Bu Blogda Ara

7 Nisan 2022 Perşembe

TARİHİN YARATTIKLARI DEĞİL, TARİHİ YAZANLAR OLALIM

Müslümanlar tarihlerinden ders alıp onların olumsuzluklarını bertaraf etmek ve olumlu yanlarından faydalanmak için tarihe yaklaşmazlarsa, kendi yaşamları da gelecek nesiller için içi yanlışlarla dolu bir tarih olarak bilinecektir. Tarihi yanlışlarından ders alınsa bir daha tekrarlanmaz, ancak tekrarlanıyorsa, tarih insanlara hiç ders vermemiş demektir.

Emevilerle başlayan ve sonraki dönemlerde de devam etmesi istenen algılardan birisi, dönemin âlimlerinin siyasal otoritenin lehine fetvalar vermesi ve onların olumsuzluklarının bilinmeyen hikmetlerinin olduğunu anlatmalarıdır. Bu anlayış Müslümanları yöneten zalim yöneticilerin zalimliklerine ses çıkarmamanın sevap olduğunu söyleyecek uydurma hadislerin oluşturulmasına kadar gitmiştir. Sizi yöneten ve sizden birisi ise, onun cehaletine ve zalimliğine rağmen ona itaat edin…”gibi. Oysa Kur’an’ının yaklaşımı bir zalime sözüyle, eliyle, gücüyle destek olmak veya ona meyil etmek zalim olmak için yeterlidir. Hatta zalimlere meyil etmenin bedeli cehennem ateşiyle karşılığını almaktır. Allah’ın beyanı böyle olmasına rağmen sizden olan zalim de olsa emir sahiplerine uyun sözleri tamamıyla, dönemin zalim yöneticilerinin istekleri doğrultusunda oluşturulan hipnotize masallarıdır.

Allah’a asiliğin olduğu bir yerde hiçbir yöneticiye itaat yoktur. Allah’a asilik, Allah’ın kullarını gözetmemek, kullar arasında tefrika oluşturmak, birleştirilmesi ve kaynaştırılması gereken kardeşlik ilişkilerini ayırmak ve düşmanlıklar oluşturmak bir asiliktir. Allah’ın sevdiği dost bildiği kullar yeryüzünde ekini ve nesli korur hakka şahitlik yapar adaleti gözetir. İnançlarına bakılmaksızın insanları liyakatlerine göre kurumsal mevkilere getirir ve herkese aynı oranda yakın ve uzak durur. Bunu kendisine göre uygulayan yöneticiler zalim, yönetimlerde zulüm yönetimleri olur. Allah, Müslümanım diyenlerin yaşamlarında böylesi olumsuzlukların olmasını asla istemez ve onlara yardım da etmez, merhametini onlardan alır gazabıyla o yeri baş başa bırakır.

Siyasal yönetimlerden beslenen ilim adamları, halkla yönetim arasında bir rehabilite aparatı olarak görev yaparlar. Halkın keskin ve gözü kara çıkışlarını yönetime ulaşmadan bertaraf ederek onları yönetimden uzaklaştırmak, hep bu ilim adamlarının görevi olmuştur. Halkı bilgilendirmek ve yönetimin yaptığı yanlışlardan dolayı yönetimi savunmaya geçmek, halka karşı durup ders vermek, siyasal otoriteden beslenen ilim adamlarının işi değildir. İlim ve bilimin herhangi bir merkezi otoriteden beslendiği ortamlarda doğruya ulaşmak hayli zor olur. Bu durumda, Bilim insanları, gücün meşruluğunu onaylayan ve onun ortaya koyduğu zulmün devamı için, bir emniyet aracı olur.

Bu olumsuzluklar, İslam toplumlarında insanların basiretini ortadan kaldırmıştır. Yanlışlara ses çıkarmayan ve yanlışların içinde hikmet arayan bulamadıklarında da kendilerinin bu hikmeti anlayacak nitelikte insanlar olmadığına inanırlar. Bu anlayış bir toplumun imha sürecidir. İslam toplumu Emevilerden günümüze bu imha sürecini yaşayarak, farklı düşünceleri barındıran uyanış çıkışları yaşamış ise, tamamıyla bu yönetimlerin kapsam alanından uzakta olmuştur. Çünkü onların kapsamına giren onların antenlerinden hep yayın yapmıştır. Onların dışında olanların başında ise Hem Emevilere hem de Abbasilere karşı mücadele edip hakkın yanında olan, onların zulümlerine asla meşruluk kazandırmadığı için zindanda şehit olan İmam Ebu Hanif’edir. İmam Ebu Hanife, Emevi Zulmünün yıkılması için Abbasilere destek olmuş, ancak onlar da zulmü devam ettirince onlara karşı da mücadele etmiş ancak netice onun öldürülmesiyle sonuçlanmıştır.

Dönemin siyasal iktidarlarından beslenmeyen ilim adamları İmam Ebu Hanife gibi hep susturulmuş ve katledilmişlerdir. Dolayısıyla Zalim sistemlerin zalimliklerini örterek bize kadar ulaştırılmaya çalışılan din, Kur’an’ın dışında, hak din olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü Kur’an’ın zalimlerin yaptıklarını onaylamayan ayetleri hatırlatıldığı zaman, hemen Kur’an dışında bir kaynak aramışlar, iktidarların beslemesi olan ilim adamları. Halkları inandırmaları için de Kur’an dışı kaynak, Kur’an’ın referans olması gibi etkili bir kaynak olmalı ki, Kur’an dışı bir yaşam oluşturulsun. Bunun için âlimleri kullanarak Allah’ın elçisini referans gösteriyor gibi, Allah’ın elçisinin sözü gibi oluşturdukları müsveddelerle, zulümlerine meşru dayanaklar oluşturmuşlar, bunları da günümüze kadar din diye bize aktarmışlardır.

Sonrasında Dinin dayanakları diye bir hiyerarşik makam belirleyerek kaynaklar oluşturmuşlar. Bu sistematik ve hiyerarşik kaynak sınıflaması, tamamıyla Allah’ın dinine karşı oluşturulan karşı dindir. Ancak Yaşadığımız ortamda bunları sorgulamak sizi din dışı bırakır. Çünkü onlar hiçbir şey bilmiyor muydu gibi size yönelen oklarla karşılaşırsınız. Önceden söylenmiş olan beşer mahsulü sözlere uymayı İlahi bir emir gibi telakki eden toplumların dini, öncekilerin masalları dışında bir yaşam olamaz. Oysa her dönemin dini ve yaşam kaynağı vahye dayanan Kur’an’dır. Resul de Kur’an dışı bir dinin temsilcisi değildir. Dolayısıyla Resulullah’ın sözü gibi anlatılan ama zalimlere içinde övgü barındıran ayrıca dinin kaynağı Kitap ile örtüşmeyen onu sulandırıp sınırları ortadan kaldıran sözler, Allah’ın Resulünün sözü olamaz. Çünkü onun konuştuğu Kur’an’dır. O Kur’an dışı bir söz söylemez. Ancak toplumsal yaşamda öyle bir algı var ki, Resulullah’ın söylediği vahiydir, yani ona atfedilen sözler de vahiy gibidir. Kur’an’a uymak ile ona uymak aynıdır demek, dinin ruhu ile uyuşmaz ve dine katkı yapmak ulamalar yapmak olur ki, bunun adı şirktir. Ben bir şey yapabilecek olsaydım önce kendimi cehennem azabından muhafaza ederdim… Diyen bir elçi, Allah’ın kitabı dışında farklı bir şey asla söylemez. O insan olarak yaşayan ve normal günlük insani ilişkileri olan bir beşerdir. Bunun dışında bizden farklı olarak bize getirdiği mesajı aktaran elçidir. Elçinin o görevi bizleri bağlar ve onun söylediklerine harfiyen uymak zorundayız. Beşeri münasebetlerindeki ilişkileri Kur’an gibi değildir, uyulabilir de uyulmayabilir de bundan dolayı kişi Allah’ın elçisini küçümsemiş olmaz, aksine ona atılacak iftiralardan elçiyi uzak tutar. De ki, Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin…”diyen ayetin ne anlatmak istediğini anladığımız gün Resulullah’ın zalimlerle hiçbir ilişkisinin olmayacağını da anlamış oluruz. Dolayısıyla Resule ait sözlermiş gibi uydurma masallarla bizleri zulümlerine ortak etmek isteyen zalimlerin bu manevralarına da inanmamış oluruz.

“Ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmadan Müslümanların ilki olmakla emrolundum…”Ayeti dikkate alındığı zaman, her şey karmakarışık olsa, ortalıkta anlatılan masallar Kur’an ile taban tabana zıt olsa da, kişi Kur’an’ı kaynak alarak aldığı zaman, karşılaşacağı olumsuzlukların hepsinin üstesinden gelebilecek basirette olur.

Ne yazık ki insan, hayatını etkileyen, zihni ve kalbi olgunluğa eriştirecek olan kitabın buyruklarını dikkate almaz da, kendisine sunulan masalları tüketerek boş kaldığında geviş getirerek hazımsızlığı gidermeye çalışan bir canlı gibi yaşamaktan zevk alır. İnsanın bu vurdumduymazlığı ve aymazlığı onu hakkın rotasında yer almaktan hep alıkoyar. İnsan bu rotayı doğru tespit edemediği zaman, yaşadığı ortamlardaki zalim yöneticileri alkışlayarak bunu da bir ibadet aşkıyla yerine getirir. Yanlış kurgulanmış ama gelenek olarak devam eden bu karmaşık çözümsüz denklemlerin içinde yaşamı zorlaşan ve gittikçe zihinsel bir paradoksa sürüklenen denek olmaktan çıkmak isteniyorsa, İnsan doğru kaynaktan, doğru beslenmesi gerekir. Doğru kaynağa gidersiniz, ancak o kaynaktan aldıklarınızı, o kaynağın sahibinin dediği gibi yapmazsanız yine sonuç hüsran olur.

Geçmişle günümüz ve yarınlar arasında, yaşadığımız dönemde ben Müslümanların ilki olmakla emrolundum ve ben Allah’a hiçbir şeyi şirk koşmam diyecek dirayette bir hayat ortaya koyamayacaksak, her dönemin siyasal iktidarlarından beslenen âlim sıfatlı koruma görevlilerinin verdiklerini tüketerek tüm vücut metabolizmamız zihnimizden yüreğimize kadar virüs kaparak sürüngen bir hayata mahkûm olacaktır.

İslam bir hayat nizamı olarak yaşamda karşılık bulursa, ortaya çıkacak geleneksel yaşamlarımız, Kur’an dışı bir kaynaktan beslenmemiş olacaktır. Kur’an’dan beslenen geleneksel ve devam eden yaşamlar, yarınlar için doğru bir bakış açısı oluşturmanın en azından kapısını aralamış olurlar. Bugün o kapıları aralayamazsak, yarınlar sanıyorum bu günlerden daha karmaşık olacaktır. Çünkü gelecek nesillerin hayatları rasyonel ve reel yaşamdan alınacak pozitif argümanlar üzerine olacaktır. Dolayısıyla inanma temelli bilgilerin onların yaşamında çok fazla karşılığı olmayacaktır. Ama reel yaşamdan yola çıkarak o bilgileri temellendirerek bir inanca dönüştürülecek sonuçlara ulaşacakları muhakkaktır. Dolayısıyla geleceğin rasyonel ve reel yaşamı içinde bizim oluşturacağımız bağımsız ve otoritelerden uzak sistematik düzenli, akılla kavranılacak türden bilgi kaynaklarına ulaşılacak yolları ortaya koymamız bizim bir sorumluluğumuzdur. Bunları ortaya koymaktan kaçınan korkan, âmâ yaşama dokunmayan ve kimsenin olumsuzluğunu ötelemeyen bilgileri aktararak gelecek nesillere bir ışık olduğumuzu sanmayalım. Işık olmak, tarihi aktaran değil, tarihi yorumlamaktan korkmayan ve aklı yaşamın dümenine oturtan, ama ilahlaştırmadan onun sorumluluk alanlarını çizerek, o alanda işini çok iyi yapmasına katkı sunmaktır.

Allah’ın Resulünden hemen sonra, Müslümanlar bir karmaşa ortamına girdilerse bu tesadüf değil, gönüllerde yatan bir hayatın dışa vurumudur. O görüntüler sonrasında bir din olarak inanmayı gerekli kıldı ve günümüzde iman esasları arasındaki muhteşem(!) yerini aldı. Yani diyeceğim o ki, Müslümanlar yaşadıkları dönemde, güce sahip olan otoriteyi günahsızlaştırarak, kendilerine Allah dışında yeni ilahlar oluşturmaktan kurtulmadıkları müddetçe, adı İslam diye bildikleri dinin gerçek hayattaki Karşılığı Şirk dini olur. Şirk dini üzere yaşayıp, onun uğruna mücadele edip, İslam olduklarını söyleyerek kendilerini avutarak yaşama son noktayı koyarlar.

Güce sahip olan siyasal otoritenin yanlışlarını yumuşatarak aktaran, siyasal yapının etrafına çöreklenmiş bilim adamlarının hepsi, insanlara sadece gücün belirlediği bir çizgi sunarlar. Onun dışına çıkmaktan korkarlar ve o konuları hiç gündeme getirmezler, çünkü kendi yaşamlarının maddi kaynağı onlar olduğundan o kaynaklarını kaybetmeyi göze almazlar.

Geçmişte siyasal yönetimler, dini değerleri kendi kontrollerine alarak, yaşamlarını tehlikeye sokacak dini fetvaları bastırmak için icat ettikleri dini müsveddeler, çağımıza kadar dinin emir ve yasakları olarak geldiği için, bunları kabul etmeyenleri dinden çıktı diyerek ötekileştireceğimize, kendimizin sahip olduğu dinin ne kadar Allah’ın dini olduğuna baksak daha iyi olmaz mı?

Müslümanlar, kritik ve sorgulamaya dayanan bir yaşamı, sorgulanmadan olduğu gibi aktarılan geçmişin uygulama ve düşünsel birikimlerini, bir yaşam manifestosu gibi alıp ona göre yaşadıkları müddetçe hep sömürülen toplumlar olarak kalacaklardır. Hayatta sorgulanmayacak hiçbir şey yok yoktur” Bilmediğiniz bir şeyin ardına düşmeyin, zira göz kulak ve kalp ondan sorumludur…”Buyruğu, bizlerin inanacağı esasları bile, anlayarak bilerek kabullenmemizi istemektedir. Hakikate ulaşmak için sorgulama, anlamak için kritik şarttır. Bunları hayattan uzaklaştırdığınız zaman, hayat, anlamsız müsveddeleri taşıyan bir yük vagonuna döner. “Canlılar içinde en altta yer alanlar, hiç şüphesiz aklını kullanmayanlardır. Akıl en büyük nimettir, bu nimetin işlevini yok etmek ve duygusal bağlılıklarla inanma temelinde bir gelecek oluşturmak, tüm nesillerin hayatını ipotek almak olur ki, bu ortamlarda gelişimden söz edemezsiniz. Kölelik bir yazgı değildir. O halde Müslüman topluluklar, köle bir hayatı değil, bilinçli tercih edilen bir hayatı verimli kılmak zorundalar. Bu verimlilik küçük çapta olsa da, geleceğe mührünü basacak bir yaşam olacaktır. Müslümanların, gelecek nesillerinin yeniden doğuş ve şahlanış hamlesi gerçekleştirmesi için, hikâyelerden uzak, Kur’an’ın özü ile tanışmaları gerekir. Merhum Şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, ”Lafzı muhkem, yalnız anlaşılan Kuran’ın, hiçbirimiz kaydında değil mananın, ya açar bakarız nazmı celilin yaprağına yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına, inmemiştir hele Kur’an bunu hakkıyla bilin, ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için…”Bu yürekle hayat kaynağımıza yöneldiğimiz zaman, ne zalimlerin zulmü, ne nede zalimlere alkış tutacak zalimlerin sırtından yaşamını sürdürdüğü böcekler kalır. Böcek olmayı kabullenenler ezildiklerinde şikâyet etme hakkına sahip değiller. Dolayısıyla böceksiz ve onuruyla var olan, geleceğe mührünü basacak nesillerin oluşması için, öncelikle biz ayağa kalkıp hakikate şahitlik eden bir dinin, neferleri olduğumuzu ortaya koyacağız. Yoksa yarınların kararmasındaki her karanlık zerresinde bizlerin bir payı olacağını unutmayalım. “Kim bir çığır açarsa, o yoldan gidenlerin sorumluluğundan bir pay da onadır. Bunu bilerek ve aydınlık yarınlara meşale olmak olsun hayatımız…

Selam muhabbet ve dualarımla aydınlık yarınlara hep birlikte koşalım, karanlıkları korkusuzca kendi inine gömerek yola çıkalım…

Erol Kekeç/06.04.2022/02.23

5 Nisan 2022 Salı

ADLİ İLAHİDE HESAP DEVLETTEN SORULUR!

Devlet, devlet olursa halk ona güven ve minnet duyar. Âmâ devlet, devlet olmaktan çıkar devleşirse, güven yerine korku, minnet yerine nefret olur. Yönetimde aciz kalan yöneticiler, devleti ortadan kaldırır, devlet yerine, devleşen bir sistemin dişleriyle insanları sindirmeye başlar.

Devletin en belirgin özelliği, halkını doğru bilgilendirmek ve bilginin alenen yayılmasını sağlamaktır. Bilgilenmeyen halka uygulamak için oluşturacağınız kurallar işlevsiz kalır. Kuralların toplumda karşılık bulması için en uzak noktadaki insanlar bile devletin ortaya koyduğu oluşum ve yapılanmalardan haberdar olmak ve doğru bilgilenmek zorundadır. Devlet adına yayın yapan medya kuruluşlarının söyledikleri, insanlara ulaşmadan yalan ve asılsız oldukları ortaya çıkıyor ve devlet bunları denetlemiyor ya da kendisini övdükleri için bunlara ayrıcalıklar tanıyorsa, sadece kendisinin güvenirliğinin kaybolmasına neden olmaz, aynı zamanda halkın devlete karşı duygularını da yaralar.

Devlet, günü kurtarmaya çalışan bir çingene çadır yönetimi değildir. Dolayısıyla devletin işleyişini sağlayan dinamikler, belli bir süzgeçten geçtikten sonra beyin takımı kanaat sahibi aydınların görüşlerinin alınmasıyla tüm cenahların ortak katılımıyla oluşan ilkeler doğrultusunda işleyen ve sürekliliği olan toplumsal yönetim organizasyonudur.

Devletin bu köklü şekillenme süreci dikkate alınmadan, sadece günlük yaşamı dizayn eden ve yarın ne söyleyeceği belli olmayan şekilsel bir organizasyon olarak düşünürseniz, o zaman devlet, sürekliliği olmayan belli bir zaman diliminde belli bir yerde oluşmuş geçici gruplar sınıfına girer. Devlet, uzun süreli kalıcı gruplara örnek verilecek en önemli toplumsal gruptur. Oysa geri kalmış ve sadece kanunlarla varlığını koruyan, gelen yöneticilerin ideolojik anlayışlarına göre şekillenen devletlerin hiçbirisi, modern devlet sınıflaması içinde yer almaz. Çünkü bu oluşumların yarınları hep karanlık olur, nedeni ise her yönetim değişimiyle birlikte, bir kararma dönemi ardından ya devam eden karanlık ya da fulü bir ortamda insanlar yaşamaya mahkûm olur.

Devlet, halkını doğru bilgilendirmediği ve halkı bilgilendiren kuruluşların halka aktardığı bilginin doğruluğunun sağlamasını yapmadığı zaman, halkın doğal paranoyak yaşam ortaya çıkarmasına, kendisi ortam oluşturmuş olur. Ondan dolayıdır ki, günümüzde enformasyon olağanüstü bir öneme sahiptir. İnsanların tamamının dünyadaki küresel iletişim ve sosyal ağlarla entegre yaşadığı bir dönemde, bunlar benim için önemli değil diyen devletlerin hepsi yok olmayla karşı karşıya kalacaklar. Çünkü etkileşim sonrası doğruya ulaşmak zor olmuyor, dolayısıyla devletlerin, eski dönemde aylar hatta yıllar sonrasında bir şeyin doğru olup olmadığını anlayamayan halkları yönetmediklerini bilmeleri gerekir. Saniyeler içinde bir yöneticinin tüm sicilinin ortaya döküldüğü ve dökülebileceği hızlı bir iletişim ortamında yaşıyoruz. Bunların hepsi, hem devletin kendisini düzenlemesi ve doğrunun dışında yapacağı bir seçeneğinin olmamasına neden olduğu gibi, aynı zamanda halkın da daha fazla güven duyacağı bilgilere ulaşmasını sağlayacaktır.

Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, modern devlet anlayışı dışındaki yönetimlerin tümü hem söylemlerinde hem de icraatlarında çuvallamış durumdalar. Çünkü tüm mücadeleleri, yönetimde olanların yönetimdeki sürekliliklerini sağlamak için topluma aktardıkları mesajlarının anlık değişken ve birbirini desteklemekten uzak olmasıdır. Bu devletler ancak halklarını sindirmek için, halka karşı güç gösterisi yaparlar. Hem doğruluktan uzak bilgilerle halkı bilgilendirirler, hem de bu bilgilerden memnun olmayan ve bunlara inanmayan ve değişik mesajlar isteyen halka karşı aşağılayıcı ve onları potansiyel düşman ilan ederek, halkın içinden belli bir kesimi kendilerine kalkan edinerek halkı karşı karşıya getirerek, varlıklarını devam ettirmek isterler. Bu çabalar, Teokratik totaliter ya da feodal anlayışta olan ama demokrasi olduğunu savunan yönetimlerde fazlasıyla göze çarpar. Demokrasinin kendi kriterlerine göre, kanunlar objektiflik esasına göre oluşur. Ancak buradaki kanunlar, devleti yönetmek için gelen yöneticilerin varlığını ve yönetimdeki sürekliliklerini devamlı kılmak için sürekli değişkendir. Yöneticilerin talep ve beklentilerini karşılamak üzere kanunlar yapılır. Dolayısıyla bu devletlerin kanunlarının olması onların bir hukuk devleti olduğu anlamına gelmez. Kanunu olmayan hiçbir yönetim bulamazsınız, bu kanunlar ama sözlü ama yazılı mutlaka vardır.

Kanun devletleri her zaman gizli karanlık yönlerini saklarlar. Bu yönlerinin açığa çıkmasını istemezler, çünkü bu yönleriyle halkın karşısına çıktıkları zaman ciddi bir prestij kaybına uğrayacaklarını bilirler, bundan dolayı da yanlış bilgilerle halkın bilgilenmesini kendileri isterler bundan da herhangi bir rahatsızlık duymadıkları halde, sanki kendi dışlarında bir oluşum varmış gibi, iş olsun tarzında zaman zaman çıkışlar yaptıkları da olur. Halk arasında kullanılan bir söz vardır, gizli buluşmaların aşikâr bebeleri olur… Devlet, karanlıklarda yapılan hesapların aydınlık ortamda herkesin görüp anlayabileceği türden faaliyetler olduğunu idrak etse, karanlıklarda hesap yapar mı dersiniz?

Yukarıda örneklemeye çalıştığım devlet yapılanmaları ile bizim devletin bir benzerliği olabilir mi acaba diye kendi kendime sorduğum zaman birçok konuda örtüştüklerini gördüm. Mesela Aralık ayı sonrasında ocak başlarında TÜİK’in açıklamış olduğu enflasyon rakamları, gerçeklikten çok uzak olmasına rağmen onu bilimsel bir ölçüm gibi sundu ve devlet bunu onayladı. Ne zaman ki enflasyonun daha yüksek olduğunu hatta %70’lerde enflasyon olduğunu söyleyenler olmuştu. Bu açıklamalardan sonra TÜİK bu kurumları mahkemeye verdi, mahkeme devam ediyordu, sonuçta mahkeme rakamları isteyecek ve bir karar verecek, önüne gelen rakamlar TÜİK’in ortaya koyduğu rakamlarla hiç desteklenmemiş olacaktı. Böylece devlet halkına yanlış bilgi aktararak sabit gelirlilerin maaşlarını arttırmamak için böyle bir uygulamaya başvurduğu herkesçe kabul görmüş olacaktı. Bu süreç devam ederken, TÜİK başkanı görevden alındı. Ancak onun gitmesi onun ortaya koyduğu yanlış ve aslı olmayan bilgilerin düzeltilmesini sağlamadı aynı uygulama devam ederken yeni bir açıklamayla ülkemizde enflasyonun %61 olduğu açıklandı. Bu açıklama ülkenin fanatik yönetim taraftarı olanlar dışında kimsede bir karşılık bulmadı. Çünkü yaşamın bu kadar zora girdiği ve benim bildiğim son 45 yıl içinde böyle bir yaşam darlığı çekilmemiş olmasına rağmen, hala hayatın iyi olduğunu ve ekonominin gayet yerinde olduğunu söyleyen bir Maliye bakanının açıklamaları ortaya çıktı. Bu söylemleri yan yana üst üste nasıl koyarsanız koyunuz, devletin halkı doğru bilgilendirmediği kanısı herkeste ortak kanı olarak oluştu. Peki, Devletin asıl görevi halkı aydınlatmak ve doğru bilgilendirmek iken, devlet böyle yaparsa halkı ile arasında açılan uçurumları hangi yollarla kapamayı düşünüyor olabilir.

Devlet içerde oluşan kırgınlıkları, karanlıkları fakirleşmeyi ve hayat pahalılığını çözüme kavuşturamadığı için dış işlere yoğunluk vererek oradan bir puan toplamaya çalışıyor olabilir. Ancak şunu bilmek gerekir ki, içerde sorun varsa dışardan esen rüzgâr içerdeki pis kokuyu gidermez. Öncelikle içerdeki hastalık doğru tespit edilip doğru tedavi edilmesi gerekir. Ancak kurumların başındakilerin açıklamalarına kulak verdiğimizde, halkın gerçekliğinden ne kadar uzak yaşadıklarına şahit olmaktayız. Damdan düşmeyenler bu halkın çektiği acıyı anlayamaz ve onlara yönelik bir çaba içinde de olamaz. Bakanlıkların uygulamalarından doğan olumsuzların da ciddi travmalar oluşturduğuna şahit olmaktayız. Geçmişte Adalet Bakanı ile İçişleri bakanı arasında ortaya çıkan farklılıklar devletin kendi içinde bir eşgüdümden yoksun olduğunu ortaya koyuyordu. Biz yapalım Hukuk arkamızdan gelsin sözü çok ciddi bir patolojik vakadır.

Devletten özleştirme ile halkın temel tüketim ihtiyaçlarını gideren özel kurumlara karşı, devlet, halkının yanında duramadı ancak enflasyon karşısında halkımızı koruduk diye nutuklar atıldı. Oysa acı çeken halktı. Dolayısıyla devlet adına yöneticilerin açıklamaları halkı tatmin etmediği için, insanların öfke ve kızgınlığı doğrudan devlete yöneldi. Çünkü yönetici ile devleti özdeşleştirmeye başladı insanlar. Enerji kuruluşları ile yapılan görüşmeler göstermelikte olsa halkın lehineymiş gibi yansıtıldı. Ancak insanların faturaları bir kira bedeline denk gelmeye başlamıştı. Bunun adına iyileştirme deseniz de halkın inancı kalmamıştı. Yani doğru bilgilendirilmeyen insanların öfkeleri her geçen gün artarak yükselirken, hala sorunların ciddi çözümüne dönük çabalar pratikte halka yansımamaktadır. KDV düşerken malların fiyatı artıyorsa bunun inandırıcılığı neresinde olur. O zaman insanların aklına gelen acaba bu KDV indirimleri satıcılar için mi yapılıyor, çünkü bize yansımıyor ama aldığımız fiyatlar aynı gün zamlanıyor bu işte bir iş var diyerek ciddi bir güvensizliğe yol açıyor.

Geçmişte özelleştirmeler yapılırken Devlet tacir değil ticaret yapmaz dendi, ancak özelleştirmeler sonrası özel firmalar güç olup bunu kartelleşmeye götürdükleri zaman, devlet patates çadırları kurdu sebze meyve satmak için… Oysa devlet özelleştirmeler sonrası çok ciddi bir denetim mekanizması kurması gerekiyordu, bu mekanizmalardaki bürokratlar babaları dahi olsa hukuk ne ise onu yapacaklardı ve denetim sonrası yaptırımlar caydırıcı olacaktı, o zaman görecektiniz devlet patates çadırları kurar mıydı? Âmâ devlet bu konuda ciddi bir boşluk oluşturdu, bu boşlukları kullanarak ahlak sorunu olanlar, halkın aleyhine devleti zora sokacak şekilde bu açıkları kullandılar. Bugün devlet kalkıp biz bunları yapıyoruz denetliyoruz dese ne çıkar, her şey karman çorban olmuş… Kimilerinin bir eli balda bir eli yağda, kimileri sürünerek suya ulaşmaya çalışıyor. Böyle bir ortamda çatışmalar kaçınılmaz olur. Sosyolojik olarak baktığımız zaman insanların eksikliklerini sürekli kaşıyarak gererek onlar üzerinden birileri haz alıyorsa o haz onlara haram olur. Toplum genetiği bunu zorunlu kılar.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, devletin böyle bir olumsuz süreci en azından toplumsal kargaşaya yol açmadan denetlenebilir bir sürece getirebilmesinin yolları olmalıdır. Ayrıcalıklı zümreler, göz önünden kaybolmalı, lüks tüketim ve lüks araçlar insanların gerilimlerini daha fazla azdırmamalı, kamu harcamaları en üst noktadan başlayarak kesinlikle sınırlandırılmalı, temel ihtiyaçlar dışındaki yatırımlar geçici olarak bile olsa durdurulmalı ya da rölantiye alınmalıdır. Alt gelir grubundaki emekli ve çalışanların ücretlerinde iyileştirmeler yapılmalı bunlar da yasayabilecek düzeyde olmalı. Kamu kurumlarında lakaytlık ve sürekli ötelemeler acilen yok edilmeli, kalıcı ve inandırıcı uygulanabilir iyileştirme paketleri oluşturulmalı ve bunlar, teminatı olanlara değil, imkânı olmayan üretici insanlara da sağlanmalı ve KGF kefaletinde olmalı. Bu açılımların denetimi yapılmalı ve yerinde incelemelere tabi tutulmalıdır. Bu ve buna benzer açılımlar acilen yapılmalı ki devlete olan güvensizlik yerini en azından güvene dönüştürsün. Daha birçok yapılması gerekenler var ihtiyaç duyulursa proje olarak ortaya koymaya çaba harcarız.

Evet, dostlar hakikaten bizim devletimize karşı ciddi bir güven problemi oluştu halkta. Bunu aşamadığımız zaman gelecek olan tüm yöneticilere karşı aynı güvensizlik devam edecek ve devlet belli bir zaman sonra sıradan bir yapılanmaya dönüşecektir. Ondan dolayı, devlet kurumlarındaki yöneticiler öncelikle kendi kişisel özelliklerini devletin kurumlarının üzerine çıkarmaktan uzaklaşmalı ve onların o değerleri ancak devletin o kurumunda bir işlev yaptığı için olduğunu bilmelidir. Modern devletlerin güvenirliliği sürekli olan bir yönetim organizasyonu olmasındandır. Bizim gibi toplumlardaki devletin güvensizliği de, yöneticilerin başarısızlığı veya ileriyi göremiyor olmalarından dolayı ortaya çıkacak olumsuzlukların devlete mal edilmiş olmasındadır. Bu güvensizlik her geçen gün sürekli yükselen bir grafik eğrisi gibi devam ediyor bunun bir kırılma noktası olmalıdır. Bu nokta sadece ve sadece halkın doğru bilgilenmesi ve olumsuzluklara ortak olması istenen halkla birlikte yöneticilerinde aynı gemide yer almasına bağlıdır. Bir tarafta İsviçrelilerin yaşadığı bir hayat, bir tarafta Afrika’daki Tanzanyalıların yaşadığı gibi halk acılarla kıvranıyorsa, yöneticiler de sorun yoktur diyerek etraftaki duvarlardan bu sorunları göremiyorsa, orada sorunlar büyüyerek artar ve sonuç olarak, toplumsal çatışmaların ve anomik ortamların oluşması kaçınılmaz olur. Kurallar burada işlevsiz kalır. Kuralların anlam ifade etmesi için yaşayan ve idrak sahibi varlıkların kurallarla sorumlu olması gerekir. Son olarak şunu ifade ederek bu makalemi daha fazla uzatmak istemiyorum…”Devenin yardan yuvarlanmasına sebep olan bir tutam ottur, Ölmüş koyuna dersini yüzmek elem vermez…”Bunlar bir tahlildir dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum …

Selam muhabbet ve dualarımla…

Bahadır Hataylı/05.04.2022/00.47

4 Nisan 2022 Pazartesi

UMUT KARANLIKTA BÜYÜR FECİRDE YÜRÜR

Kırmızı ufuklardan her akşam güneşin battığı yerden umut doğuyor karanlık gecelerime… Rüzgârda sallanan çamların dalları arasından yansıyan ışık, sabahın yaklaştığını müjdeleyen fecrin aydınlığı olduğunu bilmediğimi mi sınıyorsun?

Karanlıkları gerilerde bırakarak, Güneşin battığı yerden yeni ışıkların doğacağını bildiğimden, usanmadım yoruldum ama aldırmadım zorluklara, ruhum ve bedenimle yollara koyuldum. Yolların başında göremediğim ışıkları gün batarken önüme çıkaran Rahmana Hamt ederek ilerliyorum…

Kaygan yolların usanmayan dağcısı, ansızın çıkıyor ortaya ve durup dinlenmeden kaybolan ışığı ararken, inanılmayan zamanda ve umulmadık yerde, aradığına kavuşmanın sevinciyle, yeniden uçarak kendine gelişinin kutlamasını yapar mı acaba diye soracakken, yeniden mücadele sahasının içinde yaşarken kutlanır sevinçler diye bir çığır açınca; ben de ardından düştüm yollara… O yollar bana bir şeyler verir mi vermez mi diye düşünmeden, inanmanın verdiği heyecanla aldırmadım zorluklara, göğüs gerdim olanlara ve birden aydınlık ortamda ufukta gün batarken gecelerime yansıyan umudun ışıkları ile kendimi buldum.

Gecenin sessizliği sükûnet katarken yüreğime, yüreğim yaralı bülbül gibi avucumdan uçup gidecek, ürperti ve endişelerle karanlıkları yol bilip umudun ışığında fecrin doğumunu beklerken, rahmeti müjdeleyen rüzgârın tesiriyle irkilerek kendime geldim.

Asırlık çınarlar dibinde dinlenerek geceleri karanlıklarda iz bırakmadan aydınlığın geleceği yöne çevirdiğimi sanmıştım yönümü, ancak fecrin beyazlığını görünce yeniden yön değiştirmek zorunda kaldım. Karanlıklar içinde aydınlığa ulaşıncaya kadar değişimden korkmadan hep hareket halinde geçti ömrüm, kalanda sanıyorum öncekinden farklı olmayacak gibi görünüyor şu an…

Dağları mesken tutan eşkıyalar gibi bende doğal yaşamın kollarında ömrümden ömür tükettim. Ancak dağların üzerinden yollar geçerken, ben o yolları kullanmadan izi olmayan yerlerde yürümeyi hep kendime şiar bildim. Ondan olsa gerek herkesin yol aldığını sandığı ancak dağlardan ovaya indiklerinde yanlarında kendilerini bile taşımadıklarını bilmedikleri halde,  yolun çıkmaz kısmında benden onlara yansıyacak ses ve ışığa konsantre olmuş beklerken, onların yanından hep transit geçtim. Transit geçiş güzergâhında iz bırakmadan tozlu yollardan, bulutlu gökyüzünden habersiz, gecenin karanlığında yıldızların ışığında yol arayan, yol ve yordamı onlarla keşfeden biri olarak, beklediğim zaman boşa gitmedi, fecrin doğumuna eriştim ansızın gecenin karanlıkları yol vermez sandığım bir anda…

Hesapsız çıktığım yolda, hesaplı eylemlerle karşılaştığımı gördüğümden, hesap uzmanlarının hesapları hep kendi oymak ve tarafından yana ağırlık bastığı bir yaşamın kollarında yorgunluklarımı gidermeyeceği için, hesap etmeden çıkmıyorum en iyi bildiğimi sandığım yola… Kırmızı ufuklara takılan gözlerim, hayallerimi günün batımından alıp, gecenin sessizliğinden ve karanlığından geçirerek aydınlık geleceklere taşımak için yorgunluklarını hissettirmeden hep yolda olduğu için, ona hep minnettarım… Gözlerim benden önce benimle ilgili olanları korkusuzca kontrol ettikten sonra bir uyarı alarmı verir hep. O gözler var ya, o gözlerde neler saklı bilemez insan, yüreğin derinliklerine bir ışık yansımadan.

Kuşların yuvalarını bir esintiyle alıp götüren kasırgaları arkama almadım yaşadığım zamanlarda, hep rüzgâr ve kasırgaların esme yönlerini iyice anladıktan sonra onların üstüne üstüne gitmek haz verdi bana. Rüzgârın önünde parçalanan ve onun istediği yöne giderek bir çöp ve süprüntü olmaktansa, rüzgâra ve fırtınaya karşı direnerek bulunduğum yerin ne olduğunu en azından benim dışımdakiler idrak etsin istedim. Her gelen fırtınayla yer değiştiren, bir yaprak gibi yerlerde savrulmaktansa, bulunduğu yeri bilerek o fırtınalara göğüs germek bağrı yanmışlar için ne etki eder ki! İşte o bağrı yanan dertli yürekli biri olarak yol bilmez, kuş konmaz, kervan geçmez yolları adımlayarak fecrin doğumunu yalnız da kalsam karşılamak için, gelen fırınlara hep göğüs gerdim…

Göğsüme namluların çevrildiğini, ardımdan ihanet kurşunlarının sektirmeden sırtımdan vuracağını hesaba katarak bu yola çıktım. Bu yol herkesin yürümeye ve emek vermeye cesaret edemediği, gideni az olan, yolcuların ayak izlerinin bile fark edilmediği bir yol olduğunu bilerek adımlamaya başladım. Yolun ortasında bağıranların mehter marşı söylüyormuş gibi koro halinde ritim tutturduğu yerde, benim sesimin ritmi onlarla uyum içinde olmayacağını bildiğim için, ben hep kendi türkümü kendim çalmayı ve söylemeyi yeğlerim. Türkülerim sahipsiz, türkülerim yalnız, türkülerim dertli, dokunaklı, dağların tepesinden aşağılara kadar sesi yankılanan ama işitenleri yüreğinin ortasından vuran, anlaşılmayan dilde ıslık çalanların ıslığını bastıran türden olduğu için, hep uzaklardan söylememe müsaade ediyorlar. Duyanı az ama duyanların dertleri artarak omuzları ağırlıktan kalkamaz oluyor.

Türküler geçidi gibi bir harmoni var ortamda, oysa bu ahenk sadece dağların, ormanların suyun bulutun semanın gökteki yıldızların börtü böcek ne varsa hepsinin inleyişinden çıkan sesler ve kayalardan akıp gelen suların şırıltısı ve benim içten gelen haykırışlarımın dertli saz ekibi eşliğindeki uyumundan çıkan bir tını… Yüreklere nakış nakış işlenerek her geçtiği yerde bir iz bırakarak atmosfer boşluğunda yakından uzağa, uzaktan daha uzaklara doğru ve uygun adımlarla sessizce yoluna devam eden görünmez sevdaların ışık hızındaki savaşımıdır.

Sevgimi sevdamın kollarında bıraktım, kimseye yar etmesin istedim, ondan olsa gerek, sevdam beni yalnız bırakmazken sevgim gönlüme taht kurmuş benden habersiz. Bu sevda sevgime analık yapan, onu halis sütüyle emziren, dağların doruğunda kâinatı ona kardeş eyleyen, görünmez gücün merhametinde onu sonsuzluğa âşık eyleyen, yolumu karanlıklar kuşattığında, günün batımından önceki kızıllıklardan hayallerimi çıkarıp gecenin karanlığından sonra fecre yoldaş eyleyen değil mi ki, sevgimi ondan kıskanayım…

Kıştan sonra bir bahar sabahı ansızın gözlerimi açtığım zaman, karşımda berrak suların aktığı, güneşin gönlüme ışıklar saldığı, yolların kısaldığı, koştukça koşanlara, yayıldıkça yayılanlara, çiçeksiz ağaçların çiçekli ağaçlardan hakkını almak için sıraya girdiği bir yer gibi kendimi rahat nasıl hissedeyim… Bahar olsa da gelen çiçekler açsa da avucumda papatyalar patlasa, hesaba yakın bir zamanda hesapları inceden inceye nakış nakış dokuyarak yaşamalıyım ki, dağlar yoldaşım kuşlar sırdaşım, geceler gönüldaşım, gündüzler arkadaşım gökyüzü ve yıldızlar mihmandarım ve ben zerreden bir zerre dökülmeden hesap gününe sorunsuz gideyim…

Erol KEKEÇ/01.04.2022/23.50

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!