Bu Blogda Ara

7 Mayıs 2025 Çarşamba

Yastık altı devlete inat yaşama hakkıdır

 


"Yastık altı yani DEVLETİN tespit edemediği, el uzatamadığı, el koyamadığı PARA bu millette olduğu sürece onda ümit vardır..."
(İsmet Özel)

Bu ifade bir iktisat analizi değildir. Bu bir politik refleks ya da ekonomistlerin sevdiği şekilde "kayıt dışı ekonomi "ye dair kaygı da değildir. Bu söz, bir milletin hâlâ kendi iradesine dair taşıdığı son kırıntıların manifestosudur. İsmet Özel’in veciz ifadeleriyle, halkın cebinde kalan son özgürlük alanına işaret eden bu ifade, sadece parayla değil, insanın iradesiyle ilgilidir. Çünkü mesele para değildir. Mesele, paranın temsil ettiği seçme hakkı, kontrol edilemeyen alan, dayatmalara direnme becerisidir.

Modern Çağda Kimin Malı, Kimin İradesi?

Modern devlet aygıtı, görünürde sizi korumak, kollamak ve idare etmek için vardır. Ancak günümüz yönetim biçimleri, halkı sadece "tüketici" ve "vergi kaynağı" olarak gören neoliberal bir tahakküm makinesine dönüşmüştür. Artık birey, sadece karnını doyurması değil; cebindeki paranın hangi banka hesabında olduğunu, ne kadarını harcadığını, nereye transfer ettiğini ve hatta en son hangi dondurmayı yediğini bile devlete ya da algoritmaya rapor eden bir denetim nesnesidir.

Yastık altı para, işte bu denetimden kaçan son irade alanıdır.

Devletin ulaşamadığı para, bireyin ulaşamadığı özgürlüğün sembolü haline gelmiştir. Çünkü bugün her banka kartı bir kelepçedir. Her QR kod, bir takip aracıdır. Her uygulama, sizi izleyen bir “güvenlik kamerasıdır. Ve her kayıtlı işlem, iradenizin teslim alındığı başka bir sahnedir.

“Yastık Altı” Bir İtaatsizlik Alanı

Paranın yastık altında olması; ne Merkez Bankası'nın faiz politikasıyla, ne de Maliye Bakanlığı'nın vergilendirme taktikleriyle yönetilemeyen bir "özgürlük rezervidir. Halk, her ne kadar modern ekonomiye entegre edilmiş gibi görünse de, evinde tuttuğu altınla, dolarla, parayla aslında sessiz bir direnç üretmektedir.

Bu para, zor günlerde kullanılmak üzere değil sadece; aynı zamanda sistemin zorbalığına karşı bir "kaçış planı" olarak elde tutulur. Çünkü insanlar bilir ki, kredi kartları durduğunda marketten ekmek alınamayacak. Dijital cüzdan çöktüğünde pazardan limon bile alınamayacak. Bankalar kapandığında sadece elinde tuttuğun para kadar özgürsündür.

Ve işte bu yüzden, halkın yastık altına gizlediği para, sadece maddi değil, aynı zamanda metafizik bir güvendir. Hatta bu davranış, modern çağın "gizli cihadıdır. Çünkü mümin bilir ki: Zorbalık gelirken, önce seni kendi cebine razı eder.

Para Nerede, İrade Orada

Her şeyi dijitalleştiren bir sistem, seni sadece kolaylaştırmak için değil, seni teslim almak için yapar bunu. Kart kullanırsın, ama hangi harcamaya ne kadar gideceğine o karar verir. Banka hesabındadır paran ama bir kriz anında çekemezsin. Hesabın vardır ama bloken konur. Cüzdanındır ama bir kamu borcuyla el konabilir.

Oysa yastık altındaki para, hiçbir sistemin sana karşı kullanamayacağı bir sığınaktır. Bu yüzden devlet, medya, bürokrasi sürekli aynı şeyi fısıldar: “Yastık altındaki parayı çıkarın; sisteme güvenin; ekonomiye katkı sağlayın.” Oysa bu çağrı, özgürlüklerden vazgeç çağrısıdır.

Biri sana parana ne yapman gerektiğini söylüyorsa, iradene ne yapman gerektiğini de çoktan belirlemiştir.

Kayıtlı Hayatlar, Ruhsuz İnsanlar

İsmet Özel’in bu sözü, sadece parayı değil; aslında hayatlarımızın nasıl kayıt altına alındığını ve bu kaydın bizi nasıl köleleştirdiğini işaret eder. Bugün herkesin kimliği bellidir, yeri bellidir, banka harcaması, sosyal medya hesabı, izlediği diziler, okuduğu kitaplar, paylaştığı gönderiler, hangi siyasi görüşe yakın olduğu, hatta en çok neye kızdığı bile bellidir.

Ve sistem, bu “bilinenlik” sayesinde seni yönlendirir. Bu yüzden, bilinemeyenler sistem için tehlikelidir. O yüzden yastık altı para tehlikelidir.

O yüzden, seni düşünüyormuş gibi görünenler, aslında seni izlemek ve kontrol etmek isteyenlerdir.

Mezbahada Kesilmek İçin Sıra Beklemek

“Hâlâ kendinizi ayakta tutan bir imkânınız varsa yaşama adaysınız, yoksa sizi düşünenlerin sizi götüreceği mezbahada kesilmek için sıranın ne zaman size geleceğini bekleyin.”

Bu söz, hepimizi doğrudan hedef alır. Ve bize sorar: "Seni ayakta tutan imkânın nedir?"

Bugün insanlara sorulsa; “Geçim derdi”, “aile”, “iş”, “kariyer” diyecekler. Ama bunlar, seni sistemin içinde tutan şeylerdir. Oysa “ayakta tutan imkân”, seni sistemin dışında da dik tutan şeydir.

Bu, bazen inancındır. Bazen elinde tuttuğun 5 gram altındır. Bazen kimsenin bilmediği küçük bir tarlandır. Bazen hiç sisteme bulaşmamış bir duandır. Bazen de senden başka kimsenin bilmediği küçük bir “hayır” cevabındır.

Ama bu imkân, eğer devletin erişemediği, sistemin yönlendiremediği bir şeyse seni yaşatır. Yoksa gerisi sadece mezbaha sırası beklemektir.

Kurtuluş Kolektif Değil, Bireyseldir

Bugün ne siyasal partiler, ne sosyal medyadaki “duyarlı kampanyalar”, ne STK'lar ne de büyük lider isimleri seni kurtarmaz. Çünkü sistem, bu yapıların tamamını yutmuştur. Her tarafı kayıt altına alınmış bir toplumu kolektif olarak kurtarmak mümkün değildir. Ancak birey, kendi iradesini kurtararak toplumu tekrar ayağa kaldırabilir.

Bu yüzden “yastık altı para” bir semboldür. Sistemin dışına çıkan her davranış, sistemin çarklarına çomak sokar. Evdeki altın değil sadece; bankaya yatırılmayan para, alınmayan kredi, girilmeyen sosyal ağ, izlenmeyen dizi, tüketilmeyen ürün de bir direniştir.

Çünkü her direnç noktası, sistemin yayılma alanını daraltır.

İktidarlar Halkın Değil, Verilerin Sahibidir

Bugün devleti yönetenler, halkı değil; halkın verilerini yönetiyor. Devlet, artık "halka hükmeden değil", “halkı tahmin eden ve yönlendiren” bir yazılım sistemidir. Hangi şehirde kimin neye ihtiyacı var, hangi yaş grubunun hangi reklama tepki verdiği, hangi bölgede nasıl politikalar işe yarar, bunların hepsi veriyle hesaplanır.

Bu yüzden halk, artık bir karar mekanizması değil; bir algoritma girdisidir. Seçimlerde bile kim hangi partiye oy verecek, anketlerden önce verilerden tahmin edilir. Bu da gösteriyor ki, eğer devlet seni biliyorsa, seni yönlendirmesi kolaydır.

Yastık altı para, seni bilinmez kılar. Seni tahmin edilemez yapar. Ve bu da seni özgür yapar.

Peki Ne Yapmalı?

Bu ifadeler bir çağrıdır. Paranın ne olması gerektiğinden çok, insanın nasıl olması gerektiğine yöneliktir. Bu çağrıya kulak veren herkes için birkaç temel yol haritası çizilebilir:

  1. Kendine ait para kazan: Sisteme bağımlı değil, kendi üretimiyle geçinen birey; özgürlüğe en yakın olandır.

  2. Tasarrufu bankaya değil, vicdana yap: İnsana yatırım yap. Zor günlerinde seni sistem değil, sadakatin, akraban, komşun ayakta tutar.

  3. Mümkünse yerel ekonomilere yönel: Zincir market değil, mahalle bakkalı; global markalar değil, yerel üreticiler.

  4. Kredi ve borç sisteminden uzak dur: Borçlu olanın özgürlük iddiası boşluktur. Hiçbir bankaya minnet borcun olmasın.

  5. Bilgiyle korun, dua ile dik dur: Hem dünyanı hem ahiretini kaybetmemek için bil ve sabret. Bilmek yetmez, direnmek gerek.

  6. Kimse seni düşünmüyor: Devlet, seni değil; senden ne elde edeceğini düşünüyor. Sadece Allah seni kayıtsız ve çıkarsız sever. Ona güven.

 Hâlâ Umut Var

İsmet Özel’in dediği gibi, bu milletin hâlâ “yastık altı” parası varsa umut vardır. Çünkü bu, hâlâ kandırılamayan, teslim alınamayan, izlenemeyen, yönlendirilemeyen bir iradenin varlığını gösterir.

Ama gün gelir, herkes tüm varlığını sisteme sunarsa…

Hiçbir yastık altı kalmazsa, hiç kimse dua etmeyi, direnç göstermeyi, “hayır” demeyi bilmezse…

O zaman gerçekten hep birlikte mezbahaya yürürüz.

Ve sıra ne zaman bize gelecek, onu beklemeye başlarız...

Bahadır Hataylı/04.05.2025/Samcaktepe/İST

5 Mayıs 2025 Pazartesi

İman mı Aidiyet mi?



Tevbe Suresi 23-24 ile Sahte İnançların Maskesini Düşürmek

Zaman, hakikatin değil algının konuştuğu, inancın değil aidiyetin beslendiği bir çağda akıyor. İnsanlar kendilerini "Müslüman" diye tanımlıyorlar; ama bu tanım, çoğu zaman Kur’an’daki iman tanımıyla örtüşmüyor. Kiminin Müslümanlığı, doğduğu coğrafyaya ait bir kimlik kartından ibaret; kimininki, ailesinden gördüğü kadar; bir başkasınınki ise cuma günleri okunan hutbelerden aşina olduğu birkaç dini kelimeden ibaret. Bu görüntülerin arkasında, Kur’an’ın kıstaslarıyla bağdaşmayan bir hayat tarzı, bir dünya görüşü ve neye inandığını bilmeyen devasa bir kalabalık var.

İşte böyle bir çağda, Tevbe Suresi’nin 23. ve 24. ayetleri, bir müminin iç dünyasını altüst eden, sahte dostlukları deşifre eden, inancı ve bağlılığı gerçek kıvamına ulaştıran bir ferman gibi iniyor önümüze:

"Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ederlerse, babalarınızı ve kardeşlerinizi bile dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse, işte onlar, zalimlerin ta kendileridir."
"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah, fasık topluluğunu hidayete (doğru yola) erdirmez."

Bu iki ayet, bir tercih sunar: Ya Allah ve Rasulü ve O’nun davası... ya da dünyevi bağlar ve çıkarlar. Ya Allah yolunda mücadele, ya da konforlu inkâr. Bu yazıda, bu ayetlerin ruhunu günümüzün inkârcı yaşam biçimleriyle yüzleştirecek, sahte iman algılarını paramparça edecek, insanlara son uyarı olacak bir hakikat çağrısı yapacağız.

Ayetlerin mesajı İmanın Ölçüsü Sadakatin Yönü

Tevbe Suresi 23. ayette “Eğer küfrü imana tercih ederlerse” vurgusu, sadece inkar eden aile bireylerine değil, inancıyla çelişen bir hayat tarzını benimseyen herkese yöneltilmiş bir uyarıdır. İnsanın ailesi olabilir, kardeşleri, çocukları olabilir; ama bu kişiler küfrü, yani Allah’a isyanı, Allah’a teslimiyete tercih ediyorsa, artık onlarla arandaki bağ iman bağı değildir. Allah, bu durumda onları dost edinmeyi “zalimlik” olarak niteliyor.

Bu, sadece duygusal bir mesafe değil; ideolojik ve itikadî bir ayrımdır. Müminin dostluk ve düşmanlık ölçüsü Allah’a bağlılıkla şekillenir. Bir kişi ile isterse kan bağın olsun, eğer Allah’ın düşmanıysa, senin de onunla dost olman bir çelişki ve ihanettir. Bu ölçü, günümüzde silinmiş, bulanıklaştırılmış ya da tamamen terk edilmiştir.

Günümüzde ayetin aynasındaki insan manzaraları

Şimdi bu ayetleri alalım ve günümüzde kendisini “Müslüman” olarak tanımlayan insanların hayatlarına bakalım.

  • Allah’ın haram dediği şeylere açıkça helal muamelesi yapanlar:
    İnsanların büyük bir kısmı faizle yaşıyor, faizli kredilerle ev alıyor, haram lokmayı meşru gösteriyor. “Ne yapalım, zaman böyle” diyerek Allah’ın hükümlerini çiğniyorlar. Ve bu insanlar toplumda “normal” görülüyor. Onlara itiraz edenlerse “aşırılık”la suçlanıyor.

  • Peygamberi sadece bir tarih figürü gibi görenler:
    Sünneti terk edip, modernizm adı altında “akla uygun” İslam icat edenler, Peygamberin örnekliğini gündelik hayattan dışlıyorlar. O’nun mücadelesi, davası, ahlakı, adaleti gündem dışı. Ancak yaşadıkları hayatları meşrulaştırmak için Allah Resulü adına uydurulan her sözü hadis adı altında sahiplenerek, Resulle alakası olmayan bir hayatı savunurken de bu konuda hadis var deme ihanetini de çekinmeden söyleyebiliyorlar... Ama yine de “Biz de Müslümanız” diyorlar.

  • Cihadı terk edenler, mücadeleyi unutanlar:
    Tevbe Suresi 24. ayet, Allah ve peygamber sevgisini bir sınava tabi tutuyor: Allah yolunda cihad. Cihad sadece silah değil, aynı zamanda zulme karşı durmak, hakkı savunmak, sömürüye karşı direnmek, insanlara hakkı ulaştırmak, kalemle, sözle, tavırla mücadele etmektir. Bugün Müslümanlar bu mücadeleyi terk etti. Hakkı konuşmak yerine susuyorlar, zulme karşı durmak yerine konforlarını koruyorlar. Çünkü evleri, ticaretleri, sosyal çevreleri, çocuklarının okulları, kariyer planları “Allah’tan ve cihaddan” daha değerli hale geldi.

Dini bir aidiyete dönüştürmek İnanmak yerine Mensup Olmak

Modern çağ, dini bir aidiyet olarak tüketiyor. Tıpkı bir milliyet ya da kulüp taraftarlığı gibi... İnsanlar “Müslüman doğdum, öyleyim” diyor. Ama Kur’an’daki “iman”, doğuştan gelen değil, bilinçle ve mücadeleyle kazanılan bir kimliktir. İman, sadece “ben Müslümanım” demek değil; Allah’ı, Rasulü’nü ve O’nun yolundaki mücadeleyi, her şeyden ve herkesten öne almaktır.

Tevbe 24. ayet, bunu net bir biçimde ortaya koyar:

“Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise…”

Bu liste, modern insanın bütün zaaflarını içine alır:

  • Aile bağı

  • Çocuk sevgisi

  • Mal mülk

  • Ticaretten kazanç

  • Konforlu evler

  • Toplumsal aidiyet

Bu değerler tek başına kötü değildir. Ancak bir mümin için Allah sevgisinin önüne geçtiğinde, artık bir fitneye dönüşür. Bu ayet, adeta bir iman terazisidir: Kalbinde en ağır basan nedir?

Allah'ın Hükmünü Bekleyin!

Ayetin son cümlesi, ürpertici bir ilahi ültimatomdur:

“...artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.”

Allah burada açıkça şunu diyor: “Eğer benim yolumdan saparsanız, bekleyin... azabım, hükmüm, kıyametim gelecektir.” Bu bir tehdit değil, kesin bir haberdir. Bu dünyada da gelir, ahirette de. Bu yüzden ayet sadece bireysel değil, toplumsal ve siyasi bir uyarıdır. Bugün ümmetin başına gelen felaketlerin çoğu, bu ayetin ihlaliyle açıklanabilir.

Bir Özeleştiri Biz Kiminleyiz?

Bu ayetler bir ayna gibi... Kime dostuz? Kimleri üzmekten korkuyoruz? Kimin sevgisi bizi Allah’ın emirlerinden uzaklaştırıyor? Allah mı önceliğimiz, yoksa çocuklarımızın kariyeri mi? Peygamberin izinden gitmek mi, yoksa toplumun onayını almak mı? Cihad mı, yoksa konfor?

Bu sorulara dürüstçe cevap veremeyen bir Müslüman, aslında imanını bir aidiyete indirgemiştir. İslam, bir kimlik kartı değil; bir teslimiyet, bir tercihtir. Bedeli olan bir tercihtir.

Tevbe Suresi 23-24. ayetler, çağımızın iman krizine inen ilahi bir tokattır. Bu ayetler:

  • Müminle münafığı ayırır.

  • Sahte sevgiyle hakiki sevgiyi sınar.

  • Din ile aidiyeti birbirinden ayırır.

  • Mücadelesiz imanı reddeder.

Ve bu ayetler, sadece Arapça metinler değil; her Müslümanın yüreğine kazınması gereken bir hayat pusulasıdır.

Artık susmak, saklanmak, gizlenmek, ortalama bir “iyi insan” olmak yetmez. Gerçek müminlik, Allah’tan, peygamberden ve O’nun davasından yana taraf olmaktır.

Erol Kekeç/01.05.2025/sancaktepe/İST

İnsanlığın cenazesine tanık olmak


O küçük kız çocuğu, elleriyle sarıldığı o soğuk örtünün altında neyi arıyordu?

Belki annesinin son kokusunu… Belki babasının sesiyle gelen bir ninninin yankısını… Ya da artık hiçbir zaman duyamayacağı "korkma yavrum, ben buradayım" sözlerini yeniden duymayı umut ediyordu, sessizliğin ortasında…

Gazzeli o küçük kız, annesi ve babasının cesetlerinin arasına kıvrılmıştı. Uyuyordu. Uyuyor gibi görünüyordu. Oysa insanlık, tam da o an uyanması gereken bir kâbusa gözlerini kapamıştı. O çocuk, artık sadece kendi anne-babasını değil, bütün dünyanın vicdanını da kefene sarmıştı. Ve biz, bu fotoğrafa bakarken aslında kendi ölü benliğimize bakıyorduk: Toplu suskunluğumuzun, örgütlü kayıtsızlığımızın ve tiksindirici duyarsızlığımızın aynasıydı bu kare.

Bir çocuk, en güvenli yer olarak iki cenaze arasını seçiyorsa, dünya artık yaşanılacak bir yer değildir.

Bu sadece bir fotoğraf değil. Bu, insanlık tarihinin en acı notlarından biri. Bir uyarı, bir haykırış, bir isyan. Dili olmayanların dili, yıkılan evlerin duvarlarında yankılanan sessiz bir ağıt. Bu karede kan yok, kurşun sesi yok, duman yok… Ama ölümler var. Binlerce, on binlerce, yüzbinlerce ölümün sadece bir anlık izdüşümü. Üstelik en savunmasız, en masum bir canın bedeniyle anlatılan.

Görmüyorsak, körlüğümüzdendir. Duymuyorsak, sağırlığımızdan değil; kalplerimizin taşa dönmesindendir. Çünkü bu çağ, artık gözyaşı tüketen değil, gözyaşı pazarlayan bir çağ. Bir çocuğun acısı, artık ekranlarda “tıklanabilir” bir veri. Vicdanlar algoritmalara satıldı. Algılar manipülasyonla şekillendiriliyor. İnsanlar, yaşanan zulmü anlamaya değil, unutmaya programlandı.

Bu çağ, ölümlerin sayılara indirgenip istatistik tablosu haline getirildiği bir çağ.

"Bugün Gazze'de 54 kişi daha hayatını kaybetti" diyorlar. Bu cümleye alışıyoruz. 54... Ne kadar kolay bir sayı değil mi? Ama o 54 kişinin her biri bir hikâyeydi. Bir baba vardı belki, oğluna bisiklet almayı planlayan. Bir anne vardı, evine ekmek götürmek için sabahın köründe yola çıkan. Bir bebek vardı, ilk kez "anne" demeyi öğrenmişti. Hepsi şimdi bir rakam. Birer istatistik. Ve bu istatistiklerin ortasında kalan çocuklar, birer gölge gibi yaşayıp birer suskunluk gibi ölüyorlar.

İşte bu çocuk da onlardan biri. Ama bir farkla. O, henüz ölmedi. Ama insanlığın ölümünü üstlenmiş gibi, iki cenaze arasına uzandı. O anlık uykusu, bizim bin yıllık uyanıklığımıza lanet olsun!

Zulüm bu çağda sadece bombalarla gelmiyor. Duyarsızlıkla, unutmamıza yardım eden sosyal medya akışlarıyla, yüzümüzü çevirip rahat uykularımıza devam ettiğimiz her anla geliyor. Çünkü gerçek şu ki, o çocuk bizim yüzümüzü çevirdiğimiz her an biraz daha yalnız kaldı. O çocuk, sadece ailesini değil, tüm insanlığı kaybetti. Biz ise, sadece izledik. Belki bir “emojili tepki” bıraktık. Belki "çok üzüldüm" dedik. Sonra çayımızı içip gündelik işlerimize döndük.

Ama o çocuk dönecek bir yuva bulamadı.

Ve bu, artık sadece bir savaş değil. Bu, insanlığın topyekûn çöküşüdür. Değerlerin, vicdanın, merhametin, hakkın ve hakikatin enkaz altında kaldığı bir çağdayız. Ve biz hâlâ “kim haklı?” sorusuyla zaman öldürüyoruz. Oysa haklı olan, şu iki cenaze arasında uykusuzluğa gözlerini kapayan çocuktur. Onun gözlerinden akan yaş, bizim adalet terazimizden daha doğru tartar her şeyi.

Bir millet yok ediliyor. Bir halk boğuluyor. Ama bu çağın en büyük suçu, o halkı yok eden bombalar değil, sessiz kalan diller, kıpırdamayan kalpler, titremeyen vicdanlardır. Artık zulmün gölgesi bile yeterli değil. Zulüm ete kemiğe büründü, devlet oldu, medya oldu, diplomasi oldu. Ve çocuklar, bu maskelenmiş ölüm düzeninin en ağır bedelini ödeyenler.

Bir kız çocuğu neden cenazeler arasında uyur?

Çünkü artık oyuncakları bombalarla paramparça edilmiştir. Çünkü yatağı kalmamıştır. Çünkü uyuyabildiği tek yer, annesinin kokusu ve babasının göğsüne en yakın yerdir. Belki orada bir umut arar. Belki hâlâ rüyasında yaşadığını sandığı hayatı geri getirmek ister. Ama dünya o kadar gaddar ki, bu masum hayale bile göz yummaz.

Bu çağın adı: Vicdansızlık Çağı.

Ve bu çağın en büyük suçu, düşmanın kim olduğu bile değil artık. Asıl suçlu, dost sandıklarımızın suskunluğu. Konfor alanlarından çıkmayan liderler, diplomatik denge uğruna sessiz kalan ülkeler, medya maskeleriyle gerçekleri saklayan ekranlar…

Bu yazı bir yazı değil. Bu yazı, bir çığlık.

Bugün hala Gazze’de, Suriye’de, Yemen’de, Sudan’da ve nice coğrafyada çocuklar ölüyor. Bombalar değil sadece, umutsuzluk da öldürüyor. Açlık öldürüyor. Susuzluk öldürüyor. Ve en çok da insanların suskunluğu öldürüyor.

Bu bir son çağrıdır. Belki de insanlık adına atılacak son adım, yapılacak son feryattır bu. O çocuğun uykusu, bizim son uyarımızdır.

Eğer bu görüntüye rağmen hâlâ bir şey hissetmiyorsak, bilin ki artık insan değiliz.

Eğer bu çağda hâlâ insan kalmak istiyorsak:

  • Gazze’de ölen çocuğun hikâyesini kendi çocuğumuz gibi anlatmalıyız.

  • Bir annenin feryadını kendi annemizin yası gibi taşımalıyız.

  • Bir babanın parçalanmış bedenini, kendi namusumuz gibi sahiplenmeliyiz.

Ve en çok da, susmamalıyız!

Çünkü sessizlik suçtur. Ve bu çağda suçlu olmak, bir zalim olmak kadar basittir: Susmak yeterlidir.

Bugün insanlık yeniden doğmak zorundadır. Bu doğum sancılı olacak, evet. Ama her doğum gibi, bir dirilişi de beraberinde getirecek. Ve o diriliş, bu çocukların gözyaşlarında başlayacak. O çocukların ölüme karşı direnişinde yükselecek.

O küçük kız, belki bir ülke kadar yalnız. Ama onun uykusu, bizim uyanışımız olabilir. Yeter ki gerçekten bakalım. Yeter ki onun yattığı yerin, aslında bizim insanlığımızın mezarı olduğunu fark edelim.

Ey insanlık!

Artık karar vaktin geldi.

Ya bu görüntü ile yüzleşip kendi içindeki karanlığı yeneceksin...

Ya da bir çocuğun gözyaşını görmezden gelen bir çağın enkazında kaybolacaksın.

Tercih senin...

Bahadır Hataylı/03.05.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!