Bu Blogda Ara

27 Şubat 2025 Perşembe

İhale Düzeni Hazineye Giren Para ve Milletin Sırtına Vurulan Yük

Devletler, hizmetlerini vatandaşlarına sunarken genellikle iki temel yöntemden birini benimser: Kamu eliyle doğrudan hizmet sunmak ya da özel sektöre devrederek hizmeti dışarıdan satın almak. Son yıllarda Türkiye’de sıkça tercih edilen yöntem, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ihaleler aracılığıyla özel sektöre devredilmesidir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, araç muayene hizmetlerinin özelleştirilmesi ve şirketlerin devlete milyarlarca dolarlık bedellerle bu ihaleleri kazanmasıdır. Ancak burada kritik soru şudur: Bu para nereden çıkıyor ve sonunda kimin cebine giriyor? İşte bu yazıda, araç muayene ihalesi üzerinden devletin ekonomik politikalarının nasıl halkın sırtına yük bindirdiğini, çelişkilerini ve gerçek yüzünü tüm yönleriyle ele alacağız.

1. İhale Mantığı ve Kapitalist Gerçekler

İhaleler, devletin belirli hizmetleri özel sektöre devretme yöntemlerinden biridir. Devlet bir hizmeti ihale eder, en yüksek teklifi veren şirket bu hizmeti belirli bir süre boyunca yürütme hakkı kazanır. Bu süreç ilk bakışta devletin kasasına ciddi bir gelir girdiği izlenimini verir. Ancak bu ihale sürecinde temel kapitalist gerçek göz ardı edilir: Özel sektör, kâr amacı güden bir yapıdadır ve verdiği parayı fazlasıyla geri almak zorundadır.

Örneğin, araç muayene ihalesini kazanan şirketin devlete 2 milyar dolar ödediğini düşünelim. Bu şirket zararına çalışmayacağına göre, verdiği parayı geri kazanmanın ve üzerine kâr eklemenin yollarını arayacaktır. Bunu nasıl yapar?

Muayene ücretlerini artırarak.

Ek hizmetler dayatarak (egzoz ölçümü, ek testler vb.).

İşlemleri tekelleştirerek (alternatif rekabetçi şirketler olmadığı için fiyatları keyfi olarak belirleyerek).

Sonuç olarak, özel şirketin devlete ödediği para, halkın cebinden çıkan paraya dönüşür. Yani, aslında hazinenin kasasına giren para, vatandaşın sırtına yüklenen yeni bir vergi gibidir.

2. Vatandaşın Sırtına Yüklenen Yük

Bir hizmet özelleştirildiğinde vatandaş için en büyük tehlike, devletin belirleyici ve denetleyici rolünü yitirmesiyle fiyatların kontrolden çıkmasıdır. Bugün araç muayene ücretleri her yıl katlanarak artmaktadır. Bu artışın sebeplerini incelediğimizde şunları görürüz:

Özel sektörün kâr etme zorunluluğu: Devlete ödenen ihale bedeli, işletme giderleri ve hissedarların kâr beklentisi nedeniyle fiyatlar sürekli yükseltilir.

Alternatifin olmaması: Araç muayene işlemi tek bir firma tarafından yürütüldüğünden rekabet yoktur ve fiyatları belirleyen tamamen şirkettir.

Mecburiyet faktörü: Araç muayenesi yasal bir zorunluluktur ve vatandaşın bu hizmeti almaktan başka şansı yoktur.

Sonuç olarak, muayene ücretleri vatandaş için kaçınılmaz bir mali yük haline gelir ve hazineye giren para aslında halkın sırtından alınmış bir bedel olur.

3. Hazineye Giren Para-Halkın Faydası mı, Bürokratın Şatafatı mı?

Bir diğer önemli nokta, ihale bedeli olarak hazineye giren paranın nasıl kullanıldığıdır. Devletin kasasına giren bu milyarlarca doların vatandaşa doğrudan bir dönüşü olup olmadığı büyük bir soru işaretidir.

Hükümetler genellikle bu tür gelirleri şu şekilde sunar:

"Bu para kamu hizmetlerine aktarılacak."

"Bütçe açığımızı kapatmaya yardımcı olacak."

"Bu gelirle daha fazla yatırım yapacağız."

Ancak gerçek şu ki, devletin topladığı bu gelirler genellikle halka yansıtılmaz. Bunun yerine şu alanlara harcandığını görmekteyiz:

Lüks makam araçları, yüksek maaşlı danışmanlar, gereksiz bürokratik harcamalar.

Şatafatlı binalar, saraylar, israf niteliğinde projeler.

Verimsiz ve gereksiz kamu projeleri.

Halktan alınan paraların vatandaşa doğrudan dönüşü olmadığında, bu süreç adeta vatandaşın sırtına vurulmuş bir semer ve üzerine konan ekstra yük haline gelir.

4. Çelişkiler ve Algı Yönetimi

Bu sistemin en büyük çelişkisi şudur: Devlet, bir yandan halktan daha fazla gelir elde etmek için özelleştirme yaparken, diğer yandan bunun halka faydalı olduğunu iddia eder. Oysa ki:

Özelleştirilen hizmetler, halkın daha fazla para ödemesine neden olur.

Hazineye giren paranın halka geri dönüşü belirsizdir.

Şirketlerin koyduğu fiyatlar kontrolsüz yükselirken, vatandaşın geliri sabit kalır.

Bu noktada yapılan algı yönetimi, özelleştirme sürecinin sanki halk için bir kazanç olduğu yönündedir. Oysa ki, bu sürecin sonunda halkın cebinden çıkan para artarken, kamunun sunduğu hizmetler azalır.

5. Alternatif Modeller ve Çözüm Önerileri

Peki, bu döngü nasıl kırılabilir? İşte bazı öneriler;

1. Stratejik Kamu Hizmetleri Özelleştirilmemelidir:

Özellikle zorunlu hizmetler (araç muayenesi, su, elektrik vb.) özel sektöre devredildiğinde vatandaşın aleyhine işleyen bir sistem oluşur. Bu nedenle bu hizmetler kamu eliyle yürütülmelidir.

2. Denetim ve Fiyatlandırma Mekanizmaları Şeffaf Olmalıdır:

Eğer bir hizmet özel sektöre devrediliyorsa, devlet fiyatlandırmada kontrolü elinde tutmalı ve vatandaşın mağduriyetini engellemelidir.

3. Rekabet Ortamı Sağlanmalıdır:

Tekelleşmenin önüne geçmek için birden fazla şirketin hizmet sunmasına izin verilmelidir.

4. Hazine Gelirlerinin Kullanımı Şeffaf Olmalıdır:

Devletin topladığı bu tür gelirlerin nerelere harcandığı net bir şekilde halka açıklanmalı ve gereksiz harcamalar önlenmelidir.

Sonuç-Halkın Üzerindeki Ağır Yük

Araç muayene ihalesi örneği, özelleştirme mantığının halka nasıl bir yük getirdiğini açıkça göstermektedir. Devlete giren milyarlarca dolar, aslında halkın cebinden çıkmaktadır. Dahası, bu paranın halka doğrudan bir dönüşü olmadığı için, büyük ekonomik yükü halk sırtlanırken, kazananlar özel şirketler ve lüks içinde yaşayan bürokratlar olmaktadır.

Bu sistem sürdüğü sürece, vatandaşın refahı artmayacak, aksine her yeni ihale halkın omzuna yeni bir yük olarak binecektir. Eğer bir ülkede vatandaş, devletine gelir sağlamak için değil, devlet vatandaşına hizmet etmek için çalışıyorsa, ancak o zaman adil bir düzen kurulabilir.

Bahadır Hataylı/26.02.2025/Sancaktepe/İST

Sessizliğe Mahkûmiyet-İnsan, Düşünce ve İfade Özgürlüğünün Sınırları

İnsanoğlu doğası gereği düşünen, sorgulayan ve ifade eden bir varlıktır. Düşünce, insanı hayvandan ayıran en temel yeteneklerden biridir; düşünceler ise ancak ifade edildikçe anlam kazanır, paylaşılır, büyür ve toplumu dönüştürür. Ancak tarih boyunca bireylerin ve toplumların en büyük mücadelelerinden biri, bu düşünceleri özgürce ifade edebilme hakkını korumak olmuştur.

Günümüzde ise, iletişim çağında olmamıza rağmen, ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar hiç olmadığı kadar güçlüdür. Hükümetler, şirketler, sosyal normlar ve dijital sansür mekanizmaları, bireylerin kaç hat alabileceğini, nerede ne söyleyebileceğini ve hangi fikirleri dillendirebileceğini belirleme noktasına gelmiştir. Eğer bir insanın kaç tane "hat" alacağı sınırlandırılıyorsa, bu, yalnızca teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda bir zihniyet değişiminin ve otoriterleşmenin göstergesidir. Bu durum, düşüncenin dolaşımını kısıtlayan, insanların kendilerini ifade etme hakkını elinden alan ve toplumsal sessizliği dayatan bir sistemin habercisidir.

Peki, bireyin düşüncelerini ifade etme hakkının bu denli sınırlanması ne anlama gelir? Bunun topluma, bireye ve insanlık tarihine etkileri nelerdir? Tarihsel örneklerden modern dünyadaki uygulamalara kadar bu meseleyi tüm yönleriyle ele alalım.

1. İfade Özgürlüğünün Sınırlandırılması-Tarihten Günümüze Bir Baskı Aracı

İfade özgürlüğü tarih boyunca iktidarlar tarafından kontrol edilmek istenmiştir. Fikirleri sınırlamak, insanları susturmak, muhalefeti bastırmak, halkın düşünmesini engellemek isteyenler için en etkili yöntemlerden biri, iletişim kanallarını kontrol altına almaktır.

Orta Çağ'da Engizisyon ve Yasaklı Kitaplar: Orta Çağ Avrupa’sında Katolik Kilisesi, kutsal dogmalara aykırı düşünenleri "sapkın" ilan ederek susturuyordu. Galileo gibi bilim insanları, "Dünya dönüyor" dediği için cezalandırılıyordu. Engizisyon mahkemeleri, halkın farklı düşünmesini engellemek adına yüzlerce insanı diri diri yaktı.

Osmanlı’da Matbaanın Gecikmesi: Osmanlı İmparatorluğu’nda matbaanın gecikmesi, düşüncenin yayılmasını yavaşlattı. İktidar, halkın bilinçlenmesinden çekiniyordu. Yüzyıllarca el yazması kitaplarla yetinmek zorunda kalan toplum, Avrupa'nın Rönesans ve Aydınlanma çağını yaşadığı dönemde bilgiye ulaşım açısından büyük bir dezavantaj yaşadı.

20. Yüzyılın Diktatörleri: Stalin, Hitler, Mao gibi diktatörler, basını, sanatı, edebiyatı ve hatta bireysel konuşmaları bile kontrol altına aldı. İnsanlar neyi konuşup konuşamayacaklarını düşünmek zorunda kaldılar. Muhalifler sürgüne gönderildi, hapsedildi, hatta öldürüldü.

Bütün bu örneklerde ortak olan şey, düşüncenin, ifade özgürlüğünün ve bilgiye ulaşmanın baskı altına alınmasıdır. Susturulan toplumlar, zamanla köleleşmiş, sorgulamayan, eleştirmeyen, yönlendirilmesi kolay kalabalıklara dönüşmüştür.

2. Modern Dünyada Yeni Susturma Yöntemleri

Günümüzde ifade özgürlüğü, geçmiştekinden farklı yöntemlerle kısıtlanıyor. Artık kitap yakmak ya da insanları Engizisyon mahkemelerine göndermek gerekmiyor. Bunun yerine daha "sofistike" yöntemler devrede.

a) Dijital Sansür ve Sosyal Medya Manipülasyonu

Bugün birçok insan, fikirlerini sosyal medyada dile getiriyor. Ancak sosyal medya platformları, hangi görüşlerin öne çıkacağını, hangi hesapların kapatılacağını, hangi haberlerin sansürleneceğini belirleyen algoritmalar kullanıyor. Örneğin:

Twitter, Facebook, YouTube gibi platformlar belirli fikirleri susturuyor, bazı kişileri "görünmez" hale getiriyor.

Düşünceyi engellemek için "etiketleme" ve "linç kültürü" kullanılıyor. İnsanlar, bir görüş dile getirdiklerinde hemen "aşırı sağcı", "aşırı solcu", "komplo teorisyeni" gibi etiketlerle damgalanıyor ve dışlanıyor.

Devlet destekli dezenformasyon ve manipülasyon ile halkın düşünceleri yönlendiriliyor. Algılar, belirli medya organları ve sosyal medya operasyonlarıyla şekillendiriliyor.

b) Telefon Hatları, Banka Hesapları ve Dijital Kimlikler Üzerinden Kontrol

Eskiden bir bireyin telefon hattı alması yalnızca teknik bir işlemdi. Bugün ise kişisel bilgiler, biyometrik veriler ve dijital izleme sistemleriyle kimlerin kaç hat alabileceği bile sınırlandırılıyor.

Bir bireyin fazla sayıda hat alması yasaklanıyorsa, bu, onun iletişim özgürlüğünün kısıtlandığını gösterir.

Devletler, telefon hatlarını, banka hesaplarını ve dijital kimlikleri kapatma yetkisini kendilerinde topladıkça bireyler tam anlamıyla kontrol altına alınıyor.

Çin'in Sosyal Kredi Sistemi bu durumun en uç örneklerinden biri. Devlet, "istenmeyen" vatandaşların banka hesaplarını kapatıyor, toplu taşıma kullanımını yasaklıyor, sosyal medya hesaplarını donduruyor.

Bu tür uygulamalar, bireyin yalnızca iletişimini değil, ekonomik bağımsızlığını ve hatta hayatta kalma şansını bile elinden alıyor.

3.Sessizliğin Bedeli ve Gelecek Senaryoları

Bütün bu baskılar sonucunda toplum nereye gidiyor? Sessizlik, düşüncenin ölümü müdür?

Eğer insanlar konuşmazsa, yanlışlar düzeltilmez.

Eğer insanlar düşüncelerini özgürce paylaşamazsa, toplum kendini geliştiremez.

Eğer bireyler otosansür yaparak korku içinde yaşarsa, insanlık sustukça kaybeder.

Bugün susturulan her birey, yarının köleleştirilmiş toplumunun habercisidir. Eğer susturulmaya, sınırlandırılmaya, konuşmamaya alışırsak, bir süre sonra bu durumun normal olduğunu düşünmeye başlarız. İnsanlık, özgürce konuştuğu sürece ilerler, sustuğu sürece köleleşir.

Bu nedenle, kaç hat alacağımızın sınırlandırılması gibi masum görünen bir mesele bile aslında çok daha büyük bir sistemin parçasıdır. Bir toplumda insanlar kaç tane iletişim kanalı açabileceğini bile düşünerek hareket etmek zorunda kalıyorsa, orada özgürlükten söz edilemez.

Sonuç olarak, "Yurtta sus, cihanda sus, yoksa sonun mahpus" diyerek bir yaşam sürdürmek, özgürlüğün ölüm fermanını imzalamaktır. Tarih, susanların değil, konuşanların yazdığı bir kitaptır. Eğer o kitabın içinde yer almak istiyorsak, düşünmeli, sorgulamalı ve her ne pahasına olursa olsun ifade özgürlüğünü savunmalıyız.

Bahadır Hataylı/26.02.2025/Ümraniye/İST

25 Şubat 2025 Salı

Tohumculuk Kanunu ve Ata Tohumlarının Yasaklanması

Bir Toplumun Köklerinden Koparılması

2006 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, tarım sektörünü modernleştirmek ve tohum üretimini belirli standartlara bağlamak amacıyla yürürlüğe girmiştir. Ancak, bu yasa bazı kesimler tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmış ve yerel ata tohumlarının kullanımını kısıtladığı, dolayısıyla ülkenin tarımsal bağımsızlığını tehdit ettiği gerekçesiyle tepki çekmiştir. Bu yazıda, ilgili yasayı detaylıca ele alarak, getirdiği düzenlemelerin sosyo-ekonomik etkilerini ve ata tohumlarının geleceğini nasıl şekillendirdiğini eleştirel bir perspektiften değerlendireceğiz.

5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu

Bu yasa ile birlikte tohumculuk sektöründe birçok yeni düzenleme getirilmiş ve sertifikalı tohum kullanımı zorunlu hale getirilmiştir. Sertifikasız tohumların ticari amaçla satışı yasaklanmış, bu durum da özellikle yerel ve ata tohumları açısından büyük bir kısıtlama getirmiştir. Yasanın gerekçesi olarak şu hususlar öne sürülmüştür:

1. Verimli ve kaliteli üretim: Standartlara uygun sertifikalı tohumlarla tarımsal verimliliğin artırılması hedeflenmiştir.

2. Hastalık ve zararlılara karşı dayanıklılık: Genetik olarak belirlenmiş ve test edilmiş tohumların kullanımının, tarımsal hastalıkların önüne geçeceği savunulmuştur.

3. Uluslararası rekabet gücünün artırılması: Küresel piyasalarda rekabet edebilmek adına, dünya çapında tanınan ve belgelenmiş tohumların kullanımına ağırlık verilmiştir.

Ancak, bu düzenlemeler beraberinde ciddi sorunları da getirmiştir. Özellikle yerli çiftçilerin ata tohumlarını kullanarak üretim yapmalarının önüne engeller konulmuş ve küçük ölçekli tarım işletmeleri zor durumda bırakılmıştır.

Ata Tohumları Neden Önemlidir?

Ata tohumları, binlerce yıllık doğal seleksiyon süreciyle gelişmiş ve tarım toplulukları tarafından korunarak günümüze kadar gelmiştir. Genetik çeşitlilik açısından zengin olan bu tohumlar, bölgesel iklim koşullarına uyum sağlamış, yüksek besin değerine sahip ve doğal yollarla yetiştirilmeye uygun yapılarıyla bilinmektedir. Ancak, 5553 sayılı yasa ile bu tohumların ticareti yasaklanarak tarım şirketlerinin tekelinde bulunan hibrit ve GDO’lu tohumlara yönelim teşvik edilmiştir.

Bu durumun toplumsal ve ekonomik etkileri ise şu şekildedir:

1. Tarımsal Bağımlılık: Yerel tohumların yerine, çok uluslu tohum şirketlerinin ürettiği ve her yıl yeniden satın alınması gereken tohumların kullanımı çiftçileri ekonomik olarak bağımlı hale getirmiştir.

2. Biyolojik Çeşitliliğin Azalması: Tek tip endüstriyel tohum kullanımının artması, genetik çeşitliliği tehdit etmiş ve tarımsal hastalıklara karşı kırılganlığı artırmıştır.

3. Gıda Egemenliğinin Zedelenmesi: Çiftçilerin kendi tohumlarını üretip kullanma haklarının kısıtlanması, ülkenin gıda üretiminde dışa bağımlılığını artırmış ve küresel gıda tekellerinin etkisini güçlendirmiştir.

Meclis Süreci ve Tartışmalar

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu’nun meclisten geçiş süreci oldukça tartışmalı olmuştur. Kanunun görüşmeleri sırasında bazı milletvekilleri, bu yasanın Türkiye’nin tarım politikalarını çok uluslu şirketlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirdiğini belirtmiş ve sert eleştirilerde bulunmuştur. Ancak, yasaya destek verenler ise küresel ticaretin gerekliliklerini ve modern tarım uygulamalarına uyumu gerekçe göstererek düzenlemenin kaçınılmaz olduğunu savunmuştur.

Tartışmaların temel noktaları şunlardı:

Yerel tohumların ticaretinin yasaklanmasının sonuçları: Çiftçilerin yalnızca sertifikalı tohum kullanmaya zorlanması ve yerel tohum ticaretinin yasaklanmasının ne gibi sonuçlar doğuracağı üzerine yoğun tartışmalar yaşanmıştır.

Çok uluslu şirketlerin etkisi: Bu düzenlemelerin büyük tohum şirketlerine avantaj sağlayacağı ve çiftçileri bu şirketlere bağımlı hale getireceği eleştirileri getirilmiştir.

Biyogüvenlik ve sürdürülebilir tarım: Yasanın, ekolojik tarım uygulamalarını nasıl etkileyeceği ve biyolojik çeşitliliği nasıl tehdit edebileceği üzerine endişeler dile getirilmiştir.

Eleştirel Değerlendirme

Bu yasa, her ne kadar modern tarım tekniklerine uyum sağlamak adına düzenlenmiş olsa da, uygulamada birçok soruna yol açmıştır. Özellikle kırsal bölgelerde geleneksel tarım yapan çiftçilerin üretim özgürlüğünü kısıtlamış, biyolojik çeşitliliği azaltmış ve gıda bağımsızlığını zayıflatmıştır.

Bu noktada şu soruları sormak gerekmektedir:

1. Gerçekten modern tarımın gerekliliği mi, yoksa küresel şirketlerin dayatması mı?

2. Yerel çiftçilerin korunması için alternatif politikalar neden geliştirilmedi?

3. Ata tohumlarının kullanımını teşvik edecek sürdürülebilir modeller neden benimsenmedi?

Bu sorular ışığında, tarım politikalarının yeniden gözden geçirilmesi ve yerel üreticilerin haklarının korunması gerektiği açıktır. Ayrıca, organik ve ekolojik tarımı teşvik eden, çiftçilerin kendi tohumlarını üretmesini destekleyen yasal düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

5553 sayılı Tohumculuk Kanunu, Türkiye’nin tarım sektöründe köklü değişiklikler getirmiştir. Ancak, bu düzenlemeler uluslararası şirketlerin lehine sonuçlar doğurmuş, yerel çiftçileri dezavantajlı hale getirmiş ve ata tohumlarının geleceğini tehlikeye atmıştır. Tarımsal bağımsızlık ve gıda güvenliği açısından yeniden değerlendirilmesi gereken bu yasa, yerel tarım üreticilerinin sesinin daha güçlü duyulmasını gerektiren bir konudur. Ata tohumları yalnızca bir üretim aracı değil, aynı zamanda kültürel mirasımızın da önemli bir parçasıdır. Bu mirası koruyarak gelecek nesillere aktarmak, yalnızca bir tarım politikası meselesi değil, aynı zamanda bir bağımsızlık mücadelesidir.

Erol Kekeç/23.02.2025/Sancaktepe)İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!