Feneri Alan Tanrı Değil Yaşadığımız Mizahın Ta Kendisidir...
Bir köylü vardı. Helalinden kazanır, eşeğine yükler, kasabaya gider, ihtiyacını alır, dönerdi. Tuzu, şekeri, unu eksik etmezdi. El emeğiyle yoğrulmuş bir yaşamı vardı. Lakin günlerden bir gün, o çok tanıdık hikâyede olduğu gibi, dönüş yolunda hava kararır. Köylü bakar ki kara bulutlar göğü yutmuş, dua eder: “Huda, yağdırma yağmuri, eritür tuzı şekeri!”
Ama yağmur dinlemez duayı, dökülür gökten seller gibi. Tuz erir, şeker akar, eşek ıslanır. Köylü bu sefer yalvarır: “Huaadaye, ne olur çaktırma şimşeği, yoksa eşek ölür.” Dua yarım kalır, şimşek çakar, yıldırım düşer, eşek oracıkta can verir. Elinde yularla kala kalır köylü.
“Allah’ım,” der, “eşek de gitti, alma beni, bari beni koru!” Ama Tanrı bu kez tufanla gelir, köylüyü alır, bir mağaraya fırlatır. Zifiri karanlık. Yalnız bir delik var yukarıda, oradan bir ışık sızmakta. Köylü bakar, bakar, sonra isyan eder: “Huda! Yağdırdın yağmuri, erittin şekeri, öldürdün eşeği, şimdi de almışsın feneri, arıyorsun beni! Anam avradım olsun, çıkmam dışari!”
Bu köylünün hikâyesi, aslında bizim hikâyemizdir. Lakin biz, bu köylüden bile daha beter bir durumda yaşıyoruz. Çünkü bizim dua ettiklerimiz yukarıdan değil, aşağıdan bizi tufana sürüklüyor. Yağmuru Allah’tan değil, ranttan; yıldırımı gökten değil, koltuk hırsından; tufanı kaderden değil, ihanetle dolu bir sistemden yaşıyoruz.
Eşeği Vuran Yıldırım Değildi
O eşek ki sadakatin, çalışkanlığın, emeğin, cefanın sembolüdür. Sessiz sedasız çeker yükünü, taşır yükünüzü, söylenmez. Ama bizim yöneticiler o eşeğe yıldırımı Allah çaktırmış gibi anlatırlar bize. Gerçekte eşeği vuran, hesapsız harcamalardır. Şatafatlı saraylardır. Kamu ihalesi adı altında millete kurulan soygun düzenidir.
Tuzumuz – yâni değerlerimiz – eridi gitti. Şekerimiz – yâni neşemiz, umudumuz – suya karıştı. Ve eşeğimiz – yâni milletin alın teriyle beslenen emek gücü – toprağa düştü. Ne kaldı geriye? Bir yular ve karanlık bir mağara…
Ama üstümüzde hâlâ bir delik var. Oradan ışık süzülüyor. O ışık ise bize umut değil, burnumuza uzatılan bir fener: “Hadi çık, yeni seçim geliyor. Hadi bir kere daha güven, bu sefer düzelecek her şey!”
Köylü çıkmadı o mağaradan. Peki biz niye her defasında çıkıyoruz? Her fener gösterilişinde nasıl oluyor da kandırılıyoruz?
Yağmurdan Sonra Sırılsıklam Kalan Halk
Bize “yağmur berekettir” dediler. Ama bu yağmur, baharın değil, ihanetin habercisiydi. Çalanın eline bereket, çalışanın eline kürek verdiler. Yağmur, zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul etti.
Yağmurların en çok da seçim öncesi yağması ne garip değil mi? Yollar yapıldı, köprüler açıldı, paketler dağıtıldı. Sonra ne oldu? Eşeğimiz öldü. Çünkü bu şekerli vaatlerin hepsi tuzla buz oldu. Aldığımız un ise nemden küflendi.
Devlet dedikleri, köylüye fener tutan değil, mağaraya savuran oldu.
Fenerin Arkasında Kim Var?
Köylü zannetti ki feneri tutan Tanrı’dır. Biz de sandık. Meğer o feneri tutan, bizim sırtımızdan geçinen “hizmet erbabıymış!” Ne hikmetse ellerinde her zaman bir ışık vardı, ama o ışık sadece kendi yollarını aydınlatıyordu. Bizim yolumuza gelen sadece gölgeydi.
Evet, ışık tuttular ama hep kendi kasalarına. Banka hesaplarına, ihale dosyalarına, kendi çocuklarının okul kayıtlarına… Bizim çocuklarımız mı? Onlar karanlıkta kalan geleceğin mağdurlarıydı. Onlar, eşekle birlikte toprağa gömülen umutlardı.
Anam Avradım Olsun Çıkmam Dışarı!
Köylünün bu sözü, aslında bir direnişin manifestosudur. “Yeter!” demektir. “Beni daha fazla kandıramazsınız!” demektir. Bizim de artık bu sözü söyleme vaktimiz geldi. Artık seçim sandıkları, umut tüccarlarının pazarı olmasın. Artık kandırılmak değil, hesap sormak gerek.
Bu çağda yaşadığımız en büyük ironi şudur: Yoksulluk içinde kıvranan halk, kendisini yoksul bırakanlara minnet duyar hale gelmiştir. Çünkü köylüye eşeğini kaybettirenler, şimdi fenerle gelip başını okşuyorlar: “Geçmiş olsun, bir daha olmaz!”
Yahu eşeği öldüren sensin, şimdi neyin feneri bu?
Domuzlar Sofrasında Eşeğini Arayanlar
George Orwell “Hayvan Çiftliği'nde domuzların yönetime el koyuşunu anlatır. Bizde ise domuzlar zaten sistemin ta kendisi oldu. Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yediler, sonra “milletin hizmetkârıyız” dediler.
Eşeğini kaybeden köylü gibi, biz de elimizde yularla dolanıyoruz. Bir zamanlar elimizde yük vardı, şimdi geçmişin hayali… O domuzlar sofralarında ballı kaymaklı ihale dosyaları yerken, biz markette indirim kuyruklarında eşeğimizi arıyoruz.
Şeker Eriyor, Ama Tat Kalmıyor
Eriyen sadece şeker değil, bizim sabrımızdı. Yitip giden sadece tuz değil, bizim direncimizdi. Ve bu gidişata karşı hâlâ ses etmeyenlerin sorunu akıl değil, omurgadır. Çünkü bu sistem, düşünme yetisini değil, dik durma iradesini yok etti.
Bizi her yağmurda ıslatanlar, sonra kurutacaklarını vaad ettiler. Her yıldırımda yakanlar, sonra güneşi getireceklerini söylediler. Her tufanda bizi mağaralara atanlar, şimdi fenerle arıyorlar: “Haydi çıkın, yeni kalkınma hamlesi başlıyor!”
Ne Olur Diye Bekleyen Milletin Trajedisi
Halk, artık dua etmiyor; halk, bekliyor. “Ne olur şimdi ne olacak?” diye gözünü yukarı değil, aşağıya dikmiş. Televizyon ekranına, sosyal medyaya, liderin ağzına… “Yeni zam ne zaman?” “Yeni seçim vaadi ne olacak?” “Şu ihaleyi kim aldı?” “Bu sefer yine kandırılacak mıyız?”
Halkın bekleyişi bir dua değil, bir çaresizliktir. Fener artık kurtuluşu değil, aldatılışı sembolize eder.
Mağarada Değil, Gönüllerde Karanlık
Köylü mağaradaydı, ama biz zihinlerimizde karanlığa gömüldük. Çünkü mağarada bile yukarıdan ışık geliyordu. Şimdi ise zihinlerimize karanlık enjekte ediliyor. Her gün ekranda pompalanan haberlerle, dizilerle, ideolojik fenerlerle…
Ve her biri aynı şeyi söylüyor: “Bizden başkası yağmur yağdırır, tufan getirir, eşeği öldürür. Ama biz, sizin için buradayız!”
Hayır! Eşeği siz öldürdünüz! Tuzu siz erittiniz! Şekeri siz yediniz!
Eşeğini Arayan Millet, Fenerden Medet Ummaz
Bu millet artık eşeğini aramamalı, feneri sorgulamalı. O fener kimin elinde? O ışık kimi aydınlatıyor? O mağaraya kim attı bizi?
Bir köylünün mizahi duasıyla başlayan bu hikâye, aslında yüzyıllık bir trajedinin özeti gibidir. Mizah, acının zekâyla yoğrulmuş hâlidir. Biz ise artık ne acımızı dindirebiliyoruz ne de zekâmızı kullanabiliyoruz.
Ama umut, hâlâ yukarıdan gelen ışıkta değil, kendi içimizdedir.
“Anam avradım olsun” diye başlanan bir isyan, belki de geleceğin en doğru duasıdır.
Bahadır Hataylı/14.05.2025/Namazgah/İST
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder