Bu Blogda Ara

22 Nisan 2025 Salı

Devlet Adamı mı Servet Adamı mı? Türkiye Gerçeği Üzerinden Bir Analiz


Devlet yönetimi tarih boyunca fedakârlık, dürüstlük, ehliyet ve adalet kavramlarıyla özdeşleşmiştir. Ancak modern zamanlarda, özellikle de Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, bu kutsal anlayışın yerini giderek servet biriktirme hırsı ve kişisel çıkar odaklı yöneticilik almıştır. Devlet adamlığı ile servet adamlığı arasındaki bu çelişki, toplumsal vicdanı kanatan ve halkın devlete olan güvenini sarsan bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır.

Devlet Adamlığı ve Fedakârlık: Devlet adamı, halkının menfaatlerini kendi çıkarlarının üzerinde tutan, görevini bir ibadet şuuru ile ifa eden kişidir. Bu, büyük bir sorumluluk ve özveri gerektirir. Tarih boyunca örnek devlet adamları, sahip oldukları gücü zenginleşmek için değil, halkın refahını artırmak için kullandılar. Hz. Ömer’in halifeliği döneminde yaptığı şu söz, gerçek devlet adamlığının özetidir: "Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, onun hesabını Allah benden sorar."

Ne var ki Türkiye’nin yakın ve uzak tarihine baktığımızda, bu anlayıştan çok farklı bir manzara ile karşılaşıyoruz. Göreve gelirken maddi durumu zayıf olan birçok siyasetçi, görev süresi sonunda servet sahibi olarak sahneden çekilmektedir. Bu durum, devlet adamlığı vasfının yozlaşmasının ve halk nezdinde güvenin çökmesinin en büyük göstergesidir.

Devletin Kaynakları, Kişisel Servetlere Dönüşüyor: Türkiye’de birçok siyasi figür, devletin sunduğu imkânları halkın hizmetine sunmak yerine, kendi ekonomik menfaatleri için kullanıyor. İhaleler yandaşlara dağıtılıyor, kamu arazileri düşük bedellerle kişisel çevrelere peşkeş çekiliyor, kamu bankaları seçim arifelerinde siyasi şovların finansörü haline getiriliyor. Bu sistemde liyakat yerine sadakat ön plana çıkıyor. Bürokrasi ve siyaset birbirine iç içe geçerken, denetim mekanizmaları etkisiz hale getiriliyor.

Bunun sonucu olarak, bir zamanlar kiralık evlerde oturan, borç içinde yaşayan bazı siyasetçilerin, birkaç yıl içinde milyon dolarlık servetlere ulaşmaları toplumda infiale neden oluyor. Şeffaflık ve hesap verebilirlik yoksa, bu zenginleşmenin kaynağı meşruiyetini kaybediyor.

Servet Biriktirme Hırsı, Devleti Yıpratıyor: Bir devlet adamı, lüks içinde yaşıyorsa, halkına tasarruf çağrısı yapma hakkını kaybeder. Bir yönetici, ailesini ve yakın çevresini devletin tüm imkânlarıyla zenginleştiriyorsa, orada kamu çıkarı değil, özel çıkar vardır. Bu durum, vatandaşın vergiye, adalete, devlete ve hatta demokrasiye olan inancını yıpratır.

Toplumda şu algı yerleşiyor: "Devlet yönetimi, zenginleşme aracıdır." Bu algı, gençlerin ahlaki pusulasını şaşırtır. Kamu hizmeti bir ideal olmaktan çıkar, rantın aracı haline gelir. Nitekim son yıllarda yapılan anketlerde, gençlerin büyük kısmının kamu görevlilerinin dürüstlüğüne inanmadığı ortaya konulmuştur.

Yolsuzluk Örnekleri ve Sonuçları: Geçmişteki bazı somut örneklere baktığımızda bu yozlaşmanın boyutları daha net ortaya çıkar:

1990’larda kamu bankaları aracılığıyla verilen batık krediler, halkın milyarlarca lirasını buharlaştırdı.

2000’li yıllarda kamu ihaleleri çoğunlukla aynı şirket gruplarına verildi, bu şirketler siyasi otoriteye olan bağlılıkları sayesinde büyüdü.

Son yıllarda özellikle TOKİ ve kamu-özel işbirliği projelerinde şeffaflıktan uzak uygulamalar yaygınlaştı. Şehir hastaneleri, havaalanları ve otoyol projelerinde kamu zarara uğratılırken, özel şirketler devasa karlar elde etti.

Bu yapılar, sadece ekonomiyi değil, siyasetin kendisini de yozlaştırıyor. Para, siyasi kampanyaların en güçlü silahı haline geliyor. Siyaset, halkın hizmetine adanmış bir araç olmaktan çıkıp, zenginler kulübüne dönüşüyor.

Devletin Temel Felsefesi Zedeleniyor: Devlet, adaletle kaimdir. Bu ilke, sadece mahkeme salonlarında değil, kamu yönetiminin her kademesinde geçerlidir. Ancak adaletin terazisi bozulursa, toplumda güven kaybolur. Zenginliğin kaynağı sorgulanmayan, hesap sorulmayan bir sistem, yozlaşmayı kaçınılmaz kılar.

Oysa ideal devlet adamı:

Göreve gelirken ve görev süresi sonunda mal varlığını açıklamalı,

Yakın çevresinin servet artışı şeffaf biçimde denetlenmeli,

Kamu ihaleleri bağımsız denetim organları tarafından izlenmeli,

Kamu bankalarının siyasi etkiden arındırılması sağlanmalı,

Yolsuzlukla mücadele eden bağımsız yargı sistemine tam destek verilmelidir.

Yozlaşmaya Karşı Toplumsal Direnç: Devlet adamlarının servet adamına dönüşmesini engelleyecek en büyük güç, halkın bilinçli duruşudur. Halk, sadece seçim zamanında değil, her zaman yöneticilerinden hesap sormalı, hak talebinde bulunmalıdır. Medya özgürlüğü, sivil toplumun gücü, gençlerin ahlaki eğitimle yetişmesi bu anlamda büyük önem taşır.

Bir toplum, kendine dürüst liderler yetiştirmedikçe, ne ekonomide ne adalette ne de ahlakta huzuru bulabilir. Sadece yöneticileri değil, yönetilenleri de içine alan bir ahlaki devrim kaçınılmazdır.

Servet adamı olmak, şahsi menfaatleri öncelemeyi gerektirir. Devlet adamı olmak ise milleti, vatanı, adaleti ve hakkaniyeti ön plana alır. Bu iki kavram, doğası gereği birbirine zıttır. Eğer bir toplumda devlet adamı kisvesi altında servet adamları çoğalıyorsa, orada devletin ruhu tahrip olmuştur.

Türkiye’nin geleceği, bu ayrımı doğru yapabilen vicdanlı ve erdemli bireylerin elinde şekillenecektir. Her birey, bu yozlaşmanın karşısında kendi cephesinden bir direniş hattı oluşturmalı, siyaseti kutsal bir hizmet alanı haline getirmek için mücadele etmelidir. Çünkü gerçek devlet adamları, zenginlikleriyle değil, halkın gönlünde bıraktıkları izlerle anılırlar.

Bahadır Hataylı/21.04.2025/Namazgah/İST


21 Nisan 2025 Pazartesi

Tarihten Masala Gerçekten Uçuruma-Hipnoz Edilmiş Bir Toplumun Sessiz Çöküşü


Bir toplumun çöküşü, çoğu zaman bir günde yaşanmaz. Çöküş; sabah akşam fark edemediğin ama her geçen gün içinde biraz daha ağırlaştığın, sırtına görünmeyen yükler binen, gözlerinden ışığın yavaşça çekildiği, kalbine inceden bir sızı olarak yerleşen uzun soluklu bir çürümeyle başlar. En trajik olanıysa; çöküşün, toplumun büyük kısmı tarafından bir yükseliş zannedilmesidir.

Türkiye’nin son yıllardaki toplumsal ve siyasal panoramasına baktığımızda, ekranlardan pompalanan tarihi dizilerle inşa edilen yapay bir özgüvenin, sahte bir kimlik duygusunun ve altı boş bir “yüzyıl hayalinin içerisine hapsedilmiş bir halk gerçeğiyle karşı karşıyayız. “Diriliş Ertuğrul”, “Kuruluş Osman”, “Payitaht Abdülhamid” gibi diziler; tarihi doğru anlamak yerine onu efsaneleştirerek, halkı hakikatle değil, hayalle baş başa bırakmıştır. Bu diziler, halkın kendi gerçekliğini unutup, hayali bir kahramanlık hikâyesi içinde yaşamasına sebep olan birer modern masaldır. Oysa ki gerçek, dizilerde gösterildiği gibi kahramanlık nidaları ve destansı savaşlarla değil; ekonomik darboğazla, genç işsizlikle, artan intiharlarla, ahlaki çözülmeyle, tarımın ve sanayinin çöküşüyle, eğitimdeki kalite kaybıyla yazılır.

Bugün bu diziler sayesinde hipnoz edilen bir halk var. Elinde kılıç, at üstünde dünyayı fetheden bir milletin torunları olduklarına inandırılmış milyonlar. Gerçekte ne yerli üretim kaldı, ne de bilimde, teknolojide bir atılım. Ama ekranlar başka bir şey söylüyor. Bir yanda “savunma sanayisinde dünya devi olduk” deniyor, öte yandan kendi askeri üstlerimize düşen bombalar karşısında sessizlik hâkim. İsrail’in Suriye’de kurduğumuz üsleri bombaladığı, askerlerimizin şehit düştüğü iddiaları var ama alabildiğimiz bir bilgi yok. Üstelik en yetkili ağızdan “Suriye kendi sorunlarını İsrail’le kendisi çözsün” denerek üstü kapalı bir geri çekilme dile getiriliyor. Ama halk hâlâ Tel Aviv’in 72 saatte yok edileceğini anlatan ekran şarlatanlarını dinliyor.

İşte tam da bu noktada gerçekle yüzleşmek imkânsız hale geliyor. Çünkü halk, hayalle hipnoz edilmiştir. Hayal dünyasında yaşarken, “nereden nereye geldik” nidaları atılıyor ama aslında uçurumun kenarındayız. Uçağın hızla inişe geçtiğini söyleyenler “hain, “düşmanlar” olarak yaftalamıyor. Oysa uçak hızla alçalıyor ve iniş takımları yok. Pilot ise hâlâ kulaklığı takmış, “gökyüzündeyiz, hedefe ilerliyoruz” anonsları yapıyor.

Ekonomiye bakın: Enflasyon yüzde yüzlere dayanmış, milyonlarca insan açlık sınırının altında yaşıyor. İş bulamayan gençler evlenemiyor, ailesine bakamıyor. Ama dizilerde hala Osman Bey’in obası büyüyor, Abdülhamid Han entrikalara karşı direniyor. Halk, sabah işsizliğe uyanıyor; ama akşam Ertuğrul’un kılıcıyla yeniden ayağa kalktığını sanıyor. İşte bu bir toplumsal illüzyondur. Bu  uyanıkken görülen bir rüyadır.

Bu illüzyonun sebebi sadece diziler değildir. Medya, siyaset, eğitim ve dini kurumların büyük bir kısmı bu hipnozun inşasında rol almıştır. Sorgulayan, düşünen, hakikati arayan bir toplum yerine; kolay inanan, duygusallıkla yönlendirilen, gerçeklerle değil duygularla hareket eden bir halk yaratıldı. Bugün, acılar kemiğe dayanmış ama kimse “yeter” diyemiyor. Çünkü hipnoz o kadar güçlü ki, acı bile fark edilmiyor.

Ekranlarda halkı avutmakla görevli yorumcular, siyonizme meydan okuyor gibi görünse de perde arkasında sessizce uzlaşmalar yapılıyor. Halk ise “biz büyüyoruz”, “bizi herkes kıskanıyor” gibi içi boş cümlelerle avunuyor. Oysa ki gerçekte bırakın büyümeyi, ayakta durmaya bile mecali kalmamış bir toplum var. Üretim yok, eğitim çökük, adalet güven vermiyor, ahlak sarsılmış. Aile yapısı çöküyor, gençler kimlik bunalımında, inanç ise sadece şekli ritüellere indirgenmiş. İçsel boşluk, teknoloji ve gösterişle doldurulmaya çalışılıyor.

Tüm bu tabloya rağmen, hâlâ bir şeyler söylemeye çalışan insanlar, “milletin moralini bozuyor” gerekçesiyle susturuluyor. Gerçekleri dile getiren herkes, potansiyel hain olarak görülüyor. Çünkü bu toplumun büyük bir kısmı, gerçekle yüzleşmeyi değil; hayale tutunmayı tercih ediyor. Uyandırmaya çalışan el, düşman eli olarak algılanıyor.

Peki ne olacak?

Bu düzen böyle sürmez. Gerçek, ne kadar bastırılsa da bir gün mutlaka ortaya çıkar. Ama bu ortaya çıkış, ne yazık ki çoğu zaman ağır bedellerle olur. Bir millet, gerçekle ancak duvara tosladığında yüzleşir. Bir gün ekonomik çöküş, siyasi iflas, toplumsal patlama geldiğinde, insanlar o dizilerde gördüklerinin hayatla ne kadar ilgisiz olduğunu anlayacak. Ama o zaman da çok geç olacak.

Bugün, bu hipnozdan uyanmak isteyen herkesin çok daha yüksek sesle konuşması, çok daha cesur olması, hakikatin yanında dimdik durması gerekiyor. Gerçeği söylemek bazen linç getirse de, asıl ihaneti susanlar yapar. Ve bugün, bu millete yapılan en büyük ihanet; ona gerçekleri söylemekten korkmaktır.

Evet, millet yorgun. Evet, millet hayalle ayakta duruyor. Ama yine de umut tükenmez. Bir kıvılcım yeter. Yeter ki o kıvılcım, korkmadan “uçuyoruz sandığınız bu uçak düşüyor” diyebilsin.

Tilhabeşlifilozof/21.04.2025/Namazgah/İST


Parçalanan İnsanlık-Köpekleşen Merhamet ve Hayvanseverlik Yalanı

Bir insanın bir sokak köpeği tarafından parçalanarak hayatını kaybettiği haberi artık şaşırtmıyor kimseyi. Alıştık. Alıştırıldık. Ama bu alışkanlık, insanlığımızdan neler götürdüğünün farkında mıyız? Biz, bir zamanlar “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen bir medeniyetin çocukları, bugün bir çocuğun parçalanmasını “köpek ne yapsın, alanına girmiş” diye yorumlayabilecek noktaya nasıl geldik? İnsanın hayatı, onuru, haysiyeti bu kadar mı ucuzladı?

Eskiden sokaklarda bir hayvana rastladığımızda ekmek verir, başını okşar, bir kap su bırakırdık. Bugün ise bu sahneler yerini başka görüntülere bıraktı: sürüler halinde gezen sahipsiz köpekler, saldırıya uğrayan çocuklar, yaşlılar, sabah namazına gidemeyen insanlar, gece yürümekten korkan kadınlar… Ve tüm bunlara rağmen “Hayvanseverlik” kisvesi altında yapılan akıl almaz savunmalar…

Bu  bir karşı çıkıştır. Ne hayvanlara ne insanlara düşmanlık için değil; bilakis gerçek bir merhametin, gerçek bir denge anlayışının ve en önemlisi gerçek bir insanlığın yeniden inşası içindir.

Hayvanseverlik Bir vicdan meselesi mi moda akım mı?

Hayvanları sevmek, merhamet etmek elbette insan olmanın gereğidir. Peygamberimiz (sav), susuzluktan kırılan bir köpeğe su veren kişiyi cennetle müjdelemiş bir inançtan geliyoruz. Ancak aynı inanç, bir cana kıyanı da,  hayvana zulmedeni de hesaba çeker. Vicdanlı olmak, merhametli olmak, hakkaniyetli olmak; insanla hayvanı karşı karşıya getirmek değil, her ikisinin de hakkını gözetmeyi gerektirir.

Bugün sokak hayvanlarını sevmenin, onları sahiplenmenin ötesinde, onlarla yatıp kalkan, onların maması için maaşının üçte birini ayıran, insanlara yardım etmeyen ama köpek kulübesi bağışı yapan bir kitleyle karşı karşıyayız. Bu merhamet midir, yoksa narsistik bir tatmin mi? Gerçekten hayvanları mı seviyoruz, yoksa hayvanlar üzerinden kendimizi mi yüceltiyoruz?

Hayvanlaştırılan toplum-Köpekleşme üzerine bir sosyolojik tahlil

Toplumsal yapı bozulduğunda ölçüler de bozulur. Aile yapısının çöktüğü, bireyselliğin kutsandığı, yalnızlığın meşrulaştırıldığı bir düzende insanlar artık insan ilişkilerinden kaçıp hayvanlarla kurdukları tek taraflı ilişkilere sığınıyor. Bu, bir ruhsal kaçıştır. Bir terapi yöntemi gibi pazarlanır hâle geldi.

Ama mesele yalnızlık değil sadece; mesele ideolojik bir bağlam kazandı. Hayvanlarla yaşamak artık bir statü göstergesi. Köpeğinizin ırkı, kıyafeti, yediği mama, gittiği kuaför sizin “ne kadar medeni” olduğunuzu belirliyor. Bir insan sokağa düşse dönüp bakmayanlar, köpeği için butik doğum günü pastası yaptırıyor.

Bu toplumsal yapı, aslında hayvan sevgisi değil, insan nefretiyle yoğrulmuş bir sapmadır. İnsan yerine hayvanı koyanlar, hayvanı da hayvanlıktan çıkarıp insanlaştıranlardır. Bu, ne hayvana ne insana yapılan bir iyilik değildir. Bu, bir yıkımdır.

Köpekler sürü Halinde sokaklar Kimin?

Hiçbir gelişmiş ülke, sahipsiz hayvanları başıboş sokakta gezdirmez. Avrupa’yı, Amerika’yı örnek gösteren hayvanseverler, o ülkelerde sokakta başıboş bir hayvanın neden bulunmadığını hiç düşünmez. Çünkü bu ülkelerde kamu güvenliği, toplum huzuru, çocukların ve yaşlıların güvenliği birinci önceliktir.

Türkiye'de ise sahipsiz köpekler sürü halinde geziyor, çocukları kovalamak, motosikletlilere saldırmak, yaşlıları korkutmak sıradan olaylar haline geldi. Hangi medeni ülke, bir çocuğun köpekler tarafından parçalanmasına göz yumabilir? Ve buna rağmen hala “Onlar da canlı, ne yapsınlar” diyebilir?

Bu noktada sorulması gereken asıl soru şudur: Sokaklar kimindir? İnsanın mı, hayvanın mı? Eğer bir çocuk, sabah okula gitmek için dışarı çıkarken korkuyorsa, eğer bir kadın akşam yürüyüşe çıkamıyorsa, orada medeni yaşamdan söz edilemez.

Hayvanların arkasına saklanan Kapitalizm

Hayvanseverlik bir duygu değil, bir sektör haline geldi. Petshoplar, veterinerler, köpek kuaförleri, mama üreticileri, oyuncak firmaları... Milyar dolarlık bir sektör döndürülüyor. Hayvanseverlik adı altında aslında kapitalizmin en acımasız şekliyle karşı karşıyayız.

Hayvan maması markaları, hayvanların üzerinden rant sağlayan vakıflar, bağış adı altında dolandırıcılık yapan yapılar… Her biri insanın vicdanını sömürerek para kazanıyor. Kendi çocuğuna süt alamayan insanlar, köpeğine özel mama alıyor çünkü toplum onları buna zorluyor.

Sosyal medya bu algının merkezinde. Hayvan sahiplenmeyen, onların ihtiyaçları için para harcamayan kişiler neredeyse “canavar” ilan ediliyor. Peki ya bu arada parçalanan çocuklar? Ya geceyi hastanede geçiren yaşlı kadınlar? Onlar kimin umrunda?

Yönetim Zafiyeti-Görevi yapmamak mı Hayvanseverlik ?

Asıl suç yönetimde. Belediyeler görevini yapmıyor. Toplama, rehabilitasyon, kısırlaştırma ve güvenli barınak sağlama gibi sorumluluklarını yerine getirmeyen belediyeler, suçu halka yüklüyor. “Siz de hayvanlara kötü davranmayın” diyerek suçu saptırıyor.

Her yıl milyarlarca lira ayrılan hayvan barınakları nerede? Kayıt altına alınmayan köpekler neden sokağa salınıyor? Sokaklarda saldırgan köpekler gezerken zabıta ne iş yapıyor? Bu bir ihmal değil, organize bir vurdumduymazlık. Ve bu vurdumduymazlık, her gün yeni bir kurbanın canına mal oluyor.

İnsan hakkını savunmak asıl merhamet

Bir insanın yaşamı kutsaldır. Bu, dinin, hukukun, ahlakın temel ilkelerinden biridir. Hayvanları korumak adına insanın hayatını tehlikeye atmak hiçbir vicdanın kabul edebileceği bir durum değildir.

Gerçek merhamet, hayvanı da insanı da korumaktır. Dengeyi gözetmektir. Akıl ve sorumlulukla hareket etmektir. Vicdan, sadece ağlayarak değil, doğruyu yaparak var olur. Sessiz kalmak, insan hayatına mal olan bir yanlışın arkasında durmak asıl vicdansızlıktır.

Bugün geldiğimiz noktada hayvanseverlik, hayvanların değil insanların sorunudur. Çünkü bu ad altında yürütülen süreç, ne hayvanların doğasına uygun ne insan yaşamına saygılıdır. Gerçek merhamet, gerçek düzen, gerçek adalet; sadece güçlü duygularla değil, sağduyulu politikalarla mümkündür. Yönetim sorumludur. Toplum ise sorgulamak zorundadır. Aksi takdirde, her gün yeni bir can gidecek, her gün bir vicdan daha kanayacaktır.

Bahadır Hataylı/21.04.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!