Bu Blogda Ara

23 Nisan 2025 Çarşamba

Kılıçla Açılan Kapı Karanlıkla Kapanmasın

İstanbul... Sadece bir şehir değil; zamanın göğsüne işlenmiş bir mühür, medeniyetin ruhuna vurulmuş altın bir imzadır. 1453 yılında Fatih Sultan Mehmed’in fethettiği bu kadim şehir, yalnızca surları yıkılmış bir yerleşim yeri değildi; aynı zamanda skolastik düşüncenin karanlık dehlizlerinden kurtulmak isteyen bilginlerin, sanatçıların, farklı inanç mensuplarının ve düşünen beyinlerin sığındığı bir limandı.

İstanbul, fetihten sonra yalnızca Osmanlı’nın değil, tüm insanlığın ortak mirası olacak şekilde yükseldi. Fatih Sultan Mehmed, sadece bir kumandan değil; bir medeniyet inşa edicisi, bir düşünce adamı ve farklılıkları yaşatma becerisiyle çağının çok ötesinde bir liderdi. Onun döneminde İstanbul, fikirlerin özgürce konuşulduğu, bilimsel buluşların desteklendiği, farklı inançların barış içinde yaşadığı bir hoşgörü medeniyetinin kalbi hâline geldi. Batının skolastik karanlığından bunalan birçok bilgin, düşünür ve sanatçı, Fatih’in açtığı bu yeni dünyaya akın etti.

Ancak aradan geçen asırlar, bu büyük mirasın taşıyıcılığını bir onur vesilesi değil, bir slogan hâline getirdi. Bugün, Fatih’in torunu olduğunu iddia eden birçok kişi, onun getirdiği o büyük medeniyet vizyonunu anlamaktan uzak, sadece geçmişin gölgesinde birer hamaset tüccarına dönüşmüştür.

Fatih, bir medeniyet kurucusuydu. Onun kurduğu medeniyetin temel taşları; ilim, adalet, özgürlük ve farklılıklara saygıydı. Ancak bugün, bu değerlerin yerini tahakküm, ötekileştirme, bilgiye karşı düşmanlık ve tek sesliliğin zorbalığı almışsa, bu durumun sorumlusu geçmiş değil, bugünün uygulayıcılarıdır.

Düşüncenin susturulduğu, farklı inançlara tahammülün azaldığı, bilimsel çabanın alaya alındığı bir ortamda Fatih’in ismi, onun ruhuna hakarettir. Eğer bugün bilim insanları, sanatçılar, farklı inanç mensupları bu topraklardan huzur ve güven içinde yaşamak yerine kaçış yolları arıyorsa, bu topraklara değil, o toprakları yöneten zihniyete bakmak gerekir.

1453’te İstanbul’un fethiyle başlayan aydınlık dönem, ilmin ve hikmetin egemen olduğu bir çağın işaret fişeğiydi. Ayasofya’nın kiliseden camiye çevrilmesinde bile bir yıkım değil, bir dönüşüm, bir barış dili vardı. Fatih, patrikhaneyi korumuş, diğer inançları güvence altına almıştı. Bugünse "farklı" olanı tehdit gibi gören anlayış, ne Fatih’in anlayışına ne de İslam’ın özüne yakışır.

Fatih, Yunanca bilen, Batı felsefesini okuyarak yetişmiş, Doğu ve Batı'nın ilmini bir araya getirebilen bir dehaydı. Onun medreseleri sadece dini ilimleri değil, matematik, astronomi, tıp gibi pozitif bilimleri de barındırıyordu. Bugün bu bilim dallarına mesafeli duranlar, hatta onları itibarsızlaştıranlar, neyin torunu olabilir?

Fatih’in mirası bir şiir mısrasına, bir marş sloganına sığdırılamaz. Onun mirası; adalettir, şefkattir, bilgidir, düşüncedir, özgürlüktür. Bugün bu değerlere sahip çıkmayanlar, sadece Fatih’in torunu olmadıklarını değil, aynı zamanda bir medeniyeti anlayamadıklarını da ilan etmiş olurlar.

Gerçek bir medeniyetin temeli, bireyin varlığına ve iradesine saygıdır. Düşünen insan, sorgulayan insan, inanan insan... Bu üç özellik, Fatih’in kurmak istediği toplumun ruhunu yansıtır. Ancak günümüzde, düşünce kontrol altına alınmakta, sorgulama yasaklanmakta, inanç ise şekilciliğe hapsedilmektedir. Bu durum, sadece bireyin değil, toplumun da çöküşüdür.

Fatih’in kurduğu medeniyete sahip çıkmak, ona sahip çıkıyormuş gibi yapmakla olmaz. Bunun yolu, bireyi özgürleştirmekten, adaleti hâkim kılmaktan, farklı seslere alan açmaktan geçer. Bir medeniyet, sadece cami minarelerinden ezan okunmasıyla değil, o ezanın ruhunu toplumun her yerine işlemesiyle inşa edilir.

Bugün İstanbul, hâlâ büyük bir şehir. Ama Fatih’in İstanbul’u olmak için, onun ruhunu yeniden anlamaya ihtiyacı var. Bu ruh; ilimde, sanatta, fikirde ve inançta adaletli olmaktır. Kendi halkına güvenmeyen, halkının düşüncesini baskılayan bir yönetim, ne kadar bayrak sallarsa sallasın, o bayrağın gölgesi özgürlük değil korku üretir.

Fatih’in torunu olmak; geçmişi hamasetle anmak değil, onun bugünkü anlamını yaşatmaktır. Bu da ancak insanı merkeze alan, Rabbine kulluk bilincini hayatının pusulası yapan, adaleti elden bırakmayan ve her şeyin bir emanet olduğu bilinciyle hareket eden bir yönetim anlayışıyla mümkündür.

Fatih’in medeniyetine sahip çıkmak, göklere bayrak dikmekle değil; yere düşen hakikati yerden kaldırmakla olur. Bu hakikat, bireyin onuru, düşüncenin özgürlüğü, inancın samimiyeti ve ilmin rehberliğidir.

Sonuç olarak, bugün “Fatih’in torunuyuz” diyerek gurur duyanlar, gerçekten onun torunu olmak istiyorsa, önce o büyük ceddin ahlakına, anlayışına, adaletine ve özgürlükçü ruhuna sarılmalı. Çünkü medeniyetler, şiirlerle değil; samimiyetle, sadakatle ve adaletle yaşatılır.

Ve en önemlisi: Bir medeniyete sahip çıkmak, onun tarihini ezberlemek değil, O tarihten ders alarak, bugünü inşa etmektir.

Erol Kekeç/23.04.2025/Sancaktepe/İST

Kanal Rezerv Rant- Türkiye’nin Sessiz Yağması ve Umudun Mimarisi

 



“Bir Gece Ansızın Geliriz” Rant Düzeninin Karanlık Anatomisi ve Umut İçin Yeni Bir Şehir Anlayışı

Türkiye son 30 yılda özellikle AKP iktidarının 23 yıllık yönetim sürecinde kentleşme, imar ve mülkiyet rejimi açısından derin bir dönüşüme sahne oldu. Bu dönüşüm, bir modernleşme ya da şehirleşme atılımından çok; rant, talan ve çıkar odaklı bir sömürü düzeninin inşası oldu. “Bir gece ansızın geliriz” sözü, artık milletin toprağına, geçmişine, geleceğine çökmek için söyleniyor. İstanbul’un her karışında, Hatay’ın yıkıntılarında, Anadolu’nun yürek coğrafyasında bu talanın izleri duruyor. Ve bu düzen, sadece binaları değil; hafızayı, ruhu ve halkın yarınlarını da gasp ediyor.

Bu yazıda, Türkiye’deki rant düzeninin işleyişini, bunun sosyal, kültürel ve ekonomik sonuçlarını ve toplumsal hafızayı nasıl un ufak ettiğini detaylandıracağız. Ardından alternatif, insan merkezli, doğayla uyumlu, adalet ve ortak iyilik odaklı kentsel modelleri ve çözüm yollarını tartışacağız.

I. Rant Düzeni- Nasıl Çalışır, Kim Kazanır, Kim Kaybeder?

1. Talimatla Değişen Planlar Bugün Türkiye’de kentsel planlama hukuku, idari kararlardan çok siyasi ve çıkar odaklı müdahalelerle şekilleniyor. Bir gece ansızın bir arsa imara açılıyor, plan notları değişiyor, yükseklik sınırları kaldırılıyor. Ve bu, hukuki değil siyasi ilişkilerle yürüyor. Devletin en üst makamlarından gelen örtülü talimatlar ya da yandaş şirketlerin talebiyle milyonluk araziler dönüştürülüyor.

2. Arsadan Altına-Rant Üretme Mekanizması Kent merkezlerinde değerli arsalar düşük fiyatla kamulaştırılıp özel şirketlere peşkeş çekiliyor. Sonra oraya lüks konutlar, AVM’ler ya da ofis kuleleri yapılıyor. Belediyeler ve merkezi idare bu işten doğrudan veya dolaylı komisyonlar ve imtiyazlar sağlıyor. Esas mağdur ise arsa sahipleri ve kent yoksulları.

3. Hak Sahiplerinin Gaspı Bir adamın babasından kalan arsaya 400 dükkan yapıp, arsa sahibine bir tane bile bırakmamak; işte sistemin tam özeti bu. Yasal kılıflarla hak sahipleri edilgenleştiriliyor. Rezerv alan ilanları, afet bahanesiyle kamulaştırmalar, kentsel dönüşüm baskıları bu gaspın resmileşmiş araçları haline geldi.

4. İstanbul Kanalı-Ekolojik ve Sosyal Yıkım Projesi Kanal İstanbul projesi sadece doğayı değil, tarihi yerleşimleri ve bölgenin kültürel dokusunu da geri dönülemez şekilde yok edecek. Bunun adı imar değil; organize rant operasyonudur. Tarım arazileri, su kaynakları ve ormanlar sermaye gruplarının özel mülkü haline getirilirken, halk yarınına dair tüm söz hakkını kaybediyor.

5. Hatay ve Afet Sonrası Rezerv Alanları Deprem sonrası Hatay’da kurulan rezerv alanlar, halkın canı yanmışken mallarına el koymanın kılıfı oldu. Rantçılar için afet, ganimet; halk için yıkım demektir. Şehir halkının tarihi yaşam alanları, dayanışma kültürü, mezarları ve anıları hoyratça yok ediliyor.

II. Bu Düzenin Türkiye'ye Getireceği Karanlıklar

1. Toplumsal Adaletsizlik ve Sınıfsal Derinleşme Rant projeleri zenginleri daha da zengin ederken, yoksulları kent dışına sürüyor. Fahiş kira artışları, konut sahipliği oranının düşmesi, gecekondu mahallelerinin yıkılmasıyla derin sınıfsal uçurumlar oluşuyor.

2. Kent Kimliğinin ve Hafızanın Silinmesi Her mahallenin bir ruhu, her sokağın bir hafızası vardır. AVM’leşen kentlerde bu yok ediliyor. Modern kuleler, rant parkları ve lüks rezidanslar, insanı yalnızlaştıran, toplumsal aidiyeti çözen yapılardır.

3. Ekolojik Tahribat Tarım arazileri, ormanlar ve su havzaları göz göre göre imara açılıyor. İstanbul Kanalı gibi projeler, sadece kenti değil bölgenin doğal dengesini de tehdit ediyor. Deprem riskinin artışı cabası.

4. Hukuksuzluk ve Yargı Bağımsızlığının Zayıflaması Bu projeler için yürütmeyi durdurma kararları çıkaran hakimler sürülüyor, kamu yararı raporları yok sayılıyor. Hukuk sistemi rant düzeninin önünde engel olmaktan çıkarılıyor.

III. Çözüm Yolları ve Alternatif Kentsel Modeller

1. Katılımcı Kent Planlaması Her mahallenin, her semtin sakinleri kendi bölgelerinin imar ve dönüşüm kararlarında söz sahibi olmalı. Belediyeler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve halkın doğrudan katıldığı şehir meclisleri kurulmalı.

2. Ortak Mülkiyet ve Kolektif Projeler Kooperatif tipi toplu konut sistemleri, ortak mülkiyete dayalı işyerleri ve mahalle pazarları yeniden kurulmalı. Böylece hem halk kendi mahallesinde kalabilir hem de gelir ortaklaşır.

3. Ekolojik Kentler ve Yeşil Dönüşüm Beton kentler yerine yeşil koridorlar, yağmur suyu toplama sistemleri, enerji tasarruflu binalar ve permakültür bahçeleriyle doğayla barışık kent modelleri hayata geçirilmeli. İsveç’in Malmö’sü, Danimarka’nın Kopenhag’ı bu işin başarılı örnekleridir.

4. Kentsel Hafızayı Korumak Her mahallenin belleği; sokak isimleri, tarihi yapıları, anıt ağaçları, geleneksel esnaf kültürüyle yaşatılmalı. Tüm dönüşüm projelerinde tarihi dokunun korunması ve yerinde dönüşüm esas olmalı.

5. Adalet Temelli Mülkiyet Reformu Devlet, kamusal mülkiyeti bir ganimet olarak değil; halk yararına yönetilmesi gereken kutsal bir emanet olarak görmeli. Kamulaştırma kararları ancak gerçekten kamu yararı varsa alınmalı ve hak sahiplerine adil bedel ödenmeli.

6. Bağımsız Yargı ve Denetim Mekanizmaları Rant düzenini ancak bağımsız ve cesur bir yargı sistemi, güçlü denetim mekanizmaları ve hesap verebilir yöneticilerle durdurabiliriz. İhale şeffaflığı, mal bildirimleri ve halk denetimi zorunlu olmalı.

7. Afet Sonrası Toplumsal Dönüşüm Planları Afet sonrası bölgeler rant iştahına değil, halkın yaşam hakkına göre planlanmalı. Hatay modeli bir daha asla yaşanmamalı. Yerel halkın ortak kararı ve talepleri öncelikli olmalı.

Türkiye, tarihinin en büyük kent talanına tanıklık ediyor. Bu düzen sadece binaları değil; vicdanı, adaleti ve yarını da tüketiyor. Fakat bu karanlık mutlak değil. 

Yapılması gereken, umudu yeniden örgütlemek ve kentleri yeniden halk için inşa etmek. Bu toprakların vicdanlı insanları, tarihte olduğu gibi bugün de direnebilir. Yeter ki biz; umudu unutmadan, düşmeden, sesimizi kaybetmeden, ilmek ilmek hakikatin ağını örmeye devam edelim.

Çünkü biz biliyoruz, karanlıktan beslenenler aydınlıktan rahatsız olacaklar, bunları göze alarak insanlarımızı aydınlatmaya devam edeceğiz...

Tilhabeşlifilozof/22.04.2025/Sancaktepe/İST

22 Nisan 2025 Salı

Devlet Adamı mı Servet Adamı mı? Türkiye Gerçeği Üzerinden Bir Analiz


Devlet yönetimi tarih boyunca fedakârlık, dürüstlük, ehliyet ve adalet kavramlarıyla özdeşleşmiştir. Ancak modern zamanlarda, özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, bu kutsal anlayışın yerini giderek servet biriktirme hırsı ve kişisel çıkar odaklı yöneticilik almıştır. Devlet adamlığı ile servet adamlığı arasındaki bu çelişki, toplumsal vicdanı kanatan ve halkın devlete olan güvenini sarsan bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devlet Adamlığı ve Fedakârlık: Devlet adamı, halkının menfaatlerini kendi çıkarlarının üzerinde tutan, görevini bir ibadet şuuru ile ifa eden kişidir. Bu, büyük bir sorumluluk ve özveri gerektirir. Tarih boyunca örnek devlet adamları, sahip oldukları gücü zenginleşmek için değil, halkın refahını artırmak için kullandılar. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde yaptığı şu söz, gerçek devlet adamlığının özetidir: "Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, onun hesabını Allah benden sorar."

Ne var ki Türkiye’nin yakın ve uzak tarihine baktığımızda, bu anlayıştan çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Göreve gelirken maddi durumu zayıf olan birçok siyasetçi, görev süresi sonunda servet sahibi olarak sahneden çekilmektedir. Bu durum, devlet adamlığı vasfının yozlaşmasının ve halk nezdinde güvenin çökmesinin en büyük göstergesidir.

Devletin Kaynakları, Kişisel Servetlere Dönüşüyor: Türkiye’de birçok siyasi figür, devletin sunduğu imkânları halkın hizmetine sunmak yerine, kendi ekonomik menfaatleri için kullanıyor. İhaleler yandaşlara dağıtılıyor, kamu arazileri düşük bedellerle kişisel çevrelere peşkeş çekiliyor, kamu bankaları seçim arifelerinde siyasi şovların finansörü haline getiriliyor. Bu sistemde liyakat yerine sadakat ön plana çıkıyor. Bürokrasi ve siyaset birbirine iç içe geçerken, denetim mekanizmaları etkisiz hale getiriliyor.

Bunun sonucu olarak, bir zamanlar kiralık evlerde oturan, borç içinde yaşayan bazı siyasetçilerin, birkaç yıl içinde milyon dolarlık servetlere ulaşmaları toplumda infiale neden oluyor. Şeffaflık ve hesap verebilirlik yoksa, bu zenginleşmenin kaynağı meşruiyetini kaybediyor.

Servet Biriktirme Hırsı, Devleti Yıpratıyor: Bir devlet adamı, lüks içinde yaşıyorsa, halkına tasarruf çağrısı yapma hakkını kaybeder. Bir yönetici, ailesini ve yakın çevresini devletin tüm imkânlarıyla zenginleştiriyorsa, orada kamu çıkarı değil, özel çıkar vardır. Bu durum, vatandaşın vergiye, adalete, devlete ve hatta demokrasiye olan inancını yıpratır.

Toplumda şu algı yerleşiyor: "Devlet yönetimi, zenginleşme aracıdır." Bu algı, gençlerin ahlaki pusulasını şaşırtır. Kamu hizmeti bir ideal olmaktan çıkar, rantın aracı haline gelir. Nitekim son yıllarda yapılan anketlerde, gençlerin büyük kısmının kamu görevlilerinin dürüstlüğüne inanmadığı ortaya konulmuştur.

Yolsuzluk Örnekleri ve Sonuçları: Geçmişteki bazı somut örneklere baktığımızda bu yozlaşmanın boyutları daha net ortaya çıkar:

1990’larda kamu bankaları aracılığıyla verilen batık krediler, halkın milyarlarca lirasını buharlaştırdı.

2000’li yıllarda kamu ihaleleri çoğunlukla aynı şirket gruplarına verildi, bu şirketler siyasi otoriteye olan bağlılıkları sayesinde büyüdü.

Son yıllarda özellikle TOKİ ve kamu-özel işbirliği projelerinde şeffaflıktan uzak uygulamalar yaygınlaştı. Şehir hastaneleri, havaalanları ve otoyol projelerinde kamu zarara uğratılırken, özel şirketler devasa karlar elde etti.

Bu yapılar, sadece ekonomiyi değil, siyasetin kendisini de yozlaştırıyor. Para, siyasi kampanyaların en güçlü silahı haline geliyor. Siyaset, halkın hizmetine adanmış bir araç olmaktan çıkıp, zenginler kulübüne dönüşüyor.

Devletin Temel Felsefesi Zedeleniyor: Devlet, adaletle kaimdir. Bu ilke, sadece mahkeme salonlarında değil, kamu yönetiminin her kademesinde geçerlidir. Ancak adaletin terazisi bozulursa, toplumda güven kaybolur. Zenginliğin kaynağı sorgulanmayan, hesap sorulmayan bir sistem, yozlaşmayı kaçınılmaz kılar.

Oysa ideal devlet adamı:

Göreve gelirken ve görev süresi sonunda mal varlığını açıklamalı,

Yakın çevresinin servet artışı şeffaf biçimde denetlenmeli,

Kamu ihaleleri bağımsız denetim organları tarafından izlenmeli,

Kamu bankalarının siyasi etkiden arındırılması sağlanmalı,

Yolsuzlukla mücadele eden bağımsız yargı sistemine tam destek verilmelidir.

Yozlaşmaya Karşı Toplumsal Direnç: Devlet adamlarının servet adamına dönüşmesini engelleyecek en büyük güç, halkın bilinçli duruşudur. Halk, sadece seçim zamanında değil, her zaman yöneticilerinden hesap sormalı, hak talebinde bulunmalıdır. Medya özgürlüğü, sivil toplumun gücü, gençlerin ahlaki eğitimle yetişmesi bu anlamda büyük önem taşır.

Bir toplum, kendine dürüst liderler yetiştirmedikçe, ne ekonomide ne adalette ne de ahlakta huzuru bulabilir. Sadece yöneticileri değil, yönetilenleri de içine alan bir ahlaki devrim kaçınılmazdır.

Servet adamı olmak, şahsi menfaatleri öncelemeyi gerektirir. Devlet adamı olmak ise milleti, vatanı, adaleti ve hakkaniyeti ön plana alır. Bu iki kavram, doğası gereği birbirine zıttır. Eğer bir toplumda devlet adamı kisvesi altında servet adamları çoğalıyorsa, orada devletin ruhu tahrip olmuştur.

Türkiye’nin geleceği, bu ayrımı doğru yapabilen vicdanlı ve erdemli bireylerin elinde şekillenecektir. Her birey, bu yozlaşmanın karşısında kendi cephesinden bir direniş hattı oluşturmalı, siyaseti kutsal bir hizmet alanı haline getirmek için mücadele etmelidir. Çünkü gerçek devlet adamları, zenginlikleriyle değil, halkın gönlünde bıraktıkları izlerle anılırlar.

Bahadır Hataylı/21.04.2025/Namazgah/İST


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!