Bu Blogda Ara

13 Temmuz 2025 Pazar

Sözün Bitip Yalanın Başladığı Yer Bugünün Siyaseti



 


Bundan belki yıllar sonra tarihçiler bu dönemi incelerken, uzun uzun şaşkınlıklarını yazacaklar.
Diyecekler ki:
"Nasıl oldu da milyonlarca insan, her gün kendisine yalan söyleyen insanlara alkış tuttu?
Nasıl oldu da bir halk, defalarca kandırıldığını bildiği halde aynı yüzlere umut bağladı?
Nasıl oldu da siyaset, halkın hizmetkârı olmak yerine efendisi oldu, ama kimse bunun farkına varamadı?"

Biz bugün, bu çarpıklığın tam ortasındayız.
Ve şunu artık yüksek sesle söylemenin vakti geldi:
Siyaset, bu ülkede halkı yönetmek değil; halkı aldatmak için kurulmuş bir illüzyon oyununa dönüştü.

Siyasetin Anlamı ve Gerçek Mahiyeti

Siyaset, kelime anlamı olarak yönetmek, idare etmek, toplumu düzene sokmak gibi anlamlar taşır.
İdeal anlamda siyaset; halkı adaletle, şeffaflıkla, ehliyetle, liyakatle yönetmek için organize edilmiş bir mekanizmadır.
Toplumda huzurun, barışın, refahın, gelişmenin altyapısını kurmak için vardır.
Siyasetçi; halkın hizmetkârıdır, hesap verendir.
Siyaset; bilgiye, veriye, ahlaka ve vicdana dayanır.
Yani aslı itibariyle siyaset, bir erdem sanatıdır.

Ama ne zaman ki bu erdemin yerini çıkarlar aldı,
Ne zaman ki hesap vermek değil, sadece "seçimi kazanmak" öncelik hâline geldi,
İşte o zaman siyaset, bir yönetim sanatı olmaktan çıktı,
Halkı kandırma sanatı hâline geldi.

Bugün Türkiye'de siyaset, ahlaki bir mecra değil,
taktiksel bir manipülasyon tiyatrosudur.

Aldatma ve Manipülasyonun Kurumsallaşması

Bugün hangi politikacının konuşmasını açarsanız açın,
Geçmişte söylediği şeylerle çelişmeyen bir cümlesini bulmak neredeyse imkânsız.
Bir gün “asla yapmayız” dedikleri şeyi, ertesi gün “yaptık ve çok doğru yaptık” diye savunurlar.
Bir gün “hain” ilan ettiklerini, öbür gün “kardeşim” yaparlar.
Bir gün “bizim kırmızı çizgimiz” dedikleri şeyi,
Ertesi gün siler atarlar, hem de halkı ikna etmeye bile tenezzül etmeden.

Çünkü bilmektedirler ki:
Bu halkın hafızası zayıftır.
Ve bu halk; ne kadar kandırılırsa kandırılsın, yine kandırana koşacaktır.

Ve böylece yalanlar bir yöntem değil, bir sistem hâline gelir.
Siyasetçi, ne kadar çelişirse çelişsin,
Eğer medyasını, istatistiğini, anketini kontrol ediyorsa,
Her türlü manipülasyonu “doğruymuş gibi” sunabilir.

İşte buna, kurumsallaşmış aldatma denir.
Yani sadece kişisel bir yalan değil,
Devlet aygıtının içinden organize bir kandırma operasyonu...

Siyasetin Günlük Eğlenceye Dönüştüğü Zamanlar

Her gün televizyonları açtığınızda aynı yüzler, aynı mimikler, aynı boş vaatler…
Siyaset konuşması adı altında yapılanlar,
Aslında bir tür gösteri sanatıdır.

“Şov yapıyoruz, ama ciddiyiz” denilen bir çelişki…
Milletin gözüne baka baka edilen yalanlar,
Ve ertesi gün o yalanlara kahkahalarla gülen kitleler…
Bir kabare gibi:
Bir aktör çıkıyor, esip gürlüyor,
Arkasından bir başkası geliyor, ötekini yalanlıyor,
Sonra hepsi bir araya geliyor, unutulmuş gibi yapıyor…

Tıpkı bir şirket tiyatrosu gibi…
Senaryosu belli, oyuncuları sabit, sahnesi parıltılı, seyircisi hipnotize…
Ve dikkat edin:
Bu tiyatroda kimse “gerçeği” umursamıyor.
Herkes bir oyun oynuyor.
Herkes bir rol kesiyor.
Ama hakikat?
O sahnede hiç görünmüyor.

Milleti “Günlük Eğlence Malzemesi ”ne Dönüştüren İktidarlar

Günümüz siyasetinde millet, artık bir hedef değil; bir araçtır.
İktidarlar için halk;
Sadece seçim zamanı hatırlanacak bir sayıdan ibarettir.

Siyasetçi halkı kandırır,
Ama öyle bir dille yapar ki, kandırıldığını bile hissettirmez.
Ekonomi çöker, o hâlâ “uçuyoruz” der.
İşsizlik patlar, “bu bizim stratejimiz” der.
Adalet çöker, “karar bağımsızdır” der.
İnsanlar açlıktan kırılırken, “şükretmeyi unutmayın” diye vaaz verir.

Yani halk, bir deney kobayı gibi kullanılmakta,
Her türlü başarısızlık, bir “zafermiş” gibi sunulmakta,
Ve halk, bu büyük illüzyona mecbur bırakılmaktadır.

Siyasetçinin Hesap Vermezligi-Yalanın Özgürlüğü

Siyasetçinin en büyük güvencesi şudur:
Hesap vermez.
Çünkü zaten halk, hesap sormaz.
Ne bir bakan görevinden alınır,
Ne bir başkan özür diler,
Ne bir lider yanlışını kabul eder.

Dün dediğini bugün inkâr etmek normalleşmiştir.
Bugün muhalefeti suçlayan,
Yarın aynı şeyleri kendi yaparken hiçbir yüz kızarması göstermez.
Çünkü yüz kalmamıştır.

Ve halk, tüm bu olanlara rağmen,
O siyasî figürü alkışlamaya devam eder.
İşte bu, büyük çöküştür.
Ahlaki felâket budur.

Bilimsel Planlamanın Yerini Popülizm Alınca

Gerçek siyaset, bilimsel verilerle yapılır.
Uzun vadeli planlama, sağlam kadrolar, liyakat esaslı atamalar, adaletli kararlar gerekir.
Ama bugünkü sistemde bunların hepsi rafa kaldırılmıştır.

Onun yerine ne vardır?
Göz boyama…
Kısa vadeli müjdeler…
Seçim öncesi “bir defalık” yardımlar…
Ve elbette “algı operasyonları”…

Bir ülkenin ekonomisi çökerken hâlâ “büyüme rekoru kırıyoruz” diyebilen bir sistem varsa,
Orada bilim değil, büyü yapılıyordur.

Ve bu büyüye halkı inandırmak için medya, anket şirketleri, troller, sosyal medya orduları seferber olur.
Yani yalan; sadece ağızdan çıkmaz,
Devletin bütçesinden beslenir.

“Halk İçin” Değil, “Kendisi İçin” Siyaset

Siyasetçi bir makama geldikten sonra halkı unutur.
Artık onun önceliği makamı korumaktır.
O yüzden ilk değişen şey, “dili” olur.

Seçim öncesi: “Biz hizmet için geliyoruz.”
Seçim sonrası: “Bizi eleştiren vatan hainidir.”

Seçim öncesi: “Halkın sofrasında olacağız.”
Seçim sonrası: “Lüks araçlar, korumalar, protokol orduları…”

Yani siyasetçinin değişmeyen özelliği,
İktidar koltuğunda kendine saray inşa ederken, halkı çadırda yaşamaya mahkûm etmesidir.

Ve en büyük utanç şudur:
Millet, bu zulme alışmıştır.

Çözüm Ne? Siyaset Yeniden Ahlaklı Olabilir mi?

Elbette çözümler vardır.
Ama bu, mevcut sistem içinde mümkün değildir.

Çünkü bu sistem, halkı kandırmaya göre kurgulanmıştır.
Burada dürüst bir siyasetçi barınamaz.
Burada ahlaklı olan dışlanır.
Burada şeffaf olan linç edilir.

Çözüm, önce halkın uyanmasıdır.
Unutmamalıyız ki:
Yalancı bir siyasetçi kadar, o yalana inanan halk da sorumludur.

Eğer millet hesap sorarsa,
Siyasetçinin dili değişir.
Eğer halk bilgiyle, bilinçle yaklaşırsa,
Yalanı ayıklamaya başlar.
Eğer medya özgür olur, bilim rehber olur,
O zaman siyaset, gerçekten yönetim sanatı hâline gelebilir.

Maskeler Düşmeden Değişim Olmaz

Bugün geldiğimiz nokta, siyaset adına bir ahlak iflasıdır.
Ne sözün bir değeri kalmıştır,
Ne yeminlerin, ne yasal sorumlulukların...

Siyaset; milleti oyalamak, avutmak, eğlendirmek için yapılan bir şov hâline gelmiştir.
Ama artık bu maskeleri indirme vakti gelmiştir.

Yarın bir gün tarih yazıldığında bu dönem şöyle anılacaktır:

“Yalanın, manipülasyonun, çelişkinin hüküm sürdüğü,
Halkın kandırılmayı alışkanlık edindiği,
Siyasetin aldatmanın kurumsal adı olduğu bir dönem…”

Ama belki de bazıları, işte o günün utancını bugünden hissetmeli.

Çünkü asıl mesele, ne partidir, ne liderdir, ne propaganda…
Asıl mesele: Gerçeği konuşma cesaretidir.

Ve bu yazı, bir başlangıç olsun diye yazıldı...

Bahadır Hataylı/10.06.2025/Sancaktepe/İST

Yola Çıkmadan Evvel Yolun Yol Olması Gerekir

 


Bir yola çıkmak...

Her şey burada başlıyor gibi görünse de, aslında birçok insan için hikâye burada bitiyor. Çünkü biz, çoğu zaman çıkılan yoldan önce, “neden çıkıldığını” sormuyoruz.
Yol dediğimiz şey, herkesin ağzında sakız olmuş bir mecaz: “Yola çıkmak”, “Yolda olmak”, “Kendi yolunu çizmek”, “Yol arkadaşlığı”… Ama kaç kişi düşünmüştür şu basit gerçeği:

Bir yola çıkmak için önce o yolun gerçekten “yol” olması gerekir.
Yani varılacak bir yer, gösterilen bir yön, katlanılacak bir bedel ve sonunda bir anlam olmalı.
Çünkü eğer gittiğin şey yol değilse, çektiğin zahmet de yolculuk değil; boşuna harcanmış bir ömürdür.

Yolculuk Değil, Sürükleniş

Bugün birçok insan yolda olduğunu zanneder ama aslında bir sürükleniş içindedir.
Bir rüzgâr savurmuştur onu bir yöne; herkes oraya gittiği için o da gitmektedir.
Popüler olan neyse, moda olan neyse, kalabalık nereye akıyorsa...
İnsanlar da "o yoldayım" diyerek orada olmayı bir kıymet sayar.
Ama durup sormazlar:
Bu yol nereye gidiyor?
Beni ben yapan neyi götürüyor içimden?
Bu zahmetin sonunda gerçekten bir menzil var mı? Yoksa sadece başka bir boşluğa mı çıkıyor?

Bir düşün:
Çölde yürüyen bir adamı hayal et.
Ayakları yanıyor, dili damağı kurumuş, sırtındaki yük her adımda daha da ağırlaşıyor.
Ve sonunda varıyor…
Ama vardığı yer bir serap!
Oysa o, başta sadece bir yudum su içeceğini bilseydi, onca eziyete katlanmazdı.
Yani mesele sadece yürümek değil;
Yürümeye değer bir yere doğru yürümek.

Yol Değil, Yön Sorunu

“Yol” dediğimiz şeyin en temel unsuru “istikamettir.
İstikameti olmayan bir çizgi, yol değil, dağınıklıktır.
Ne yana gittiğin, seni nereden nereye taşıdığı, seni neye dönüştürdüğü...
Bunlar düşünülmeden çıkılan her yol, aslında çıkılmış değil, içine düşülmüş bir yoldur.

Bir zamanlar bir dağcının hatıralarını okumuştum.
Adam yıllarca zirveye tırmanmak için hazırlık yapmış.
Antrenmanlar, araçlar, ekipmanlar, hayaller…
Nihayet zirveye ulaşmış.
Ama orada hiçbir şey bulamamış.
Ne huzur, ne anlam, ne tatmin…
Sadece bir soru:
“Ben bunu neden yaptım?”

Bu söz beni derinden sarstı.
Çünkü hepimiz bir şekilde bir şeyin “zirvesine” tırmanmakla meşgulüz:
Statünün, servetin, şöhretin, aşkın, akademinin, birikimin, gücün…
Ama bu zirvelere çıkmadan önce kimse sormuyor:
Orada ne var?
Oraya varınca insan ne olur?

Yolun Bedeli ve Değeri

Gerçek bir yolculuk, bedel ister.
Ter, gözyaşı, fedakârlık, sabır, yorgunluk…
Ama işte mesele burada başlar:
Çektiğin çileye değiyor mu bu yol?
Yani eğer yolun sonunda sana ait bir mana, bir derinlik, bir hakikat yoksa…
Çektiğin zahmet kutsal değil, sadece gereksizdir.

Hani insanlar “her şey bir tecrübedir” der ya…
Hayır.
Her şey bir tecrübe değildir.
Bazı yollar seni alçaltır.
Bazı yollar seni yorar ama hiçbir yere götürmez.
Bazı yollar seni değiştirir ama bu değişim gelişmek değil, yozlaşmak olur.

Bugün yüz binlerce genç, “kariyer” yoluna giriyor.
Sırf daha iyi yaşamak, daha çok kazanmak, daha çok görünmek için…
Yol güzel görünüyor: Ofisler, diplomalar, unvanlar, saygınlık...
Ama içeriden dökülen insanlara bak.
Yorgunlar, karamsarlar, heyecansızlar…
Çünkü yol güzelmiş gibi yapılmış ama içi boş.

Yolun Olmadığı Yolda Kaybolmak

En tehlikelisi de budur:
Yol zannedilen yerin, aslında bir yol olmaması.
Yani ne bir istikameti var, ne de bir sonu.
Ama kalabalık oradan geçiyor diye orası yol sanılıyor.

Çok kişi bir işe girer çünkü “herkes orada”.
Bir bölüme yazılır çünkü “geleceği var” derler.
Bir hayat kurar çünkü “toplum onu onaylar.”
Ama sonra geceleri uyuyamaz,
Sabahları kendini zorla işe götürür.
İçinde bir huzursuzluk, bir boşluk büyür.

İşte bu yüzden,
Her yol, yürünmeden önce sorgulanmalı.
Çünkü “yürümek” değerli bir eylemdir.
Ve her değerli eylem gibi, ancak hak edene sunulmalı.

Hakkıyla Yol Sayılacak Yollar

Peki gerçek yol nedir?
Hangi yol, zahmete, fedakârlığa, mücadeleye değer?

İşte burada devreye giren kavram:
Menzil.
Yani ulaşılacak yer, kavuşulacak anlam, erişilecek hakikat…

Gerçek yol, seni “senin özüne” götüren yoldur.
Seni tüketmeyen, aksine dönüştüren…
Seni başkalarının gözünde büyütmek için değil,
Allah’ın huzurunda küçültmek için kat edilen bir yoldur.

Kimi için bu yol, bir davadır.
Kimi için ilimdir,
Kimi için hizmettir,
Kimi için sebat,
Kimi için sadece “temiz kalmak ”tır.
Ama ne olursa olsun, bu yol senin kalbini büyütüyorsa, yol olmaya değer.

Yolun Yolcuya Katkısı

Yol sadece gidilen bir yer değil;
Aynı zamanda “olduğun kişiden, olman gereken kişiye” evrildiğin süreçtir.
Bu yüzden yol, dıştan çok içtedir.
Bir adım attığında aslında hem dışarda yürürsün, hem içerde…
Dışta toprak aşınırken, içte benlik kırılır.
Dışta ter dökülürken, içte nefs çözülür.

O yüzden “Yolculuk seni değiştirir” diyoruz.
Ama hangi yolda?
Yol gibi görünen her patika, seni geliştirir mi?
Hayır.
Bazen seni kendi karanlığına daha da yakınlaştırır.
İşte bu yüzden yola değil, yolculuğun niyetine bak.

Yola Çıkmadan Evvel

Yola çıkmadan önce sormalısın:
Bu yol bana ne kazandıracak?
Ben bu yol için neyimi feda ediyorum?
Bu yolun sonunda ben kim olacağım?
Ve en önemlisi:
Bu yol gerçekten bir “yol” mu? Yoksa sadece kalabalığın açtığı bir iz mi?

Kimi zaman yola çıkmamak en doğru yoldur.
Kimi zaman durup kendi yönünü çizmek…
Kimi zaman da yürümektense beklemek, daha büyük bir cesarettir.

Yürümek Değil, Yön Bulmaktır Mühim Olan

Hayat bir yolculuk olabilir.
Ama önemli olan her yolda yürümek değil,
Yürünecek yolda yürümektir.
Boşuna değil Mevlâna’nın şu sözü,

“Her yol doğru olsa,
Kervana rehber gerekmezdi.”

Çünkü bazen yolda olmak, yoldan çıkmaktır.
Bazen kalabalıklar içinde yürümek, aslında yalnızca kendi yıkımına doğru ilerlemektir.

Ve unutma:
Yolculuğun bedeli varsa, bir anlamı da olmalı.
Aksi hâlde…
Boşa yürürsün.
Yorulursun.
Ve sonunda…
“Ben buraya neden geldim?” diye sorduğunda,
Cevap bulamazsın....İşte tek gerçek ve hakikat..."Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Salih ameller yapan Müminlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler"  İsra/9

Erol Kekeç/22.04.2024/Namazgah/İST

9 Temmuz 2025 Çarşamba

Türk Töresinin Unutulan Nefesi Üzerine-Göçebe Gölgelerden Göğe Uzanan Betonlara

  


Düşün ki ufuk çizgisinin insan yüreği kadar geniş olduğu bir bozkırdasın. Toprak göğün eteğini kavramış, şafak kızıllığıyla alnına sürme çekmiş. Göz alabildiğine serili ak otağlar bulutlarla kardeş olmuş,çitlenmiş çadır ipleri rüzgârın tellerinde bir kopuz sessizliği çalıyor. İşte bizim medeniyetimizin ilk harfi bu boşlukta yankılanır: “Dünya geçicidir.” Bu cümleyi çadır direklerine oyar gibi oyduk zihnimize. Huzuru bozacak, gönlü ağırlaştıracak, kul ile Hâlık arasına kibir duvarı çekecek her türlü fazlalığı terk ettik. Atın yelesine tutunduk, toprağı misafir bildik, eşyaya hükmedip esiri olmadık. Ne zaman ki otağ yerini saraya, yün kaytan yerini beton şeride bıraktı; çadır direğine işlediğimiz o cümle de mazinin kavruk sayfalarına tıkılıp kaldı.

Göçebe Ruhun İnşası

Türk boylarının barınak ihtiyacı, sıradan bir mimari mesele olmaktan ziyade, dünyaya bakışlarının derin bir yansımasıydı. Otağ, yalnızca rüzgârı içeri alıp yağmuru dışarıda tutan bir örtü değildi; fani âleme çizilmiş tevazu sınırıydı. Bir direğin üç ayaklı istikrarına yaslanan yurt, ‘dünyanın direği’ olsaydı da yıkılacak kadar faniydi. Bu bilinç, insanı at sırtında değil gönül üzerinde taşıdı: “Misafirsiniz, eşyaya bağlanmayın.”

Göçerken toprağı yaralamadık; yarın geldiğimizde bereket bulalım diye. Ne zaman konakladıysak su gözelerinin başında barış tohumu ektik; devlete, ilme, söze, töreye. Tarih, Türk’ün girdiği yerde; hayvanına su yolu, insanına ticaret yolu, zulme uğrayanına adalet yolu açtığını yazar. Zira otağ kurduğun yerde barış, otağ söktüğün yerde izzet bırakmak, atalarımızın yazısız kanunuydu.

Kibir Kapısından İçeri Girerken

Ancak asırlık takvimde bir yaprak sararıp koptu: Osmanlı’nın gerileme dönemi. Batı’nın sanayi borazanından yükselen buhar, tüfek, banknot ve vitrin ışıkları, uzak dalgalar gibi payitaht surlarına çarptı. Top güllesiyle yıkamadıkları kaleyi, tüketimle içerden çökerttiler. Çadır direğinin gölgesi saray koridorlarına uzandı, orada yitirildi. Yün keçelerin yerine barok perdelere özenmek, otağını söküp köşke sığınmak, ruhu dairesel huzurundan dikdörtgen yalnızlığına hapsetmek demekti.

Modernleşme uğruna göçebe mantığa ‘ilkel’, yerleşik düzene ‘ilerleme’ damgası vuruldu. Oysa mesele yerinden olmak değil, yerini unutmak, ev bark edinirken edebini kaybetmekti. Taş ev değil, kalbe örülen taş duvar tehlikeliydi.

Seküler Dünyanın Plastik Cenderesi

Bugün şehir siluetlerine bak; Çelik gökdelenler göğe meydan okur, ama ruhsuz dururlar. Yağmur yağdığında otağ bezini kokutan toprak artık asfalt kokusuyla karşılar bizi. Beton kolonlar sağlam görünebilir; ama İstanbul’u İstanbul yapan gönül sütunlarıdır, Topkapı’nın avlusunda yankılanan “Eyvallah” sedasıdır.

Kapitalizm, insanı sonsuz ihtiyaç üreticisi, doyumsuz tüketici kıldı. “Ebedî yaşarmışçasına” alışveriş yapan kalabalık, aslında mezar taşına kredi borcu yazar. Malların, markaların, meşgalelerin yedeğinde ömür tükenir; kâinatın misafiri olduğunu unutan varlık, kendini saray sahibi sanar. Çadırının kapısını şafakla açan, güneşle toplayan nenelerimizin kanaatkâr duası yerini, ‘indirim kuyruklarında ezilmeyi’ kutsayan reklam mottolarına bıraktı.

Töre Neyi Emrederdi, Biz Ne Yaptık?

  • Adalet: Timur otağı nereye kursa, en önce kadıyı, toy meclisini kurardı. Bugün adalet sarayları devasa, adaletin kendisi cüce.

  • Merhamet: Yaz kış ordugâhta aş ocağı tüter, yolcu doyurulurdu. Şimdi sokakta aç yatan çocuğu, ‘görüntü kirliliği’ diye bez afişle saklıyoruz.

  • Zalime Başkaldırı: Ergenekon’dan çıkan millet, zincire tahammül etmedi. Şimdi küresel şirketlere, finans kartellerine, medya baronlarına eklemlenmiş itaat yıldızı taşırken özgürlük narası atıyoruz.

Töre, insanı sıradanlaşmaktan değil, zulme ortak olmaktan korurdu. Evler yükseldi, gönüller çölleşti; ekranlar büyüdü, hikmet küçüldü; şehirler kabardı, merhamet kurudu. Hâlbuki otağda çay karıştıran tahta kaşık, altın kaşıktan daha yüksek bir hatıra saklar: Toprak kokusunu, ortak sıcaklığı, sohbeti.

Kapı Önünde Bekleyen Hesap

Bu gidiş nereye? Beton kulelerimiz, plastik oyuncaklarımız, tek kullanımlık mutluluklarımız var. Ama otağ direğine kazınan uyarı hâlâ geçerli: “Dünya geçicidir.” Toprağa çivi çakıp sonsuzluk taslamak, yılkıya bırakılmış atın yularını unutmak gibidir; o at bir gün sahibini arar. Ruh, otağını kaybedince nereye sığınır?

Faturası ağır olacak bir savruluşun eşiğindeyiz. Tüketim tanrısına adak diye sunulan zamanımız, infak etmediğimiz heybeden eksilecektir. Göçebeyken rüzgâr yönümüze secde ederdi; şimdi klima pervanesi altında bir tutsaklığın soğuğu titretir içimizi.

Yık Betonu, Yasla Dizini Toprağa!

Ey kendini sonsuza dek yaşayacak zanneden şehirli! Ayağındaki ayakkabıyı çıkar, tümsekli bozkır toprağına bas. Dizindeki pantolonu sıva, çömel, avuçla kudret denen o çamuru. Hisset: Senin asıl kalıbın toprak, otağın sema, yoldaşın rüzgârdır.

  • Töreye Dön: Modernlik adını verdiğin taklidi sök at. Yeniden kanaat öğren, az eşyayla çok bereket mevsimine gir.

  • Mazluma Omuz Ver: Kredi kartıyla değil, gönül kartıyla borç öde. Aç komşu varken tok yatan, otağdan değil, beton mezarından farksızdır.

  • Zalime Meydan Oku: Tüketim devlerinin reklam koridorlarına kurutulmuş bozkır otu savur. Suyu haksızca satana, havayı plastik poşete hapseden sisteme “dur” de.

  • İhlaslı İmar: Yurt kurmak yine mümkündür; yurt, yürek demektir. Binayı yık demiyorum; betonuna merhamet, çimentosuna adalet, penceresine pudak yüzü koy diyorum.

Yeniden Otağ Kurmanın Yedi Adımı

  1. Eşyayı Azalt: Her fazla eşya, kalbine çakılmış bir çividir. O çiviyi sök, kanaat çadırını ger.

  2. Tüketimi Düzene Sok: “İhtiyaç” sandığın şeylerin büyük kısmı nefsine kurulmuş pazar tezgâhıdır. Kapattığın her tezgâh, mazlumun sofrasına düşen ekmek demektir.

  3. Dijital Göçebe Ol: Cihazlara esir değil, onları yörük kıl; işini görsün, ruhunu kemirmesin.

  4. Toprakla Barış: Bir saksı da olsa toprağa tohum koy, her filiz otağ ipidir; seni yere bağlar, göğe yükseltir.

  5. İnfakı Dirilt: Atalar yola çıkarken kapıya bir tas aş asar, "Yoldan geçen nasiplensin" derdi. Maaş gününde mazlumun payını ayır, modern zekâtını artır.

  6. Sözü Temiz Tut: Töre, dilde başlar. Lüzumsuz lafı at, hikmetli kelamı yeşert. Sosyal medya bağırışını otağ bahçesinde dua sessizliğine çevir.

  7. Direniş Kültürü İnşa Et: Krediye, faize, haram kazanca “hayır” demek, tarihte Hun kalkanı kadar şerefli direniştir.

Geleceğe Çakılan Direk

Çadır direğini bugün uzaya fırlattığımız metal roketlerle kıyaslama. O direk, göğün semtine uzanan manevi bir paraboldü. Ahşap olmasına rağmen yıldızlarla bağ kurdu. O direk sayesinde kutup yıldızını pusula, gece göğünü çatı kıldık. Göçebe ruhun asıl hedefi, haritayı değil kaderi okumaktı.

Bugünün çocukları, gökdelen camında yansıyan kendi hayaletlerini izliyor. Otağda büyüyen çocuk ise kapı eşiğinde göğe bakar, yıldız sayar, kaderle konuşur. Beton bizi yıldızlardan kopardı; ekranlar gök kubbenin yerini aldı. Ve hepimiz, oyun bitince fişi çekilebilecek sanal varlıklar hâline geldik.

Hesap Vakti-Yanan Çadırın Dumanı

Unutma, Otağ yanarsa dumanı dümdüz göğe yükselir, seccade olur, dua olur. Beton yanarsa, karbondioksit bulutu olup ciğerine iner, felaket olur. Hangisini tercih edeceğini sen bilirsin. Dünya geçici deyip çimen üstünde oturmak mı, yoksa geçiciliği unutturan plazalarda faniliği ertelemek mi?

Tarih, ‘dünyevileşirken ruhunu kaybeden milletlerin’ ibret sayfalarını gösteriyor. Kudüs’ü, Semerkant’ı, Endülüs’ü göğe kaldıranlar, adaleti ve tevazuyu mimarinin harcına katmışlardı. Bu harç zayıflayınca abide de, medeniyet de çöktü.

Bugün kapitalizmin serap vadisinde koşan bizler, aynı yanılgının eşiğindeyiz. Tüketimin kof kahramanlığına övgüler dizen medya sihirbazı, kalın cüzdanlı ama boş kalpli “küresel gezgin” figürünü önümüze kahraman diye koyuyor. Oysa hakikî kahraman, otağını yüreğinin üstüne kurup mazluma yurt olandır.

Yerine Bir Bozkır Fermanı

Ey insan!
Çadırdan saraya, saraydan betona, betondan sanal ekrana savruldun. Her yeni konakta eskiyi unuttun. Otağını söktüğün yere merhamet tohumu ekmeyi terk ettin. Şimdi bu kelimeleri, kapanmak üzere olan bozkır ufkuna son bir ferman gibi yazıyorum:

Ya çadır direğini yeniden dikersin, ya beton mezarının çatısını kendi ellerinle sıvazlarsın.

Bu bir tehdit değil, hatırlatmadır; bir öfke değil, uyandırmadır. Çünkü dünya gerçekten geçici — otağ kadar geçici, kulak ver! Sana emanet bırakılan her şey, gönlündeki otağın ipidir. O ip koparsa, rüzgârın zift kokar, akşamın nurunu kaybedersin.

Bugün, göçebe atalarına layık olmanın tek yolu;

  • Adaleti yeniden diriltmek,

  • Merhameti civanmertlikle süslemek,

  • Tüketimi dizginleyip paylaşmayı çoğaltmak,

  • Beton kulelere değil, göğe açık gönül çadırlarına sığınmaktır.

Gecenin karanlığında otağa düşen son kıvılcım sönmeden uyan! Her kıvılcım yeni bir dirilişin ocağıdır. Diriliş, çadırlarda doğdu; beton odalarda doğamayacak kadar narindir. Şimdi son nefesini değil, ilk nefesini alır gibi derin, yürekten bir “Bismillah” çek ve direğini göğe dik.

Bozkır rüzgârı ipini çözmeden, gök kubbe çadırını indirmeden, tüketim ateşi otağını tutuşturmadan; hatırla ki sen misafirsin. Ve misafir, ev sahibine karşı edep sancağı taşır. O sancak düşer, töre yıkılırsa; ne saray, ne beton, ne çelik kalır. Yıkılacak olan yalnızca eşyaların değil, ruhunu tutsak eden zincirlerin olur. Zincir kırılır; otağ yeniden kurulur. Otağ kurulur, insan yeniden insan olur.

Son sözüm, Otağını kur, ruhunu kurtar!

Erol Kekeç/20.07.2023/Sancaktepe/İST

NOT: Dedem Hacı Burhan ve Babamın nasihatleri ve töremiz hakkında onlardan öğrendiklerimi sizlerle paylaşmak istedim....Babamın Bana dediği işte evladım Türk budur... 

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!