Bu Blogda Ara

6 Temmuz 2025 Pazar

Adalet Yoksa Mahşer Yakındır

Başlangıçta Tartı Vardı

Adaletsizlik, insanlığın kadim kamburudur. İster çorak Arabistan’da, ister uçsuz bucaksız bozkırlarda, isterse bugün gökdelenli şehirlerin dar sokaklarında olsun, hak ile batıl aynı meydanda soluklanır. Allah’ın “Mizan” dediği o ilâhî teraziyi eğip bükmeye kalkışan her güç, kendisini Firavun ’un tahtında bulur; nihayetinde aynı ıslak kumlara gömülür.

Hz. Ömer (ra), devlet hazinesinden bir kumaş paylaştırıldığında payına düşen parçayla kendine cübbe biçemediği için minbere çıkıp konuşmak dahi istemez; oğlu Abdullah’ın parçasını da ekleyip tek bir elbise diktirdiğini açıkça beyan etmek zorunda kalır. O gün adalet, hilâlin ince kıvrımı kadar hassastır. Gün gelir, Muaviye ile Ali’nin safları Sıffîn’de çatışır; kılıçlar çekilmişken kâğıt parçaları kılıçtan üstün kılınır. Hileli hakemlikle hilâfet yüzüğü, Amr b. Âs’ın marifetiyle Muaviye'nin parmağına takılır. O gün terazi eğilir, kefeye kolay kolay doğrulamayacak bir dengesizlik düşer.

Bugün de adaletin kantarı, siyasi rüzgârlarla boşluğa savruluyor. Mahkeme kürsüsünde oturanın elindeki tokmak ağır, fakat göğsündeki vicdan hafifse, Yusuf zindanda çürürken zalim sarayında horoz ötüyor demektir.

Aynı Hikâye, Yeni Aktörler

Bir ara bir tanıdığım vardı demişti ki, “dostum benim imtihanım bitti, sizin için imtihanım” demişti…
Ben de ona demiştim ki, “insan kendini kendine yeter görerek sapar, dolayısıyla insan yaşadığı sürece ‘benim imtihanım bitti, sizin yaptıklarınızı denetlemek için varım’ anlayışı şeytanın tam da görmek istediğidir, biz bir damla suyuz; nefesimiz var olduğu sürece bu hayat bizim için bir imtihandır” demiştim…
O günden sonra mesafeyi azalmıştım ancak uyarılarını hem kendim için hem de onun için yapmaktan vazgeçmemiştim; çok üzülmüştüm geldiği bu duruma…
Hatta derdi ki “benim çocuklarım Allah’ın kulu, sizinkiler yaratık” diyebilecek kadar müstagnîleşmişti.
2014 yılında vefat etti; hepimizin gideceği yere gitti. Ülkenin önemli üreticilerinden biriydi, ihlasın hışmına uğramıştı. Geldiğimiz noktadan baktığımda iktidar da kendini Milletin imtihanı olarak görüyor ve kendinin imtihanının bittiğini, bekâ billâh aşamasına geldiğini sanıyor; sanırım kendisi iyiliklerin temsilcisi, kötülükler hep başkasının…
Ama şunu söyleyeyim: Allah yere gireni, yerden çıkanı, göğe yükseleni, gökten ineni çok iyi biliyor; sinelerin hain bakışlarından haberdardır… Allah lebîlmir’saddır ve mutlak gâlip O’dur. Nice kibirliler şu an yaşamıyor; vakti gelince hesap gününün Sahibine gidiyor. Allah, hesabı seri görendir; O adildir ve sadece Adil olanları sever… Adaletin olmadığı bir yerde başka konuşulacak bir şey kalmamıştır… Hilâfet yüzüğünü kurnazlıkla, hakemlik yaptığına herkes kani olmuşken Muâviye’nin parmağına takan Amr bin Âs'ın hakemliği nasıl ki hakemlik değilse bağımsız yargı dediklerimiz o yüzüğü takmak gibiyse, şimdi buna biz nasıl bağımsız yargı diyelim, olanların da ondan farklı olduğuna asla inanmıyorum… Çünkü ben Rahmân’ın kuluyum…

Bu paragraflar, yakın tarihten bir insanın iç muhasebesini ve memleketin ruh hâlini tek nefeste özetliyor. Kendini “imtihanı bitmiş” ilan eden herkes, aslında nihayetsiz bir imtihanın en kritik sorusunu kaçırıyor: Haddi bilmek.

İtaatsiz Şahlar, Yalana Tapınanlar

Ebu’l-Hasan Şirazi anlatır: “Şah Mahmud, sarayının avlusunda otururken bir dilenci ayağının dibine düşer. Şah buyurur: ‘Dilencinin gömleği kir içinde, derisi yara bere. Bunu çıkarın saraydan, gözüm görmesin!’ Veziri yaklaşır: ‘Hünkârım, dilenciyi atarız ama gölgesini ne yapacağız?’”

Tarih bize durmadan gölgeyi hatırlatır. Gölge, hâkimin vicdanıdır; gölgede yamukluk varsa, güneş tepedeyken bile hakikati eğri görürüz. Bugün rüşvetin gölgesi bakanlık koridorlarında gezinirken, yandaşın gölgesi adliye kapısında sırayı es geçerken, garibanın gölgesi kamu bankasında ipotek altında titrerken aynı soruyu tekrar duyar gibiyiz: “Bu gölgeyi nereye saklayacaksınız?”

Ceket Giydirilmiş Putlar

Yüz yılı aşkın parlamento pratiği, göğsünü kabartarak “meclis iradesi” derken, milletin gözleri önünde hızla kireçlenen bir hakikat var: Bağımsız yargı, bağımsızdan öte yalnızdır. Savcı iddianameyi kaleme alırken tavan arasında tozlu bir dosya açılır: sanığın kim olduğuna değil, kimin adamı olduğuna bakılır. Mahkeme heyeti karar verirken kütüphanesindeki kanun külliyatından önce kulaklıkla “merkez ”den gelen fısıltıyı duyar. Medya başlık atar: “Bağımsız yargımızdan tarihi karar!”; hâlbuki karar, tarihin çöplüğünde defalarca okunan bir diktedir.

Böyle bir iklimde, “adalet sarayı” denen devasa beton yapılara bakıp da büyülenmeyin. O binalar, karıncayı ezmeye niyet etmiş fillerin cüssesine benzer; adalet, fildişi kabartmaların değil, alt katta bekleyen mazlumun gözyaşında saklıdır.

Sultan II. Mehmet, 1477’de bir Rum mimarı bizzat huzuruna çağırıp hakkındaki şikâyeti dinler; elini kılıcına değil, mahkemenin kapısına götürür. Sıradan bir zımmî, padişahı kadıya şikâyet edebilir; çünkü Allah’ın hükmü karşısında kulun rütbesi yoktur.

Bugün ise vatandaş, mahallesindeki yıkık kaldırımdan belediyeyi mahkemeye veremez; zira önce harç yatıracak parası, sonra lehine hüküm verecek hakimi bulması gerekir. Adaletin dili, sahifede Türkiye Türkçesi, fiiliyatta kısık bir bürokratik Aramice ’ye dönüşmüştür.

Kibriyenin Maskesi-“Ben Milletin İmtihanıyım”

İktidar koltuğuna oturan kimileri, tıpkı o eski tanıdığın cümlesi gibi, “Benim imtihanım bitti; milletin imtihanıyım” diyerek kendini sorgunun karşısına değil, üstüne koyar. Lakin insan, sorguyu bırakıp ilan-ı zafer ettiğinde azgınlık başlar. Kur’an, “müstağni” tavrını, insanın en tehlikeli kırağısı olarak tanımlar: “Gerçekten insan, kendini müstağni gördüğünde azabilir.” (Alak/6-7)

Bugün müstağni devlet dili şöyle konuşuyor:

“Biz iyiliğin temsilcisiyiz; kötülük dış mihrakların işidir. Biz hata yapmayız; hata bize karşı yapılan eleştiridir. Biz konuşuruz; yargı onaylar. Biz veririz; medya kutsar.”

Oysa gerçek şu: İyilik, şahısların tekelinde değil; kötülük, muhaliflerin sırtına yüklenemez. Allah’ın terazisinde herkesin dosyası ayrı, tartısı adildir. İster saray sofrasında kuş lokması yesin, ister gecekondu mutfağında kuru ekmeği bölüşsün; kimse “imtihanım bitti” diye diploma alıp kenara çekilemez.

Hesap Gününe Dair Unutulan Gerçek

İbnü’l-Cevzî “Telbîsü’l-İblîs”te şeytanın en büyük hilesinin, kulun kalbine “Sen artık kurtuldun, fazîlet makamındasın” vesvesesini sokmak olduğunu söyler. Bu vesvese sızdığı anda kalp, cismin daracık göğsüne bile sığmaz; taşar. Sonra hangi makamdan hava alırsa alsın, balonun patlayacağı an bellidir.

Mansur’un saray duvarlarına şöyle yazılır: “Hesap çok çabuktur.” Bu ayet, gece nöbetçilerinin meşalelerini titretir. Hesap, mahşer koridorunda yavaş çekim bir film değildir; göz açıp kapayıncaya dek muntazam bir ışıktır, şaşıran yanar.

Bugünün güç odakları, geçmişin “mutlak dirlik” hayali kuranları gibi ölümü unutarak “ebedî yetki” vehmediyor. Gidip de dönmeyenlerin çokluğu, kalanların ibret formlarını doldurmaya yetmeli. Lakin göz kör, kulak sağır ise kalp kitlenir; işte o kilidi açacak anahtar ancak adaletin sesidir.

Adalet Yoksa Susmak da Fayda Vermez

Bir toplumda mahkeme kapısında sıralar uzar, içeriden “kopyala-yapıştır” kararlar fışkırır, bakan iyice semirir, gazeteci tüm bunları haberleştirince vatan haini ilan edilirse artık konuşulacak tek kelime kalır: Zulmün gölgesini uzatmayın!

Adaletin olmadığı bir yerde, ekonomi rakamlara, eğitim sınav puanlarına, sağlık raporlara, spor skor tablolarına, sanat gişe sayısına indirgenir; “insan” ise istatistiğe dönüşür. Zulüm istatistikten ibaret kalmayacak kadar canlıdır: yetim öksüzlüğünü, mahkûm duvarı, işçi paydosu, kadın şiddeti, çevre tahribatı, hayvan zulmü… Hepsi mahkeme kale kapısı önünde dosya biriktirirken yargıç kılıcının kını bile kıpırdamaz.

Hz. Ali’nin meşhur kırk bakır zırh davası, yanlış ellere düşse “zaman aşımından” düşerdi; hilâfet yüzüğünün takıldığı gün adaletin mührü sökülünce nice kanlı sayfa açıldı. Bugün “zaman aşımı” maskesi, katran gibi yasaların yüzüne sürülüyor; millet “ne yapalım, prosedür” diye avutuluyor.

Mizânı Yükseltmek

Peki umut yok mu? Elbette var. Haddi aşanın ipini kesen yine adalet olacaktır. Mevlana der:

“Adalet, bir şeyi yerli yerine koymak; zulüm, onu yerinden oynatmak.”

Yerinden oynayan bu düzen, yerli yerine konacağı günü bekliyor. Mizânı yükseltmek, devasa yapılar inşa etmekten değil, küçük insanların küçük haklarını teslim etmekten geçer. Bir işçinin gasp edilen tazminatını ödemek, yüz katlı adliye inşaatından daha kutsidir. Bir kadının, şiddet uygulayan eşe karşı korunması, dev ekranlı yargı tanıtımlarından daha hakikîdir. Bir gazetecinin dosyasını “derhal beraat” diye mühürlemek, “yüksek yargı yılı” açılış töreninden daha şereflidir.

Rahman'ın Kulu Olmak

Ben Rahman'ın kuluyum diyen, kendini “imtihanı bitmiş” mertebesine değil, sürekli imtihan meydanına bırakır. O meydanda kötüye karşı susmak, zulme ortak olmaktır. Adalet sancağı yere düşerken maddî imkân, ideolojik yandaşlık, makam koridorları, partizan heyecanlar kurtuluş getirmez. Kurtuluş, Musa’nın asasındaki hakikat kadar yalın: “Haddi bil, hakka teslim ol.”

Sonsöz yerine, Hz. Peygamber’in şu ikazıyla mühürleyelim:

“Nice insanlar vardır ki, Allah’ın rahmetiyle değil, kendi amelinin büyüklüğüyle cenneti hak ettiğini sanır. Allah onları amellerinin büyüklüğüyle değil, kalplerinde büyüttükleri kibirle hesaba çeker.”

Dostumun kibirli tespitiyle, devrin kibirli yönetim anlayışı aynı kefede. İkisi de “imtihan benim elimde” diyerek gölgesini beton kalıba döktü. Allah, o gölgeleri tek bir nefeste siler. Yeter ki biz, hak terazisinin ibresine parmak basmayalım.

Adaletle nefes almayanın akıbeti, Firavun ’un atları kadar ibret vericidir: dalga gelir, tuzlu çakıl tanesi bile kalmaz. Tarih seli bununla dolu; bizi de aynı vadide bekliyorlar.

Adalet varsa söz var; adalet bittiğinde, geriye sadece suskun bir mahşer kalır.

Erol Kekeç/05.07.2025/Sancaktepe/İST

5 Temmuz 2025 Cumartesi

Sahne Işıkları Altında Egemenliğin Cenazesi


Bir yasa düşünün ki halkı korumak için değil, halkın gözünü boyamak için çıkarılsın. Bir meclis düşünün ki halkın iradesini yansıtmak yerine, önceden yazılmış bir senaryoyu oynasın. Bir çağ düşünün ki gerçek suçlular gizlenirken, masumlar günah keçisi yapılsın. İşte bu yazı bu çürümüşlük üzerine yazıldı: İklim Yasası mı dediniz? Hayır, bu sadece küresel bir onay törenidir.

Yasama mı? Hayır- Bu bir uygulama talimatıdır.

Türkiye’de geçtiğimiz günlerde “İklim Yasası” adı altında bir metin TBMM’den geçti. Mecliste oylama yapıldı, bazı vekiller söz aldı, hatta birkaç milletvekili “önemli bir adım” olduğuna dair konuşmalar yaptı.

Ama bu sahne daha önce başka ülkelerde de oynanmıştı. İsmini değiştirin, dili değiştirin, vekilleri değiştirin… Senaryo aynı:

  • Önce anlaşma Paris’te imzalanır.

  • Ardından ülkeye getirilir.

  • Sonra mecliste “müzakere” görünümü altında onaylanır.

  • Ve halk o sırada başka şeylerle meşgul edilir.

Bu yasama değildir. Bu, önceden yazılmış bir talimatın iç hukuka uyarlanmasıdır. Meclisin hükmü yoktur. O sadece bir “formalite imza dairesidir.”

Halk Egemenliğini Yutan Küresel Labirentler

Yasalar artık milletin değerlerinden değil, küresel masalardan çıkıyor. Sözde demokrasilerde, “uluslararası anlaşmalar” öyle kutsal bir zırha bürünüyor ki, bırak halkı, anayasanın kendisi bile onlara karşı çıkamıyor.

“Anayasaya aykırı olsa bile, uluslararası anlaşmalar geçerlidir” maddesiyle milletin hükümranlığı rafa kaldırılmıştır.

Bu, açıkça şunu ilan etmektir:

“Ey millet! Sen sadece seçim yap, gerisine karışma.”

 İklim Kılıfı-Suçlu Sadece Senin İneğin mi?

485 milyon yıllık sıcaklık verisi elimizde. Bilim diyor ki: Dünya çok daha sıcak zamanlar yaşadı, çok daha soğuk devirlerden geçti. Ve insan bu tabloda daha birkaç saniyelik bir nokta.

Ama senin ineğin, tarlan, traktörün, soban suçlu ilan ediliyor. Sana düşen görev belli:

  • Et yeme, laboratuvar etine razı ol.

  • Tarla sürme, karbon kodlu ürünleri ye.

  • Isınma, QR kodlu “sürdürülebilirlik kredisi” topla.

Tüm bunlar yapılırken dünyayı en çok kirleten ABD ve Çin bu anlaşmaları ya imzalamıyor ya da iç hukuklarına sokmuyor. Ama Türkiye bir yarışa girmiş gibi ilk sıralarda “uyum sağlıyor.”

Bu neyin telaşıdır?

Türkiye Gerçekten Ne Yapıyor?

Köyler boş. Tarım can çekişiyor. Zaten %50 faizin, borç batağının, mazotun, gübrenin altında ezilmiş köylü ineğini satmış. Kalanlar da kente göçmüş. Ama hâlâ “çiftçi karbon salıyor” diyen bir yasa geçiyor.

Bu yasa kimin için? Kim koruyor doğayı gerçekten? İstanbul’da 7 gökdelen diken mi? Ormanı kesip villa yapan mı? Altın madeni için dağı delen mi?

Hayır, bu yasa ne doğayı korur, ne çevreyi. Bu yasa, bir sınıfın diğer sınıfa diz çöktürme yasasıdır.

Meclis-Halkı Avutma Tiyatrosu

Meclis artık bir karar organı değil, bir onay kurumu. Halkı temsil etmiyor, sadece gündem dağıtıyor.

Bir şey mi yasalaşacak? Önce Paris’te çalınır minare, sonra Ankara’da kılıfı hazırlanır. Ve halk ne zaman itiraz edecek olsa, tam o gün:

  • Televizyonda büyük bir kavga,

  • Gazetede sürmanşet bir skandal,

  • Sosyal medyada manipülasyon başlar.

Oysa gerçek kanunlar artık ekranın dışında yapılır. Sen o sırada birbirine düşman edilirken, yasalar çoktan yazılmış olur.

Ne Yapmalı?

  • Öncelikle anlamalıyız ki millet egemenliği artık bir vitrin öğesidir.

  • Parlamento, egemenliğin kaynağı değil, halkı teskin etme aracıdır.

  • Yasalar; milli ihtiyaçlardan değil, küresel uyum politikalarından doğar.

  • İklim Yasası da bunun sadece bir örneğidir.

Gerçek çevreciliği kirleten köylüde değil, çevreyi şirketleştiren sistemde aramalıyız.

Bu Bir Yasama Değil, Teslimiyettir

Bizlere “iklim için fedakârlık” yapmamız gerektiği söyleniyor. Ama bu fedakârlık tek yönlü. Karbon emisyonu yüksek ülkeler aynen devam ederken, bizim sırtımıza “sürdürülebilirlik prangası” vuruluyor.

Ve halk mecliste yasa geçiyor sanıyor. Oysa o yasa, çoktan başka yerde hazırlanmıştı. Meclis sadece perdeyi açtı.

Bu bir yasa değil. Bu bir işaret fişeği. Bu bir milletin kendi topraklarına, suyuna, tarlasına, hayvanına, üretimine veda törenidir.

Kısacası: Bu bir son perde.

Perde kapanmadan önce gözünü aç. Çünkü bu oyun senin üzerine yazıldı. Ve sen seyirci değil, artık oyuncusun.

“Meclis artık halkın değil, küresel metinlerin sesidir.
Hükümetler temsilci değil, uygulayıcıdır.
Ve yasalar artık halkın değil, küresel masa sahiplerinin kaleminden çıkar.”

Bahadır Hataylı/03.07.2025/Sancaktepe/İST

4 Temmuz 2025 Cuma

Sustuğunuz Yerde Yanlış Konuşur (Hakkı Tut, Haksızlığa Susma)

 Sessizliğin Yükü

Bugün bir millet susturulmuşsa, bu sessizlikten en çok nasiplenenler yanlışları doğru gibi gösterenlerdir. İhanet, doğrudan gelirse tanınır; ama ihanet, sadakat maskesiyle gelirse, milletin yüreğini parçalar. Hakikatin yanında gibi görünenlerin, aslında onun en büyük düşmanı olduğu zamanlardayız. Bu zamanlarda susmak, zulmün ortağı olmaktır.

İşte böyle bir ortamda, Necmettin Erbakan Hoca’nın şu sözü, karanlıkta çakan bir şimşek gibi zihinleri aydınlatıyor:

"Yanlışın en tehlikelisi, doğruya en yakın olan yanlıştır. Çünkü, doğruyla karıştırılması ve insanların daha kolay aldatılması ihtimali taşımaktadır."

Bu söz, bugün toplum mühendisliğinin, medya manipülasyonlarının, sahte dindarlıkların, çakma milliyetçiliklerin ve uydurma vatanperverliklerin tam merkezine bir kurşun gibi saplanıyor.

Gerçek Vatanseverlik-Bayrağı Sevmek Değil, Onu Kirletmemektir

Vatanı sevmek; sadece bayrak sallamak, nutuk atmak, miting meydanlarında “şehitler ölmez” diye bağırmakla olmaz. Vatanı sevmek; halkı yoksulluğa mahkûm etmemekle olur. Vatanı sevmek; torpili, yolsuzluğu, adaletsizliği önlemekle olur. Vatanı sevmek; bir grup zengini koruyup, milyonları süründürmemekle olur.

Bugün vatan sevgisi adı altında, halkın gözlerinin içine baka baka yanlışlar işleniyor. Kamuda liyakat ayaklar altına alınıyor. Din, ahlâk ve değerler; iktidarların siyasi aparatı haline getiriliyor. Yalanlar, doğruymuş gibi anlatılıyor. Hırsızlık, hizmet; adam kayırma, vizyon; rant, yatırım gibi gösteriliyor.

İşte Erbakan Hoca’nın sözü burada devreye giriyor. Çünkü yanlış olan ama doğruya çok benzeyen bu sahte anlatı, halkı kandırıyor. İnsanlar da "madem din elden gidiyor diyorlar, madem bayrak diyorlar, demek ki doğrudurlar" zannıyla asıl ihaneti alkışlıyor.

Dinle Aldatmanın Bedeli: Sahte Dindarlık ve Gerçek Ahlaksızlık

“Allah’tan korkan bir yönetime ihtiyacımız var” diyenlerin, Allah’tan korkmadığını ne zaman anlayacağız?

Dindarlık, yolsuzlukla beraber yürür mü? Müslüman, fakirin hakkını gasp eden sisteme “helal” der mi? Din, haksız kazancı örtmek için bir perde olarak kullanılır mı?

Bugün en büyük tehlike, dinî kavramların içinin boşaltılarak, siyasi manipülasyon aracı haline getirilmesidir. Cami kürsüleri, partizanlıkla kirletilmiş; iman, sandığa mahkûm edilmiştir.

Her gün “İslam elden gidiyor” diyerek koltukları sağlamlaştıranlar, o İslam’ı en çok ayaklar altına alanlardır. Namaz kılan ama adaletle yönetmeyen; oruç tutan ama fakirin lokmasını çalan; hacca giden ama torpilci olan, bu dini temsil edemez!

Doğru gibi gözüken bu din anlatısı, aslında Hakk’a değil, makama hizmet etmektedir.

Milli Görüş’ün Asıl Ruhu-Ahlak, Adalet, Üretim ve Hakkaniyet

Erbakan Hoca’nın davası neydi? Sadece iktidar olmak mıydı? Hayır!

Milli Görüş, ahlak demekti. Adalet demekti. İsrafla mücadele demekti. Üreten ekonomi, sanayileşme, dışa bağımlılığa son verme demekti. Faize savaş açmak demekti. Fakir fukaranın başını okşamak demekti.

Ama bugün bu adla hareket edenlerin çoğu, bu ruhu sadece logolarda bırakmış, özünü unutmuş, şekli muhafaza ederek içeriği öldürmüştür.

Erbakan Hoca’nın “doğruya en yakın yanlış” sözü tam da bunu anlatır:

Bugün doğruya en yakın yanlış, Milli Görüş’ü temsil ediyoruz diyen ama aslında onun ruhunu çiğneyenlerdir.

Onlar, vitrininde Kur'an, kasasında faiz olan; kürsüsünde İslam, icraatında yolsuzluk olanlardır.

Toplumu Uyuşturan 5 Zehirli Doğruya-Benzeyen Yanlış

  1. “Dış güçler bizi kıskanıyor” yalanı: Her başarısızlığın bahanesi dış güçlerse, siz neden varsınız? 22 yıldır iktidardasınız, hâlâ dış mihrak mı? Bu, suçu başkasına atarak halkı uyutmanın klasik yöntemidir.

  2. “Din elden gidiyor” korkusu: Dini korumak Allah’ın vaadidir; sizin değil. Asıl din, adaleti ve kul hakkını korumaktır. Dini, iktidar için bir kalkan olarak kullanamazsınız.

  3. “Vatan millet Sakarya” nutukları: Eğer vatan buysa, neden milyonlarca genç yurt dışına kaçmak istiyor? Vatanın sahibi olmak, halkı mutlu etmekle mümkündür; sloganla değil.

  4. “Ekonomik kriz küresel” yalanı: Evet dünya zor günler yaşıyor ama biz neden en kötüler arasındayız? Faiz, enflasyon, işsizlik neden en yüksek bizde? Bunun adı beceriksizliktir, ihanetse o ayrı bir meseledir.

  5. “Yerli ve milli olmak” kandırmacası: Gerçek millilik, yerli malı kullanmak değil; ithalatı azaltmak, üretimi artırmak, dışa bağımlılığı bitirmektir. Sizin millilik anlayışınız sadece pankartlarda.

Gerçek Liderlik-Doğruya Sadakat, Yanlışa Tavırdır

Bugün halk, yöneticilerden gerçek liderlik bekliyor. Gerçek liderlik, “ben yaptım oldu” değil, “halkın hakkını gözetmektir.

Bir toplumda bir grup lüks içinde yaşarken diğerleri kuru ekmeğe muhtaçsa; orada sistem iflas etmiştir.

Ve en kötüsü: Bu bozuk sistem, doğru gibi pazarlanıyorsa, o toplumda hakikatle yalan yer değiştirmiştir.

“Doğruya en yakın yanlış” sizi daha çok kandırır. Çünkü onu sorgulamazsınız. Ona güvenirsiniz. O yüzden en çok oradan vurulursunuz.

Halkın Görevi-Sorgulamak, Susmamak, Sahip Çıkmak

Ey halkım!

Artık gözlerinizi açınız. Artık size “din” diye, “vatan” diye, “milli değer” diye satılan yalanlara kanmayınız. Sahte dindarlıklara, gösterişli camilere, lüks araçlı imamlık sistemlerine, dört maaşlı danışmanlara, saltanatla süslenmiş yönetimlere susmayınız!

Gerçek mümin, zalime karşı sesini yükseltendir. Gerçek vatansever, halkın yanında durandır.

  • Sorgulayınız!

  • Savunmayınız, anlamaya çalışınız!

  • Sadakat değil, adalet arayınız!

  • Hakk’ı tutunuz, haksıza destek olmayınız!

 Yeni Bir Başlangıcın Eşiğindeyiz

Bu söz, bir çağrıdır, susturulmuş vicdanlara bir fısıltıdır:

Artık uyanın! Gerçek doğruyla, doğruya benzeyen yanlış arasındaki farkı görün. Doğru; halkı yaşatır. Yanlış; halkı kandırır.

Bugün Türkiye’de olan budur:

  • Yanlışlar doğru gibi gösteriliyor.

  • Yanlış yapanlar, dini söylemlerle meşrulaştırılıyor.

  • Yanlış sistem, “yerli ve milli” adı altında kutsanıyor.

Ama unutmayınız:

Hakikat, gecikir ama asla yenilmez. Ve halk bir kez uyanırsa, artık hiçbir doğruya benzeyen yanlış onu kandıramaz.

Çağrımız Şudur:

  1. Herkes vicdanına dönsün.

  2. Herkes bir gün hesap vereceğini unutmasın.

  3. Herkes, Hakk’ın yanında durmayı şeref bilsin.

Ey halkım!

Bir sözle başlar uyanış:
Ve o söz söylenmiştir:
“Yanlışın en tehlikelisi, doğruya en yakın olan yanlıştır.”

Bugün bu sözü anlayanlar, yarının adil yöneticileri, temiz toplumunun kurucuları olacaktır.

Erol Kekeç/04.07.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!