Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2025 Cumartesi

Dinin Gölgesinde Kurulan Cehennem Düzeni

Bir el var bu ülkede… Gözümüzün içine baka baka hayatlarımızı yangın yerine çeviriyor. Bu el kimindir, kim tarafından görevlendirilmiştir, hangi iradeye dayanır bilinmez; ama bildiğimiz bir şey varsa o da şudur: Bu el yakıyor. Bu el yıkıyor. Bu el, hakkı ayaklar altına alarak haramı helal ilan eden, zalimi masum, masumu suçlu gösteren bir düzenin uzantısıdır. Her geçen gün biraz daha sıkıyor halkın boğazını, her sabah yeni bir ceza, her gece yeni bir kanunla hayatı yaşanmaz hale getiriyor. Bu el, zalimin eli. Ve bu elin kim tarafından tayin edildiğini bilmiyoruz belki ama sonuç ortada: Toplum yanıyor, vicdanlar susmuş, adaletin mezar taşı dikilmiş.

Yakın zamanda dile getirmiştim: "Farklı düşünen herkes, bu farklılığının ceza gerekçesi olacağı bir döneme hazırlanmalıdır." Daha bir ay geçmedi ki bu karanlık tahminin resmileştiğini gördük. Mecliste onaylanan düzenlemelerle Diyanet İşleri Başkanlığı’na verilecek yetkiler, dinin devletin ideolojik aparatına dönüştürüleceğinin açık ilanıdır. Artık Allah'ın dini değil, iktidarın dini konuşulacak. Fetvalar halkı aydınlatmak için değil, yönetime biat ettirmek için verilecek. Din, yeniden ve bir kez daha Muaviye'nin elinde kirleniyor.Aynı karanlık, Meclis çatısı altında meşruiyet kılıfına büründü. Diyanet'e verilecek yeni yetkilerle, artık herkesin inancı, düşüncesi, yaşam tarzı devletin filtresinden geçmek zorunda. Eleştireni din dışı, itiraz edeni hain ilan eden bir sistem kuruluyor göz göre göre.

Bu ülke Muaviye zihniyetinin, saraylardan fetva üretip halkı cendereye alanların işgali altında. Ve biz, sustukça zulüm büyüyor. Bir millet, kendi celladına hayran oldukça cehennem daha da yaklaşıyor.

Bu durum yeni değil belki. Tarih bize, dini iktidar için kullananların hikayesini defalarca anlattı. Ama bugün yaşadıklarımız, bu çürümüşlüğün resmileştiği, kurumsallaştığı ve en korkuncu, normalleştirildiği bir dönemi gösteriyor. Diyanet, artık sadece namaz vakti bildiren değil; hangi siyasi görüşün caiz, hangi muhalefetin haram olduğunu belirleyecek bir merkez haline geliyor. Bu, Allah’a değil, iktidara kulluğun merkezidir.

Toplumun yaşadığı bu cinnet halini yalnızca din üzerinden açıklamak mümkün değil. Ekonomi, ahlak, adalet, özgürlük… Her alanda yaşanan bozulmanın ortak noktası, iktidarın kendini tanrılaştırmasıdır. Trafik cezaları örneğin... Artık bir düzenleme değil, halkı sindirme aracına dönüştü. Son aylarda artan cezalar, insanların canını sadece ekonomik olarak değil, psikolojik olarak da yakmakta. 22 bin liralık asgari ücretle yaşamaya çalışan bir vatandaş, her köşe başında ceza tehdidi altında yaşarken; saraylarda yaşayanlar, gösterişli araçlarla, koruma ordularıyla lüks içinde yaşıyor.

İsraf dedik, yolsuzluk dedik, görgüsüzlük dedik, ama duyan olmadı. "İtibardan tasarruf olmaz" diyerek, şehirlerin göbeğine devasa saraylar diken bir anlayış, halkın sofrasındaki ekmeğe göz dikti. Bu halk artık, yöneticilerinin kibirli kahkahaları arasında açlığa talim etmekte. Yetmedi, bir de utanmadan, bunu kutsal bir çaba olarak sunuyorlar. "Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır" diyenlerin uygulamaları, adeta şu mesajı veriyor: "Helal-haram önemli değil. Yeter ki bize kazandır."

Yüz binlerce emekli, 14 bin liralık maaşla nefes almaya çalışırken; onların alın terini, bir kalemde çöp eden vergi ve ceza sistemleri kurulmuş durumda. Bu, ceza değil. Bu, intikamdır. Bu, halkı cezalandırma arzusudur. Halkın suskunluğuysa, bu zulmün en büyük meşruiyet kaynağına dönüşmüş. Allah'ın "Zulme sessiz kalan, zalimle beraberdir" emrini unutan bir toplum olduk.

Tüm bu yaşananlar, sadece maddi çöküş değil. Bu, ruhun çöküşüdür. Ahlakın, vicdanın, merhametin yok oluşudur. Bir toplum, kendi yoksulluğuna, kendi aşağılanmasına bu kadar sessiz kalıyorsa, artık bu toplum gazabı hak etmiştir.

Her gün yeni bir kanun, yeni bir uygulama, yeni bir baskı yöntemi… Meclis, artık halkın sesi değil, küresel efendilerin dayatmalarını yasa haline getiren bir noter masasına dönüştürülmüş durumda. Anayasa değişikliği diyerek halkın aklıyla alay ediyorlar. 86 milyonu düşünüyormuş gibi yaparak, aslında 8-10 kişilik bir sermaye grubunun taleplerine göre yasa çıkarıyorlar.

Ve tüm bunlar olurken, her şeyin ortasında duran o "el", hiç durmuyor. Hangi mekanizmadan aldığı güçle hareket ettiği belli. Ama unuttukları bir şey var: Allah’ın adaleti! Bu dünya, Muaviye’nin saraylarıyla dolmuş olabilir. Ama Hüseyin’in çığlığı hâlâ yankılanıyor. Kerbela hâlâ yaşanıyor. Ve birileri, her çağda zalimlerin sofrasına oturmayı tercih ediyor. Ama Allah’ın dini, onların kirli ellerine muhtaç değil.

Bugün yaşadığımız bu zulüm, sahipsizlikten değil; sahipliğin unutulmasındandır. İnsanlar sustukça, zalim daha da azgınlaşır. Halk susuyor, çünkü korkuyor. Halk susuyor, çünkü inancını sadece camiyle sınırlamış. Oysa ki iman, sokakta adalet aramaktır. İman, zalimin karşısında durmaktır. İman, zalime karşı mazlumun sesi olmaktır.

Bu yönetim anlayışı, sadece hatalı değil; yıkıcıdır. Bu anlayış, halkı kendi kendine düşman eden, komşuyu komşuya ihbar ettiren, çocukları dilsiz ve suskun yetiştiren bir sistem inşa etti. Her şeyin kontrol altında olduğu bir toplum kurmak istiyorlar. Ama bilmiyorlar ki, insanın fıtratı bu kadar baskıyı kaldıramaz. Zulüm arttıkça, direniş de artacaktır.

Bugün dilsiz şeytan olanlar, yarın hesap gününde dillerini arayacaklar. Ama iş işten geçmiş olacak. Çünkü Allah soracak: “Zulme karşı ne yaptın?”

Bu ülkede artık yaşam, yaşama özelliğini kaybetmiştir. Çünkü insanca yaşamak için önce insanca yönetilmek gerekir. Bugün insanlık onuru, bir tutanak altına alınmış durumda. Onu korumak, hâlâ kalbi çarpan, vicdanı sızlayan herkesin görevidir.

Ey halkım! Suskunluğunuzla kendi sonunuzu hazırlıyorsunuz. Bu sessizlik, çocuklarınızın laneti olacaktır. Eğer hala birazcık utanma, birazcık sorumluluk kaldıysa içinizde, haykırın! İtiraz edin! Bu hayat bizim. Bu ülke bizim. Bu din Allah'ındır, iktidarların değil.

Ve unutmayın: Allah katında hesabı ödeyemezsiniz. Ne saraylarınız, ne fetvalarınız, ne cezalarınız sizi kurtaramaz.

Allah’tan başka sığınak yoktur. Zulmü durduracak olan da, susanları konuşturacak olan da O’dur.

Ve O, her şeyi görmektedir.

Bahadır Hataylı/30.05.2025/Sancaktepe/İST

30 Mayıs 2025 Cuma

Azrail'den Beter Bir Yönetim Ceza Zulüm ve Zilletin Portresi

Bir sabah, şehrin ıssız sokaklarında, postacının sırtında taşıdığı ağır yük gibi bir gerçeğin ağırlığı da yavaş yavaş omzuma çöktü. Elinde onlarca zarf vardı. Her biri devletin mührüyle mühürlenmiş, kalın kaşelerle damgalanmış gri zarflar. Merak ettim, sordum: "Hemşo, nedir bu kadar resmi zarf?"

İç çekti. Yüzünde hem yorgunluk, hem bezginlik: "Hocam, trafik cezası... İcra bildirgesi... Başka bir şey yok vallahi. Her gün bunlarla dolu çantam."

Önce şaşırdım. Sonra öfkelendim. Sonra, içimden ince bir alay geçti... Ya dedim kendi kendime, belki de devletimiz bizi düşünüyordur. Hani olur ya, kötü gün akçeleri tükendi. Milleti harcamaktan korumak için ceza üstüne ceza kesiyordur belki. Şimdi ceza yaz, sonra ‘bak ben seni israftan korudum’ diye ödül bekle…

İşte böyle bir ironinin kıyısında, bugünün Türkiye’sinde, 23 yılın sonunda, insanı yaşatmaktan çok bıktıran bir yönetimin hicvini yazmak farz oldu. Bu yazı, bir karikatür değil, bir ağıttır. Hicivle yazılmış ama içinde gözyaşı kurumuş bir çığlık barındırır. Adına “yaşam” denilen şeyin, nasıl adım adım “yaşanmaz” bir hale getirildiğinin resmidir bu.

Ceza Devleti Vatandaşı Soymanın Modern Yolu

Eskiden devletin görevi, vatandaşını korumaktı. Onu eğitimle, sağlıkla, adaletle güçlendirmekti. Şimdi devlet, vatandaşı nasıl soyacağını hesaplayan bir şirket gibi çalışıyor. Ana caddelere gizlenmiş radarlar, şehirlerin köşe başlarına konmuş MOBESE kameraları, uyarısız hız sınırı düşürmeler... Her biri tuzak. Ve bu tuzaklara düşen insanlar, her sabah postacının çantasında gelen gri zarflarda kendilerini buluyor.

Düşünün: Bir emekli, maaşının yarısıyla kirayı ödeyip kalanıyla marketin indirimli reyonundan makarna alırken, posta kutusunda 850 TL hız cezası buluyor. Ne için? Çünkü 71’le gittiği sokakta hız sınırı 50’ye düşürülmüş ama tabela görünmüyor. Devletin çözüm önerisi: İtiraz et. Nereye? Aynı devletin memuruna. Hani bağımsız yargı vardı? Ha evet, o da şimdi “vatandaşlık görevi” olarak cezaya dönüşmüş.

İcranın İcadı Devletle Vatandaş Arasında Köprü Değil, Kazık

Eskiden icra, borçluyu uyarırdı. Şimdi icra, vatandaşı tehdit eder. Elektrik faturasını ödeyemeyen bir babaya, doğalgaz borcunu denkleştiremeyen bir anaya gönderilen icra kağıdı, sadece bir uyarı değil, bir aşağılamadır. Sistem şöyle çalışıyor:

  1. Önce yaşam pahalılaştırılır.

  2. Sonra maaşlar baskılanır.

  3. Ardından fiyatlar serbest bırakılır.

  4. Borç kaçınılmaz olur.

  5. Devlet, borcunu tahsil etmek için icra yoluyla vatandaşını hem korkutur, hem soyup soğana çevirir.

Bu bir döngüdür. Ve bu döngü, halkı köleleştirmenin en sinsi yöntemidir.

Milleti Savurganlıktan Koruma Ayaklarıyla Soygun Politikası

Evet, belki de yönetenler bizi çok seviyor. Belki diyorlar ki: "Bu millet kendi kendine zarar verir, biz onu cezayla terbiye edelim." Yani devletin zabıtası olmuş vergi dairesi memuru. Polisi olmuş haciz memuru. Öğretmeni olmuş “ödenmeyen aidat” yüzünden öğrenci tehdit eden tahsildar.

Bir yönetim, halkı disipline etmek için onu fakirleştirir, sonra fakirlikten çıkamıyor diye suçlar. Tıpkı bir öğretmenin öğrenciyi dövüp sonra "neden ağlıyorsun?" diye azarlaması gibi.

Korkuyla Yönetim: Modern Zamanların Cellatlığı

Bugün insanlar, sokakta polis görse duraksıyor. Neden? Çünkü ceza yazılabilir. Hata yapmamış olsa bile... Plakasında vida mı eksik? Ceza. Araban kirliyse? Ceza. Yaya geçidinde durmadıysan? Ceza. Karşıya geçerken koşmadıysan? Ceza. Ve bunların hepsi birer ekonomik silah artık.

Devlet, insanına önce korku salar. Sonra cezayla hizaya sokar. Ve en acısı: Halk artık cezaya değil, yaşamadığı bir hayatın yorgunluğuna ağlar.

Bir Postacının Çantasındaki Ülke

İşte o gün, postacının sırtında taşıdığı ceza zarflarıyla bir şey fark ettim: Aslında bu ülkenin fotoğrafı, o çantanın içindeydi. Dert, adaletsizlik, umutsuzluk, yoksulluk ve korku... Hepsi o zarfların içinde.

Bugün insanlar geleceği değil, icra takvimini planlıyor. Bayram tatilini değil, cezanın son ödeme tarihini konuşuyor. Düğün değil, haciz konuşuluyor. Devlet, vatandaşa bir sevgi mektubu değil, tehdit belgesi gönderiyor. Ve biz buna “kamu düzeni” diyoruz.

Yönetim Sanatı mı, Zulüm Mühendisliği mi?

Zulmün bu kadar kurumsal hale geldiği bir ülke düşünebilir misiniz? Bu artık sadece yoksulluk değil. Bu, bir toplum mühendisliği. Yönetenler, ceza politikalarını toplumu sindirmek, yıldırmak, parçalamak için kullanıyor. İtiraz eden? Terörist. Soru soran? Vatan haini. Hakkını arayan? Provokatör.

Böylece herkes susar. Suskunluk büyür. Ve sonra kimse anlamaz: "Bu insanlar neden depresyonda? Neden mutsuz? Neden her gün Azrail’i çağırır gibi dua ediyor?"

Yaşamak mı, Dayanmak mı?

Artık insanlar yaşamıyor. Sadece idare ediyor. Yaşam, bir sevda değil, bir borç ödeme planı oldu. Aşk, kredi kartı limitiyle sınırlı. Hayal, mobilya taksiti bitince kurulur. Ve en önemlisi: Özgürlük, artık sadece reklam panolarında.

Hicivde Bile Gülünemeyecek Bir Gerçek

Eskiden hiciv, gülümseterek eleştirirdi. Bugün ise hiciv bile gülemiyor. Çünkü gerçek, karikatürden daha absürt. Çünkü halkın yaşadığı şey, sadece ekonomik kriz değil, bir varoluş çöküşü. Ve buna rağmen yönetenler diyor ki: "Biz sizi çok seviyoruz."

Oysa bu sevgi, Azrail’in tebessümü gibi. Bakar, bekler, bir gün gelirim der. Ama halk artık o kadar yoruldu ki, Azrail’i kurtuluş sanır hale geldi.

Bu Yazı Bir İtirazdır

Bu yazı, sıradan bir serzeniş değil. Bu yazı, ceza kağıtlarından kurulu bir ülkenin ağıtıdır. Bu yazı, postacının çantasında taşınan bir halkın haykırışıdır. Bu yazı, bir daha hicvedilemeyecek kadar acı bir gerçeğin belgesidir.

Ve bu yazı, susan milyonlar adına yazılmış bir 'yeter artık' çığlığıdır. Çünkü bu milletin sabrı varsa, hesabı da vardır. Çünkü her zulüm biter. Ama her çığlık yankı bulur.

Kim bilir, belki bu satırları okuyan bir vicdan, bir yerden kıvılcım alır.

Ve belki... Bir gün postacının çantasında ceza zarfı değil, müjde mektubu taşınır.

Erol Kekeç/29.05.2025/Sancaktepe/İST

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Yüzümüzün karası Yüreğimizin İflası

 


GAZZE’DE  yanan sadece çocuklar değil biziz usta...

Sokaklarda yürüyorsun… Etraf sakin… Bir kafede insanlar kahvelerini yudumluyor, çocuklar oyun oynuyor, telefon ekranlarında bir sonraki tatilin planı yapılıyor. Ama bir başka yerde – Gazze’de – çocuklar gökyüzüne bakamadan toprağa giriyor. Bir yerden bomba düşüyor, başka bir yerden çığlık yükseliyor. Yetmiş yıllık acı, bugün yeniden sahneleniyor. Ve sen hâlâ yürüyorsun usta. Sahi, biz ne yaptık da bu kadar karardık?

Artık bu karanlık gece değil sadece; bu karanlık, sabahların içine sızmış bir gecedir. Ne güneş aydınlatıyor içimizi, ne de yıldızlar şefkatle göz kırpıyor. Çünkü içimiz yanmış, çünkü içimiz çürümüş.

Gazze yanıyor ama biz değilmişiz gibi yaşıyoruz. Hatta bazılarımız "Gazze'de de çocuklar ölüyorsa bu savaşın gereğidir" diyor. Bir füzeyle Ukrayna’daki hastane vurulunca tüm Avrupa ayağa kalkıyor: “Bu bir savaş suçudur!” diyorlar. Ama aynı Avrupa, Gazze’de binlerce çocuğun ölümüne gözlerini kapıyor: “İsrail’in kendini savunma hakkı var” diyorlar.

Bu ne yaman çelişki usta! Bu ne vicdansız bir sahne! Bu nasıl bir ikiyüzlülük tiyatrosu!

Ama bu sadece Batı’nın değil, bizim de çöküşümüz. Artık merhamet gözümüzü terk etti, kalbimizde insaniyet susuzluktan çatladı.

"Usta, biz ne yaptık?" diye sorma. Çünkü cevabı zaten içimizde saklı:

Biz her gün haberlerde ölen çocukları gördük, ama yemeğimizi ağzımızdan düşürmedik. Biz sokakta gülerek yürüdük, ama bir annenin gözyaşına dokunmadık. Biz sosyal medyada ağlayan çocuğun fotoğrafını paylaştık ama o çocuğun sesini duymadık.

Sadece görür gibi yaptık, duyar gibi yaptık, hisseder gibi yaptık…

Ve işte, asıl budur insanlığın sonu, hissedemez hale gelmek!

GÜNEY Afrika'da ışık, Avrupa'da Karanlık 

Dedik ya, her yer karardı sanıyorsun ama Güney Afrika’da siyah yüzlü çocukların alnından bir nur parlıyor. Çünkü onlar rengiyle değil, vicdanıyla aydınlatıyor insanlığı. Onlar Gazze’deki acıya "bizden değildir" demiyor. Onlar yürüyüş yapıyor, haykırıyor, gözyaşı döküyor.

Ama beyaz efendiler sessiz. Medeni geçinenler suskun. Vicdan, derilerinin altında küflenmiş gibi… Onlar beyaz değil; onlar belki de karanlığın ta kendisi.

Kur'an ne diyordu 

"Vay onların haline ki onlar ölçüde hile yaptılar...."

Ölçü ve tartı deyince aklına kantar gelmesin usta. Bu, sadece pazarda yapılan hile değil. Bu, en çok adalette yapılan hile. Bu, Gazze için bir gözyaşı dökmeyip Ukrayna için konferanslar düzenlemek. Bu, Yemen’de açlıktan ölen çocukları görmezden gelip Paris’teki bir bombayı insanlık dramı diye sunmak.

Batı’nın terazisi bozuk usta. Ama biz de o teraziyi alkışlıyoruz. Onların CNN’ine, BBC’sine inanıyoruz. Bizim terazimiz de eğildi artık.

GAZZE değil, asıl yanan biziz 

“Gazze yanıyor usta” diyoruz ama asıl yanan biziz.

Çünkü:

  • Biz suça ortak olduk sessizliğimizle.

  • Biz zalime hizmet ettik konforumuzla.

  • Biz sustukça bir başka çocuğun mezarını kazdık.

Duyarsızlık bir yangındır usta. Ve bu yangın artık sadece Gazze’yi değil, kalbimizi, ahlakımızı, onurumuzu da küle çevirdi.

Bugün su değil ateşle yıkanıyoruz. Ne Nil’in suları, ne Fırat’ın dalgaları bu karanlığı temizleyemez. Çünkü bu ne zeytin karası, ne de kömür… Bu yürek karasıdır.

Bu karanlığı ne deterjan çözer, ne propaganda. Bu karanlığı ancak bir tevbe arındırır. Ama tevbe etmek için önce utanmak gerekir.

Kime dua ediyoruz, kime yakarıyoruz ?

Soruyoruz: "Neden Allah yardım etmiyor?"

Oysa Allah Kur’an’da çok açık söylüyor:

"Size hakikati görecek kadar zaman vermedik mi? Uyarıcı da geldi. Artık yakarışınız fayda vermez." (Fâtır /37)

Yakarış fayda etmez çünkü:

  • Biz Gazze’yi unutup tatile çıktık.

  • Biz mülteci çocuklarla alay ettik.

  • Biz adaleti değil, ekran gösterilerini alkışladık.

  • Biz zalimle aynı sofraya oturduk.

Bugün çağırdığımız dostlar kim? Paranın dostluğu mu? Gücün, konforun dostluğu mu? Onlar şimdi neredeler? Allah bize diyor ki: “Çağırın bakalım o dostlarınızı, hadi kurtarsınlar sizi!”

Yaşayan ölüler ülkesi 

Artık yaşayan ölüler gibiyiz. Damarlarımızda kan değil, çıkar akıyor. Kalbimizde sevgi değil, gösteriş dolaşıyor. Vicdan, dolapta unutulmuş bir eşya gibi küflenmiş.

Biz öldük usta, farkında değiliz. Nefesimiz gidiyor ama ruhumuz bitmiş. Çünkü bir çocuk ağladığında duymuyorsak, gözyaşı akıtan bir anneye kayıtsız kalıyorsak, biz çoktan cehenneme doğru yol almışız.

Bir söz söyle ki vicdanları tarumar etsin be usta...

Yeter artık bu karanlık usta. Bize bir ültimatom ver:

  • Ya uyanacağız ya da hep birlikte yanacağız!

  • Ya susan diller uyanacak ya da tüm insanlık yok olacak!

  • Ya Gazze’nin çığlığına ses vereceğiz ya da kendi çığlığımızı duyamayacak kadar sağır olacağız!

Bize de ki:

“Ey insanlar! Allah’ın adaletine dönün! Adalet; Arap’ın, Türk’ün, Batı’nın değil, Allah’ın adaletidir. O’na sarılın, yoksa birlikte çürürsünüz.”

Gazze’de yanan sadece çocuklar değil. Gazze’de yanan sadece binalar değil. Gazze’de yanan, bizim insanlığımızdır.

Ve asıl cehennem, ölenlerin değil, hissedemeyenlerindir!

Gazze bizim son aynadır usta. Ya o aynada kendimizi görürüz… Ya da o ayna paramparça olur ve geriye bakacak yüzümüz kalmaz!

Şimdi soruyorum tekrar usta: “Ne yaptık biz?”

Ne yapacağız?”

Erol Kekeç/28.05.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!