Bu Blogda Ara

23 Nisan 2025 Çarşamba

Kanal Rezerv Rant- Türkiye’nin Sessiz Yağması ve Umudun Mimarisi

 



“Bir Gece Ansızın Geliriz” Rant Düzeninin Karanlık Anatomisi ve Umut İçin Yeni Bir Şehir Anlayışı

Türkiye son 30 yılda özellikle AKP iktidarının 23 yıllık yönetim sürecinde kentleşme, imar ve mülkiyet rejimi açısından derin bir dönüşüme sahne oldu. Bu dönüşüm, bir modernleşme ya da şehirleşme atılımından çok; rant, talan ve çıkar odaklı bir sömürü düzeninin inşası oldu. “Bir gece ansızın geliriz” sözü, artık milletin toprağına, geçmişine, geleceğine çökmek için söyleniyor. İstanbul’un her karışında, Hatay’ın yıkıntılarında, Anadolu’nun yürek coğrafyasında bu talanın izleri duruyor. Ve bu düzen, sadece binaları değil; hafızayı, ruhu ve halkın yarınlarını da gasp ediyor.

Bu yazıda, Türkiye’deki rant düzeninin işleyişini, bunun sosyal, kültürel ve ekonomik sonuçlarını ve toplumsal hafızayı nasıl un ufak ettiğini detaylandıracağız. Ardından alternatif, insan merkezli, doğayla uyumlu, adalet ve ortak iyilik odaklı kentsel modelleri ve çözüm yollarını tartışacağız.

I. Rant Düzeni- Nasıl Çalışır, Kim Kazanır, Kim Kaybeder?

1. Talimatla Değişen Planlar Bugün Türkiye’de kentsel planlama hukuku, idari kararlardan çok siyasi ve çıkar odaklı müdahalelerle şekilleniyor. Bir gece ansızın bir arsa imara açılıyor, plan notları değişiyor, yükseklik sınırları kaldırılıyor. Ve bu, hukuki değil siyasi ilişkilerle yürüyor. Devletin en üst makamlarından gelen örtülü talimatlar ya da yandaş şirketlerin talebiyle milyonluk araziler dönüştürülüyor.

2. Arsadan Altına-Rant Üretme Mekanizması Kent merkezlerinde değerli arsalar düşük fiyatla kamulaştırılıp özel şirketlere peşkeş çekiliyor. Sonra oraya lüks konutlar, AVM’ler ya da ofis kuleleri yapılıyor. Belediyeler ve merkezi idare bu işten doğrudan veya dolaylı komisyonlar ve imtiyazlar sağlıyor. Esas mağdur ise arsa sahipleri ve kent yoksulları.

3. Hak Sahiplerinin Gaspı Bir adamın babasından kalan arsaya 400 dükkan yapıp, arsa sahibine bir tane bile bırakmamak; işte sistemin tam özeti bu. Yasal kılıflarla hak sahipleri edilgenleştiriliyor. Rezerv alan ilanları, afet bahanesiyle kamulaştırmalar, kentsel dönüşüm baskıları bu gaspın resmileşmiş araçları haline geldi.

4. İstanbul Kanalı-Ekolojik ve Sosyal Yıkım Projesi Kanal İstanbul projesi sadece doğayı değil, tarihi yerleşimleri ve bölgenin kültürel dokusunu da geri dönülemez şekilde yok edecek. Bunun adı imar değil; organize rant operasyonudur. Tarım arazileri, su kaynakları ve ormanlar sermaye gruplarının özel mülkü haline getirilirken, halk yarınına dair tüm söz hakkını kaybediyor.

5. Hatay ve Afet Sonrası Rezerv Alanları Deprem sonrası Hatay’da kurulan rezerv alanlar, halkın canı yanmışken mallarına el koymanın kılıfı oldu. Rantçılar için afet, ganimet; halk için yıkım demektir. Şehir halkının tarihi yaşam alanları, dayanışma kültürü, mezarları ve anıları hoyratça yok ediliyor.

II. Bu Düzenin Türkiye'ye Getireceği Karanlıklar

1. Toplumsal Adaletsizlik ve Sınıfsal Derinleşme Rant projeleri zenginleri daha da zengin ederken, yoksulları kent dışına sürüyor. Fahiş kira artışları, konut sahipliği oranının düşmesi, gecekondu mahallelerinin yıkılmasıyla derin sınıfsal uçurumlar oluşuyor.

2. Kent Kimliğinin ve Hafızanın Silinmesi Her mahallenin bir ruhu, her sokağın bir hafızası vardır. AVM’leşen kentlerde bu yok ediliyor. Modern kuleler, rant parkları ve lüks rezidanslar, insanı yalnızlaştıran, toplumsal aidiyeti çözen yapılardır.

3. Ekolojik Tahribat Tarım arazileri, ormanlar ve su havzaları göz göre göre imara açılıyor. İstanbul Kanalı gibi projeler, sadece kenti değil bölgenin doğal dengesini de tehdit ediyor. Deprem riskinin artışı cabası.

4. Hukuksuzluk ve Yargı Bağımsızlığının Zayıflaması Bu projeler için yürütmeyi durdurma kararları çıkaran hakimler sürülüyor, kamu yararı raporları yok sayılıyor. Hukuk sistemi rant düzeninin önünde engel olmaktan çıkarılıyor.

III. Çözüm Yolları ve Alternatif Kentsel Modeller

1. Katılımcı Kent Planlaması Her mahallenin, her semtin sakinleri kendi bölgelerinin imar ve dönüşüm kararlarında söz sahibi olmalı. Belediyeler, meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve halkın doğrudan katıldığı şehir meclisleri kurulmalı.

2. Ortak Mülkiyet ve Kolektif Projeler Kooperatif tipi toplu konut sistemleri, ortak mülkiyete dayalı işyerleri ve mahalle pazarları yeniden kurulmalı. Böylece hem halk kendi mahallesinde kalabilir hem de gelir ortaklaşır.

3. Ekolojik Kentler ve Yeşil Dönüşüm Beton kentler yerine yeşil koridorlar, yağmur suyu toplama sistemleri, enerji tasarruflu binalar ve permakültür bahçeleriyle doğayla barışık kent modelleri hayata geçirilmeli. İsveç’in Malmö’sü, Danimarka’nın Kopenhag’ı bu işin başarılı örnekleridir.

4. Kentsel Hafızayı Korumak Her mahallenin belleği; sokak isimleri, tarihi yapıları, anıt ağaçları, geleneksel esnaf kültürüyle yaşatılmalı. Tüm dönüşüm projelerinde tarihi dokunun korunması ve yerinde dönüşüm esas olmalı.

5. Adalet Temelli Mülkiyet Reformu Devlet, kamusal mülkiyeti bir ganimet olarak değil; halk yararına yönetilmesi gereken kutsal bir emanet olarak görmeli. Kamulaştırma kararları ancak gerçekten kamu yararı varsa alınmalı ve hak sahiplerine adil bedel ödenmeli.

6. Bağımsız Yargı ve Denetim Mekanizmaları Rant düzenini ancak bağımsız ve cesur bir yargı sistemi, güçlü denetim mekanizmaları ve hesap verebilir yöneticilerle durdurabiliriz. İhale şeffaflığı, mal bildirimleri ve halk denetimi zorunlu olmalı.

7. Afet Sonrası Toplumsal Dönüşüm Planları Afet sonrası bölgeler rant iştahına değil, halkın yaşam hakkına göre planlanmalı. Hatay modeli bir daha asla yaşanmamalı. Yerel halkın ortak kararı ve talepleri öncelikli olmalı.

Türkiye, tarihinin en büyük kent talanına tanıklık ediyor. Bu düzen sadece binaları değil; vicdanı, adaleti ve yarını da tüketiyor. Fakat bu karanlık mutlak değil. 

Yapılması gereken, umudu yeniden örgütlemek ve kentleri yeniden halk için inşa etmek. Bu toprakların vicdanlı insanları, tarihte olduğu gibi bugün de direnebilir. Yeter ki biz; umudu unutmadan, düşmeden, sesimizi kaybetmeden, ilmek ilmek hakikatin ağını örmeye devam edelim.

Çünkü biz biliyoruz, karanlıktan beslenenler aydınlıktan rahatsız olacaklar, bunları göze alarak insanlarımızı aydınlatmaya devam edeceğiz...

Tilhabeşlifilozof/22.04.2025/Sancaktepe/İST

22 Nisan 2025 Salı

Devlet Adamı mı Servet Adamı mı? Türkiye Gerçeği Üzerinden Bir Analiz


Devlet yönetimi tarih boyunca fedakârlık, dürüstlük, ehliyet ve adalet kavramlarıyla özdeşleşmiştir. Ancak modern zamanlarda, özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, bu kutsal anlayışın yerini giderek servet biriktirme hırsı ve kişisel çıkar odaklı yöneticilik almıştır. Devlet adamlığı ile servet adamlığı arasındaki bu çelişki, toplumsal vicdanı kanatan ve halkın devlete olan güvenini sarsan bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devlet Adamlığı ve Fedakârlık: Devlet adamı, halkının menfaatlerini kendi çıkarlarının üzerinde tutan, görevini bir ibadet şuuru ile ifa eden kişidir. Bu, büyük bir sorumluluk ve özveri gerektirir. Tarih boyunca örnek devlet adamları, sahip oldukları gücü zenginleşmek için değil, halkın refahını artırmak için kullandılar. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde yaptığı şu söz, gerçek devlet adamlığının özetidir: "Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, onun hesabını Allah benden sorar."

Ne var ki Türkiye’nin yakın ve uzak tarihine baktığımızda, bu anlayıştan çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Göreve gelirken maddi durumu zayıf olan birçok siyasetçi, görev süresi sonunda servet sahibi olarak sahneden çekilmektedir. Bu durum, devlet adamlığı vasfının yozlaşmasının ve halk nezdinde güvenin çökmesinin en büyük göstergesidir.

Devletin Kaynakları, Kişisel Servetlere Dönüşüyor: Türkiye’de birçok siyasi figür, devletin sunduğu imkânları halkın hizmetine sunmak yerine, kendi ekonomik menfaatleri için kullanıyor. İhaleler yandaşlara dağıtılıyor, kamu arazileri düşük bedellerle kişisel çevrelere peşkeş çekiliyor, kamu bankaları seçim arifelerinde siyasi şovların finansörü haline getiriliyor. Bu sistemde liyakat yerine sadakat ön plana çıkıyor. Bürokrasi ve siyaset birbirine iç içe geçerken, denetim mekanizmaları etkisiz hale getiriliyor.

Bunun sonucu olarak, bir zamanlar kiralık evlerde oturan, borç içinde yaşayan bazı siyasetçilerin, birkaç yıl içinde milyon dolarlık servetlere ulaşmaları toplumda infiale neden oluyor. Şeffaflık ve hesap verebilirlik yoksa, bu zenginleşmenin kaynağı meşruiyetini kaybediyor.

Servet Biriktirme Hırsı, Devleti Yıpratıyor: Bir devlet adamı, lüks içinde yaşıyorsa, halkına tasarruf çağrısı yapma hakkını kaybeder. Bir yönetici, ailesini ve yakın çevresini devletin tüm imkânlarıyla zenginleştiriyorsa, orada kamu çıkarı değil, özel çıkar vardır. Bu durum, vatandaşın vergiye, adalete, devlete ve hatta demokrasiye olan inancını yıpratır.

Toplumda şu algı yerleşiyor: "Devlet yönetimi, zenginleşme aracıdır." Bu algı, gençlerin ahlaki pusulasını şaşırtır. Kamu hizmeti bir ideal olmaktan çıkar, rantın aracı haline gelir. Nitekim son yıllarda yapılan anketlerde, gençlerin büyük kısmının kamu görevlilerinin dürüstlüğüne inanmadığı ortaya konulmuştur.

Yolsuzluk Örnekleri ve Sonuçları: Geçmişteki bazı somut örneklere baktığımızda bu yozlaşmanın boyutları daha net ortaya çıkar:

1990’larda kamu bankaları aracılığıyla verilen batık krediler, halkın milyarlarca lirasını buharlaştırdı.

2000’li yıllarda kamu ihaleleri çoğunlukla aynı şirket gruplarına verildi, bu şirketler siyasi otoriteye olan bağlılıkları sayesinde büyüdü.

Son yıllarda özellikle TOKİ ve kamu-özel işbirliği projelerinde şeffaflıktan uzak uygulamalar yaygınlaştı. Şehir hastaneleri, havaalanları ve otoyol projelerinde kamu zarara uğratılırken, özel şirketler devasa karlar elde etti.

Bu yapılar, sadece ekonomiyi değil, siyasetin kendisini de yozlaştırıyor. Para, siyasi kampanyaların en güçlü silahı haline geliyor. Siyaset, halkın hizmetine adanmış bir araç olmaktan çıkıp, zenginler kulübüne dönüşüyor.

Devletin Temel Felsefesi Zedeleniyor: Devlet, adaletle kaimdir. Bu ilke, sadece mahkeme salonlarında değil, kamu yönetiminin her kademesinde geçerlidir. Ancak adaletin terazisi bozulursa, toplumda güven kaybolur. Zenginliğin kaynağı sorgulanmayan, hesap sorulmayan bir sistem, yozlaşmayı kaçınılmaz kılar.

Oysa ideal devlet adamı:

Göreve gelirken ve görev süresi sonunda mal varlığını açıklamalı,

Yakın çevresinin servet artışı şeffaf biçimde denetlenmeli,

Kamu ihaleleri bağımsız denetim organları tarafından izlenmeli,

Kamu bankalarının siyasi etkiden arındırılması sağlanmalı,

Yolsuzlukla mücadele eden bağımsız yargı sistemine tam destek verilmelidir.

Yozlaşmaya Karşı Toplumsal Direnç: Devlet adamlarının servet adamına dönüşmesini engelleyecek en büyük güç, halkın bilinçli duruşudur. Halk, sadece seçim zamanında değil, her zaman yöneticilerinden hesap sormalı, hak talebinde bulunmalıdır. Medya özgürlüğü, sivil toplumun gücü, gençlerin ahlaki eğitimle yetişmesi bu anlamda büyük önem taşır.

Bir toplum, kendine dürüst liderler yetiştirmedikçe, ne ekonomide ne adalette ne de ahlakta huzuru bulabilir. Sadece yöneticileri değil, yönetilenleri de içine alan bir ahlaki devrim kaçınılmazdır.

Servet adamı olmak, şahsi menfaatleri öncelemeyi gerektirir. Devlet adamı olmak ise milleti, vatanı, adaleti ve hakkaniyeti ön plana alır. Bu iki kavram, doğası gereği birbirine zıttır. Eğer bir toplumda devlet adamı kisvesi altında servet adamları çoğalıyorsa, orada devletin ruhu tahrip olmuştur.

Türkiye’nin geleceği, bu ayrımı doğru yapabilen vicdanlı ve erdemli bireylerin elinde şekillenecektir. Her birey, bu yozlaşmanın karşısında kendi cephesinden bir direniş hattı oluşturmalı, siyaseti kutsal bir hizmet alanı haline getirmek için mücadele etmelidir. Çünkü gerçek devlet adamları, zenginlikleriyle değil, halkın gönlünde bıraktıkları izlerle anılırlar.

Bahadır Hataylı/21.04.2025/Namazgah/İST


21 Nisan 2025 Pazartesi

Tarihten Masala Gerçekten Uçuruma-Hipnoz Edilmiş Bir Toplumun Sessiz Çöküşü


Bir toplumun çöküşü, çoğu zaman bir günde yaşanmaz. Çöküş; sabah akşam fark edemediğin ama her geçen gün içinde biraz daha ağırlaştığın, sırtına görünmeyen yükler binen, gözlerinden ışığın yavaşça çekildiği, kalbine inceden bir sızı olarak yerleşen uzun soluklu bir çürümeyle başlar. En trajik olanıysa; çöküşün, toplumun büyük kısmı tarafından bir yükseliş zannedilmesidir.

Türkiye’nin son yıllardaki toplumsal ve siyasal panoramasına baktığımızda, ekranlardan pompalanan tarihi dizilerle inşa edilen yapay bir özgüvenin, sahte bir kimlik duygusunun ve altı boş bir “yüzyıl hayalinin içerisine hapsedilmiş bir halk gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Diriliş Ertuğrul”, “Kuruluş Osman”, “Payitaht Abdülhamid” gibi diziler; tarihi doğru anlamak yerine onu efsaneleştirerek, halkı hakikatle değil, hayalle baş başa bırakmıştır. Bu diziler, halkın kendi gerçekliğini unutup, hayali bir kahramanlık hikâyesi içinde yaşamasına sebep olan birer modern masaldır. Oysa ki gerçek, dizilerde gösterildiği gibi kahramanlık nidaları ve destansı savaşlarla değil; ekonomik darboğazla, genç işsizlikle, artan intiharlarla, ahlaki çözülmeyle, tarımın ve sanayinin çöküşüyle, eğitimdeki kalite kaybıyla yazılır.

Bugün bu diziler sayesinde hipnoz edilen bir halk var. Elinde kılıç, at üstünde dünyayı fetheden bir milletin torunları olduklarına inandırılmış milyonlar. Gerçekte ne yerli üretim kaldı, ne de bilimde, teknolojide bir atılım. Ama ekranlar başka bir şey söylüyor. Bir yanda “savunma sanayisinde dünya devi olduk” deniyor, öte yandan kendi askeri üstlerimize düşen bombalar karşısında sessizlik hâkim. İsrail’in Suriye’de kurduğumuz üsleri bombaladığı, askerlerimizin şehit düştüğü iddiaları var ama alabildiğimiz bir bilgi yok. Üstelik en yetkili ağızdan “Suriye kendi sorunlarını İsrail’le kendisi çözsün” denerek üstü kapalı bir geri çekilme dile getiriliyor. Ama halk hâlâ Tel Aviv’in 72 saatte yok edileceğini anlatan ekran şarlatanlarını dinliyor.

İşte tam da bu noktada gerçekle yüzleşmek imkânsız hale geliyor. Çünkü halk, hayalle hipnoz edilmiştir. Hayal dünyasında yaşarken, “nereden nereye geldik” nidaları atılıyor ama aslında uçurumun kenarındayız. Uçağın hızla inişe geçtiğini söyleyenler “hain, “düşmanlar” olarak yaftalamıyor. Oysa uçak hızla alçalıyor ve iniş takımları yok. Pilot ise hâlâ kulaklığı takmış, “gökyüzündeyiz, hedefe ilerliyoruz” anonsları yapıyor.

Ekonomiye bakın: Enflasyon yüzde yüzlere dayanmış, milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor. İş bulamayan gençler evlenemiyor, ailesine bakamıyor. Ama dizilerde hala Osman Bey’in obası büyüyor, Abdülhamid Han entrikalara karşı direniyor. Halk, sabah işsizliğe uyanıyor; ama akşam Ertuğrul’un kılıcıyla yeniden ayağa kalktığını sanıyor. İşte bu bir toplumsal illüzyondur. Bu  uyanıkken görülen bir rüyadır.

Bu illüzyonun sebebi sadece diziler değildir. Medya, siyaset, eğitim ve dini kurumların büyük bir kısmı bu hipnozun inşasında rol almıştır. Sorgulayan, düşünen, hakikati arayan bir toplum yerine; kolay inanan, duygusallıkla yönlendirilen, gerçeklerle değil duygularla hareket eden bir halk yaratıldı. Bugün, acılar kemiğe dayanmış ama kimse “yeter” diyemiyor. Çünkü hipnoz o kadar güçlü ki, acı bile fark edilmiyor.

Ekranlarda halkı avutmakla görevli yorumcular, siyonizme meydan okuyor gibi görünse de perde arkasında sessizce uzlaşmalar yapılıyor. Halk ise “biz büyüyoruz”, “bizi herkes kıskanıyor” gibi içi boş cümlelerle avunuyor. Oysa ki gerçekte bırakın büyümeyi, ayakta durmaya bile mecali kalmamış bir toplum var. Üretim yok, eğitim çökük, adalet güven vermiyor, ahlak sarsılmış. Aile yapısı çöküyor, gençler kimlik bunalımında, inanç ise sadece şekli ritüellere indirgenmiş. İçsel boşluk, teknoloji ve gösterişle doldurulmaya çalışılıyor.

Tüm bu tabloya rağmen, hâlâ bir şeyler söylemeye çalışan insanlar, “milletin moralini bozuyor” gerekçesiyle susturuluyor. Gerçekleri dile getiren herkes, potansiyel hain olarak görülüyor. Çünkü bu toplumun büyük bir kısmı, gerçekle yüzleşmeyi değil; hayale tutunmayı tercih ediyor. Uyandırmaya çalışan el, düşman eli olarak algılanıyor.

Peki ne olacak?

Bu düzen böyle sürmez. Gerçek, ne kadar bastırılsa da bir gün mutlaka ortaya çıkar. Ama bu ortaya çıkış, ne yazık ki çoğu zaman ağır bedellerle olur. Bir millet, gerçekle ancak duvara tosladığında yüzleşir. Bir gün ekonomik çöküş, siyasi iflas, toplumsal patlama geldiğinde, insanlar o dizilerde gördüklerinin hayatla ne kadar ilgisiz olduğunu anlayacak. Ama o zaman da çok geç olacak.

Bugün, bu hipnozdan uyanmak isteyen herkesin çok daha yüksek sesle konuşması, çok daha cesur olması, hakikatin yanında dimdik durması gerekiyor. Gerçeği söylemek bazen linç getirse de, asıl ihaneti susanlar yapar. Ve bugün, bu millete yapılan en büyük ihanet; ona gerçekleri söylemekten korkmaktır.

Evet, millet yorgun. Evet, millet hayalle ayakta duruyor. Ama yine de umut tükenmez. Bir kıvılcım yeter. Yeter ki o kıvılcım, korkmadan “uçuyoruz sandığınız bu uçak düşüyor” diyebilsin.

Tilhabeşlifilozof/21.04.2025/Namazgah/İST


"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!