Bu Blogda Ara

28 Kasım 2025 Cuma

Türkiye’yi Vatikan Olarak Ziyaret Eden Bir Papa



Bu Ziyaretin Çok Yönlü Okuması, Muhtemel Motivasyonları ve İktidar–Toplum Dengesinde Doğan Soru İşaretleri

Son yıllarda uluslararası ziyaretlerin çoğu yalnızca diplomatik nezaket ritüelleri olmaktan çıkmış; sembolik, stratejik ve hatta kültürel hegemonya rekabetinin bir parçası hâline gelmiştir. Bir Papa’nın Türkiye’ye yaptığı derinlikli ve güçlü semboller eşliğindeki bir ziyaret, bu açıdan sıradan bir diplomatik temas değil; çok boyutlu bir mesaj ve beklentiler dizisi olarak okunmalıdır.

Bu yazı, bu ziyaretin hangi jeopolitik, kültürel ve ekonomik motivasyonlara dayanabileceğini; Türkiye’nin ne tür kazanımlar, kayıplar veya taahhütler vermiş olabileceğini; iktidarın bu ziyareti neden olağanüstü bir dikkatle yönettiğini; toplumun neden yeterince bilgilendirilmediğini ve tüm bunların Türkiye’nin iç–dış politik dengeleri açısından ne ifade ettiğini sorgulayan bütünsel bir analiz sunmaktadır.

1. Ziyaretin Stratejik Bağlamı

    Türkiye’nin Uluslararası Konumunda Yeni Bir Dalgasallık

Papa’nın kimi ülkelere yaptığı ziyaretler çoğu zaman “dini liderlik” görüntüsünü aşarak bir yumuşak güç hamlesi niteliği taşır. Türkiye ise hem Müslüman dünyanın tartışmalı lider adayı, hem Avrupa kapısında bekletilen bir ülke, hem de küresel göç yollarının kritik bir düğüm noktasıdır.

Dolayısıyla böyle bir ziyaret, yalnızca “dini bir buluşma” değildir. Aynı zamanda:

  • Avrupa–Türkiye ilişkilerinin yeniden kurgulanması,

  • Orta Doğu gerilimlerinde yeni pozisyonlamalar,

  • Hristiyan dünyasının İslam coğrafyasına yönelik stratejik söylem üretiminde yeni bir dil arayışı

gibi daha geniş kapsamlı hesaplarla ilişkilidir.

2. Vatikan’ın Türkiye’den Ne Bekliyor Olabileceği?

    1. Dini Diplomasi

Vatikan, son 20 yıldır “diyalog diplomasisi” üzerinden İslam dünyasında sembolik ortaklıklar kurmaya çalışmaktadır. Türkiye ise laik devlet geleneği, Sünni çoğunluğu ve tarihsel patrikhane bağlamı nedeniyle benzersiz bir muhataptır.

Muhtemel beklentiler:

  • Fener Rum Patrikhanesi’nin uluslararası statüsüne ilişkin yeni açılımlar,

  • Hristiyan azınlık haklarına dair daha geniş protokoller,

  • Kültürel miras statüsünde bazı tarihî yapıların yeniden düzenlenmesi.

    2. Jeopolitik Müzakereler

Papa'nın diplomatik gücü özellikle Avrupa Birliği içinde kamuoyu etkisi bakımından küçümsenemez. Bu nedenle Vatikan şu alanlarda Türkiye’yi etkilemek istemiş olabilir:

  • Sığınmacı politikaları,

  • Orta Doğu’daki çatışmalarda Türkiye’nin konumlanışı,

  • Türkiye’nin Rusya–NATO arasında giderek kırılan denge politikası.

    3. Ekonomik ve Lojistik Denge

Her ne kadar Papa doğrudan ekonomik bir aktör olmasa da Vatikan’ın finans ağları ve uluslararası yardım kuruluşları Türkiye ile insani, kültürel ve sosyal projeler üzerinden çeşitli ortaklıklar geliştirme kapasitesine sahiptir.

3. Türkiye İktidarının Ziyareti Olağanüstü Sahiplenmesinin Nedenleri

    1. Uluslararası Meşruiyet Arayışı

Ekonomik daralma, demokratik gerileme tartışmaları ve uluslararası baskılar iktidarı dış destek arayışına yöneltmiş olabilir. Papa’nın sembolik onayı, Avrupa kamuoyunda Türkiye’nin “diyalogla çözülebilecek bir ülke” olarak gösterilmesine katkı sağlar.

    2. İç Politikada Yeni Bir Yumuşama İmajı

Toplumda artan kutuplaşma, ekonomik baskı ve sosyal sıkışma, hükümeti yeni bir iletişim stratejisine itmiş olabilir. Papa ziyareti:

  • “Dışarıda kabul gören güçlü Türkiye” algısı,

  • “İnançlar arası hoşgörü ve barış” söylemi,

  • “Türkiye’nin küresel aktörlüğü” imajı

için uygun bir fırsat sunar.

    3. Kritik Bilgilerin Halktan Gizlenmesi

Her devlet bazı diplomatik süreçleri gizlilikle yürütür; ancak gizlilik arttıkça şu sorular kaçınılmaz hâle gelir:

  • Hangi tavizler verildi?

  • Hangi uzun vadeli anlaşmalar imzalandı?

  • Bu ziyaret yalnızca bir imaj çalışması mı, yoksa daha derin bir hazırlığın parçası mı?

İktidarın bu ziyareti olağanüstü sahiplenip toplumla sınırlı bilgi paylaşması, şeffaf olmayan müzakerelerin yürütüldüğü izlenimini güçlendirmektedir.

4. Toplumsal Etki ve Algı

    1. Sessizliğin Nedeni: Bilgi Yoksunluğu

Türkiye toplumunun ziyarete dair görünür bir tepki vermemesi ilgisizlikten değil; bilgilendirilmemekten kaynaklanmaktadır. Kamuoyu içerik, amaç ve sonuçlar hakkında net bilgi alamadıkça sağlıklı değerlendirme yapamaz.

    2. Diyanet–Vatikan Dengesi

Papa’nın Türkiye’de olağanüstü ağırlanmasına karşın:

  • Diyanet’in rolü,

  • İslam dünyasının tepkisi,

  • Türkiye’nin kendi dini kurumlarının pozisyonu

konusunda kamuoyuna açık bir değerlendirme sunulmamıştır. Bu durum, iç–dış politika arasında sıkışmış bir dini diplomasi görüntüsü yaratmaktadır.

5. Ziyaretin Türkiye Açısından Olası Sonuçları

    1. Yumuşak Güç Kazancı

Türkiye bu ziyaret sayesinde Avrupa kamuoyunda yeniden “köprü ülke” imajını güçlendirme fırsatı bulmuş olabilir.

    2. Dış Politika Bağımlılıklarının Derinleşmesi

Her sembolik destek, karşılığında beklenen bir politik ayarlamayla gelir. Bu nedenle uzun vadede:

  • AB politikalarına uyum baskısı,

  • Sığınmacı rejimlerinde yeni yükümlülükler,

  • Azınlık statüleri konusunda genişletilmiş düzenlemeler

gündeme gelebilir.

    3. İktidarın İç Politik Hesapları

Papa’nın ziyareti iktidar için bir “iç politika manevrası” işlevi de görebilir:

  • Yeni barışçıl imaj,

  • Uluslararası destek görüntüsü,

  • Ekonomik beklentiler.

6. Bu Ziyareti Sorgulamak Bir Toplumsal Görevdir

Papa’nın Türkiye’ye yaptığı derinlikli ziyaret yalnızca bir dini liderin misafir edilmesi değildir. Bu ziyaret:

  • Türkiye’nin jeopolitik rotası,

  • İç politik meşruiyet arayışı,

  • Uluslararası baskılar,

  • Kültürel diplomasi,

  • Azınlık statüleri,

  • AB ilişkileri,

  • İnsani ve ekonomik tavizler

gibi onlarca parametrenin kesişiminde duran karmaşık bir olaydır.

Bu nedenle sorulması gereken temel sorular şunlardır:

  • Bu ziyaretten Türkiye ne aldı?

  • Ne verdi?

  • Gizli veya yarı gizli protokoller var mı?

  • Hangi uluslararası baskılar bu süreci tetikledi?

  • Bu ziyaret iç politikada nasıl kullanılacak?

  • Topluma neden kapsamlı bilgi verilmedi?

Bu soruları sormak şüphecilik değil; sorumlu bir insan olmanın gereğidir. Çünkü bir ülke ancak sorgulayan bir toplumla kendini koruyabilir.

Bahadır Hataylı / 27.11.2025 / Sancaktepe – İstanbul

20 Kasım 2025 Perşembe

İftarda Kolbastı

 

Toplumsal Cinnetin Eşiğinde Bir Memleket Analizi

Güneşi kovalıyorum sanıyorum; meğer o beni adım adım takip ediyormuş. İnsan bazen öyle bir ruh hâline bürünür ki, neyi kovaladığını, neden kaçtığını, asıl tehlikenin nereden geldiğini ayırt edemez. Ben de Güneş’le böyle bir oyunun içindeyim işte. Nereye gitsem o benden önce beliriyor, sanki yüzüme tutulan bir projektör gibi, saklanacak yer bırakmıyor. Biliyorum, aranızdan “Bu ne biçim söz böyle?” diye soracaklar çıkacak. Ama samimi olayım, ben de Temel gibi içimden geçenleri karşımda biri varmış gibi söylerim; kimi zaman severek, kimi zaman küfrederek. Yoksa insan kendi kendine konuşurken yakalanınca hemen “deli” damgasını yapıştırıyorlar. Ben de kendi yöntemimle hem aklımı hem kalbimi idare etmeye çalışıyorum; siz nasıl anlamak istiyorsanız öyle anlayın, ama ben bildiğimi okumaya devam edeceğim.

Bilirsiniz: “Bir ülkede cisimlerin gölgeleri boyundan uzunsa, orada güneşin batışı yakındır.” Benim de derdim tam olarak bu. Çünkü bu topraklarda gölgeler uzuyor, uzadıkça insanın yüreğine bir karanlık çöküyor. Ben “Güneşi mi kovalıyorum, o mu beni kovalıyor?” diye lafa girip meseleyi yumuşatarak anlatayım istedim; bir anda korkutmayayım diye. Çünkü toplum öyle bir noktaya getirildi ki, nefes alamaz hâle gelen insanların üzerine bir de “Hazırlıklı olun, çok kötü günler geliyor” diye bas bas bağıranlar oldu. Ben ise o boğucu hâli biraz yumuşatmak istedim. Zira bu memlekette neye alışmadık ki; buna da alışacağız elbet.

Toplumun Bunalım Eşiği, Bireysel cinnetten Toplumsal Cinnete

Bugün bir insanın cinnet geçirmesi vakayı adiyeden oldu. Çünkü herkes diken üstünde. Öfke birkaç saniyede infilak etmeye hazır bir bomba gibi. Sokağa çıksan kavga, trafikte öfke, markette itiş kakış, evde gerilim... Evinde huzur bulamayan, sokakta nefes alamayan insanların ruhu bir çelik tel gibi gergin. Bir şehrin tek bir kişiye ait sinir sistemi olsaydı, emin olun ki ambulansla psikiyatri servisine çoktan kaldırılmış olurdu.

Toplumun ruh sağlığı diye bir şey var idi; şimdi o bile lüks hale geldi.

Eskiden cinnet bireyseldi; bir kişinin psikolojisi bozulurdu, bir kişi patlardı. Bugün ise tablo değişti: Toplumsal cinnet ortamı ağır ağır mayalanmış durumda. Herkes öfkeli, herkes huzursuz, herkes aynı anda patlamaya hazır. Ekonomik bunalım, adaletsizlik hissi, güvensizlik duygusu, gelecek kaygısı, huzurun yok oluşu… Bunların birleşimi öyle bir “ortak ruh hâli” oluşturdu ki, artık mesele tek tek bireylerin patlaması değil; toplumun bütününde bir kolektif infilak riskinin dolaşmasıdır.

Gölge uzuyor… Bu gölge sadece siyaset üstüne düşmüyor; insanın ruhunun üzerine de düşüyor.

“Afifikon"Değil"Görülen gerçeğin Afakı 

Afaki konuştuğumu sananlar olabilir. Konuşacağım. Çünkü afakta var olanı söylemek yürek ister. Bazıları telsiz bozulmuş gibi gerçeği duymaz, bazıları da duymak istemez. Oysa ben gaybı bildiğimden değil; dünyada olup biteni takip edip insan ruhunun nereye doğru kaydığını sezdiğimden söylüyorum.

“Kısa kes, aydın havası olsun” diyeceksiniz belki. Ama biz bu topraklarda aydın havası da oynadık, zeybek de, horon da. Ne oynadıysak kimse görmedi; kimsenin umurunda olmadı. Şimdi ise korkarım ki bir millet olarak topluca kolbastıya doğru gidiyoruz. Ama öyle bir kolbastı ki, Giresun sahiplenemez, Trabzon üstlenemez. Çünkü bu kolbastı neşenin değil cinnetin oyunu olacak. Patlamaya hazır bir sinir sistemiyle oynanan bir oyun…

Bir millet cinnet geçirirse, hiçbir şehir o oyuna sahip çıkamaz.

İftar Sofraları ve Sakak Gösterisine dönüşen şatafat 

Ramazan ayı… Dinin özü olan sadelik, mütevazılık ve paylaşmanın yerini gösteriş aldı. Kimi belediyeler sanki bir yarıştaymış gibi sofraları caddelere, pazarlara kurdu. “Senin sokak mı kalabalık, benim cadde mi?” yarışına dönmüş bir iftar kültürü… İnsanların cebindeki son parayla çocuklarına bir ayakkabı alıp alamayacağını düşündüğü günlerde, birileri piramit gibi yükselen servet kulelerini daha yukarıya taşımayı dert eder oldu.

Evet, bu gösteri Guinness rekorlar kitabına girer ama insanların kalbine giremez.

Kalbinde huzur olmayan toplumda iftar bile insanı birleştirmez; sadece ayrıştırır.
Yine kolbastı metaforu işte:
Bu gidişle ülkenin her mahallesinde kendi ritmiyle patlayan sinirlerin dansını izleyeceğiz.

Matadorlar Boğalar ve Geleceğin kara perdesi 

Dış politikada öyle bir oyun oynanıyor ki, insan hangi rolün bize ait olduğunu anlamakta güçlük çekiyor. Matador muyuz? Boğa mıyız? Yoksa boğa bakıcısı mı? Herkes bize övgüler düzüyor: “Tarih boyunca galibiz, NATO’nun en güçlü ordularından biriyiz, falan filan…” Bu övgüler insanın kulağına sürur verir belki ama akılla bağdaşmaz.

Zira boğanın boynuzu matadoru çenesinin altından takıp havaya kaldırdığında gerçek ortaya çıkar.
İşte o anda “menajerimiz” dediğimiz güçler yan çizip “Ben parayı boğaya oynamıştım” derse şaşırmayın.

Dünya siyasetinde kurdun açlığı, tilkinin kurnazlığı, kartalın gölgesi vardır; safiyet yoktur.

Biz ise çoğu zaman arenaya alkışla girip cenazeyle çıkıyoruz.

Körleşen Toplumsal Basiret 

Toplumun gözü karardı. Basiret dediğimiz şey ya kayboldu ya da bilinçli olarak köreltildi. Artık insanlar doğruyu görse bile yorumlayamıyor. Çünkü sürekli kriz yaşayan bir toplumda düşünme yetisi bile yorulur. Sürekli kaygı bombardımanı altında olan birey artık sağlıklı karar veremez. Sonuç: Kolektif bilinç bulanması.

O yüzden batıya mı gidiyoruz, doğuya mı dönüyoruz, matador mu olduk, boğa mı olduk, yoksa arenada izleyici mi kaldık anlayamıyoruz.

Sahte Menajerler ve Çöldeki İftar Tuzağı 

İnsan aç kalınca doğruyu göremez. Yorgun düşünce güveni yanlış yere teslim eder. Çölde iftar saatini beklerken bize yaklaşan o “menajer” gibi…
Ağzı ballı, gönlü tilki yüreğiyle dolu…

“Size sofra hazırladım, siz benim için çok değerlisiniz” diyenlerin çoğu, sofranın tam ortasına bombayı yerleştirenlerdir. Siyasette, ekonomide, dış ilişkilerde fark etmez; bu her yerde geçerlidir.

Toplumun ruh hâli de tam böyle işte:
Aç, yorgun, bunalmış, bir lokma huzura muhtaç…
Bu hâlde olan topluma bir bomba patlasa paramparça olacak. Çünkü zaten içten içe bölünmüş, sinirleri lime lime olmuş, zihni yorgun düşmüş bir millet var.

İşte toplumsal cinnet dediğimiz şey de burada başlıyor.

Tilki ve Kurt hikayesi-Bugünün Aynası 

Tilki tuzağı görür, kurt görmez. Tilki oruçluyum der, kurt inanır.
But patlayınca tilki “Top atıldı, şimdi iftar ediyorum” diyerek kurnazlığını konuşturur.
Bugün Ortadoğu, Kuzey Afrika, dünya politikası tamamen bu hikâyenin geniş ölçekli versiyonudur.

Biz ise çoğu zaman yaralı kurt gibi savruluyoruz.

Toplumsal Cinnetin kıyısındaki Gemi 

Afakta gördüğüm manzara bundan ibaret:

Bir milletin sinir sistemi kopmanın eşiğinde.
Gölgeler uzuyor.
Güneş batıya doğru sallanıyor.
İnsanların ruhu çıplak, sabır payı erimiş, toplum kolektif bir patlamanın kıyısında.

Bunun nedeni sadece ekonomi değil; sadece siyaset değil; sadece küresel güç oyunları değil.
Hepsi birden.

Toplumsal cinnet böyle birikiyor işte.
Ve ben sadece güneşi kovalamıyorum; gölgeleri de izliyorum...

Erol Kekeç

YIL:26.08.2011 SAAT:16.35-17.20 

ÇENGELKÖY/İST 

NOT:ORTADOĞU VE KUZEY AFRİKA’DA TÜRKİYE GEMİSİNDE BİR YOLCULUK....

19 Kasım 2025 Çarşamba

Sorgulayıcı Beyin ve Etki ajan

Bir ülkenin kaderi, bazen tek bir göstergede, tek bir soruda ya da tek bir tercihte kristalleşir. Bugün Türkiye’de yaşananlar da tam olarak böyle bir kristalleşmedir. Döviz kuru tırmanırken, enflasyonun ağırlığı toplumun omurgasını zorlayacak bir noktaya geldiğinde, gençliğin ufku bir sis perdesinin ardına itilmişse ve aile kurumu, sosyal yapının temel taşı olması gerekirken, artık birer kırılgan kabuğa dönüşmüşse, ortada sadece ekonomik bir sorun değil; derin, yapısal ve siyasal bir kırılma vardır.

Bu kırılmanın adını koymak, bir suçlama değil, bir vatanseverlik görevidir.

Bugün bu ülkede, devlet yönetiminin yirmi yılı aşkın ekonomi pratiği sürekli “zarar” üretiyorsa, bütçenin kara deliklerinde kaybolan kalemler bir türlü şeffaflaşmıyorsa, özelleştirme adıyla halkın ortak varlıkları birer birer el değiştiriyor ve bu süreçte toplumsal refah bir adım ileri gitmek yerine sürekli geriye çekiliyorsa, birilerinin çıkıp şu soruları sorması kaçınılmazdır:

Bu tablo bir yetersizliğin mi, bir tercihin mi ürünüdür?
Bu yönelim bir yönetim hatası mı, yoksa geleceği ipotek altına alan stratejik bir tasarım mı?
Ve daha önemlisi: Bütün bu süreçte toplumdan talep edilen, itaat mi yoksa körlük müdür?

Şimdi “etki ajanlığı” gibi muğlak ve siyasal tartışmayı bastırmaya müsait bir kavramın yasa kisvesi altında dolaşıma sokulması, bu soruları ortadan kaldırmaz; sadece soruların meşruiyetini daha görünür hale getirir. Çünkü bir yönetim, eleştiriye karşı şeffaflıkla değil de belirsiz kavramlarla donatılmış bir cezalandırma mekanizmasıyla karşılık vermeye yöneliyorsa, orada artık güven biter; korkunun gölgesi işlemeye başlar.

Ekonomideki çöküşü dile getirmek, enflasyonun ağırlığını tarif etmek, gençliğin geleceksizliğini anlatmak, özelleştirmelerin sonuçlarını sorgulamak, kamu gelirlerinin akıbetini öğrenmek istemek… Bunlar birer suç olamaz. Bunlar, bir toplumun kendini savunma refleksidir. Çünkü hakikat, hiçbir iktidarın imtiyazı değildir; hakikat, toplumun ortak mülküdür.

Eğer bir ülkede, bu hakikati dillendirmek “tehlikeli” kategorisine alınmak isteniyorsa, tehlikeli olan söz değil; o sözün hedef aldığı gerçekliktir.

Bu nedenle herkes şunu bilmelidir: Toplumsal eleştiri, vatan hainliği değil, vatanın sigortasıdır.
Soru sormak tehdidi değil, çürümeyi önler.
Şeffaflık talebi ihaneti değil, sadakati gösterir.
Ve unutulmamalıdır ki, güçlü devlet eleştiriden değil, eleştirisizliğin çoraklığından doğan otomatizmden korkar.

Bugün bu ülkede farklı seslere “gerek yok” diyen zihniyet, aslında kendi sesine tahammül edemeyen bir yönetim modelinin yansımasıdır. Çünkü biliyorlar: Gerçek çok seslidir. Çürüme ise sessizlikte büyür.

Dolayısıyla bu toplumun her bir yurttaşı adına söylenecek söz basittir ve kesindir:

Bu ülkenin sorularını yasalarla susturamazsınız.
Gerçeğin yürüyüşünü kavramlarla zincire vuramazsınız.
Toplumun adalet arayışını hiçbir siyasal kurguyla durduramazsınız.

Bu ülke, kör itaatle değil; açık gözle, açık sözle ve açık hesapla geleceğe taşınır.

Meydan okuma budur.
Geri kalan, sadece tarihin değerlendirme yetkisidir.

Erol Kekeç/15.11.2025/Sancaktepe/İST

14 Kasım 2025 Cuma

Ovada Büyüyen Merhamet

 Artık Yusuf’un yürüyüşleri iyice ağırlaşmıştı.

Ayaklarının altında ezilen her taş, sanki bir zamanın hatırasını söyler gibiydi. Ama o bu sesleri yorgunluk olarak değil, yaşamın devam ettiğine dair bir işaret olarak görüyordu.

Ovada geçen her gün, onun için hem bir sınav hem de bir dua hâline gelmişti.

Bir sabah erkenden, ufukta ince bir sis tabakası belirdi.

Sürü sessizdi; otlar nemliydi, gökyüzü gri bir sessizliğe bürünmüştü.

Yusuf, elindeki bastonla otların arasından ilerlerken aniden bir kuşun kanat sesini duydu. Başını kaldırdığında gökyüzünde bir turna sürüsü gördü.

Göç eden kuşların düzenli hareketini izlerken kalbinde bir sıcaklık hissetti.

“Bak,” dedi kendi kendine, “onlar da birbirine emanettir. En önde giden yorulunca, diğeri onun yerini alır.

İşte merhamet, bazen sadece bir adım geride durmaktır.”

 

Yusuf bu sözleri söylerken geçmişteki bazı yüzleri hatırladı:

Bir zamanlar ona haksızlık eden köylüleri, alay eden gençleri, hatta sırt çevirmiş eski dostlarını...

Bir an kalbinden hafif bir sızı geçti, ama bu sızı öfke değil, bir tür anlayıştı.

Çünkü artık biliyordu: İnsan kötülük yaptığında aslında kendine uzaklaşır.

Ve Yusuf kimseye uzak kalmak istemiyordu.

 

Öğle vakti ovada küçük bir çoban grubu belirdi.

Yusuf’un yıllar önce sürüsünü otlattığı bölgeye yaklaşmışlardı.

İçlerinden biri, genç bir delikanlı, Yusuf’a doğru yürüdü.

“Selam dede,” dedi saygıyla, “Biz senin keçilerinin otladığı yere geldik. Burada kalabilir miyiz?”

Yusuf gülümsedi.

“Toprak benim değil, evladım. Ben sadece emanetçisiyim. Dilediğiniz gibi kalın, yeter ki incitmeyin.”

Genç şaşırdı.

“Emanetçi mi? Kimin emaneti?”

Yusuf bastonunu toprağa sapladı.

“Her şeyin sahibine. Biz sadece bir süreliğine misafiriz.”

 

Gençler Yusuf’un bu sözlerini anlamakta zorlandılar ama içlerinden biri, “Bu ihtiyarın içinde bir bilgelik var,” dedi.

O gece hepsi birlikte ateş yaktılar.

Gökyüzü yıldızlarla doluydu; Yusuf ellerini ateşe uzatıp ısınırken, gençlerden biri sordu:

“Dede, bu kadar yalnız yaşamak zor değil mi?”

Yusuf, yüzünde yumuşak bir tebessümle cevap verdi:

“Yalnızlık, insanın kendini tanıdığı yerdir.

Birlikteyken iyilik yapmak kolaydır, ama yalnızken merhamet göstermek asıl imtihandır.”

Gençler sessizleşti.

Ateşin çıtırtıları arasında Yusuf’un sözleri içlerine işlemişti.

Bir süre sonra biri, “Peki sen hiç kızmadın mı insanlara?” diye sordu.

Yusuf başını salladı.

“Kızdım evladım. Hem de çok. Ama sonra fark ettim ki, kızmak sadece içini karartıyor.

İnsan affetmeyi öğrenmezse, kendi içine mahkûm olur.

Affetmek unutmak değildir, yeniden sevebilmektir.”

 

O gece Yusuf ateşin başında uzun süre oturdu.

Rüzgârın yönü değişmiş, uzaktan köyün köpeklerinin havlaması duyuluyordu.

Ovada bir sükûnet vardı; sanki her şey kendi yerini bulmuş gibiydi.

Yusuf içinden sessizce dua etti:

“Beni yanlış anlayanları da bağışla Rabbim. Çünkü onlar bilmediklerinden yaptılar.”

 

Sabah olduğunda gençler çoktan sürülerini toplamıştı.

Yusuf vedalaşırken içlerinden biri cebinden küçük bir ekmek parçası çıkarıp ona uzattı.

“Bu bizden, sana minnetimizdir,” dedi.

Yusuf gülümseyerek aldı, ekmeği ikiye böldü ve yarısını onlara geri verdi.

“Bölüşmeden bereket olmaz,” dedi.

“Her paylaşılan lokma, kalbi biraz daha yumuşatır.”

 

Gençler uzaklaştıktan sonra Yusuf ekmeğin kalan parçasını avuçlarına aldı, toprağa doğru eğildi.

“Bu da senden gelenlere,” diyerek ekmeği ikiye kırdı ve bir parçasını karıncalara bıraktı.

“Rızkın adaleti böyle olur,” diye mırıldandı.

 

Ovada güneş yükselirken Yusuf bir taşın üzerine oturdu.

Ellerini dizlerinin üzerine koydu, başını göğe kaldırdı.

“Rabbim,” dedi, “bana güç değil, yumuşak bir kalp ver. Çünkü sertlik insanı korur ama ayırır; yumuşaklık ise birleştirir.”

 

O an bir kuş gelip yakındaki dala kondu.

Yusuf’un dudaklarında bir tebessüm belirdi.

Kuşun cıvıltısında bir huzur, bir kabul vardı.

Artık Yusuf, ovadaki her sesin bir dua olduğuna inanıyordu.

Ve içinden geçirdi:

“Belki de insanın en büyük mirası, ardında bıraktığı merhamettir.”


Erol Kekeç/10.08.2025/Sancaktepe/İST

11 Kasım 2025 Salı

Ortadoğu’nun Gerçeği Kürt Korkusu ile Kurulan Düzen


Mazlumları Birbirine Düşürüyor

Ortadoğu tarihi boyunca büyük güçlerin oyun kurduğu bir satranç tahtası oldu. Bu satrançta taşlar zaman zaman değişir ama tahtanın en alt satırında hep aynı halklar durur: Türkler, Araplar, Kürtler, Farslar…
Ve ne yazık ki bu halklar çoğu zaman birbirlerine karşı konumlandırılarak yönetildi.

Bugün Filistin’de yanan ateş, dün Halep’te, Şengel'de, Kobani’de alev almıştı.
Yarın nerede yanacağını belirleyen ise çoğu zaman bölge halklarının değil, küresel güçlerin hesaplarıdır.

Ve bu hesapların tam orta yerinde Kürt meselesi duruyor.

Kürt Devleti Fobisi- Kimin İşine Yarıyor?

Yüzyılı aşkın süredir bölgedeki tüm rejimlere aynı korku empoze edildi:

“Eğer Kürtler devlet kurarsa hepimiz bölünürüz.”

Bu cümle ilk bakışta “güvenlikçi” bir uyarı gibi görünse de tarihin en ustaca kurgulanmış politik psikolojisidir.

Çünkü:

  • Kürt Devleti ihtimali hep var tutuluyor…

  • Ama bu ihtimal hep yasak ve tehlikeli gösteriliyor…

  • Böylece Kürtler ne tamamen güçleniyor, ne de tamamen yok ediliyor…

Askıda bir halk olarak tutuluyorlar.

Bu durumun sonucunda:

Görünen SonuçGizli Amaç
Bölge devletleri Kürt korkusuyla birbirine düşüyor     Dış güçler rahatça nüfuz alanlarını genişletiyor
Kürtler sürekli bastırılıyor, kriminalize ediliyorMazlumlar mazluma düşman ediliyor
İç siyaset Kürt düşmanlığıyla yönetiliyorRejimler meşruiyetini korku üzerinden kuruyor

Yani korku bir yönetim aracına dönüştürülüyor.

Suriye ve Filistin-Asıl Paylaşılan Ne?

Suriye iç savaşı ile ne oldu?

  • Ülke parçalandı,

  • Halk mülteciye dönüştürüldü,

  • Petrol ve stratejik bölgeler küresel aktörlerin eline geçti.

Gazze’de bugün ne oluyor?

  • Bir halk yok ediliyor,

  • Toprak fiilen ilhak edilmek isteniyor,

  • Uluslararası hukuk kâğıttan bir perdeye dönüşmüş durumda.

Buradaki ortak payda şudur,

Bölge zayıfladıkça, İsrail ve ABD’nin jeopolitik avantajı artıyor.

Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ın ortak korkusu olan “Kürt devleti” söylemi sürekli ayakta tutularak:

  • Bölgecilik değil parçacılık,

  • İttifak değil çatışma,

  • Birlik değil bölünmüşlük üretiliyor.

Ve büyük güçler bu bölünmüşlüğü yöneterek kazanıyor.

Tarihten Bugüne Kürtlerin En Büyük Suçu Nedir?

Kürtlerin gerçek “suçu” nedir biliyor musun?

Kendi coğrafyalarının tam merkezde olması.
Ne Arap ne Türk ne Fars dünyası onları kendi içinde sistemsel bir yere oturtabildi.

Bu nedenle:

  • Varlıkları kabul edildi ama hakları edilmedi.

  • Güçlendiklerinde tehdit,

  • Zayıfladıklarında sorun olarak görüldüler.

Bu, sadece politik değil, derin bir kimlik paradoksudur.

Mazlumun Mazluma Düşman Edilmesi

Ortadoğu’nun en büyük trajedisi şudur:

Aynı zulmün mağdurları, birbirlerinin zalimi hâline getiriliyor.

Türk ile Kürt sorunlu tutulunca:
→ Filistin rahatça işgal edilir.
Arap ile Kürt karşı karşıya bırakılınca:
→ Suriye kolayca paylaşılır.
İran ile Kürt gergin tutulunca:
→ Dış güçler bölgede kalıcı olur.

Bu bir tesadüf değil, stratejidir.

Kürt kartı gerektiğinde:

  • Koskoca devletlerin iç siyasetini dizayn eden,

  • Askerî operasyonları meşrulaştıran,

  • Büyük güçlere diplomatik koz sağlayan

en stratejik araç hâline getirildi.

Peki Çözüm Nerede?

Korkuya değil adalete yaslanan bir yaklaşım:

 Kürtlerin eşit haklarla sahiplenildiği
 Birlik ve bütünlüğün korkuyla değil güvenle kurulduğu
Mazlum halkların birbirini değil zulmü hedef aldığı bir sistem oluşturmadan hiçbir sorun çözülemez.

Gerçek anahtar, "Senin özgürlüğün benim özgürlüğüm olmazsa, ikimiz de tutsak kalırız."

Oyunu Değil, Gerçeği Görelim

Bugün Filistin yanarken…
Dün Suriye yıkılmışken…
Yarın kimin yanacağı belli değil.

Ama şurası kesin,

Kürt meselesi çözülemezse Ortadoğu asla özgürleşmez.
Kürtler öcü değil; bu coğrafyanın eşit ve mazlum evlatlarıdır.
Mazlumun mazluma düşmanlığı ise şeytanın en büyük zaferidir.

Şeytanın vaadi boştur—ama korkunun hükmü sürer.
Ta ki biz gerçeği görünceye kadar.

Bahadır Hataylı/10.11.2025/Sancaktep/İST 

7 Kasım 2025 Cuma

Yitik Kardeşliğin Toprakları


Toprak, insanın aynasıdır.

Üzerine bastığın yerin sesi, senin içinde taşıdığın yankıdır.

Bir zamanlar bu topraklarda kardeşlik bir kelime değil, bir hâldi.

Komşunun ekmeği senin açlığını doyurur, bir yabancının selâmı sana güven verirdi.

Sonra bir şeyler oldu…

İnsan, insana yavaş yavaş uzak düştü.

Bir selâmın sıcaklığı yerini şüpheye bıraktı; bir tebessüm, bir ihtiyat ifadesine dönüştü.

Sokaklar tanıdık olmaktan çıktı; evler yüksek duvarlara, kalplerse sessiz cezaevlerine dönüştü.

 

Hiçbir toplum bir günde çözülmez.

İnsan, bir sabah ansızın vicdanını kaybetmez.

Çürüme önce kelimelerde başlar:

“Biz” yerini “Ben’e, “kardeşim” yerini “rakibime” bırakır.

Ve zamanla, herkes kendi küçük tanrısına döner — kendi ideolojisini, kendi inancını, kendi kimliğini putlaştırır.

Böylece insanlık, taşlaşmış fikirlerin duvarlarında yankı veren bir yalnızlığa dönüşür.

 

Aidiyetin Zinciri

 

Bir zamanlar aidiyet, bir bağdı.

Şimdi ise bir kelepçe.

İnsanlar artık kime ait olduklarını değil, kimin dışında kaldıklarını konuşuyor.

Bir inancın, bir partinin, bir etnik grubun, bir düşüncenin mensubu olmak; bir insanın kim olduğunu değil, kim olmadığını tarif ediyor.

Kimlikler, kişiliklerin önüne geçmiş durumda.

Bir insanın doğruluğu, sözlerinin değil; ait olduğu grubun ağırlığıyla ölçülüyor.

Oysa kimliğin değil, kalbin rengiydi bir zamanlar ölçü.

 

Fakat kalplerin rengi soldu.

Birbirimize benzemeye çalışırken, aslında hepimiz kendi özümüzden uzaklaştık.

Kendimiz olmayı unutup, kime benzememiz gerektiğini tartıştık.

Ve bu topraklarda, insanın en büyük düşmanı artık “öteki” değil, “kendi benliği” oldu.

 

Bir düşünceye sahip olmak, o düşüncenin esiri olmak anlamına gelmeye başladı.

Farklı düşünenler, tehdit; farklı inananlar, düşman sayıldı.

Oysa insanın insanla farkı, onun zenginliğiydi.

Bir ormanın güzelliği, tek bir ağacın boyuyla değil; çeşitliliğiyle anlaşılır.

Ama biz çeşitliliği düşman, farklılığı fitne sandık.

Ve insanlık, bu yanlış anlamanın içinde yavaş yavaş eridi.

 

Sessizliğin Gürültüsü

 

Bugünün insanı artık konuşmuyor — bağırıyor.

Düşünmüyor — tekrarlıyor.

Dinlemiyor — yargılıyor.

Her kelime, bir cephe; her fikir, bir silah.

Birbirimizi anlamak yerine, alt etmeye çalışıyoruz.

Oysa anlamak, savaşmaktan daha büyük bir cesaret ister.

Çünkü anlamak, kendi dogmalarının gölgesine bakabilmektir.

Ama bu çağda kimse kendi gölgesini görmek istemiyor.

Karanlık hep “başkası”.

Karanlık hep “öteki”.

 

O yüzden bu çağın en korkutucu sessizliği, konuşamayan değil — konuştuğunda hiçbir şey söylemeyen insanlarda gizli.

Kelimeler boşaldı, anlamlar çürüdü, vicdan sustu.

Bir zamanlar bir cümlenin ardında yürek atışları duyulurdu; şimdi sadece gürültü var.

Gürültünün altında saklanan bir yorgunluk: insan olmanın yorgunluğu.

 

Toplum, artık bir “biz” olma çabası değil, bir “ben” olma yarışına dönüştü.

Herkes görünmek istiyor ama kimse anlaşılmak istemiyor.

Ve görünürlük arzusu, insanı içinden koparıyor.

Kendine ait bir kimlik değil, dışarıya ait bir izlenim yaratıyor.

Bu yüzden her yüz bir maske, her cümle bir rol, her ilişki bir vitrin haline geldi.

İnsanın içindeki boşluk, alkış sesleriyle doldurulmaya çalışılıyor.

 

Ruhun Kırılma Noktası

 

Yalnızlık bu çağın hastalığı değil; kaderi oldu.

Ama bu yalnızlık, sessiz bir inziva değil — kalabalıklar içindeki bir yokluk.

Bir zamanlar insanlar yalnız kalmak için dağlara çekilirdi;

şimdi kalabalıkların ortasında birbirine çarpa çarpa yalnızlaşıyor.

Bir yüz daha, bir söz daha, bir paylaşım daha…

Ama ruh, hâlâ aç.

 

Psikoloji artık bireysel bir mesele değil; toplumsal bir çığlık.

Korkularımız, sadece kişisel travmalardan değil; toplumsal bölünmelerden besleniyor.

Bir toplum, güven duygusunu yitirdiğinde; her birey paranoyaklaşır.

Birinin “kardeşim” dediğinde, diğerinin “acaba” dediği bir çağdayız.

Güven bittiğinde insanlık biter — çünkü güven, görünmeyen bir köprü gibidir; yıkıldığında kimse karşıya geçemez.

 

İşte bu yüzden bu topraklarda artık insanlar birbirine “güvenmiyor.”

Ve güvensizlik, tüm erdemlerin mezarıdır.

Bir milletin çöküşü, tankların geçişiyle değil, vicdanın susuşuyla başlar.

Vicdan, artık bir iç ses değil, bir rahatsızlık gibi görülüyor.

Doğruyu söyleyen, huzuru bozan; sessiz kalan, “olgun” sayılıyor.

 

Kimlikten Kişiliğe Giden Kayıp Yol

 

İnsan, kimliğini kaybedince değil, kimliğiyle var olmaya başlayınca kaybolur.

Çünkü kimlik, bir başlangıçtır; nihayet değil.

Bir inancın mensubu olmak, bir ideolojiyi savunmak, bir topluluğa ait olmak… bunlar insana yön verir ama insanı tanımlamaz.

Tanım, insanın özündedir:

Erdem.

Eğer bir kimlik, seni erdemli kılmıyorsa; o kimlik sadece bir süs, bir maske, bir yüktür.

 

Toplum, bu maske pazarında kim olduğunu unutmuş bir kalabalığa dönüştü.

Birileri inancını gösterişe dönüştürürken, diğerleri ahlakı slogana çevirdi.

Ve herkes kendini “doğru” sayarken, hakikat bir sükûtun içinde kayboldu.

 

Psikolojik olarak bu, bireyin “ayrışmış benliğidir.

Kendine ait bir iç tutarlılığı kalmayan insan, dış onayla beslenir.

Sosyolojik olarak bu, “dağılmış toplumsal bilinçtir.

Toplumsal vicdan, kendi değerlerini üretemediği noktada dış merkezlerden beslenir.

Felsefi olarak ise bu, “anlamın iflasıdır.

İnsan artık neden yaşadığını, neye inandığını, neye ait olduğunu bilmiyor.

Ve anlam kaybolduğunda, insan yönünü duygularla değil, korkularla bulmaya çalışıyor.

 

Korku; çağın en büyük tanrısıdır artık.

Korku, kalabalıkları yönetir, kalpleri dondurur, doğruları susturur.

İnsan, sevdiğinden değil; korktuğundan yana olur.

Ve korkunun hüküm sürdüğü yerde, insanlık sessizliğe gömülür.

 

Unutuşun Coğrafyası

 

Bu topraklarda bir zamanlar adalet bir kavram değil, bir yaşam biçimiydi.

Bir hak, kimin olduğu sorulmadan gözetilirdi.

Bir çocuk ağladığında, tüm mahalle duyardı.

Bir haksızlık yapıldığında, herkesin kalbi titrerdi.

Şimdi herkes kendi konforunda adalet bekliyor, ama kimse doğruluk için bedel ödemek istemiyor.

 

Adaletin olmadığı bir yerde inanç da ideoloji de anlamını yitirir.

Çünkü adalet, insanın Tanrı’yla arasındaki ahlaki bağdır.

O bağ koptuğunda, dillerde Allah’ın adı geçer ama kalplerde adalet bulunmaz.

Böyle bir çağda yaşıyoruz.

Ve bu çağ, insanın Tanrı’ya değil, kendine yabancılaştığı bir çağdır.


Erol Kekeç/18.09.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!