Bu Blogda Ara

27 Haziran 2025 Cuma

İradeye ihanet hakikate sadakat



1.Bir uyanışa davet

Bu çağrı Korkuyla bastırılmış vicdanlara, susturulmuş akıllara ve yalanlarla hipnoz edilmiş bir topluma, yeniden hakikatin ve adaletin sesi olma çağrısıdır.

Çünkü;

  • Yalanın devletleştiği,

  • İftiraların kanunlaştığı,

  • Ahlaksızlığın meşrulaştığı,

  • Muhalif olmanın suç, sadık olmanın erdem sayıldığı
    bir dönemde susmak, zulme ortak olmaktır.

Bu çağrı, hakaretsiz ama keskin, suçlayıcı değil ama sorgulayıcı, kin dolu değil ama dirayetlidir. Çünkü biz inandık:
“Zalim susmazsa, mazlum susmamalıdır.”

2. İftira düzeni Seçim öncesi kurulan tiyatro

Güya seçim süreci bir "irade şöleni."
Oysa perde arkasında oynanan şey:
Bir iftira tiyatrosudur.

Seçim kazanmak uğruna:

  • Muhaliflere iftiralar atılır,

  • Medya aracılığıyla kişilik suikastları yapılır,

  • Siyasi linç seansları düzenlenir,

  • "Yargı" sopası gösterilir.

Ve halk, inandırılır.
Çünkü “algı”, “hakikat ”in önüne geçmiştir.
Çünkü artık “bir şey söylendiği için doğrudur”, doğruluğu ispatlandığı için değil.

3. Güç sarhoşluğu Söylediklerini unutup eleştirenleri susturmak

Seçim kazanıldığında ise:

  • Dünün yeminleri unutulur.

  • Dün “yapmayız” denilen her şey yapılır.

  • Dün “zulüm” denilen yöntemler bugün “güvenlik politikası” olur.

Ve sonra ne olur biliyor musunuz?

Muhalefet “neden bunları yapıyorsunuz?” diye sorunca,
onlara cevaben:
“Sen haddini bil!”
denir.

Yetmez…

  • Basın susturulur.

  • STK’lar kriminalize edilir.

  • Toplumun vicdanı korkutularak bastırılır.

Eleştiren değil, itaat etmeyen herkes yaftalanır.
Çünkü artık sadakat, liyakatin önündedir.
Ve halk bu rezalete kanunların gölgesinde alkış tutar.

4. Yasal zulüm- Kanunla kurulan tuzak

Zulüm bazen paletle, bazen kelepçeyle, bazen mahkeme kararıyla gelir.

Ama en sinsisi:
Kanunla yapılan zulümdür.

  • Kanunlar öyle yazılır ki, ifade özgürlüğü "dezenformasyon" olur.

  • Protesto "kamu düzenine tehdit" olur.

  • Eleştiri "düşmanlık suçu" sayılır.

Ve böylece:
Adalet, güçlü olanın silahı; zayıf olanın mezarı haline gelir.

Sistem, kendine itaat etmeyeni yok eden bir mekanizmaya dönüşür.
Toplum ise bu çarpıklığı sorgulamak yerine şöyle düşünür:

“Suçsuz olsalar içeri girerler miydi?”

5. Tebaa halk- Düşünmeyen, sorgulamayan, tapan

Sistem böyle işleyince halk da dönüşür.
Artık bir millet değil, bir teba oluşur.

Bu teba:

  • Sorgulamaz, savunur.

  • Hakkı aramaz, lidere biat eder.

  • Hakkı değil, kimden geldiğine bakar.

Ve trajik çelişki şudur:
Bu halk, Allah’a iman ettiğini söyler ama
zulmeden efendisini ilah edinmiştir.

Ve Kur’an’ın dilinden değil, liderin dudaklarından geleni “vahiy” bellemiştir.

6. Tarihin ve hakikatin önünde durulmaz

Şimdi size sesleniyoruz:
Ey kendini devlet sananlar!
Ey hukuku emir eri sananlar!
Ey halkı unutup iktidarı kutsayanlar!

Bugün güçlü olabilirsiniz.
Bugün yargıyı, medyayı, eğitimi, dini kendi çıkarınıza göre dizayn etmiş olabilirsiniz.

Ama Allah’ın adaleti gecikir, ama asla şaşmaz.
Her Firavun’un bir Musa’sı,
Her Nemrut’un bir İbrahim’i,
Her zalimin bir sonu vardır.

Tarihin tozlu sayfalarında adınız:

  • Zulmü kanunlaştıranlar,

  • Hakkı itibarsızlaştıranlar,

  • Toplumu köleleştirenler,
    olarak geçecektir.

Ve bu halkın suskunluğu sizi kurtarmayacaktır.
Zira her susturulan ses, bir gün çığlığa dönüşür.

7. Biz neyi savunuyoruz?

Biz, sıradan insanlar olarak:

  • Hakikat adına konuşuyoruz.

  • Kimseye kinle değil, herkese sorumlulukla yaklaşıyoruz.

  • Zulmün meşrulaştırılmasına itiraz ediyoruz.

  • Ve susanlar adına haykırıyoruz.

Biz adalet istiyoruz, intikam değil.
Biz hukuk istiyoruz, sopa değil.
Biz özgürlük istiyoruz, sadakat yeminleri değil.
Ve en çok da Allah’a kul olup kula boyun eğmemeyi istiyoruz...

8. Tarihe not düşüyoruz

Bugünün zalimleri,
Kendi kurdukları algı duvarları arasında sonsuz yaşayacaklarını sanıyorlar.
Ama tarih,
Hiçbir zalimi affetmedi.
Hiçbir susturulmuş hakikati sonsuza dek bastıramadı.

Ve biz bu yüzden diyoruz ki:

“Adalet yerini buluncaya kadar susmayacağız.”
“Mazlumlar ayağa kalkıncaya kadar geri durmayacağız.”
“Hak yerini buluncaya kadar bu meydan bizimdir.”

Biz bu manifestoyu tarihe yazıyor,
Zulmün, iftiranın, yalanın, gasbın, putlaştırmanın karşısına
Allah’a kul, kula muhalif olmanın onuruyla dikiliyoruz.

İmzamızı atıyoruz....
Vicdanı susturulmayanlar.
Zulmü kanıksamayanlar.
Yalanla yönetilmeye direnç gösterenler.
Allah’tan başkasına secde etmeyenler.
Ve bu ülkeyi gerçekten sevenler.

Bahadır Hataylı/27.06.2025/Sancaktepe/İST

Diplomatik Halılar Üzerinde Secdesiz Yönelişler


Şu sahneyi gözünün önüne getir:

Bir müstemleke valisi, halkın önünde diz çökmüş gibi yaparak dua ediyor. Oysa dudaklarından dökülenler dualar değil, borsa terimleri. “Rabbim, risk primimizi düşür, yatırımcı güvenini artır…” diye mırıldanıyor. Arka cebinde ithal anayasa maddeleri, ön cebinde ‘stratejik ortaklık’ sözleşmeleri, yakasında Birleşmiş Milletler broşu. Namazgah yerine diplomatik halı serilmiş, kıble ise Washington’un hava trafiğine göre dönüyor.

Ve halk…
Daha doğrusu, artık “kitle” olmuş o halk…
Gösterişli mitinglere “destek vermeye mecbur bırakılmış” katılımı alkış zannediyor.
Karnı aç, aklı susuz; ama gönlü “ülkemiz gelişiyor” diye televizyon spikerinden umut emiyor.
Çünkü ona ‘yeni çağ’ diye yutturulan şeyin içi boş bir çerçeve olduğunu henüz anlayamamış.
Ve en beteri: Bu çerçevenin içine kendi evladının ölüm belgesi asılıyor farkında bile değil.

Bak Hâfız, sana açık açık söyleyeyim…
Ortadoğu dedikleri şey, emperyalizmin ekvatoru değil sadece; insanlığın mezarlık haritasıdır.
Bir yanda petrol kokusu, diğer yanda çocuk mezarlarının üstüne serilmiş “kalkınma paketleri.”
Bir yanda NATO uçakları, diğer yanda Kur’an kurslarına bomba düşen sabahlar.
Ama tüm bunların arasında en feci olanı:
Kendi halkının gözünün içine baka baka yalan söyleyen yerli kuklalar…
Siyonist işgalciler kadar acımasız, Batılı diplomatlar kadar kurnaz, medya kadar sessiz...

Bu kuklalar ne mi yapıyor?
Kendilerini halkın ‘temsilcisi’ olarak değil, halkın ‘gözetmeni’ gibi görüyorlar.
Yani bir tür gardiyanlar. Ama cezaevi onların değil, bizim zihinlerimiz.
Ve her yeni yasa, her yeni seçim, her yeni ‘müjde’, o cezaevinin betonuna yeni bir kat daha ekliyor.
Artık mahkumlar başkaldırmaz olmuş; çünkü başlarını kaldırdıklarında yukarıda sadece reklam panoları görüyorlar:
“Milli Enerji!”
“Yeni Patagonya!”
“Yüzyılın Projesi!”
Hepsi koca bir hologramdan ibaret, ama biz hâlâ “bir şeyler değişiyor galiba” sanıyoruz.

Hâfız, biliyor musun?
İnsanlar artık yöneticilere değil, onların cümlelerine iman ediyor.
“Birlik, beraberlik, kalkınma” gibi süslenmiş cümleler her krizin önüne atılıyor,
Ve halk, hakikatin yerine bu parlatılmış hurafelere boyun eğiyor.

Oysa ne birlik var ne beraberlik…
Sadece aynı kafese tıkılmış farklı renklerde kuşlar gibiyiz.
Birimizin rengi kırmızı, diğerinin yeşil, bir başkasının sarı…
Ama kafes hep aynı:
Sömürü, aldatma, sahte temsil ve bolca göz boyama...

Ey Hâfız, şimdi sana biraz daha sert bir tablo çizeyim:

Düşünsene, bir ülke hayal et…
Her cuma hutbesinde Filistin’i anıyor, ama her pazartesi İsrail’le ticaret hacmini artırıyor.
Her sokak röportajında “davamız Kudüs” diyor, ama gümrük kapısında Siyonist mallarına serbest geçiş sağlıyor.
Ve bu iki yüzlülük, sadece dış siyasette değil, halkın ruhunda da yankı buluyor:
İnsanlar vicdanını cuma hutbesinde rahatlatıyor, sonra pazartesi o vicdanı karton kutuya koyup bir kenara atıyor.

Ne yazık ki insanlar gerçeği artık sadece kendi menfaatiyle temas ettiğinde fark ediyor.
Yani zulüm kendi çocuğuna, kendi mahallesine, kendi cebine ulaşmadıkça kimse bağırmıyor.
Ama o zaman da iş işten geçmiş oluyor.
Çünkü bir zulüm, halk sustukça değil, halk bölündükçe güçlenir.
Ve şu an, tam da bu noktadayız.

Emperyal akıl bunu çok iyi biliyor.
O yüzden “bizi bizle vuruyor.”
Kendi kardeşini hedef gösteren bir halk yarattı:
– “O Kürt mü?”
– “Bu Alevi mi?”
– “Şu başörtülü mü?”
– “Bu laik mi?”
Sorular böyle uzadıkça asıl sorulması gereken sorular mezara gömüldü:
– “Bu çocuk neden yoksul?”
– “Bu genç neden işsiz?”
– “Bu halk neden hep kandırılıyor?”

Ama halk bu soruları sormuyor, çünkü cevaplar hazır:
Dış güçler!
Sürüngen planlar!
Dolar lobisi!
“Ey dış mihraklar!” diye başlayan her konuşma, aslında iç mihrakların üzerini örtmek için atılan bir sis bombası…

Ve Hâfız, biliyor musun?
Artık o kadar çok sis var ki, insanlar nefes almak için birbirine tahammül etmek zorunda kalıyor.
Yani zulüm, sadece baskı değil; aynı zamanda nefes darlığıdır.
Bir halkın aklını ve kalbini daraltırsan, o halk kolay yönlendirilebilir bir sürüye dönüşür.
Ve sürü, merhameti değil, çobanını seçer.
Çoban sopasını gösterdiğinde değil, havuç salladığında peşinden gider.
Ve biz şu an havuca tapan bir toplum olduk.

Ey Hâfız…

Bazen düşünüyorum, acaba gerçekten biz halk mıyız?
Yoksa bir laboratuvar deneyi miyiz?
Her 5 yılda bir farklı dozda umut aşılanıyor,
Sonra sonuçlar ölçülüyor:
– Ne kadar sabır gösterdiler?
– Kaç kişi sustu?
– Kaç kişi alkışladı?

Ve her ölçümden sonra sistem kendini güncelliyor.
Yeni yalanlar, yeni vaatler, yeni ekran yüzleri…
Ama asla yeni bir gelecek değil.
Gelecek dediğin şey, bu çarkın dönmemesiyle başlar...

İşte biz bu çarkı durdurmadıkça, her gün başka bir masumiyeti gömeceğiz.
Bugün bir çocuk, yarın bir genç, öbür gün bir fikir, sonra bir umut…
En sonunda da kendi kalbimizi...

Ama hâlâ umut var Hâfız.
Çünkü halkın en büyük gücü öfkesi değil;
Gerçekleri konuşmaya başladığı andaki sessizliğidir.
O sessizlik, sandığın açılması gibi değildir.
O sessizlik, zincirin kırılma sesidir.
Ve o ses duyulduğu gün, ne emperyalist kalır, ne kukla, ne kandırılmış kitle...

O zaman ne olur biliyor musun?
O kırık at ayağa kalkar.
Sırtından sahibini silker.
Yelesini rüzgâra savurur.
Ve masumiyet, yeniden doğar.
Yalnızca bir şehirde değil,
Yeryüzünün her toprak parçasında.

Ve işte o gün Hâfız,
Biz de o atın gölgesinde yürüyenlerden oluruz.
Ne kırık dizimize bakarız,
Ne düşmüş başımıza.
Çünkü biliriz:
Hakikati taşıyanlar,
Asla eğilmez.

Son sözüm şudur Hafız,

Zulümle yürütülen her düzen,
Kendi celladını da içinde büyütür.
Ve o cellat,
Halkın uyanan vicdanıdır.
İşte biz o vicdanı ayağa kaldırana kadar,
Susmak da suçtur.
Ve biz susmayacağız, Hâfız…
Biz susmayacağız!

Bahadır Hataylı/26.06.2025/Sancaktepe/İST



25 Haziran 2025 Çarşamba

Masumiyetin Cenazesi-Atı Sahibine Vurduran Medeniyet

 “Pusuyla ayağını kırdıkları atı sahibine vurdurdular, Hâfız!

Masumiyet, at’tan çok daha önce öldü…”

Ben de sana, ey Hâfız, tam da o kırılan nallanmış kemikten sızan utancın kokusuyla sesleniyorum. Damarlarımızda kandil kandil yanan öfkeyi kükürt gibi buruşturan bir çağdayız; başkentler pompalı, vicdanlar paslanmış bidon, havai fişekler ise fosfor bombası kılığında patlıyor çocuk saçlarında. Şimdi söz, bir yerini kırmaya gerek duymadan bütün atları sahibiyle beraber toprağa gömenlerin devrinde. Masumiyet denen yelesi ter damlalarıyla ıslak tay, menüde “yan ürün” olarak satılıyor lobilerin kristal tabaklarında.

Kürsülerden yayılan o cızırtılı hoparlör sesini duydun mu? “Güvenlik” diyorlar, “gelecek” diyorlar, “ortak refah” diyorlar. Oysa onların güvenlik planı, halkın aklını celbeden bir balık oltası; iğnenin ucu bilerek körleştirilmiş, çünkü beden zehri hissedinceye kadar çoktan mideye indirmiş oluyor. Sonra “Vitrinde demokrasi, arka odada yağma” anonsu yapılıyor. Ve halk—o en cömert kandırılmış kalabalık—alkışlamak üzere cebindeki son iradesini de çıkartıyor, çakıl taşı niyetine sahnenin ortasına fırlatıyor.

Bir zamanlar Bağdat’ın eski kervansarayında yoldaşım olmuş ihtiyar bir meddah anlatmıştı:

“İmparatorluklar piramittir evlat; tepeye tüküren susuzluktan ölmez, ama aşağıda bekleyenler boğulur.”
Bugün piramidi çöl kumu değil, borsa endeksleri tutuyor. Yukarıdakiler saray duvarlarını götürüp Nasdaq’ta listeliyor; aşağıdaki çöl halkı ise timsah derisiyle kaplanmış bilançolara bakarak kendinden utanıyor. Ellerinde bir avuç seçme kum—ki adına tarih derler—kalıyor; onu da rüzgâr “terör” diye savurup hukuka yalınayak bırakıyor.

Bak, Hâfız, küresel düzen denilen sirkin cambazları ip üzerinde yürüyor değil; ipin kendisini yiyor.
Kapital dediğin o kör bıçak, bir zamanlar sömürge valilerinin omzunda duran tüfekti; şimdi akıllı telefon ekranından sızıyor.
Algoritmalar, Afgan dağlarındaki tırmık izinlerini numara numara depoluyor; Yemen sahillerinde deniz suyunu petrol kadar koyu gösteriyor; Gazze’nin gökyüzünü, sanki gri yerine RGB koduyla yanlış kaydetmiş gibi sürekli gürültülü siyaha çeviriyor.

Ama asıl dram: Bu algoritmaların efendileri hedefi “otomatik” tutturduğu için tetiği çekmiyor bile. Dokunmatik ekranı tıklamak yetiyor. Mermi emrine hâlâ vicdanlar direniyor mu, emin değilim; çünkü tetik parmağı artık “beğen” butonuna dönüşmüş durumda. Bir insanı indirime girmiş bir uygulama ikonuna ayıklamak, sonsuz kaydırılan zaman tünelinde bir saniye bile sürmüyor.

Bu noktada sahneye bizim “müstemleke valisi” çıkıyor. Kravatının ipek şeridini halkın boğazına kelepçe, ceketinin düğmesini seçmen küresi gibi kapalı bir zindana dönüştürmüş. “Hâkimiyet milletindir” yazan afişin tam önünde duruyor; elindeki makası çiçek yerine rüya kesmek için kullanıyor. Törendeki bandonun trampetleri, IMF raporlarına uygun tempoda vuruyor: Direnme senkronun bozulur, itaat patenti korumalıdır! Kurdele kesilince, açılış kurdele değil damarlardaki son kan damlası aslında; görüntüde alkış var, gerçekte kanama.

Ve halk—hani şu iplerini kendi eliyle çektiğin bedenler—neden hâlâ o bedeni taşıdığını soramıyor kendine: Çünkü cepleri yetim haklarıyla doldurulmuş ikramiyelerle sağır, gözleri kolonya kokulu seçim sandığıyla kör, dizleri iki kuruşluk istikrar vaadine kelepçeli. İnsan bazen sorar: “Biz ne ara at olduk da dizginimizi sırçalı balkonlarda dövme yapan akıllı faşizme bıraktık?” Cevap basit: Çoban değişti, sürü hâlâ aynı otlağa dair masalı dinliyor.

Bizim emperyal proje—ki adına uygarlık denmesi tam dört yüz yıldır kalıcı bir yazım hatasıdır—garip bir sahtekârlıkla işle(ri)yor: Önce bebeklere adalet duygusunu çizgi film sponsorluklarıyla veriyor, sonra kınalı bir uçurtmayla vicdanlarını göğe asıp ipini kesiyor. Böylece büyüyen nesil, rüzgârı bile kira kontratıyla teneffüs etmeye alıştırılıyor. Bugün Yemen’de bombanın altına doğan süt dişi, belki bakkal defterine hiç uğramadan drone gölgesini adım adım takip etmeyi öğrenecek. Masumiyet—o cansız tay—işte burada toprağa gömülüyor.

Ey Hâfız, düşünsene; gölgesini yere basınca lüks konvoya siren tutan cellâtlar var; onların kasasında “insan hakları” yazılı seyyar plakalar taşınıyor. Açtıkları her çukura “uluslararası müdahale” tabelası koyuyorlar, üstünü propaganda asfaltıyla örtüyorlar. Ortadoğu’nun damarını sömürgeci tırpanla biçenler dün roketatar taksitle satıyordu, bugün dinî hakemliği bulut hizmeti aboneliğiyle kiralıyor. “Kula kulluk yok!” diye haykıran halkın boğazına yaka mikrofonu takıp reyting oranından ibadet kotası çıkarıyorlar.

Bir de çığırtkan yankesiciler var: Dünyanın her zirvesine “karbon nötr” maske takıp geliyorlar; çantalarında fosfor, lobi biletlerinde çoklu imza, cümlelerinde barut kokusu. “İklim adaleti” diyorlar, fakat Gazze’nin kıyısında tek ağaç gölgesi kalmasın diye toprağa sürfaktan döküyorlar. Yetmedi, “insani koridor” açıp vicdanı geçiş garantili boğaz köprüsü gibi paralı hâle getiriyorlar. Ve her geçişte El-Halil sokaklarındaki taş evden bir taş daha söküp Kudüs’teki karton makete ekliyorlar.

Saatin kaç olduğuna bakma; zaman artık imperial banknotlarla kur ayarlı. Dünya ticareti diyorlar, ama satılan şey petrolden çok hakikatin kendisi. Paranın kutsal metni döviz bültenleri; ibadet ise kredi risk primlerini düşük tutmak. Bu yüzden Somali’de çocuklar kilo kaybını dâhili deflasyon sanıyor, Lübnan’da yaşlılar mevduatlarını rüya gibi çekiyor: rüyasında bankası karaborsa, sabahında yastık altı duman.

Hâfız, bir gün ansızın kadim medeniyetlere ait bütün harfleri beton mikserine dökecekler, biliyorum. Arapçası, İbranicesi, Farsçası, Kürtçesi… Elde kalan çorba dilin adına da “evrensel haber dili” diyecekler. Ekran başında yaygınlaşan tokat şovları, muhalifliğin modern ayini olacak. Âlimler, “programa kısa bir ara” cümlesinde secde edecek; kanaat önderleri banner reklamlarında canlanacak; hoca efendiler hologram minberde not dövizini tekrar okuyacak.

Oysa ben hâlâ o bacağı kırılmış atın bakışını unutamıyorum. At ölmedi; sahibinin vurduğu at ölmez, çünkü ona sıktığın mermi aslında kendini vurur. Bunu bana sekizinci yüzyılda Bağdat’ta bir hikmet nakşetmişti: “Zulüm, sahibini taşar; diri diri gömer.” İşte tam burada, masumiyetin ölüm ilanını yazan kalem de sahibini suç mahallinde deşifre eder. O kalem ki petrol türevi plastikten yapılmış—inkârı dahi ithal.

Şimdi soruyorum: O valiler, o yönetçiler, o kukla aktörler, neye yaslanıyor?
Yaslandıkları şey bizim korku kumbaramız. Onu her seçimden sonra açıp oy pusulalarından “biat bozukluğu” topluyorlar. Kimin cebinde fazladan umutsuzluk kalmışsa bir tıkla dövize çeviriyorlar. Kimin hatıralarında direniş ışığı yanacaksa adını “radikal” diye fişleyip karanlık lambaya çeviriyorlar. Böylece sokak, logosu dahi tescilli bir karanlığa teslim oluyor.

Ama bil ki, ey Hâfız, “kırık atlar çağı” uzun sürmez. Çünkü baldır kemikleri kaynarken kemik suyuna eklenen acı, mutlaka gök kubbenin tadını değiştirir. Zulmün kimyası, adaletle karışınca çamur olur; çamur sertleşince zindana dönüşür; zindan çatlayınca yeni bir gün doğar. O gün, masumiyetin kefeni değil, kefeni yırtan nabzıdır müjdelenen. Bedenlere sordurulan o hüzünlü soru—“Neden hâlâ taşıyorsun kendini?”—yerini şuna bırakacak: “Neden hâlâ boyun eğiyorsun?”

İşte tam orada, küresel canilerin orkestral gürültüsünü bastıran gülüşler yükselecek: “Madem ipler bizim ellerimizdeydi, kırbaç niçin sırtımızdaydı?”
Ve halk kendi kukla iplerini atıverince gökyüzünde duman yerine rüzgâr çizilecek; Gazze’deki çocuğun topu ilk kez savaş uçaklarının rotasını değil, özgürlüğün parabollerini çizecek. Yemenli annenin ninnisi, ambargo listelerinde görünmeyen rüzgârın adresi olacak; Şam’daki yankılanmış mermi sesine karşı Kahire’den mahur bir ud taksimi yükselecek, tel tel örüp sıkılan kalpleri açacak.

Gör bak, bugün “karanlık” diye ezberletilmiş bütün harfler yarın yeni hecelerin toprağı olur. Ezeli bir dil doğar; suskun şehirler o dille “yeter!” der, yankısız kalmayacak. Ve at—ayağı kırılmış o gölgeli kahraman—ayağa kalkmasa bile yelesini göğe savurur; masumiyetin ölmediğini, yalnızca üstüne sıcak çimento döküldüğünü anlatır. O çimento çatlayınca hikâye yeniden başlamaz; çünkü aslında hiç bitmemiştir. Bitmemiş hikâyeye sahip çıkmak, kırık nallanmış kemiğe merhem sürmekle aynı şeydir: İkisinde de yalnızca şefkat değil, cesaret gerekir.

Son sözüm şudur, ey Hâfız:
Biz kırık atları sahibine vurduran o karanlık aklın tam karşısında duruyoruz; dizlerimiz titrese de duruyoruz. Çünkü biliyoruz ki masumiyet ne dünden ölü, ne yarın doğacak bir peri masalı. Masumiyet, şu an burada: Dilimizin pasını çözen her hakikat cümlesinde; sırtımıza abanmış çığlığı şahdamarından söküp atan her sahici kahkahada; ve en çok da kalemimizin mürekkebinde…

Kalemin namlusu, tetikteki parmak sen ol yeter; atın yelesinde rüzgâr, sahibinin değil özgürlüğün soluğu olur. O zaman ne ip kalır ne kukla, ne de kalabalıkların aklını çalan yankesici curcunalar. Geriye sadece dengini arayan hakikat kalır; “Pusuyla kırdığınız ayağı taşıyan beden artık sizi sırtında taşımıyor!” diye bağıran yepyeni bir çağrı…

Ve dünya, o çağrıya vereceği cevap kadar diri; sessiz kaldığı her saniye kadar lanetli olacak.

Erol Kekeç/20.05.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!