Bu Blogda Ara

20 Mart 2025 Perşembe

Adaletin Gölgesinde-Hukuk, Özgürlük ve Manipülasyon

Hukukun Bağımsızlığı ve Düşünce Özgürlüğü Üzerinden Türkiye’de Güncel Siyasi Gelişmelerin Değerlendirilmesi

Son dönemde Türkiye’de yaşanan gelişmeler, hukukun bağımsızlığı ve düşünce özgürlüğü açısından ciddi endişeleri beraberinde getirmiştir. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınması, birçok akademisyen ve gazetecinin ifadeye çağrılması veya tutuklanması, ülkede demokrasinin temel taşlarından biri olan ifade özgürlüğü ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin sorgulanmasına neden olmuştur. Bu yazıda, herhangi bir siyasi tarafı dikkate almadan, tamamen hukukun bağımsızlığı ve özgür düşünce ekseninde bu gelişmeleri ele alacağız.

Hukukun Üstünlüğü ve Bağımsızlığı Neden Önemlidir?

Hukuk devleti ilkesinin en temel yapı taşlarından biri, yargının bağımsız ve tarafsız olmasıdır. Yasaların, her birey için eşit ve adil şekilde uygulanması, demokratik bir toplumun sürdürülebilirliği açısından hayati önem taşır. Hukukun bağımsız olması, yalnızca siyasetten değil, aynı zamanda ekonomik, ideolojik ve toplumsal baskılardan da arındırılmış olması gerektiği anlamına gelir. Bir ülkede hukuk, siyasi iradenin veya belirli çıkar gruplarının elinde bir araç haline geldiğinde, toplumsal güven sarsılır ve bireylerin hak ve özgürlükleri tehdit altına girer.

Türkiye’de yaşanan son gelişmeler, hukukun ne derece bağımsız olduğu konusunda ciddi tartışmalara yol açmıştır. Özellikle seçilmiş bir belediye başkanının görev süresi içinde siyasi gerekçelerle gözaltına alınması, bu durumun yalnızca hukuki bir süreç mi olduğu yoksa siyasi bir hamle mi olduğu sorusunu akıllara getirmektedir. Yargının bağımsızlığına dair oluşan şüpheler, kamuoyunda bir güven kaybına yol açarken, bu tür durumlar hukukun üstünlüğü ilkesine zarar vermektedir.

Düşünce Özgürlüğü ve Medyanın Baskı Altına Alınması

Demokrasinin en önemli unsurlarından biri, bireylerin düşüncelerini özgürce ifade edebilme hakkına sahip olmasıdır. Bu bağlamda, gazeteciler, akademisyenler ve sivil toplum temsilcileri, toplumun farklı kesimlerine ulaşan bilgi akışını sağlamak ve kamuoyunun doğru bilgilendirilmesine katkıda bulunmak açısından kritik bir role sahiptirler. Ancak son dönemde birçok gazeteci ve akademisyenin gözaltına alınması veya ifadeye çağrılması, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün sınırlarının daraltıldığına dair ciddi endişelere sebep olmaktadır.

Basının bağımsız olması, halkın yöneticiler hakkında objektif bilgiye ulaşabilmesi açısından önemlidir. Eğer basın, yalnızca belirli bir ideolojinin veya siyasi yapının çıkarlarını gözeten bir araç haline gelirse, kamuoyunun bilgilendirilme hakkı ihlal edilir. Türkiye’de, özellikle eleştirel habercilik yapan medya kuruluşlarının baskı altına alınması, hükümete yakın medya organlarının ise daha fazla imtiyaz kazanması, basın özgürlüğünün ciddi şekilde zedelendiğini göstermektedir. Bu durum, yalnızca Türkiye’de değil, dünya genelinde de hukukun bağımsızlığı ve özgür basın konularında kaygı uyandırmaktadır.

Toplumsal Kutuplaşma ve Çatışma Ortamlarının Yaratılması

Son yıllarda Türkiye’de siyaset giderek daha fazla kutuplaşmaya sahne olmaktadır. Farklı siyasi görüşler arasında sağlıklı bir tartışma ortamının bulunmaması, toplumun bir bütün olarak ilerlemesini zorlaştırmaktadır. Bu tür gelişmeler, yalnızca bireysel özgürlükleri tehdit etmekle kalmaz, aynı zamanda toplumda güven bunalımına neden olarak sosyal dokuyu da zedeler. Seçilmiş yöneticilerin ve bağımsız düşünce üreten kişilerin çeşitli gerekçelerle baskı altına alınması, halkın demokratik süreçlere olan inancını da zayıflatmaktadır.

Türkiye’deki mevcut durum, toplumda korku ikliminin oluşturulmasına neden olabilir. Eğer insanlar, belirli bir düşünceyi ifade ettiklerinde cezalandırılacaklarına inanırlarsa, bu durum otosansürü teşvik eder. Korku ortamı, bireylerin sorgulayıcı düşünme yetisini baskılar ve toplumun daha az demokratik bir yapıya evrilmesine yol açar. Bu tür uygulamalar, genellikle istibdat yönetimlerinde görülür ve toplumun yönetime olan güvenini sarsar.

Halkın Dikkatini Dağıtma Stratejileri ve Gerçek Sorunların Üstünün Örtülmesi

Türkiye’de yaşanan bu gelişmelerin, ekonomik ve sosyal sorunlardan dikkatleri başka yönlere çekmek amacıyla kullanıldığı yönünde de çeşitli görüşler mevcuttur. Enflasyonun yüksek seviyelerde seyretmesi, işsizlik oranlarının artması, dış borçlanmanın büyümesi gibi temel ekonomik sorunlar gündemin en önemli maddeleri olması gerekirken, siyasi tartışmalar ve hukuki krizler çoğu zaman daha fazla ön plana çıkmaktadır. Bu durum, halkın gerçek gündeminden uzaklaştırılarak, daha fazla kutuplaştırılmasını amaçlayan bir stratejinin parçası olabilir mi? Bu soru, sorgulanması gereken önemli noktalardan biridir.

Bir ülkede hukukun siyasi bir araç olarak kullanılması, yalnızca muhalefeti değil, toplumun tamamını etkileyen bir problemdir. Hukukun üstünlüğüne dayalı bir sistemde, hiçbir siyasi figür veya grup, yargının bağımsız işleyişini kendi lehine yönlendiremez. Eğer böyle bir yönlendirme gerçekleşiyorsa, bu durum demokratik süreçlerin ihlali anlamına gelir.

Sonuç ve Öneriler

Türkiye’de hukukun bağımsızlığı ve düşünce özgürlüğü konusunda yaşanan son gelişmeler, hukukun siyasetle ne derece iç içe geçtiği konusunda ciddi sorular doğurmaktadır. Hukukun tarafsızlığını kaybetmesi, yalnızca belirli bir kesimi değil, tüm toplumu olumsuz etkileyecek sonuçlar doğurur. Bu bağlamda şu önerileri sıralayabiliriz:

  1. Yargının Bağımsızlığı Sağlanmalı: Yargı mekanizmasının tamamen bağımsız çalışmasını teminat altına alacak yapısal reformlar gerçekleştirilmelidir.

  2. Düşünce Özgürlüğü Güvence Altına Alınmalı: Gazetecilerin ve akademisyenlerin özgürce çalışmalarını sürdürebilmesi sağlanmalı, basın üzerindeki baskılar kaldırılmalıdır.

  3. Toplumsal Kutuplaşma Azaltılmalı: Farklı görüşlerin bir arada yaşayabileceği demokratik bir ortam tesis edilmeli, kutuplaşma politikalarından kaçınılmalıdır.

  4. Gerçek Sorunlar Üzerine Odaklanılmalı: Ekonomik kriz, işsizlik ve sosyal adalet gibi konuların çözümüne yönelik gerçekçi politikalar geliştirilmelidir.

Sonuç olarak, demokratik bir toplumun temel dayanağı, hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğüdür. Bu değerler korunmadığında, toplumun tüm kesimleri zarar görür. Hukukun siyasetten bağımsız hale getirilmesi ve düşünce özgürlüğünün güvence altına alınması, Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin devamlılığı açısından büyük önem taşımaktadır.

Bahadır Hataylı/19.03.2025/Sancaktepe/İST

Adaletin Gölgesinde Güç Hukuk ve Toplumsal Uyanış


Karanlık Talih ve Adaletin Peşinde-Bir Toplumun Uyanışı

Tarih boyunca birçok millet, adaletin ne olduğunu sorgulamış, onu tesis etmeye çalışmış ancak her defasında gücü elinde bulunduranların tanımladığı bir hukuk anlayışıyla yüzleşmiştir. İnsanlığın temel meselelerinden biri olan adalet, güç sahiplerinin inisiyatifine bırakıldığında, gerçek adalet olmaktan çıkar ve bir tür baskı aracına dönüşür. Bugün yaşadığımız dünya da benzer bir trajedi sahnelemektedir. Devletlerin başına geçen yöneticiler, bulundukları makamı halkın emaneti olarak görmekten ziyade, şahsi mülkleri gibi algılamakta, hukuk mekanizmasını da kendilerini güvence altına alacak şekilde dizayn etmektedirler. Bu yazıda, toplumların adalet anlayışının nasıl evrilmesi gerektiğini, hukukun nasıl olması gerektiğini ve gücün nasıl kontrol altına alınabileceğini anlatmaktayım.

Hukukun Bağımsızlığı-Bir Efsane mi, Gerçek mi?

Hukuk, bir toplumun temel taşıdır. Ancak, bu taş yeterince sağlam değilse, üstüne inşa edilen bütün sistem çürük olacaktır. Bugün birçok ülkede hukuk, bağımsız bir mekanizma olmaktan çıkıp siyasi erklerin elinde bir silaha dönüşmüştür. Adalet dağıtmak yerine, belli bir zümrenin çıkarlarını koruyan bir yapıya bürünen hukuk sistemi, halkın güvenini kaybetmekte ve adalet arayışını kişisel hesaplaşmalara yönlendirmektedir.

Eğer hukuk gerçekten bağımsız olsaydı, herhangi bir yönetimin değişmesiyle birlikte kanunların işleyişi değişmezdi. Ancak pratikte, her yeni iktidar döneminde hukuk sisteminin nasıl şekillendiğine bakarak, hukukun gerçekten bağımsız olup olmadığını rahatlıkla anlayabiliriz. Oysaki hukuk, herhangi bir siyasi otoritenin değil, toplumun vicdanının temsilcisi olmalıdır. Ancak, gücü elinde tutanlar tarafından sürekli değiştirilen yasalar ve taraflı uygulamalar, toplumun hukuka olan inancını zedelemektedir.

Hukukun Güç Karşısındaki Acziyeti

Gücü elinde bulunduranlar, hukuku kendi lehlerine şekillendirme eğilimindedir. Hukukun üstünlüğü yerine, üstünlerin hukuku dediğimiz bir olgu karşımıza çıkmaktadır. Böyle bir ortamda bireyin haklarını koruyacak bir mekanizma kalmaz. Gücü elinde bulunduranlar için hukuk, kendilerini güvence altına alan bir kalkan, muhaliflerini bertaraf etmek için kullanılan bir sopa haline gelir. Bu, toplumsal adaletin ölümüdür.

Peki, bu nasıl değiştirilebilir? Toplumların adaleti sağlaması için hukuk mekanizmasının denetlenebilir ve gerçekten bağımsız olması gerekmektedir. Bunu sağlayacak olan ise bilinçli, sorgulayan ve pasif bir seyirci olmak yerine aktif bir yurttaşlık bilinciyle hareket eden bireylerden oluşan bir toplumdur.

Güç ve Hukukun Diyalektiği

Tarih boyunca güç sahipleri, hukuku kendi çıkarlarına uygun biçimde manipüle etmiştir. Ancak unuttukları bir şey vardır: Güç sonsuz değildir. Zamanın akışı içinde her güçlü, bir gün güçsüz duruma düşebilir. Bugün hukuku kendi çıkarlarına göre dizayn edenler, yarın o hukukun gerçek işleyişine muhtaç hale gelebilirler. İşte tam da bu yüzden, adaletin gerçekten bağımsız bir mekanizma olması herkesin yararınadır.

Toplumlar, güç ve hukuk arasındaki bu diyalektiği iyi anlamalıdır. Güç, kontrol edilmezse yozlaşır. Yozlaşmış bir güç ise eninde sonunda kendini tüketir. Bu nedenle, hukuk sisteminin her türlü iktidarın ve güç odağının üstünde olması şarttır.

Birlikte Yaşamanın Anahtarı-Tarafsız ve Bağımsız Hukuk

Toplumların barış içinde yaşayabilmesi için hukuk sisteminin objektif ve bağımsız olması gerekir. Farklı görüş ve inançların birlikte yaşayabilmesi ancak tarafsız bir hukuk mekanizmasıyla mümkündür. Eğer bir hukuk sistemi, bir kesimin diğer kesimler üzerinde tahakküm kurmasını sağlıyorsa, orada adaletten söz edilemez. Bir ülkenin adalet mekanizması, yalnızca mevcut yönetimin değil, herkesin güvencesi olmalıdır.

Gücü elinde bulunduranların hukuku kendi lehlerine çevirdiği bir ülkede, halkın hukuka olan güveni zamanla yok olur. Ve bu noktada, insanlar adaleti kendi yöntemleriyle aramaya başlar. Tarih boyunca yaşanan iç savaşlar, devrimler ve kaos ortamlarının temelinde bu adaletsizlik yatmaktadır.

Uyanış Zamanı

Tarih, sürekli tekrar eden bir döngü içindedir. Güç sahibi olanlar, adaleti kendi çıkarlarına uygun şekilde dizayn eder, sonra gücü kaybettiklerinde aynı hukuk sistemine muhtaç hale gelirler. Bu kısır döngüyü kırmak için, hukukun üstünlüğünü sağlayacak gerçek bir sistem inşa edilmelidir. Bunun için:

  1. Hukukun bağımsız olması sağlanmalı: Hukuk, siyasi otoritelerden tamamen bağımsız olmalıdır. Yargıçların atanması ve görevden alınması gibi süreçler, siyasetten arındırılmalıdır.

  2. Toplumsal bilinç artırılmalı: Halk, hukukun nasıl işlediğini bilmeli ve ona sahip çıkmalıdır. Hukuk, sadece avukatların ya da yargıçların meselesi değil, toplumun temel taşıdır.

  3. Güçlü bir sivil toplum oluşturulmalı: Sivil toplum kuruluşları, hukukun bağımsız işleyişini takip etmeli ve adaletsizliklere karşı ses yükseltmelidir.

  4. Özgür basın desteklenmeli: Bağımsız medya organları, hukukun tarafsız işleyip işlemediğini gözlemlemeli ve topluma doğru bilgi aktarmalıdır.

Adalet, toplumların en büyük güvencesidir. Eğer bir ülkede adalet yoksa, hiçbir şey garanti değildir. Mazlumun hakkını koruyamayan bir hukuk düzeni, eninde sonunda herkesi mağdur eder. Bugün susanlar, yarın hukukun eksikliğini en ağır şekilde hissedecektir. Bu nedenle, hukuk herkes için eşit olmalı, adalet gerçekten bağımsız kılınmalıdır.

Unutmayalım, adaletin olmadığı bir toplum, bir gün mutlaka kendi içinde çürür ve yok olur. Bugün, hukukun üstünlüğü için mücadele edenler, geleceğin adil toplumunu inşa edecek olanlardır. Şimdi uyanış zamanı!

Bahadır Hataylı/19.03.2025/Namazgah/İST

19 Mart 2025 Çarşamba

Korkunun Zincirlerini Kır-Halkları Esir Alan Sessiz Sömürü

 

Korkunun Esareti

Bu anlatacağım hakikat, günümüz dünyasında yaşananları anlamamıza ışık tutuyor. Üç kişilik bir eşkıya grubu, yalnızca bir dolma tüfekle 100’den fazla çingeneyi nasıl esir aldı? Bu olay, 1839 yılında, Toros Dağları’ndan Kozan’a iniş güzergahında gerçekleşti.

 Yaz boyunca İç Anadolu’da şehir şehir gezip kışlık yiyeceklerini toplamış, güz mevsiminin başında sıcak Adana bölgesine doğru yol almıştı. Yolumuz, kış için hazırlık yapmış, erzak dolu bir çingene kabilesine denk geldi... Üç kişiydik ve elimizde tek bir dolma tüfek vardı. Biz üç arkadaştık; en yaşlımız 60, ortancamız 50, ben ise 39 yaşındaydım. Eğer ateş etsek, ikinci kez doldurma fırsatımız olmayabilirdi. Ama onların bunu fark edecek cesaretleri yoktu.

Önlerini kestik, yüksek sesle bağırarak emirler yağdırdım:

“Elinizde ne varsa bırakın! Paralarınızı çıkarın!”

Teslim oldular. Paralarını saydık; 100 lira kadar vardı. Hepsini aldık. Erzaklarının büyük kısmını da yanımıza aldık, geriye sadece bir miktar bıraktık. Sonra tekrar bağırdım:

“Arkanıza bakmadan gidin! Yoksa hepinizi kurşuna dizerim!”

Koca kabilenin dizlerinin bağı çözüldü. Yere kapanıp ağlamaya, üstlerini başlarını yırtarak yalvarmaya başladılar:

“Ne olur! Bu kadar insan nasıl yaşayacağız?”

Aldığımız paradan 5 lirasını onlara geri verdik. İşte o an, şaşkınlıkla birdenbire alkışlamaya, tezahüratlar yapmaya, bize dualar etmeye başladılar:

“Size eşkıya diyenlerin Allah belasını versin! Sizler ne iyi insanlarsınız! Fakir fukarayı gözetiyorsunuz, bizlere kışlık ihtiyacımızı bıraktınız! Sizi gittiğimiz her yerde ‘fakir babası’, ‘en yiğit adamlar’ diye anlatacağız!”

Hatta, “Eğer sizler olmazsanız dağlarımızı gerçek eşkıyalar sarar. Siz bizim tek sahibimizsiniz! Tarih sizi eşkıya değil, kahraman olarak yazacak!” diyerek uzaklaşıp gittiler.

Oysa bizim ödümüz kopuyordu. Eğer hepsi birden üzerimize yürümeye cesaret etseydi, kaçacak yerimiz bile olmazdı. Ama olmadı. Korkuları, onları itaatkâr hale getirdi. Onlardan aldığımızı keyfimize göre harcayarak rahatça yaşadık.

Bu hikâyeyi 1985 yılında okuduğumda, aklıma şu cümle geldi:

“Devrimler, insanların korkuyu yendiği gün başlar.”

Bu söz ne kadar anlamlıydı. Korkuya esir olmuş insanlar, tarihin her döneminde sömürülmeye ve ezilmeye mahkûm olmuşlardı. Korku, insanı sadece boyun eğmeye değil, kendisini ezenleri alkışlamaya bile mecbur bırakıyordu. Bugün de farklı bir dünyada değiliz. Tarih boyunca yaşanan bu hikâye, her çağda ve her toplumda tekrar tekrar yazılıyor.

Eşkıyalık ve korku üzerine anlatılan bu hikâye, aslında toplumların nasıl yönetildiğine dair büyük bir gerçeği gözler önüne seriyor. Üç kişilik bir eşkıya grubu, 100 kişilik bir çingene kafilesini nasıl esir alabildi? Cevap basit: Korku. Korku, insanları itaatkâr kılar ve güç, her zaman cesaretten daha fazla bir şey değildir.

Bugün, bu hikâyenin bir benzerini yaşıyoruz. Politikacılar ve ülke yöneticileri, halkın korkularını kullanarak onları soyup soğana çeviriyor, sefahat içinde yaşarken, halkı açlıkla ve yoksullukla baş başa bırakıyor. Halkın gözünün önünde dönen yolsuzluklar, rüşvet çarkları, adaletsizlikler, medyanın manipülatif söylemleri ve halkın sessizliği... İşte, korkunun esareti tam olarak budur.

Bugün milyonlarca insanın alın teriyle kazandığı paralar, birkaç yüz ailenin kasalarına akıyor. Vergiler yükseltiliyor, enflasyon artıyor, hayat pahalılaşıyor. Ama milyonlar aç kalırken, muktedirler lüks sofralar kurmaya, görkemli saraylarda yaşamaya, servetlerini katlamaya devam ediyor. Halktan çalınan her kuruş, lüks araçlara, şatafatlı rezidanslara, israf edilen projelere dönüşüyor. Ve halk, 100 kişilik çingene kafilesi gibi korkudan itiraz etmiyor.

Korku, insanlık tarihinin en eski yönetim aracı olmuştur. Roma İmparatorluğu’ndan Osmanlı’ya, Sovyetler Birliği’nden modern dünyaya kadar güçlü devletler, halklarını kontrol etmek için korkuyu bilinçli bir silah olarak kullanmıştır.

Tarihsel Örnekler- Korku ile Yönetilen Halklar

  1. Roma İmparatorluğu ve Gladyatör Arenaları Roma, halkını eğlendirirken korkutmayı çok iyi bilen bir imparatorluktu. Gladyatör dövüşleri yalnızca bir eğlence değil, aynı zamanda "güçlü olanın hayatta kalması" öğretisini aşılayan bir korku mekanizmasıydı. Halk, Roma’nın acımasızlığına tanık oldukça itaatkâr hale geliyordu. İmparatorluk, baskısını artırırken, halkın korkuyla yönetilmesini sağlıyordu.

  2. Osmanlı’da Kardeş Katli ve Devletin Bekası Osmanlı’da “nizam-ı âlem için” kardeş katli, padişahın otoritesini güçlendiren bir uygulamaydı. Yeni tahta geçen padişah, kardeşlerini öldürerek olası taht kavgalarını engelliyor ve yönetimde bir istikrar sağlıyordu. Ancak bu, aynı zamanda hanedan mensuplarını ve halkı sürekli bir korku içinde tutarak itaatkâr hale getiriyordu.

  3. Hitler’in Almanya’sı ve Gestapo Nazi Almanya’sında korku, devletin temel yönetim aracıydı. Gestapo, halkı sürekli gözetim altında tutarak en küçük muhalefeti bile cezalandırıyordu. Yahudiler, komünistler ve muhalifler sistematik bir şekilde sindirilirken, halk korku içinde itaat etmeye zorlandı.

  4. Soğuk Savaş Dönemi: McCarthy Dönemi ABD’si ABD’de 1950’lerde komünizm korkusu öylesine yayıldı ki, McCarthy liderliğinde birçok insan "komünist" olmakla suçlandı ve hapse atıldı. Halk, fikirlerini özgürce ifade etmekten çekinir hale geldi. Korku, ABD’nin iç politikalarını şekillendiren bir güç oldu.

Modern Dünyada Korku ve Yönetim

Bugün de korku, aynı şekilde bir yönetim mekanizması olarak kullanılmaktadır. Küresel medya, ekonomik baskılar, terör tehditleri ve sağlık krizleri, halkların kontrol altında tutulmasını sağlıyor.

  1. Ekonomik Korku-Açlıkla Terbiye Edilen Halklar Bugün milyonlarca insan, geçim derdiyle boğuşuyor. İşsizlik, yüksek vergiler ve sürekli artan fiyatlar, halkı sindirmek için kullanılan en büyük araçlardan biri. "Eğer ses çıkarırsan, işini kaybedersin" korkusu milyonları susturuyor.

  2. Medyanın Korku Üretme Mekanizması Günümüz medyası, korkuyu pompalayan bir propaganda makinesi haline geldi. Sürekli savaş haberleri, ekonomik kriz senaryoları, terör tehditleri, salgın hastalıklar... İnsanlar korktukça, otoriteye daha fazla bağımlı hale geliyor.

  3. Dijital Gözetim ve Korku İmparatorluğu Günümüzde bireyler, dijital dünyada her an gözetim altında. Telefonlar, bilgisayarlar, kameralar... İnsanlar, izlendiklerini bildikleri için otoriteye karşı seslerini çıkarmaktan çekiniyorlar. Bu da korkunun modern versiyonu olarak karşımıza çıkıyor.

Korkuyu Yenmek- Değişim İçin İlk Adım

Eğer toplum, bu döngüyü kırmak istiyorsa, önce korkuyu yenmelidir. Çünkü korkuyu yenen insan, zalimin karşısında dimdik durur. Korkuyu yenen halk, kendisini sömürenlere hesap sorar. Ve işte o zaman, gerçek bir değişim başlar. Devrimler, insanların korkuyu yendiği gün başlar.

Cesaret, korkuya rağmen harekete geçebilmektir.

Şimdi soru şu: Biz bu hikâyede kim olacağız? Korkuya teslim olanlar mı, yoksa zalimin karşısında baş kaldıranlar mı?

Erol Kekeç/18.03.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!