Bu Blogda Ara

5 Haziran 2023 Pazartesi

DOĞASINA DÖNMEK ZORUNDA İNSAN

“Dünya hayatının misali şudur: Bir yağmur, onu gökten indiririz. İnsanların ve hayvanların yiyip istifade ettikleri yeryüzü bitkileri o yağmuru emerek boy atıp gürleşir, sarmaş dolaş olur. Derken yeryüzü bütün takılarını takınıp, rengârenk süslenerek olanca güzelliğiyle göz kamaştırır hâle gelir. Orayı ekip biçenler bütün bunların kendi güçlerinin eseri olduğuna ve artık onun ürünlerini toplama zamanı geldiğine inandıkları sırada, bir gece vakti veya gündüz oraya azap emrimiz gelir; sanki dün orada hiçbir şey yokmuş gibi, her şeyi kökünden biçiveririz. İşte, düşünüp ibret alacak kimseler için ayetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.” Yunus:24

Rabbimiz yukarıdaki ayetinde dünya hayatı ve yaratılmışların hayatı hakkında insanların mukayese yapması ve tefekkür için o kadar ince ayrıntılar ortaya koyuyor ki, bize ancak iman etmek düşer.

İnsanın bunları idrak edebilmesi için gönül ve akıl arasında sıkı ilişkiler kurması gerekir. Ne sadece akıl ne de sadece gönülle bu tefekkürün gerçekleşmesi düşünülemez. Ancak ikisi birbirini destekler ve uyarırsa tefekkür derinleşerek devam eder. Serbest düşünme olarak bilinen, hayal rüya çağrışım hatırlama gibi düşünüş biçimlerini tefekkür olarak görmemek lazım. Bunlar aklın ve gönlün birlikte çalışmasından doğmaz. Bunlarda doğrudan duygular baskındır, zihin uyur ve duygular insanı alıp götürür, sonuçta bir hedefe ulaşmak yoktur. İnsanın kendinden ve gerçekliğinden kaçışı burada gizlidir. Oysa tefekkür, doğrudan sistematik bir düşünmeyi, emek harcamayı, pratik yaşama geçmeden önce, bir eylemin projesi için anlamlı tutarlı çelişkisiz bilgilere ulaşarak hakikatin kaynağına ulaşıp oradan beslenerek hayatın içine inme, hazırlık evresidir. Bu hazırlık evresinden yoksun yaşamlar, ya alışkanlıkların esiri bir hayat ya kuşatılmışlıkların kölesi bir anlayış ya da tamamıyla uyaranlara verilen tepkiler sonucunda oluşan biyolojik canlının varlığını devam ettirecek sınırlı sayıda öğrenilmiş şartlı uyaranlara hayatı kurban eder. Oysa Yaratıcı, insana hep anlamlı bir yaşamdan örnekler veriyor ve o hayatın bağlantı yollarını neden sonuç ilişkilerini ve derinlikli hikmeti kavramaya davet etmektedir. Bu derinlikten yoksun yaşamların, dünya ve içindekileri doğru algılaması, onları doğru yere oturtarak kendisini evrenin sorumlu bir süjesi olarak görüp öyle yaşaması düşünülemez. İnsanın kendini keşfi ancak tefekkürden geçer. Tefekkür, sistematik bir düşünmeyle ancak ulaşılacak bir sonuçtur. Bunun için çok ciddi emek gerekir. Bu emeğin başında zaman ve yönelimin, ihtiyaç olarak görülmesi kaçınılmazdır. 

İnsanın bu tefekkür, kendi eliyle yapıp ettiklerinden dolayı kayboldu. İnsan, kâinatın dengesini bozdu ve yeryüzünde fesat çıkardı, karayı deniz, denizi kara dağları ova, ovaları dağ, yani her yönden yeryüzünü değiştirmek ve kendi yaşamını kolaylaştırmak adına ifsatta sınır tanımadı. İnsanın bu hadsizliği onu tefekküre muhtaç duruma getirdi. Tefekkürden yoksun bir yaşamın filizlenip dal budak vermesi, tomurcuklanıp çiçeğe dönmesi mümkün değildir. Yağmur ve su toprak için ne ise, tefekkür de insan için öyledir. Toprak sulanmadan, bitkiler  suları emerek kendisini diriltmeden nasıl ki doğa sadece bir toprak parçası ise, insan için tefekkür olmayınca, bu hakikat insan tarafından bir su gibi emilip tüm hücrelere dağılmadan insanın gövermesi de mümkün değildir. Gövermiş gibi görünenler az da olsa tefekkür nimetinden faydalananlardır.

İnsan öyle bir varlık ki, diğer yaratılmışlardan farklı olarak hem kendi yaşamında hem de başka varlıkların yaşamında değişiklikler yapabilecek ve onlara baskı kuracak kabiliyet ve özelliklerde yaratılmıştır. İnsanın bu özelliği tefekkür hikmeti ile beslenmediği zaman, evreni tüm alemi zindan eder. Çünkü tefekkür bunların önüne geçmek için bir ilaçtır. O ilacın kullanımı yaşamda karşılık bulursa evrenimiz bir toprak gibi dirilerek gerdanlıklar takan, insanın eliyle anlamlı bir yaşama kavuşacaktır.

Geçmişten günümüze insan dirilmeyi yok etmek için kendisine korunaklı mekanlar yapmak adına, yaşamı karanlıklara gömdü. Beton yapıların çoğalması ve doğayla ilişkisinin koparılması, insanın özünde ciddi değişimleri getirdi. Bu değişimler yeni ve farklı bir hayatın arzulayan robotu kıldı insanı. İnsan bunu anlayamadığı için, kendini geliştirdiğini sanarak aslında doğayla barışık ve birlikte var olma çabasını ortadan kaldırdı. Doğa insandan uzakta varlığını devam ettirmeye çalışsa da insan kendisine yaptığı ihaneti doğaya da yaptı. Onun içindeki cevheri ve varlık özünü yıktı. Dolayısıyla kâinat kitlenip kabuğuna çekilince, insanın tefekkürüne katkı sunan yanı kayboldu. Zaten insan kendi kurduğu dünyasının içinde kendisiyle baş başa kalıp, diğer alemlerle ilişkisini sonlandırdı. Böylece insanın üretken sistematik düşünme melekeleri ortadan kalktı, yerini emek istemeyen hayal rüya ve çağrışımlar aldı. Böylesi bir yaşam atmosferinde süje olma özelliğini kendi eliyle yok edip, kendi yaptığı nesnelere varlığını feda eden insanın, tefekkür yönünün yok olması da gayet doğal bir süreç oldu. Tüm bu karmaşık denklemlerin insanın önüne gelişim ve ilerleme olarak taktim edildiği bir çağda, insanın insanlığını ve değer sistemlerini imha ettiği ortamda hangi gelişmişlikten söz edilebilir ki! Ne yazık ki, gözle görülen ve nasıl olduğu bilinen nesnelerden oluşan kuleler, insan için çok değerli duruma geldi. Bunlar üzerine fazla emek harcama ve onların bilinmeyen yanları hakkında düşünme gerekmiyordu. Çünkü bilinmeyen yanı yoktu. İnsanın, şartlanmışlıklar içinde tefekküre yer olmayan bu kazanımları, insanı gerçek doğasından uzaklaştırarak dünyanın en büyük kölesi haline getirdi. Oysa tefekkür ’ün içinde özgürlük saklıdır. Özgürlüğün doruğunda, yaratılmış hiçbir engel tanımadan uçsuz alemlere dalacak düzeyde özgür olmak için, tefekkür kapısından sağlıklı içeriye girmeniz gerekiyor.

Özgürlük böyle bir yoldan gidildiği zaman ancak sağlıklı elde edilir. Diğer eylemlerin boyutu ve harcadığı emek ne kadar olursa olsun insanı özgürlüğe götüremez. Ondan dolayıdır ki Rabbimiz insanı özgürlüğün doruğunda yaşamaya ve tüm ayak bağlarından kurtularak bedence ulaşamadığı ortamlara zihin ve gönülle kavuşmasını istiyor. Yani insanı öyle özel ve karmaşık yaratmış ki, bunu insanın kendisinden başkası da anlayamaz. İnsan bu kadar ayrıcalıklı ve özel bir varlık olmasına rağmen neden köleliği özgürlüğe tercih ederek tefekkürü hayatından uzaklaştırmış olabilir. Tefekkür hayatın dinamosu, canlılığın kaynağı, yaşamın düzene oturmasının yegâne özüdür. Bu öz hayattan kovulduktan sonra insan yaşamı, çılgın bir hayatın köhnemiş eşyasına döndü. İnsan kendini unuttu kendisini unutanın kendisini var edeni unutmamasını düşünebilir misiniz? İşte karanlıklar insan için böyle başladı. “Allah’ı unutup ta Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu gibi olmayın…” Tefekkür Allah’a giden yolun kapısıdır. O kapıyı kapatanların hepsi kendi zindanlarının kölesi olarak yaşamaya mahkûm oldular. Bu zindanlara son vermek için, Allah insanlara acıdığından, yine yolu göstererek o yöne bir başlangıç yaparak üzerlerindeki karabulutları dağıtabileceklerini ve soludukları cehennem havasından kurtulabileceklerinin yolunu gösteriyor.

İnsan, insan olmak ile insanlığını kaybetmiş ama hala insan olduğunu sandığı bu ikilem arasında yaşamaktan kurtulmadığı müddetçe, kendi kaynağından her geçen gün daha fazla uzaklaşarak insanlığın sonuna yaklaşacaktır. İnsanlığın sonunun gelmesi, insani olan yaratılışın değerlerinin yaşamda karşılığı olmadığı zaman gerçekleşecektir. Bunu neden özellikle vurguladığımı Rabbimizin beyanını derinlikli anlamaya çalıştığımızda kavrayabileceğimizi sanıyorum. İnsan, insan olma kimliğinin anlamını kavrayarak, doğal yaşamla olan kardeşliğini insan doğasıyla bütünleştirdiğinde hayata yeni bir başlangıç yaparak toprağın derinliklerine kadar akıp, orada hayatı ortaya çıkaran su gibi hayatı ortaya çıkaracaktır.

Sistemli düşünmeden yoksun, çelişkili tutarsız paradoksal vurgular insanın insanlığını imha edecek aralıklardır. Zihin bu kapı aralıklarından gelen akımlara kapatılmadığı zaman tefekkür bizimle olan ilişkisini koparacaktır. Tefekkürün yoğun olduğu yaşamın canlandığı, bir yağmurla her tarafta rengarenk çiçeklerin açtığı bir doğa gibi yaşayacağımız hayata kavuşmak dileğiyle…Selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla….

30.05.2023/EROL KEKEÇ-Namazgah /İst. 

Yükleniyor: 245625/1729173 bayt yüklendi.


26 Mayıs 2023 Cuma

HAKİKAT GÜZEL SÖZE GEBEDİR

“İnsanlara söyle! Sözün en güzelini söylesinler! Sonra şeytan aralarını bozar! Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır! Şeytan onları ayrılıkçı sözlerin peşine takar! Birbirine düşürür! Aralarından adaleti kaldırıp haksızlık yaptırır!” İsra:53

Kullarıma söyle diye başlayan bu ifade, Hakikati ne kadar güzel tasvir etmektedir. İnsanlar yaratanın bu buyruğuna uymadıkları zaman nasıl param parça olduklarını anlamazlar. Yaşadığımız ortam bu parçalanmışlığın apaçık göstergesidir. Sözün doğru olanı gizlenir, yanlış olanı kabul ettirmek için ağızdan çıkan sözcüklerin nasıl bir etki yapacağı ve bu etkiye karşı nasıl bir karşılık verileceği hesaplanmazsa, şeytan iki arada insanları birbirine düşürmenin keyfini yaşar. Şeytan her ortamda insanların yaşadığı kaos ortamlarını kazanca çevirmeyi bilmiştir. Ne yazık ki insanlar aklı selim ile, bu ortamların doğmasının önüne bir türlü geçemiyorlar. İnsanların karanlık ortam oluşturmasının nedeni yine kendileridir. Kendi elleri ile yapıp ettikleri, geri dönüşüm olarak karşılarına çıktığında, bu da nereden çıktı dememeleri için en güzel sözlerle konuşmayı şiar edinmeleri gerekir.

Baba ile evlat arasında çıkan bir anlaşmazlığın oluşturacağı gerilimden en fazla nemalanan, onların varlığından rahatsız olanlar olur. Birbirinin canı olanlar, birbirine karşı çok sert bir yaklaşım ortaya koyduklarında hain ve düşman olanların iştahını kabartırlar. İşte, şeytan aynen böyle iştahı kabarmış bir timsah gibi beklerken, insanlar, kendi aralarında konuşurken en çirkin sözcüklerle tartışırlarsa sadece şeytana yem olurlar.

Şeytanın, insanın apaçık düşmanı olduğu bir yaşamda, insanı yaratan yaratıcı, en güzel kelimeleri seçerek onlarla konuşun derken, insanlar hala anlaşılması zor ve karşılıklı gerilim katsayılarını yükseltecek sözcüklere başvuruyorlarsa, şeytanın oyuncağı olduklarını kanıtlarlar. Şeytanın oyuncağı olanların insanlığa sunacakları doğru bir mesajları olamaz. Şeytanın oyuncaklarından hangisini tercih ederseniz ediniz, sonuçta şeytanın kuşattığı bir hayatı yaşıyor olursunuz. Mevla’nız, bu kadar açık seçik uyarıda bulunurken, neden insanlar Mevla bildikleri Rahman’ın buyruğunu değil de her daim aralarını bozmak isteyen şeytanın yalan vaatleriyle avunmayı tercih ederler. Bu nokta insan açısından oldukça önemlidir. Yalan vaatlere kanarak, vaatlerin gerçekleşme ihtimali olmadığı için her taraf kendi vaadinin daha doğru olduğunu kanıtlamak için karşısında olanı bastırmaya çalışır. Bu baskısını devamlı kılmak için de hiçbir değer ve kural gözetmeden yalanla yaşamını devam ettirmeye başlar. Yalan üzerine kurulmuş hangi binanın varlığını gösterebilirsiniz. Allah’tan başka dost edinip, o dostların vaatlerine kanarak yalanlar üzerine ev kurduğunu sananları yüce yaratıcı şöyle tanımlamaktadır. “Allah’tan başka dost edinenlerin durumu, evini yarın kenarına yapan örümceğin durumu gibidir. İyi bilin ki, evlerin en zayıfı örümcek evidir.” İşte, bundan dolayıdır ki, yalanın evi olmaz bir rüzgarla yok olup gitmeye mahkumdur.

İnsanlara kaba katı davranmayın, kaba katı olursanız etrafınızdan dağılır giderler. Etrafınızdan insanları uzaklaştırmanın en açık görüntüsü kaba katı ve kendini bilmez sözlerin sarf edilmesi, ayrıca güzelliklerin yerini çirkin söz ve davranışlara bırakmasıdır. İnsan öyle bir karaktere sahiptir ki, bazen güzel söz söylemeyi yamulmak yalakalık, hatta çoğu zaman insanları eğlendiren bir maskot gibi olmak sanır. Oysa bu durum omurgasızlıktır. Omurgasızlık, sürüngen bir yaşama mahkûm olmaktır. Sürüngen bir yaşam ortaya koyanlar ayaklar altında ezilmeye ve üzerine basılıp geçilmeye mahkumdur. Duruşu olmayan bir güzel söz olamaz. Güzel söz ancak duruş sahibi insanların ağzından çıkar. Bir duruşa sahip olanlar, sözün güzelliğini kendi dillerindeki sertlikle yumuşatmak ve sertleştirmek istemezler. Çünkü bir sözün yapısı onun ne kadar sert ve yumuşak olduğunu ortaya koyar. Ondan dolayıdır ki, sözü alçaltarak yumuşatıp onun yapısını değiştiren ile, sözü ağzı ve diliyle sertleştirip bir mermi gibi kullanan arasında bir fark yoktur. Onun için size yapılan uyarı, sözün en güzelini tercih edin. En güzel sözler, en çirkin ağızlardan çıktığında yerde sürünmeye mahkumdur. En kötü sözler de çok güzel dillerden döküldüğü zaman yalanın doğrudan daha fazla karşılık bulduğuna şahit olursunuz. Zaten şeytanın yapmak istediği, doğru ve güzel sözleri yamuk ağız ve dillerden söyleterek onların değer ve derecesini aşağılara çekerek cazibe ve albenisini yok etmektir. Aynı zamanda yalanların da güzel dillerden dökülmesini sağlayarak, yalanın hakikatin yerini alarak yaşamı kuşatmasını istemektedir. Bu döngü arasına sıkışmış insan, kendi varlığının gayesinin anlamını, sözün manasını ve anlamını kavramadan oluşturacağı her anlam arayışı onu anlamlı bir yaşamdan uzaklaştıracaktır. Anlamlı bir yaşamın neferi olmaya aday insanların, şeytanın çerçevesini belirlediği bu alanın dışına çıkması kaçınılmazdır.

Eğer bir yaşam ortamında aynı işe koyulmuş rakipler arasındaki konuşmalar, yalanlardan oluşan çirkin sözcüklere dayanıyorsa, orada hayat ciddi bir anlam kaymasına mahkûm olmuş demektir. Anlamsızlıkların çıkarları okşadığı oranda doğru bilindiği ve kitlelerin bir sürü olarak güdülmeyi kabullendiği ortamlar, şeytan ve avenelerinin hep istediği yaşamlar olmuştur. Şeytan herkesin peşinde ayrı ayrı koşarak herkesle uğraşacağına, kendi mesajını kitlelere aktaran şom ağızlar bulduğunda, yürekleri kuşatmak için maymuncuk anahtarı ele geçirmiş oluyor. Sonrasında keyfinden horon tepindiği için sizinle uğraşacak zaman bulamaz. Dikkat ediyor musunuz bilmiyorum, âmâ gördüğüm bir gerçek var ki, o da insanlar arası ayrışmaların olduğu noktalar her zaman kırılmaya uygun fay hatlarıdır. O hatları kırmak ve etkilemek için seçtiğiniz kelimeler belki rakiplerinize karşı sizi galip getirecek bir artıya geçirebilir. Ancak şunu iyi idrak etmek gerekir ki, telafisi imkânsız kayıplara yol açabilir. Telafisi imkânsız kayıpların yaşandığı ortamlar her zaman ve şarta şeytanın at koşturduğu ortamlar olmuştur. Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. Şeytan, rakiplerinizle her zaman kötü olmanızı ister ki, arada bir ülfet kurup mutlu olmayasınız. Çünkü şeytan insanın her daim gerilim içinde karamsar, umutları kırılmış, hayal kırıklığı içinde, geleceğinden endişeli bir hayat sürmesini ister. Psikolojileri böyle çökmüş insanları kullanmanız ve onlara istediğinizi yaptırmanız kolay. Şeytan, kurbanının öncelikle ruhsal ve psikolojik yapısını bozuyor, ondan sonra ona umut olacağını söylediği anlamsız vaat ve yalanlarını sıralayarak onları kuşatıyor. Bu kuşatmanın adı bir kale, ev, şehir değil, yeryüzündeki, Allah’ın eşsiz ayeti imha olmuş oluyor. Bu ayetin aslı değiştirildiği zaman hangi yaşamın anlamlı ve doğru olmasını bekleyebilirsiniz ki, yaşam anlamsız görüntüsüyle şeytanın kollarında kıskaca alınmış olarak can vereceği anı bekler duruma geliyor.

İnsanın apaçık düşmanı ortalıkta her an dolaşırken, neden insanlar birbirini anlayacak ve kolaylıkla iletişim kuracak kanalları tercih edeceklerine ayrışmayı tercih ediyorlar. Hakikaten insanın hırsı, zalimliği, menfaati, unutkanlığı, çaresizliği, müstağniliği anlamış olsa, ayrıca bunları hayatından uzaklaştırarak yaşama sarılsa, bu kadar ayrışmalar olur mu hiç! İnsan ne zaman ki, yeryüzünde müstağnileşerek her şeye gücü yeten olarak kendisini görmeye başladı, işte o andan itibaren o büyüklüğünü devamlı kılmak ve onu kendi dışındakilere kabullendirmek için önüne çıkan her kelimeyle konuşmayı bir marifet bildi. Sonrasında kişiliği ve karakteri törpülenerek insanlığını kaybeder duruma geldi. İnsanın insanlığını yitirdiği yerde, insani buluşmaları ve insani merhameti bekleyemiyorsunuz. Bunun en açık örneklerini de kendi ülkemizin son birkaç ayı, bunları açıkça ortaya koymaktadır. Herkes birbirine saldırıyor, çünkü şeytanın kuşattığı beyin ve yürekler ancak saldırıdan nemalanıp o şekilde yaşamlarını sürdürürler. Saldırının olmadığı ortamda varlıklarının yok olacağını sanırlar. Dolayısıyla şeytanın tüm ipleri eline aldığı bir yerden insan manzaraları ancak bu kadar olur desek, sanıyorum yanılmamış oluruz.

Şeytanın, adaletsiz, haktan uzak düşmanca bir yaşamı ortaya koymak istediğini bilen yürekler, insanlar içinde konuşurken en güzel kelime kavram ve sözcükleri seçerler. Bu yürekler ancak ve ancak hakikatin şahidi olanlardır. Hakikatin şahidi olanlar, yeryüzünde ıslah yaparlar. Merhametlidirler, adaleti yaşamlarının hayat suyu bilirler, düşman olmak için gelenleri bile merhametle karşılayıp hakkın yüreklerine nüfuz etmesine yol bulurlar. Yaptırımı yapan olmadıklarını bilirler, ancak taşıma görevinin kendi sorumlulukları olduğunun bilincindedirler. Böyle bir ruhla hayatta var olmak isteyenleri şeytanın aldatmasını ve aralarına düşmanlık sokmasını bekleyebilir misiniz? Bu kullar kimler biliyor musunuz? Onu Rahman olan rabbimiz tanımlıyor, onun sözünün üzerine söz söyleyecek kimse olmadığı için onun sözünü zikretmek inşallah bizlerin kurtuluşuna yol açar…”Şeytan, Rabbim insanların yeniden dirileceği güne kadar bana mühlet süre ver, sen süre verilenlerdensin…Andolsun ki senin dosdoğru yolunun üzerine oturacağım kullarına sağlarından sollarından önlerinden arkalarından onlara yanaşacağım ve onların büyük bir çoğunluğunu sana şükredenlerden bulamayacaksın, ancak ihlas sahibi kulların harıç….Allah, işte benim koruyuculuğunu üstlendiğim kullarım, ihlas sahibi sana uymayanlardır…”

Tüm bu açıklamalardan sonra diyorum ki, ey insan kardeşlerim aramızda en güzel sözcükleri kullanalım birbirimizi ötelemeyelim hakkın divanında yargılanırken, ihlas sahibi müstesna kullar arasında yerimizi alalım…Ne dersiniz, böyle bir yaşamla alnı ak yüzü gülen kalbi müsterih olarak yolculuğumuzu tamamlamak şeytanın bizi rezil etmesinden daha güzel değil mi? Yapmamız gereken sadece Rabbimizin buyruğuna uygun yaşamaktır. Hep birlikte el ele gönül gönle, sarmalayalım birbirimizi, düze çıkaralım ülkemizi ve kendimizi…

Bu satırları usanmadan sonuna kadar sabırla okuyacak dostlarıma şimdiden şükranlarımı iletiyorum, selam saygı afiyet ve muhabbet dileklerimle kalın sağlıcakla….

“İnsanlara söyle! Sözün en güzelini söylesinler! Sonra şeytan aralarını bozar! Çünkü şeytan insanın apaçık düşmanıdır! Şeytan onları ayrılıkçı sözlerin peşine takar! Birbirine düşürür! Aralarından adaleti kaldırıp haksızlık yaptırır!” İsra:53

Erol KEKEÇ/25.05.2023/17.29/Namazgah: İST



25 Mayıs 2023 Perşembe

ÇAĞA MEYDAN OKUYAN ŞİZOFREN

 “Gün batıdan doğarsa yapacak bir şeyim yok” Ancak gün batıdan aheste aheste akıyor, herhâlde doğmaya niyeti yok…Doğarsa ancak oradan doğar çünkü doğuya gelecek mecali kalmamış gibi…Bununla ne anlatmak istediğimi merak edenlerin olacağını biliyorum, gelecek her satır güneşin nasıl battığını açıkça deklare edecektir. Tabiatın bir kuralı olarak Güneşin doğmasını ve batmasını bilenler, Güneşin batıdan doğmasını da yine öyle görmek isteyecekler. Çünkü alışılmış olan yaşamlar alışılmışın dışındaki uyaranları anlamakta zorlanırlar ve onlardan hiçbir ders almazlar. Oysa yaşadığımız hayat her yönüyle ibret alınması gereken bir yaşam.

Güneşin doğması ve ışığını yayması canlıların canlılığını devam ettirmesi içindir. Canlı olan varlıklar yaratılış hedeflerine göre yaşadıklarında, güneş doğmaya devam eder. Ancak yaratılış yörüngesinden dışarıya çıkanlar güneşin batışını yaklaştırırlar. Yörüngesinden sapan varlıkların üzerine Güneş neden doğsun ki, Allah o güneşi bir anda dürer ve kaldırır. Herkes karanlıkta yaşamaya mahkûm olur.

“Güneş dürüldüğü zaman, Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman, dağlar yürütüldüğü, denizler kaynatıldığı zaman…” İşte bugün yaklaştığında her şey rotasından çıkıyor ne dağlar ormanları dinliyor ne denizler H2O’yu dinliyor kaynamaya başlıyor, Güneş sofra gibi dürülüyor, yıldızlar pençe pençe ampul gibi patlayıp dökülüyor ve evrenimizi karanlık basıyor. Bu görüntü Güneşin batıdan doğacağının habercisi değil midir? Güneş batıdan doğarsa yapacak bir şeyimiz yok derken herkes güneşin ne zaman batıdan doğacağını bekleye dursun, ancak Güneşin ısı ve ışığıyla canlılık kazandırdığı yaşamlar batıdan çoktan doğdu. Peki hayatlar batıdan doğarsa, Güneş neden var olsun ki, bunu anladığımız da olmayacağımız kesin; o halde hayatların nasıl başının ayak, ayağının baş, doğusunun batı batısının doğu olduğunu hala görmeden yaşamaya kararlı mıyız?

Küresel salgın tüm evrenimizi bir veba gibi kuşattı, her coğrafyada bu vebanın etkisi o kadar fazla ki, insanlar bu virüsün etkisinden kurtulacak bir ışığa hasret yaşamaktadır. Küresel adaletsizlik tüm kâinatın dengesini bozdu, bilim adıyla insanlığın, hatta kâinatın imha sürecinin yaşandığı, teknolojinin yeryüzünün en güçlü ilahı olarak görüldüğü, doğal yaşamın fıtrat kodlarıyla oynandığı, insanlık için yeni bir yazılım ve donanımın oluşturulduğu çağda, hala Güneşin batıdan doğmasını bekliyorsanız o güneş gidince bir daha gelmeyecek, çünkü hayatlarımızın güneşi zaten batıya mahkûm olmuş. Yeryüzü cehenneminde, günde 25 bin insan kendileri için taksim edilmiş rızıklarına ulaşamadıklarından ya da dünyanın dengesini bozan şeytanlar tarafından çalındığı için açlıktan ölüyorsa, hala Güneşin batmadığını mı düşünüyorsunuz…?

Bir ABD’linin bir günde tükettiğini, bir yılda tüketen 100 binler insan olarak yaşadığını sanıyorsa, hala güneş batıdan mı doğacak diye bekliyorsunuz; güneş batmış haberimiz yok hepsi o kadar. İnsanları imha ederek hırslarını zirveye taşımak isteyen silah tüccarları, yeryüzünün ilahlığına soyunmuşsa, Göklerin ve Yerin rabbi bu kâinatı onların eline bırakacağını sanıyorsak bizim de güneşimiz batmış demektir.

Yalanın hakikat, sahtekârlığın ikiyüzlülüğün insanlık olarak görüldüğü çağda tüm koordinatlar yeniden belirlenmesi gerekiyor, bu koordinatlar insanlığı asla bulamaz çünkü insanlık bu çağda ortaya konulan koordinatların kapsam alanın dışında aranırsa belki bulunabilir…Ancak çok geç olduğundan şüpheniz olmasın, Güneş hazin bir eda ile yavaş yavaş evrenimizi terk etmenin acısı içinde, bize veda eder gibi doğumundaki sevinçleri terk ederek hüzünlü bir ayrılışın eşiğinde…

Emanetleri ehline verin diyen yaratıcının buyruklarının aksine, muktedirler toplumsal emanetleri kendilerine sadık olanlara taksim edip, herhangi bir ehliyet gözetmiyorsa Güneş hala doğuyor mu sanıyorsunuz? Yaratanın belirlediği yasalar, her gün çiğnenip geçiliyorsa, hangi yasaya göre oluşturacağımız yaşamlarımızın bizi aydınlığa götüreceğini sanıyoruz?

Nesillerin birbirine karıştığı, kimin kardeş, kimin anne, kimin baba olduğunun bilinmediği bir çağda, hala güneşin batmadığını mı sanıyoruz? Yaratanın belirlediği ve özenerek yarattığı cisimlerimizden ve cinsiyetlerimizden memnun olmayarak kendimize yeni bedenler ve cinsiyet arayışına girildiği bir çağda, hala Güneşin batmadığını mı sanıyorsunuz?

İnsanın, kâinatın içindeki dengeyi hep kendi lehine bozduğu ve diğer yaratılanların varlığını yok ettiği çağda, Güneş nerede gösterebilir misiniz? Ayakların baş, başların ayak, annelerin cariye babaların köle, kızların patroniçe, oğlanların efendi olduğu bir çağda, hala insan olarak yaşadığınızı sanıyorsanız Güneş bir daha doğmayacak demektir.

Evrenimiz karanlıkların pençesinde can çekişirken bizler oksijen çadırında normal yaşama kavuşmayı beklerken, tüm insanlığımızın yok edildiğinin farkına bile varmadan kendi elimizle kendi güneşimizi kaybettik…

Kâinatın denklemi adalet ve denge üzerine kurludur. Bunda küçük bir oynama hayatımızı oynanacak hale getirdi ve basit sıradan nesnelere dönüştük. Bu basit nesne halimizle bizler hakikaten Güneşin battığını görebilecek duyarlılığa ve algılama melekelerine sahip miyiz acaba ne dersiniz?

Batmakta olan bir geminin malları diye bazen günlük yaşamda ucuz satılan eşyaların reklamının yapıldığına şahit olmuşsunuzdur. Hakikaten insanlık batmakta olan geminin mallarından daha aşağıya indi değer olarak…Bedava satılıyor, ancak satışa çıkaranlar bu malların çok değerli olduğunu söyleyerek, kendi değerini arttırırken insanlığı bedava imha ediyor. Bizler sanıyoruz ki, bu çağın her buluşu insanlığın değerini arttırıyor, hayır kardeşim hayır, her buluş seni imha ederek bedava satmak ve kendi kulelerinin kat yüksekliğini biraz daha arttırmak istiyorlar, oysa sen bunların kat yüksekliklerini, sana ait bir değer artırımı sanarak, anlamsız sözcüklerle zamanını boşuna tüketiyorsun…Senin değerin, ancak sen olduğunda anlaşılacak ve ortaya çıkacaktır. Seni kaybeden senin değeri mi kalır…

Güneş battı mı acaba, çünkü evrenimize puslu, sisli ve karanlık bir hava egemen oldu. Sanıyorum güneş bizi terk etti…Ey canlar! Güneşin gidişine mi yanalım, bizi kaybeden bizlerin hala biz olduğumuzu sanarak insan olduğumuzu iddia eden boş laflarına mı yanalım…Kime yanarsak yanalım ama şunu bilelim ki, Güneş batıdan doğarsa yapacak bir şeyimiz kalmayacak, işte, o Güneş batıdan doğmuş bizi kuşatıp karanlıklara gark eyleme çabasında, siz de benim gibi bunun farkında mısınız? Bana şizofren, ne yaptığını bilmeyen korku senaryoları kuran bir paranoyak diyebilirsiniz?

Şunu açık yürekle söylüyorum ki, âmâ bugün ama yarın kim bilir belki yarından da yakın tüm kâinatın hesabının görüleceği vaktin arifesinde yaşamaktayız…O günler çok yakın, Güneş batmadan henüz vakit varken gülüm, elimizdeki gülleri dikelim ve kâinatın her yanına gül kokusu yayalım…Gül olmasak ta belki gül kokusunun yayılmasında bir nefer olabiliriz.

Güneş tüm ısı ve ışığını üzerimizden çekti mi ne dersiniz, kararttıkça karattılar evrenimizi, bizi bizden olduklarını sandıklarımız yaktı…Biz kimseyi yakmayalım diriltmek ve aydınlığa taşımak olsun çabamız, biliyoruz ki insanlık aydınlıkta canlanır, denge ile ayağa kalkar adaletle yürür…Bunlara kavuşmak ve o günün özlemini çekenler olarak hep birlikte kol kola el ele dimdik ayakta, dosdoğru istikamette yılmadan yürüyeceğimize and içerek çıkalım yola, göreceksiniz başka tüm yollar kararacak bize, Güneş yeniden doğacak üstümüze…

Tüm insanlığı o yolda buluşmaya davet ediyorum ve Güneş batmasın diye herkesi, insan olmaya çağrım! Var mısınız insan olarak insan gibi yaşayacağımız bir evreni yeniden inşa etmeye ve o evrenin hayat damarlarında adaleti yeniden ihya etmeye…

Selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle, Güneşe Bir selam vererek, üstümüze kararmaması için sahibine dilekte bulunarak, sizlere sağlıcakla kalın diyorum…Haydi Eyvallah…

Erol KEKEÇ/24.05.2023/16.30/Namazgah: İST



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!