurları, bana sadece oyun değil, karakter kattı.
İlk Yalnızlık ve Asi Nehri’nin Sesi
Çocukluğumun çamurla dolu oyunlarının arasında bir başka şey daha vardı: Asi Nehri. Henüz küçük yaşlarımda, babamın ya da büyüklerimin yanında sık sık nehrin kenarına giderdik. Asi, ismi gibi asi bir nehirdi; coşkulu, inatçı, bazen taşkın. Ne zaman başında otursam, sanki bana bir şeyler fısıldıyordu.
Ben o suyun akışında, kendi yalnızlığımı buldum. Çocukken bile hissettiğim bir şey vardı: Dünya, insanın içinde gizliydi. Asi Nehri’nin kenarında otururken, sanki o suyun akışında kendi kalbimin ritmini dinliyordum. Bir yanda köyün kalabalığı, diğer yanda Asi’nin yalnızlığı… İşte bu zıtlık, çocuk yaşta bile bana hayatın aslında iki uç arasında dengede olduğunu öğretti.
Çamurdan Öğrendiğim Ders
Şimdi düşünüyorum da, köyümde çamurla geçen çocukluğum bana üç şey öğretti:
-
Hayal gücü: Elimde ne varsa onunla yeni bir dünya kurabilmek.
-
Sabır: Çamur yoğrulmadan, şekle girmeden oyuncak olmaz. Hayat da böyledir.
-
Kanaatkârlık: Elindekine şükretmek, onunla mutlu olmayı bilmek.
Belki bugün bana kim olduğumu soranlara uzun uzun açıklamalar yapabilirim. Ama özünde, cevabım basit olurdu: “Ben çamurla yoğrulmuş bir çocuğum.” Çünkü kişiliğimin, hayata bakışımın temeli, o köydeki çamurlarda gizlidir.
Çayırların Sessizliği ve Asi Nehri
Köyümün çayırları, çocukluğumun en sessiz ama en gürültülü yeriydi. Sessizdi; çünkü rüzgârın hışırtısından başka bir ses duyulmazdı. Gürültülüydü; çünkü o hışırtıların arasında hayal kuran bir çocuğun iç sesi, gökyüzünden yere inen yıldırımlar kadar güçlüydü. Çayırlar benim için oyun bahçesinden öteydi; hayatın ilk fısıltılarını duyduğum yerdi.
Her bahar, köyümüzün çayırları yemyeşil bir halıya bürünürdü. Sabahın erken saatlerinde güneş ışınları toprağın üzerindeki çiğ tanelerine vurduğunda, sanki binlerce kristal parıldardı. Ayakkabısız koşarken ayaklarım o çiğ tanelerinin serinliğini hissederdi. O serinlik, bedenimi ürpertirdi ama ruhumu dinginleştirirdi. Çocukken bilmezdim; ama şimdi anlıyorum ki, o çayırların içinde hissettiğim huzur, yıllar sonra bile en zor anlarımda bana sığınacak bir hatıra olarak kalmış.
Çocukluğun Sığınağı
Köy evlerinin dar duvarları arasında sıkışan çocuk kalbim, çayırların uçsuz bucaksız özgürlüğünde kanatlanırdı. Arkadaşlarımla birlikte çayıra çıktığımızda, sanki dünya büyürdü. Taşların, böceklerin, yabani çiçeklerin bile bizimle konuştuğuna inanırdım. Bir papatyanın yaprağını koparırken içimden “seviyor mu, sevmiyor mu” diye sayıklamam, aslında çocuk aklımla bile kalbimde sevgi arayışının olduğunu gösterirdi.
Çayırda saatlerce koşar, yuvarlanır, bazen de gökyüzüne bakarak uzanırdık. Bulutların şekillerini izlerdim; kimisi deveye, kimisi kuşa benzerdi. Hayal gücüm, bulutların arasında yolculuk ederdi. Belki de o günlerde başlayan bu hayal serüveni, beni yıllar sonra düşünen, sorgulayan, yazan bir insana dönüştürdü.
Asi Nehri’nin Kıyısında
Ama bütün bu çayırların ve oyunların ötesinde, benim için asıl büyülü olan şey Asi Nehri’ydi. Çocukken bile biliyordum: Bu nehir sıradan değildi. Adı gibi başına buyruk, inatçı, bazen hırçın, bazen de dingin… Bir çocuk için, Asi’nin kıyısında oturmak, sanki koca bir evrenin kapısını aralamak gibiydi.
Asi’nin sesi vardı. Rüzgârla birleşen, kıyıya çarpan dalgaların sesi… Ben o sesi dinlerken, içimde garip bir şey hissederdim. Sanki o suyun akışı bana hayatı anlatıyordu. “Bak çocuk,” diyordu, “hayat böyle akar. Bazen taşkın, bazen dingin. Ama hiçbir zaman durmaz.” Çocuk aklımla bile, Asi Nehri bana sabrın, akışın ve kabullenişin dersini veriyordu.
Bir gün babamla birlikte nehir kıyısına gitmiştik. Balık tutuyordu. Ben kıyıda oturmuş, suyun akışını izliyordum. Babam bana dönüp, “Oğlum,” dedi, “hayat nehir gibidir. Önüne ne çıkarsa çıksın yolunu bulur. İnsan da öyle olmalı. Bazen taşlara çarparsın, bazen engeller çıkar, ama durursan çürürsün. Akmayı bırakma.” O söz, çocuk yüreğimde yer etti. Bugün hâlâ hayatımın en zor anlarında Asi Nehri’nin sesiyle birlikte babamın o nasihatini duyarım.
Çayırın Öğrettiği Huzur
Çayırlar sadece oyun değil, aynı zamanda huzurdu benim için. Bir gün okuldan kaçıp tek başıma çayıra gittiğimi hatırlıyorum. Çantamı bir kenara bırakmış, otların üzerine uzanmıştım. Gökyüzü masmaviydi. O an içimden bir şey geçti: “Dünya çok büyük ama ben onun içinde küçücüğüm.” İşte ilk kez o gün yalnızlığın farkına vardım. Yalnızlık bana korku değil, düşünme fırsatı verdi. Çocuk yaşta bile hayatın anlamını sorgulamaya başlamıştım.
O an gözlerimi kapattım. Rüzgârın yüzüme dokunuşunu hissettim. Kuşların ötüşünü dinledim. İçimde tarifsiz bir huzur vardı. Belki de o gün, doğanın bana verdiği en büyük armağanı aldım: insan kalabalıklarla değil, doğanın sessizliğiyle bütünleştiğinde kendini bulur.
Asi’nin Şarkısı
Asi Nehri sadece bir nehir değildi. Onun bir şarkısı vardı. Gözlerimi kapatıp dinlediğimde, o şarkının içinde bazen hüzün, bazen neşe, bazen de umut vardı. Sanki Asi, insana şunu söylüyordu: “Her duygu senin yolculuğunun bir parçası. Kaçma. Kucakla.”
Ben de öyle yaptım. Asi’nin hırçın dalgaları bana cesareti, dingin akışları ise sabrı öğretti. Asi’nin kıyısında ağladığım da oldu, hayaller kurduğum da. Çocukluğumun en gizli sırlarını o nehre fısıldadım. Belki de o yüzden Asi, benim için sadece bir coğrafya değil, ruhumun bir parçası oldu.
Çayır ve Nehir Arasında Büyüyen Çocuk
Köyün çayırları bana özgürlüğü, Asi Nehri bana hayatın akışını öğretti. Bir çocuğun ruhu, aslında doğanın aynasında şekillenir. Benim ruhum da o çayırların sessizliğiyle, Asi’nin şarkısıyla büyüdü. Bugün hâlâ, kalabalıkların gürültüsünden sıkıldığımda içimden bir ses beni oraya çağırır: “Gel, yeniden o çayırlara uzan. Gel, Asi’nin kenarında otur.”
Çocukken fark etmezdim ama şimdi çok iyi biliyorum: O çayırların huzuru ve Asi’nin akışı, benim iç dünyamın temel taşlarını oluşturdu. Belki de hayatıma yön veren en derin duygular, köyün sessiz çayırlarında ve Asi’nin asi şarkısında gizliydi.
Yatılı Okulun Duvarları Arasında
Çocukluğumun köy çamurları, çayırların özgürlüğü ve Asi Nehri’nin şarkısı, bir sabah ansızın yerini ağır demir kapılara, kalın duvarlara ve yabancı yüzlere bıraktı. Henüz yedi yaşındaydım. Bir çocuğun hayatında yedi yaş, aslında anne kucağının sıcaklığını en çok hissettiği, köyünün dar sokaklarında kaybolmadan oynadığı yıllardır. Ama benim yedinci yaşım, “ayrılık” kelimesiyle tanıştığım yıl oldu.
Ayrılığın İlk Acısı
O sabahı unutmuyorum. Annem bana yeni yıkanmış, biraz da sert duran beyaz gömleğimi giydirdi. Üzerime biraz bol gelen lacivert pantolonu çekti. Saçlarım yağla geriye taranmıştı. Elime yeni alınmış bir çanta tutuşturuldu. O çantanın kokusu hâlâ burnumdadır; biraz yeni kumaş, biraz da annemin elinin kokusu vardı üstünde.
Okula götürülürken yol boyunca suskundum. Asi Nehri’ni geçerken pencereden baktım. “Bir daha seni görebilecek miyim?” diye içimden geçirdim. Çocuk yüreği anlamaz aslında ayrılığı; ama kalbinin bir köşesinde bir şeyin eksildiğini hisseder. İşte ben de o gün, içimdeki boşluğu ilk kez fark ettim.
Okulun bahçesine vardığımızda kalabalık bir çocuk topluluğu gördüm. Kimisi ağlıyordu, kimisi meraklı gözlerle etrafı süzüyordu. Ben annemin elini sımsıkı tutuyordum. Ama bir süre sonra o el, yavaş yavaş avuçlarımdan kaydı. Annem gözlerime baktı, “Oğlum, okuyacaksın. Bizim gururumuz olacaksın,” dedi. İşte o anda gözlerimden yaşlar boşandı. İlk defa, gerçekten yalnız kaldığımı hissettim.
Yatılı Okulun Soğukluğu
Okulun duvarları bana çok büyük gelmişti. Kocaman sınıflar, uzun koridorlar, demir ranza yatakları… Her şey köyümün basitliğinden çok farklıydı. İlk geceyi asla unutamıyorum. Üst ranzaya yatırmışlardı. Yanımda hiç tanımadığım çocuklar vardı. Kimisi ağlıyor, kimisi sessizce tavana bakıyordu. Ben de başımı yastığa koyduğumda, annemin kokusunu özledim. Yastığımı gözyaşlarımla ıslattım.
İlk günlerde okul bana bir hapishane gibi gelmişti. Sabahları çalan zil, bizi askeri bir düzenle kaldırıyordu. Oysa köyde sabahlar, horoz sesiyle, annemin tandır ekmeği kokusuyla başlardı. Burada o kokunun yerini soğuk bir yemekhanenin buharı almıştı. Çocuk kalbim için bu çok ağır bir değişimdi.
Öğretmenler ve İlk Dokunuş
Ama zamanla anladım ki, yatılı okulun duvarları sadece soğukluk değil, aynı zamanda bir geleceğin kapılarıydı. Öğretmenlerimden biri, hayatımda iz bırakacak kadar özel bir insandı. Adını şimdi anımsadığımda bile kalbim ısınır. O, bizlere sadece ders anlatmaz, aynı zamanda hayatı öğretirdi.
Bir gün sınıfta bana dönüp, “Erol,” dedi, “senin gözlerinde merak görüyorum. Hiç kaybetme onu.” O söz, çocuk ruhumda derin bir iz bıraktı. Çünkü köyde sadece çamurla oynayan bir çocuktum. Ama o öğretmen, gözlerimde daha fazlasını görmüştü. İşte o gün, belki de ilk kez kendime güvenmeyi öğrendim.
Yalnızlığın Kardeşliği
Yatılı okulun bir başka yanı da arkadaşlıktı. Biz orada kardeş olduk. Çünkü hepimiz aynı özlemi yaşıyorduk. Annelerimizi, köylerimizi, evlerimizi özlüyorduk. O özlem bizi birbirimize bağladı. Bir ekmeği bölüşür, bir battaniyeyi paylaşır, en önemlisi de acılarımızı ortak ederdik.
Bir gece hatırlıyorum, yan ranzadaki arkadaşım ağlıyordu. “Annemin sesini özledim,” dedi. Ben de sustum, ama elimle onun elini tuttum. O an anladım: Bazen hiçbir söz, bir çocuğun yalnızlığını gideremez. Ama bir el, bir dokunuş, o yalnızlığı hafifletir. İşte biz öyle büyüdük; susarak, paylaşarak, birbirimize yaslanarak.
Disiplinin Gölgeleri
Tabii yatılı okul sadece dostluk ve öğretmen sıcaklığı değildi. Sert disiplin de vardı. Sabah kalkışlarda geç kalanlar cezalandırılırdı. Kurallar katıydı. Çocuk kalbimiz için bu, bazen ağır bir yük olurdu. Ama şimdi geriye dönüp baktığımda, o disiplinin bana kattığı şeyleri görüyorum. Sabırlı olmayı, zamanı yönetmeyi, sorumluluk taşımayı orada öğrendim.
Bir gün, ödevimi yapmadığım için öğretmenim bana kızmıştı. O an çok üzülmüştüm, ağlamıştım. Ama o kızgınlık, bana sorumluluk bilincini öğretti. Bugün hâlâ işimi ciddiyetle yapıyorsam, bunun temeli o yıllarda atıldı.
Özlemin Derinliği
Her tatil vakti geldiğinde içimde tarifsiz bir heyecan olurdu. Köyüme dönecek, annemin tandır ekmeğini yiyecek, babamla Asi Nehri kıyısına gidecektim. Ama ne zaman geri dönüş zamanı gelse, içimde bir yara açılırdı. Çantamı toplarken gözlerim dolardı. Annem bana sarılır, “Okuman lazım oğlum, dayan,” derdi. Ben de gözyaşlarımı saklardım.
Aslında o yıllar bana sabrı öğretti. Yedi yaşında bir çocuk için ayrılık çok ağırdır. Ama ben dayanmayı öğrendim. Yüreğimde hep bir özlem vardı, ama o özlem beni güçlü kıldı.
Yatılı Okulun Öğrettiği Hayat
Şimdi geriye dönüp baktığımda, yatılı okul bana üç şey kattı:
-
Sorumluluk: Hayatın ciddiyetini küçük yaşta öğrendim.
-
Kardeşlik: Yalnızlık içinde dayanışmayı, dostluğu tattım.
-
Özlemle güçlenmek: Ayrılıklara rağmen ayakta kalmayı bildim.
Belki de o duvarların soğukluğunda yoğrulmasaydım, bugün hayata bu kadar dirençle bakamazdım. Yatılı okulun zili her sabah çaldığında, aslında hayat bana şunu fısıldıyordu: “Dayan, büyüyorsun.”
Hatay’ın Sokaklarında ve Uzun Çarşıda
Hatay’ın dar sokakları, taş duvarlarıyla geçmişin nefesini bugüne taşıyan sessiz tanıklardır. Her bir köşe başında Arapça bir şarkının ezgisiyle Türkçe bir sohbetin sesi iç içe geçer; farklı inançların kapıları aynı sokağa açılır, farklı mutfakların kokuları aynı havayı doldurur. Bu sokaklar, yalnızca yollar değil; yüzyılların biriktirdiği kimliğin canlı damarlarıdır.
Uzun Çarşı’ya adım attığınızda hayat birden hızlanır. Baharatçılardan yükselen tarçın ve kimyon kokusu, taze pişen künefenin şerbetle buluştuğunda saçtığı tatlı rayihayla karışır. Sokak satıcılarının bağırışları kulaklarda yankılanır: “Taze zahter! Yeni demlik için nane!” Çocuk gözünden bakıldığında bu çarşı, rengarenk bir masal dünyasıdır: kırmızı biber yığınları birer ateş dağına, altın sarısı leblebiler gökyüzüne serpilmiş yıldızlara benzer. Künefenin sıcaklığı sadece dilde değil, ruhun en derin yerine işleyen bir sevinçtir.
Ve tüm bu seslerin, renklerin, kokuların arasında Hatay’ın manevi ruhunu besleyen bir isim yükselir: Habib-i Neccar. Onun inancı uğruna ortaya koyduğu cesaret, şehrin sokaklarında hâlâ yankılanır. Çocuk zihninde o, yalnızca bir tarihsel şahsiyet değil; korkunun gölgesinde dahi doğruluktan vazgeçmeyen bir kahramandır. Bu kahramanlık, büyürken içimizde bir karakter inşası olur: adaletten sapmamak, haksızlık karşısında susmamak, inandığını korumak… Sokakların öğrettiği kültürel çeşitlilik, Uzun Çarşı’nın lezzetleri ve sesleri nasıl kimliğimizi yoğurduysa, Habib-i Neccar’ın direnişi de içimizde dik durmayı öğreten manevi bir mihenk taşıdır.
Babamın Gölgesinde Şahsiyet İnşası
Hayatımda en büyük öğretmenim, sırtımı yasladığım en sağlam dağ, babamdı. Onun nasihatleri birer öğüt cümlesi değil, hayata kazınmış pusulalardı. Bana “Oğlum, kalkacağın yere oturma, hak etmediğin yere uğrama, oturduğun yerden de kalkma,” derken yalnızca bireysel ahlakı değil, bir ömrün istikametini çizmişti. Bu sözler, hayatın karmaşası içinde bana hem sabrı hem de dik durmayı öğreten birer mihenk taşı oldu.
Köy hayatı, yalınlığı ve doğallığıyla bana kanaati, azla yetinmeyi, emeğin kutsiyetini öğretti. Şehir ise hızın, rekabetin ve hengâmenin ortasında insanın ne kadar kolay kaybolabileceğini gösterdi. Köyden şehre uzanan bu yolculuk, aslında ruhumun da sınavıydı. Köydeki sadelik ile şehirdeki gösteriş arasında, babamın öğütleri bana bir köprü oldu. Ne köyün yoksunlukları ne de şehrin aldatıcı ihtişamı, kişiliğimi köreltmedi. Çünkü şahsiyet, dışarıdan alınan bir süs değil, içeride inşa edilen bir kale idi.
Hatay, bu yolculuğun en derin izlerini bıraktığı coğrafya oldu. Kültürlerin buluştuğu, farklılıkların iç içe geçtiği bu toprak, bana hoşgörünün ve çok sesliliğin değerini öğretti. Çocukluğumun dar sokaklarından yükselen ezan sesleriyle kilise çanlarının aynı anda duyulması, bana insanın özünde aynı arayışın peşinde olduğunu fısıldadı. Bu çok katmanlı hayatın içinde, babamın öğütleri yeniden anlam kazandı: Adaletin olmadığı yerde özgürlük olmaz, merhametin olmadığı yerde insan kalmaz, doğruluğun olmadığı yerde gelecek kurulmaz.
Şahsiyetimi şekillendiren bu üç sacayağı –babamın nasihatleri, köyden şehre geçişin öğrettikleri ve Hatay’ın derinlikli mirası– bugün bana sadece geçmişi hatırlatmaz; geleceğe dair de bir yol haritası sunar. İnsan, nereden geldiğini bilmeden nereye gideceğini bilemez. İşte bu yüzden babamın gölgesi, hâlâ önümde yürüyen bir ışık gibidir.
Erol Kekeç/02.03.2024/Sancaktepe/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder