Bu Blogda Ara

15 Temmuz 2025 Salı

Yüksek Teknoloji Alçak Vicdan

 


Bir ülkenin nükleer silah üretmesi, gökyüzünü delip geçen füzeleri, radar ağlarıyla örülmüş hava savunma sistemlerine sahip olması, o ülkenin gelişmişliğinin bir göstergesi değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır. Bunlar, sadece teknolojik kabiliyetin ve maddi yatırımların sonucudur. Ancak insanlığın gelişmişliği ne kadar füze attığıyla değil, ne kadar yetim doyurduğuyla, ne kadar adil davrandığıyla, ne kadar merhamet taşıdığıyla ölçülür.

Bakın Kuzey Kore’ye... Hindistan’a... Pakistan’a... Hepsinde nükleer başlık var. Ama sokakta insanlar açlıktan ölüyor. Çocuklar yalınayak dolaşıyor. Eğitim bir lüks, sağlık bir mucize gibi görünüyor. Nükleer silaha sahip olmak, gökyüzünü delmek için değil, önce yeryüzünü adam etmek içindir. Eğer insan açsa, hukuksuzsa, geleceksizse, füzelerin gölgesinde büyüyen bir toplumda ne huzur olur ne de medeniyet.

Seçim öncesi dönemlerde yaşadığımız tiyatrolar artık kabak tadı vermeye başladı. Aynı maskeler, aynı senaryolar, aynı vaatler... Fakirlik zirvede. Yaşam koşulları her geçen gün daha da kötüleşiyor. İnsanlar artık sabah değil, karanlıkla uyanıyor; akşam değil, çaresizlikle uyuyor. Mutsuzluk artıyor, toplumsal çözülme derinleşiyor. Yeni nesil, pusulasız bir yolculuğa çıkmış. Rotası yok, hedefi yok, istikameti yok. Bir elinde telefon, diğer elinde boşluk... Eğitim sistemimiz? Tabiri caizse, tabanı deldi. Yani düştü. Hatta çökmedi, göçtü. Artık öğretmenler öğretmiyor, öğrenciler öğrenmiyor. Herkes ezberin kurbanı, herkes sınavın esiri...

Hukuk? Ah adalet... Kendi adaletinden utanır hale geldi. Mahkemeler adil değil, adaletsizlikten ağlıyor. Hâkimler karar değil, talimat yazıyor. Rüşvet bir kültür, adam kayırma bir liyakat sistemi haline gelmiş. Layık olmayan insanlar, lâyık olmadıkları makamlara tırmandırılıyor. Merhametin değil, bağlantının, torpilin, parti üyeliğinin ve “bizden misin” sorusunun belirlediği bir kariyer düzeni kurulmuş durumda. Bu bir sistem değil, bir çürümedir. Ve çürüme tepeden başlar, köke kadar iner.

"Mümin olmak, insan olmak bizi bu hale getirmez," dediğimizde, her zaman karşımıza çıkarılan klasik söylemlerle karşılaşıyoruz:
“Eskiler camileri kapattı.”
“Tüp kuyruğunda bekledik.”
“Yağ yoktu, un yoktu.”
“Hatta hiçbir şey yoktu.”
“Bizim dönemimizde iHA yaptık, SİHA yaptık, uzaya roket yolladık.”

Bunlar bahane değil, bahaneye sığınmadır. Sizi eleştirenin dedesi camiyi kapatmadı. Tüp kuyruğunda bekleyen sizin dedenizdi, benim dedemdi. Ve onların sabrı, bugünün sorumlularına bahane olamaz. Hadi tüm geçmişin yükünü bir kenara bırakalım: Şimdi ne var? Adalet mi var? Refah mı var? Eğitimde başarı mı var? Güven duygusu mu var? Yok... Olmadığı gibi, her şey biraz daha geri gidiyor. Üretim yok, paylaşım yok, ama propaganda çok.

“İlla saman mı lazım?” diyenlerin boşboğazlıklarını işittiğimde, içimde tarif edemediğim bir rahatsızlık doğuyor. Çünkü mesele saman değil; mesele halkın karnı, çocuğun eğitimi, gencin umudu, yaşlının güvenliği... Mesele sadece füze değil, füzeyle beraber düşen insanlık…

Ama zamanla anladım. İnsan hak ederse, Allah ona verir. Hak etmeyen toplumlara verilmiş görünen her nimet, aslında bir imtihandır, bir istidracdır. Dışı altın, içi çürümüş bir paket... Parlayan teknolojiye bakarken içeride çürüyen vicdanları görmeyenler için göz değil, basiret gerek. Çünkü...

Mutsuzluğun arttığı, insanlığın öldüğü, ahlakın yerlerde süründüğü, adaletin ateşe atıldığı, merhametin kurşunlandığı bir toplumda…
Her gün uzaya yüz füze yollasanız da, gelişmiş olmazsınız. Aksine, korku paranoyasına tutulmuş, biyolojik canlı kalmanın ötesine geçememiş zavallı bir varlık haline gelirsiniz. Bir robot gibi yaşarsınız, bir makine gibi düşünürsünüz. Duygular körelir, ahlak donar, vicdan devre dışı kalır.

Tıpkı bizim gibi...

Köprü yapmak bir medeniyet göstergesidir, doğru. Ama o köprü insanların gönlünü birbirine yaklaştırıyorsa… Eğer o köprü geçildikten sonra insan stres oluyorsa, o köprü lanetle anılıyorsa, bu bir medeniyet değil, bir felaket inşasıdır. Medeniyet, sadece taşla değil; gönülle, merhametle, adaletle kurulur.

Bakın Edirne Uzunköprü’ye…
Bakın Urfa Birecik Köprüsü’ne…
Bu köprüler sadece iki yaka arasında yol yapmadı; kültür inşa etti, medeniyet taşıdı. Üzerinden geçen sadece insanlar değil, dostluktu, güven duygusuydu, komşuluktu. Ama bugün geçilen köprüler sinirle, lanetle, küfürle geçiliyor. Sadece yollar değil, insanlık da kopuyor. Köprüler medeniyet değil, gidişatın sembolü oluyor: Gidişin, göçün, çöküşün...

Bu satırları yazarken karanlık bir odadayım. Gece sessiz ama içim gürültülü. Bu yazıyı yazmak “iş olsun” diye değil. Kimse beni bir şey sansın diye değil. Bilinsin ki, ben bu satırları idrak, basiret ve izan adına yazıyorum. Çünkü kelimeler yetmiyor artık içimi anlatmaya. Çünkü bir yerden sonra susmak da yetmiyor.

Toplum olarak öyle bir hale geldik ki; duygusuzlaştık, duyarsızlaştık. Mutluluk içimizde değil, ekranlarda. Değerler evin içinden değil, sosyal medya beğenilerinden belirleniyor. İnsan artık insanla değil, algoritmalarla konuşuyor. Çocuklar sevinmeyi öğrenemeden büyüyor. Gençler hayal kurmadan yaşlanıyor. Aileler birlikte ama birbirine yabancı. Komşular bir duvar kadar uzak, bir zil kadar sessiz.

Neyi kaybettik biz? Ne oldu bize?
Dert anlatılamaz hale gelmiş, çözüm önerene düşman gözüyle bakılır olmuş. Vicdanla konuşana “hain”, haksızlığa isyan edene “terörist” deniyor. Her şey tersine dönmüş. İyilik eziliyor, kötülük ödüllendiriliyor.

Diyoruz ki; insan olmak, mümin olmak bizi bu noktaya getirmemeliydi. Ama nefsimiz bize başka şeyler fısıldıyor. Kibir, hırs, gösteriş... İçimizdeki Firavun büyüyor ama biz hâlâ “ben Musa’yım” demeye utanmıyoruz. Toplum her geçen gün yalnızlaşıyor, birey her geçen gün kendine yabancılaşıyor.

Bugün gökyüzüne füzeler fırlatan bir ülke olabiliriz. Ama adalet yere düşmüşse, bu başarı değil bir trajedidir. Çünkü gökyüzünü fethetsen ne yazar, yüreğini kaybetmişsen? Çünkü ne kadar uzaya çıkarsan çık, içinde insanlık yoksa, gideceğin yer karanlıktır.

İşte tam da bu nedenle;
Bir ülkenin gelişmişliği, yaptığı füzelerle, ürettiği köprülerle, binaların yüksekliğiyle ölçülmez. O ülkenin çocuklarının kahkahası varsa, adaleti hakikaten işletiliyorsa, gençleri hayal kurabiliyorsa, yaşlısı güven içindeyse, işte o ülke gelişmiştir.
Yoksa sadece füze fırlatan bir organizmaya, modern görünümlü bir zavallılığa dönüşürüz.

Ve ne acıdır ki, biz zaten dönüşüyoruz.

Bahadır Hataylı/20.06.2025/Sancaktepe/İST

13 Temmuz 2025 Pazar

Altın Kalplerin Çamur Evleri-Bir Değişimin Sessiz Feryadı

 


Bir zamanlar...

Çamurdan yapılmış evler vardı. Toprak sıvaları her yağmurda kabarır, güneşte çatlar ama içinde yaşayanların yüreği hiç kabarmazdı. Dışı sade, içi sıcak o evlerde soba başında toplanan kalabalık aileler olurdu. Bir lokma ekmek, bir tas çorba, bir kucak sevgi… Her şey paylaşılırdı. Kimsenin ne yoksulluğu utanılacak bir şeydi ne de zenginliği övünülecek bir neden. İnsanlar birbirine bakarken para değil, yürek görürlerdi.

Bugün ise...

Altın kaplamalı evlerde yaşıyor insanlar. Yüksek duvarların ardında, elektrikli çitlerle çevrili villalarda. Yerler mermer, tavanlar avizelerle süslü, ama o evlerin içinden bir huzur, bir sıcaklık yükselmiyor. Her odada ayrı bir yalnızlık var. Kalpler taş, sözler sahte, gülüşler plastik...

Ne oldu da bu hale geldik?

Evin Ruhu ve İnsan Yüzü

Eskinin evleri sıvalı değildi belki ama içlerinde “ruh” vardı. Kapıdan girince sizi sarıveren bir “hoş geldin” hissi olurdu. Her odanın kokusu, dokusu başkaydı. Mutfakta annemin ekmek pişirdiği tandır taşının sıcaklığı vardı. Ocağın başında ısınan kediler, sabah namazına kalkan dedemin dua sesleri, kışın camdaki buğuda çizilmiş çocuk resimleri… Hepsi bir evin ruhunu oluştururdu.

Şimdi evler ruhsuz. Her biri katalogdan çıkma gibi. Mobilyalar aynı, perdeler aynı, mutfakta sanki yemek pişmemiş gibi. Çünkü artık evler yaşanmak için değil, “gösterilmek” için yapılıyor. Instagram’da beğeni almak için. Misafir ağırlamak için değil, “misafir gelmesin” diye dizayn edilmiş salonlar var artık. İnsanlar evlerinde yabancı, odalarında yalnız.

Kalbin Altınla İmtihanı

Eskiden altın kalpli insanlara rastlamak zordu ama imkânsız değildi. Çünkü altın kalplilik, çok para kazanmakla değil, azla yetinip çokça paylaşmakla olurdu. Komşu komşunun tenceresinden haberdardı. Çocuğu hasta olan için köy bir araya gelir, tarlasını sel götürenin zararı birlikte omuzlanırdı. Cenazede herkesin eli toprağa girer, düğünde herkesin avucu duaya açılırdı.

Bugün insanlar birbirini sadece ekranlardan tanıyor. Komşu kapısı ya kilitli ya da kameralı. Bir çocuk aç mı, yaşlı yalnız mı, kimse bilmiyor. Kalpler altın gibi parlamıyor artık; paranın altın hali, kalbin altın halini öldürdü. Zenginlik arttı, ama yürek fakirleşti. Oysa insanın gerçek zenginliği, cebinde değil, kalbindeydi.

Çamurun Samimiyeti, Betonun Soğukluğu

Çamur ev demek samimiyet demekti. O evler kokardı. Toprak kokusu, tandır kokusu, ahırdan gelen saman kokusu… Hepsi insana “hayat buradadır” derdi. Kimi zaman duvarları dökülürdü ama o duvarların ardında hiç kimse yıkılmazdı.

Şimdi duvarlar yıkılmıyor ama insanlar paramparça. Beton evlerin içinde sevgisizlikten ölen ruhlar var. Artık çocuklar toprağa değil, ekrana dokunuyor. Bahçede koşturmak yerine tablet başında büyüyor. Ağaçtan elma koparmamış, soba üzerinde kestane pişirmemiş, annesinin gözünün içine bakarak doya doya gülmemiş çocuklar var artık.

Ve bu yeni nesil, samimiyetin kokusunu bile bilmiyor.

Gösterişin Çağı "Neye Sahipsen, O'sun"

Eskiden bir insanın itibarı, sadakatiyle, merhametiyle, çalışkanlığıyla ölçülürdü. Şimdi ise ne marka araba sürdüğüne, hangi semtte oturduğuna, tatilini nerede yaptığına bakılıyor. Altın kalplilik yerini altın saatlere bıraktı.

Oysa bir zamanlar en kıymetli “saat”, komşunun evinden gelen iftar ezanıydı. En değerli “tatil”, dedenin köyde anlattığı hikâyelerdi. Ve en şık “giysi” bir annenin el emeğiyle ördüğü hırkaydı.

Bugünse, insanlar markaların içinde kayboldu. Etiketler, kişiliklerin önüne geçti. “İnsan” olmadan “influencer” olunur hale gelindi.

Bir Zamanlar…

Bir zamanlar...

  • Sabah kahvaltısı sofrada yapılırdı, şimdi arabada.

  • Dertler omuz omuza paylaşılırdı, şimdi gizli gizli psikologlarda.

  • Evlere “misafir” gelirdi, şimdi “randevu alınarak görüşülen” insanlar var.

  • İnsanlar birbirine dua ederdi, şimdi dava açıyor.

Bir zamanlar...

Yaz akşamları serinliği birlikte teneffüs ederdi insanlar. Damda uyumak, ayı izlemek, yıldız saymak vardı. Şimdi herkes klimasında tek başına uyuyor; yıldızlar mı? Gökyüzüyle irtibat bile kalmadı.

 “Altın Kaplı Evlerde Çamurlaşmış İnsanlar”

Bugünün en büyük trajedisi işte burada saklı: dışı altın olanın içi çamurla dolu. Görkemli evlerin, süslü hayatların ardında derin bir ruhsuzluk, vicdansızlık, sevgisizlik var. İnsanlar birbirine değil, ekranlara bağlanıyor. Aileler yemek sofralarında bile birbirinin yüzüne bakmıyor.

Yüreği çamurlaşan insanlar, başkalarının acılarına duyarsız. Bir çocuk savaşta ölüyor, bir anne açlıktan intihar ediyor, bir baba çaresiz kalıyor… Ama bunlar sadece “haberde geçiyor” bizim için. Tıpkı bir dizi gibi izleyip, sonra akşam yemeğimize dönüyoruz. Kalpler artık titremiyor. Vicdanlar pas tuttu.

Altınla kapladık evlerimizi, arabalarımızı, gardıroplarımızı... Ama içimizde bir boşluk var. Bu boşluk, ne para ile doluyor ne de şöhretle. Çünkü o boşluk, ruhun, kalbin, insanlığın boşluğu…

Ne Yapmalı?

Yeniden çamur evlere dönmemize gerek yok. Ama yeniden çamur evlerin insanlarına benzemeliyiz.

  • Yüreğimizi sadeleştirmeliyiz.

  • Paylaşmayı unutmamalı, bir tas çorbayı bile bölüşmeliyiz.

  • Gülüşlerimizi çocukça yapmalı, dertleri dostça paylaşmalıyız.

  • Gösterişten sıyrılıp, gönülden konuşmalıyız.

  • Eşyaları değil, insanları sevmeyi öğrenmeliyiz.

Altın kalpli insanlar olmak için altın almaya değil, kalp temizlemeye ihtiyacımız var.

Bir Duvarın Çatlağında Gizliydi İnsanlık

O çamur evler yıkıldı belki ama biz onları sadece fiziksel değil, ruhsal olarak da terk ettik. Oysa gerçek ev, çatısı toprak değilse de kalbi toprak gibi olan bir insandır.

Dışarıdan ne kadar süslersek süsleyelim, içimiz çamurla dolduysa altın hiçbir işe yaramaz.

Gelin bu dünyayı bir çamur ev gibi görelim yeniden. Alçak gönüllü, sade ama sıcak… Gökyüzüne açık, yüreklere yakın.

Belki o zaman, altın kalpler yeniden doğar. Belki çocuklar yeniden yıldızları izler. Ve belki bir gün, birinin dilinden şu sözler dökülür:

“Bir zamanlar, altın kalpli insanlar yeniden var oldu. Ve dünya, sessizce gülümsedi…”

Erol Kekeç/13.06.2025/Sancaktepe/İST 

Sözün Bitip Yalanın Başladığı Yer Bugünün Siyaseti



 


Bundan belki yıllar sonra tarihçiler bu dönemi incelerken, uzun uzun şaşkınlıklarını yazacaklar.
Diyecekler ki:
"Nasıl oldu da milyonlarca insan, her gün kendisine yalan söyleyen insanlara alkış tuttu?
Nasıl oldu da bir halk, defalarca kandırıldığını bildiği halde aynı yüzlere umut bağladı?
Nasıl oldu da siyaset, halkın hizmetkârı olmak yerine efendisi oldu, ama kimse bunun farkına varamadı?"

Biz bugün, bu çarpıklığın tam ortasındayız.
Ve şunu artık yüksek sesle söylemenin vakti geldi:
Siyaset, bu ülkede halkı yönetmek değil; halkı aldatmak için kurulmuş bir illüzyon oyununa dönüştü.

Siyasetin Anlamı ve Gerçek Mahiyeti

Siyaset, kelime anlamı olarak yönetmek, idare etmek, toplumu düzene sokmak gibi anlamlar taşır.
İdeal anlamda siyaset; halkı adaletle, şeffaflıkla, ehliyetle, liyakatle yönetmek için organize edilmiş bir mekanizmadır.
Toplumda huzurun, barışın, refahın, gelişmenin altyapısını kurmak için vardır.
Siyasetçi; halkın hizmetkârıdır, hesap verendir.
Siyaset; bilgiye, veriye, ahlaka ve vicdana dayanır.
Yani aslı itibariyle siyaset, bir erdem sanatıdır.

Ama ne zaman ki bu erdemin yerini çıkarlar aldı,
Ne zaman ki hesap vermek değil, sadece "seçimi kazanmak" öncelik hâline geldi,
İşte o zaman siyaset, bir yönetim sanatı olmaktan çıktı,
Halkı kandırma sanatı hâline geldi.

Bugün Türkiye'de siyaset, ahlaki bir mecra değil,
taktiksel bir manipülasyon tiyatrosudur.

Aldatma ve Manipülasyonun Kurumsallaşması

Bugün hangi politikacının konuşmasını açarsanız açın,
Geçmişte söylediği şeylerle çelişmeyen bir cümlesini bulmak neredeyse imkânsız.
Bir gün “asla yapmayız” dedikleri şeyi, ertesi gün “yaptık ve çok doğru yaptık” diye savunurlar.
Bir gün “hain” ilan ettiklerini, öbür gün “kardeşim” yaparlar.
Bir gün “bizim kırmızı çizgimiz” dedikleri şeyi,
Ertesi gün siler atarlar, hem de halkı ikna etmeye bile tenezzül etmeden.

Çünkü bilmektedirler ki:
Bu halkın hafızası zayıftır.
Ve bu halk; ne kadar kandırılırsa kandırılsın, yine kandırana koşacaktır.

Ve böylece yalanlar bir yöntem değil, bir sistem hâline gelir.
Siyasetçi, ne kadar çelişirse çelişsin,
Eğer medyasını, istatistiğini, anketini kontrol ediyorsa,
Her türlü manipülasyonu “doğruymuş gibi” sunabilir.

İşte buna, kurumsallaşmış aldatma denir.
Yani sadece kişisel bir yalan değil,
Devlet aygıtının içinden organize bir kandırma operasyonu...

Siyasetin Günlük Eğlenceye Dönüştüğü Zamanlar

Her gün televizyonları açtığınızda aynı yüzler, aynı mimikler, aynı boş vaatler…
Siyaset konuşması adı altında yapılanlar,
Aslında bir tür gösteri sanatıdır.

“Şov yapıyoruz, ama ciddiyiz” denilen bir çelişki…
Milletin gözüne baka baka edilen yalanlar,
Ve ertesi gün o yalanlara kahkahalarla gülen kitleler…
Bir kabare gibi:
Bir aktör çıkıyor, esip gürlüyor,
Arkasından bir başkası geliyor, ötekini yalanlıyor,
Sonra hepsi bir araya geliyor, unutulmuş gibi yapıyor…

Tıpkı bir şirket tiyatrosu gibi…
Senaryosu belli, oyuncuları sabit, sahnesi parıltılı, seyircisi hipnotize…
Ve dikkat edin:
Bu tiyatroda kimse “gerçeği” umursamıyor.
Herkes bir oyun oynuyor.
Herkes bir rol kesiyor.
Ama hakikat?
O sahnede hiç görünmüyor.

Milleti “Günlük Eğlence Malzemesi ”ne Dönüştüren İktidarlar

Günümüz siyasetinde millet, artık bir hedef değil; bir araçtır.
İktidarlar için halk;
Sadece seçim zamanı hatırlanacak bir sayıdan ibarettir.

Siyasetçi halkı kandırır,
Ama öyle bir dille yapar ki, kandırıldığını bile hissettirmez.
Ekonomi çöker, o hâlâ “uçuyoruz” der.
İşsizlik patlar, “bu bizim stratejimiz” der.
Adalet çöker, “karar bağımsızdır” der.
İnsanlar açlıktan kırılırken, “şükretmeyi unutmayın” diye vaaz verir.

Yani halk, bir deney kobayı gibi kullanılmakta,
Her türlü başarısızlık, bir “zafermiş” gibi sunulmakta,
Ve halk, bu büyük illüzyona mecbur bırakılmaktadır.

Siyasetçinin Hesap Vermezligi-Yalanın Özgürlüğü

Siyasetçinin en büyük güvencesi şudur:
Hesap vermez.
Çünkü zaten halk, hesap sormaz.
Ne bir bakan görevinden alınır,
Ne bir başkan özür diler,
Ne bir lider yanlışını kabul eder.

Dün dediğini bugün inkâr etmek normalleşmiştir.
Bugün muhalefeti suçlayan,
Yarın aynı şeyleri kendi yaparken hiçbir yüz kızarması göstermez.
Çünkü yüz kalmamıştır.

Ve halk, tüm bu olanlara rağmen,
O siyasî figürü alkışlamaya devam eder.
İşte bu, büyük çöküştür.
Ahlaki felâket budur.

Bilimsel Planlamanın Yerini Popülizm Alınca

Gerçek siyaset, bilimsel verilerle yapılır.
Uzun vadeli planlama, sağlam kadrolar, liyakat esaslı atamalar, adaletli kararlar gerekir.
Ama bugünkü sistemde bunların hepsi rafa kaldırılmıştır.

Onun yerine ne vardır?
Göz boyama…
Kısa vadeli müjdeler…
Seçim öncesi “bir defalık” yardımlar…
Ve elbette “algı operasyonları”…

Bir ülkenin ekonomisi çökerken hâlâ “büyüme rekoru kırıyoruz” diyebilen bir sistem varsa,
Orada bilim değil, büyü yapılıyordur.

Ve bu büyüye halkı inandırmak için medya, anket şirketleri, troller, sosyal medya orduları seferber olur.
Yani yalan; sadece ağızdan çıkmaz,
Devletin bütçesinden beslenir.

“Halk İçin” Değil, “Kendisi İçin” Siyaset

Siyasetçi bir makama geldikten sonra halkı unutur.
Artık onun önceliği makamı korumaktır.
O yüzden ilk değişen şey, “dili” olur.

Seçim öncesi: “Biz hizmet için geliyoruz.”
Seçim sonrası: “Bizi eleştiren vatan hainidir.”

Seçim öncesi: “Halkın sofrasında olacağız.”
Seçim sonrası: “Lüks araçlar, korumalar, protokol orduları…”

Yani siyasetçinin değişmeyen özelliği,
İktidar koltuğunda kendine saray inşa ederken, halkı çadırda yaşamaya mahkûm etmesidir.

Ve en büyük utanç şudur:
Millet, bu zulme alışmıştır.

Çözüm Ne? Siyaset Yeniden Ahlaklı Olabilir mi?

Elbette çözümler vardır.
Ama bu, mevcut sistem içinde mümkün değildir.

Çünkü bu sistem, halkı kandırmaya göre kurgulanmıştır.
Burada dürüst bir siyasetçi barınamaz.
Burada ahlaklı olan dışlanır.
Burada şeffaf olan linç edilir.

Çözüm, önce halkın uyanmasıdır.
Unutmamalıyız ki:
Yalancı bir siyasetçi kadar, o yalana inanan halk da sorumludur.

Eğer millet hesap sorarsa,
Siyasetçinin dili değişir.
Eğer halk bilgiyle, bilinçle yaklaşırsa,
Yalanı ayıklamaya başlar.
Eğer medya özgür olur, bilim rehber olur,
O zaman siyaset, gerçekten yönetim sanatı hâline gelebilir.

Maskeler Düşmeden Değişim Olmaz

Bugün geldiğimiz nokta, siyaset adına bir ahlak iflasıdır.
Ne sözün bir değeri kalmıştır,
Ne yeminlerin, ne yasal sorumlulukların...

Siyaset; milleti oyalamak, avutmak, eğlendirmek için yapılan bir şov hâline gelmiştir.
Ama artık bu maskeleri indirme vakti gelmiştir.

Yarın bir gün tarih yazıldığında bu dönem şöyle anılacaktır:

“Yalanın, manipülasyonun, çelişkinin hüküm sürdüğü,
Halkın kandırılmayı alışkanlık edindiği,
Siyasetin aldatmanın kurumsal adı olduğu bir dönem…”

Ama belki de bazıları, işte o günün utancını bugünden hissetmeli.

Çünkü asıl mesele, ne partidir, ne liderdir, ne propaganda…
Asıl mesele: Gerçeği konuşma cesaretidir.

Ve bu yazı, bir başlangıç olsun diye yazıldı...

Bahadır Hataylı/10.06.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!