Bu Blogda Ara

3 Aralık 2025 Çarşamba

Bir Çöküş Başlıyor

Bir milletin çöküşü bazen toplar, tüfekler, bombalarla olmaz.
Bazen en derin yıkım, fark edilmeyen bir toplumsal virüsle başlar.
Evin içinden…
Bir sofranın etrafından…
Bir annenin kızına söylediği bir cümleden…
Bir gencin kendi ülkesinde kendini yabancı hissetmesinden…

Sonra göz açıp kapayıncaya kadar
toprak aynı toprak,
dağlar aynı dağlar,
şehirler aynı şehirlerdir ama
içindeki ruh çoktan eksilmiştir.

Bugün Anadolu, belki tarih boyunca hiç yaşamadığı kadar büyük bir sınav veriyor.
Ne işgal var,
ne savaş var,
ne kurşun var…
Ama insan yitiyor.
Ev yitiyor.
Aile yitiyor.
Nesil yitiyor.

Ve en kötüsü, herkes kendi köşesine çekilmiş, sessizce bakıyor.

Kapitalizmin Çarkında Sıkışan Ruhlar

Modern dünyanın motoru, artık petrol değil: insan tüketimi.

Kapitalizm, bir nesli “tüketici” olarak yetiştirdi; insan olmayı değil.
Değerleri satın alınabilir sandık.
Sevgiyi statüye çevirdik.
Güveni parayla karıştırdık.
Evliliği yatırım, insanı ise “risk faktörü” yaptık.

Bir annenin kızına “güçlü ol” demesi güzeldi…
Ama bu cümle zamanla değişti:
“Erkeğe güvenme, kendi bankanı kur.”
Sanki evlilik bir ortaklık değil de savaşın taraflarıymış gibi.

Genç erkekler ise çocukluğundan beri “yüksek ol, güçlü ol, yetebilecek kadar kazan, ama duygunu gösterme” diye büyütüldü.
Sonra bir gün, iki taraf da birbirinin gözünde düşman gibi görünmeye başladı.

Bir milletin temeli olan aile,
pazarlık masasına döndü:
Düğün borçları, listeler, beklentiler, imajlar, lüks hevesler…

Kalpler uzaklaştı, talepler çoğaldı.
Duygular küçüldü, ihtiyaçlar büyüdü.

Kapitalizm parayı büyütürken, insanı küçülttü.
Bir millet önce ruhundan vuruldu.

Anadolu'nun Yorgun Kalbi

Anadolu insanı hep dirençliydi.
Göçlere, kıtlıklara, savaşlara, yoksulluğa…
Ama bu defa düşman görünmüyor.
Bu defa savaşın adı yok.
Bu defa mermi değil beklentiler öldürüyor.
Bu defa cephe değil evin içi çatırdıyor.

Genç bir Türk erkeği, Anadolu’da artık kendini güvende hissetmiyor:
Ne ekonomik olarak,
ne duygusal olarak,
ne de sosyal olarak.

Beklenen yük çok, destek yok.
Üzerine binilen sorumluluk ağır, ama karşılığı belirsiz.
Bir kadınla değil,
bir “hayat faturası” ile evleniyormuş gibi hissettiriliyor.

Öte yandan genç Türk kızları da kendi savaşını veriyor.
Baba evinde “güçlü kadın ol” diye yetiştirilen,
ama aynı zamanda dışarıda “kadınlığını unut” baskısı gören bir kuşağın dramı yaşanıyor.

İki taraf da yaralı.
İki taraf da yalnız.
İki taraf da güvensiz.

Ve işte tam da bu yüzden bir varlık,
bir toplum,
bir millet
içeriden ufalanmaya başlıyor.

Göçen Kalpler, Yiten Yurt

Bugün Türk gençlerinin yurt dışına yalnız iş için değil,
eş bulmak için gitmesi bir tercih değil,
bir alarmdır.

Endonezya’da, Rusya’da, Ukrayna’da, Balkanlar’da
Türk erkeklerinin evlilik oranları artıyor.
Çünkü orada insanlar hâlâ insan gibi karşılanıyor.
Evlilik hâlâ iki insanın kurduğu bir yuva,
iki ailenin değil.

Orada “mehir” yok,
altın listesi yok,
düğün borcu yok,
tüketim baskısı yok.

Bir genç şöyle diyor:
“Orada beni ben olduğum için seviyorlar.
Burada önce cüzdanıma bakılıyor.”

Bu cümle yalnızca bireyin değil,
bir toplumun kırılma sesidir.

Kadın–Erkek Savaşı Değil; Milletin Yorgunluğu

Bu manifesto bir tarafı suçlamak için yazılmadı.
Çünkü bir millet tek kanattan uçamaz.
Erkek de kadın da bu toplumun evladıdır.
Ama şunu kabul etmek zorundayız:

Toplumda kadın–erkek arasında derin bir güven çukuru oluştu.

Kadınlar, erkekleri “risk” görmeye başladı.
Erkekler, kadınları “tehdit” görmeye başladı.
Bu, tarihte hiçbir millette kalıcı olmamış bir kırılmadır.
Ve bu kırılma devam ederse
coğrafya kalır ama millet kaybolur.

Tarih şunu yazar:
“Bir ülke savaşla değil, kendi içinde birbirini tüketerek çöktü.”

Aile Çökünce, Millet Yıkılır

Bugün doğum oranı hızla düşüyor.
Yarın Anadolu köylerinde çocuk sesi kesilecek.
Kapanan okullar, boşalan sokaklar…
Bir zamanlar şehitler diyarı olan topraklar,
kimsesiz kalacak.

Bir milleti yok etmek için bomba gerekmez.
Doğum oranını düşür,
Aileyi dağıt,
Toplumsal güveni yok et,
Sistemi kapitalizme teslim et…
Yirmi yıl sonra ortada millet kalmaz.

Ve biz bu gidişle,
tam da o cümleyi yaşayacağız:

“Savaşlarda yok olmayan ama kendi elleriyle kendini tüketen toplum.”

Çözüm Mü?

İnsanı Yeniden Hatırlamak.

Yeniden birbirimize bakmak.
Yeniden güvenmek.
Yeniden değer bilmek.
Yeniden insan kalabilmek.

Bu bir kadın-erkek kavgası değil;
bu bir toplumsal  acil durum.
Kapitalizmin öğüttüğü iki taraf da yoruldu.

Çözüm suçlamakta değil;
yeniden inşa etmekte.

Aileyi yeniden anlamlı kılmak gerek:
Gösterişle değil, güvenle.
Borçla değil, birlikle.
Pazarlıkla değil, sevgiyle.

Bir millet ancak iki insanın
aynı sofrayı paylaşmaya niyet etmesiyle yaşar.

Milletler bazen savaşta ölmez…
Bazen bir sessizlikte ölür.
Göz göre göre, adım adım, sessizce…
Hiçbir bomba atılmadan,
hiçbir ordu gelmeden.

Bugün yaşadığımız tam olarak budur.

Bu yüzden bu,
bir ağıt değil;
bir uyarıdır.

Anadolu’nun geleceği,
Anadolu’nun kadınında da erkeğinde de gizlidir.
Biri olmadan diğeri var olamaz.

Ve tarih bir gün şöyle yazmamalı:

“Bu millet savaşlarda yenilmedi ama kendi evinde kayboldu.”

Bahadır Hataylı/02.12.2025/Sancaktepe/İST

28 Kasım 2025 Cuma

Türkiye’yi Vatikan Olarak Ziyaret Eden Bir Papa



Bu Ziyaretin Çok Yönlü Okuması, Muhtemel Motivasyonları ve İktidar–Toplum Dengesinde Doğan Soru İşaretleri

Son yıllarda uluslararası ziyaretlerin çoğu yalnızca diplomatik nezaket ritüelleri olmaktan çıkmış; sembolik, stratejik ve hatta kültürel hegemonya rekabetinin bir parçası hâline gelmiştir. Bir Papa’nın Türkiye’ye yaptığı derinlikli ve güçlü semboller eşliğindeki bir ziyaret, bu açıdan sıradan bir diplomatik temas değil; çok boyutlu bir mesaj ve beklentiler dizisi olarak okunmalıdır.

Bu yazı, bu ziyaretin hangi jeopolitik, kültürel ve ekonomik motivasyonlara dayanabileceğini; Türkiye’nin ne tür kazanımlar, kayıplar veya taahhütler vermiş olabileceğini; iktidarın bu ziyareti neden olağanüstü bir dikkatle yönettiğini; toplumun neden yeterince bilgilendirilmediğini ve tüm bunların Türkiye’nin iç–dış politik dengeleri açısından ne ifade ettiğini sorgulayan bütünsel bir analiz sunmaktadır.

1. Ziyaretin Stratejik Bağlamı

    Türkiye’nin Uluslararası Konumunda Yeni Bir Dalgasallık

Papa’nın kimi ülkelere yaptığı ziyaretler çoğu zaman “dini liderlik” görüntüsünü aşarak bir yumuşak güç hamlesi niteliği taşır. Türkiye ise hem Müslüman dünyanın tartışmalı lider adayı, hem Avrupa kapısında bekletilen bir ülke, hem de küresel göç yollarının kritik bir düğüm noktasıdır.

Dolayısıyla böyle bir ziyaret, yalnızca “dini bir buluşma” değildir. Aynı zamanda:

  • Avrupa–Türkiye ilişkilerinin yeniden kurgulanması,

  • Orta Doğu gerilimlerinde yeni pozisyonlamalar,

  • Hristiyan dünyasının İslam coğrafyasına yönelik stratejik söylem üretiminde yeni bir dil arayışı

gibi daha geniş kapsamlı hesaplarla ilişkilidir.

2. Vatikan’ın Türkiye’den Ne Bekliyor Olabileceği?

    1. Dini Diplomasi

Vatikan, son 20 yıldır “diyalog diplomasisi” üzerinden İslam dünyasında sembolik ortaklıklar kurmaya çalışmaktadır. Türkiye ise laik devlet geleneği, Sünni çoğunluğu ve tarihsel patrikhane bağlamı nedeniyle benzersiz bir muhataptır.

Muhtemel beklentiler:

  • Fener Rum Patrikhanesi’nin uluslararası statüsüne ilişkin yeni açılımlar,

  • Hristiyan azınlık haklarına dair daha geniş protokoller,

  • Kültürel miras statüsünde bazı tarihî yapıların yeniden düzenlenmesi.

    2. Jeopolitik Müzakereler

Papa'nın diplomatik gücü özellikle Avrupa Birliği içinde kamuoyu etkisi bakımından küçümsenemez. Bu nedenle Vatikan şu alanlarda Türkiye’yi etkilemek istemiş olabilir:

  • Sığınmacı politikaları,

  • Orta Doğu’daki çatışmalarda Türkiye’nin konumlanışı,

  • Türkiye’nin Rusya–NATO arasında giderek kırılan denge politikası.

    3. Ekonomik ve Lojistik Denge

Her ne kadar Papa doğrudan ekonomik bir aktör olmasa da Vatikan’ın finans ağları ve uluslararası yardım kuruluşları Türkiye ile insani, kültürel ve sosyal projeler üzerinden çeşitli ortaklıklar geliştirme kapasitesine sahiptir.

3. Türkiye İktidarının Ziyareti Olağanüstü Sahiplenmesinin Nedenleri

    1. Uluslararası Meşruiyet Arayışı

Ekonomik daralma, demokratik gerileme tartışmaları ve uluslararası baskılar iktidarı dış destek arayışına yöneltmiş olabilir. Papa’nın sembolik onayı, Avrupa kamuoyunda Türkiye’nin “diyalogla çözülebilecek bir ülke” olarak gösterilmesine katkı sağlar.

    2. İç Politikada Yeni Bir Yumuşama İmajı

Toplumda artan kutuplaşma, ekonomik baskı ve sosyal sıkışma, hükümeti yeni bir iletişim stratejisine itmiş olabilir. Papa ziyareti:

  • “Dışarıda kabul gören güçlü Türkiye” algısı,

  • “İnançlar arası hoşgörü ve barış” söylemi,

  • “Türkiye’nin küresel aktörlüğü” imajı

için uygun bir fırsat sunar.

    3. Kritik Bilgilerin Halktan Gizlenmesi

Her devlet bazı diplomatik süreçleri gizlilikle yürütür; ancak gizlilik arttıkça şu sorular kaçınılmaz hâle gelir:

  • Hangi tavizler verildi?

  • Hangi uzun vadeli anlaşmalar imzalandı?

  • Bu ziyaret yalnızca bir imaj çalışması mı, yoksa daha derin bir hazırlığın parçası mı?

İktidarın bu ziyareti olağanüstü sahiplenip toplumla sınırlı bilgi paylaşması, şeffaf olmayan müzakerelerin yürütüldüğü izlenimini güçlendirmektedir.

4. Toplumsal Etki ve Algı

    1. Sessizliğin Nedeni: Bilgi Yoksunluğu

Türkiye toplumunun ziyarete dair görünür bir tepki vermemesi ilgisizlikten değil; bilgilendirilmemekten kaynaklanmaktadır. Kamuoyu içerik, amaç ve sonuçlar hakkında net bilgi alamadıkça sağlıklı değerlendirme yapamaz.

    2. Diyanet–Vatikan Dengesi

Papa’nın Türkiye’de olağanüstü ağırlanmasına karşın:

  • Diyanet’in rolü,

  • İslam dünyasının tepkisi,

  • Türkiye’nin kendi dini kurumlarının pozisyonu

konusunda kamuoyuna açık bir değerlendirme sunulmamıştır. Bu durum, iç–dış politika arasında sıkışmış bir dini diplomasi görüntüsü yaratmaktadır.

5. Ziyaretin Türkiye Açısından Olası Sonuçları

    1. Yumuşak Güç Kazancı

Türkiye bu ziyaret sayesinde Avrupa kamuoyunda yeniden “köprü ülke” imajını güçlendirme fırsatı bulmuş olabilir.

    2. Dış Politika Bağımlılıklarının Derinleşmesi

Her sembolik destek, karşılığında beklenen bir politik ayarlamayla gelir. Bu nedenle uzun vadede:

  • AB politikalarına uyum baskısı,

  • Sığınmacı rejimlerinde yeni yükümlülükler,

  • Azınlık statüleri konusunda genişletilmiş düzenlemeler

gündeme gelebilir.

    3. İktidarın İç Politik Hesapları

Papa’nın ziyareti iktidar için bir “iç politika manevrası” işlevi de görebilir:

  • Yeni barışçıl imaj,

  • Uluslararası destek görüntüsü,

  • Ekonomik beklentiler.

6. Bu Ziyareti Sorgulamak Bir Toplumsal Görevdir

Papa’nın Türkiye’ye yaptığı derinlikli ziyaret yalnızca bir dini liderin misafir edilmesi değildir. Bu ziyaret:

  • Türkiye’nin jeopolitik rotası,

  • İç politik meşruiyet arayışı,

  • Uluslararası baskılar,

  • Kültürel diplomasi,

  • Azınlık statüleri,

  • AB ilişkileri,

  • İnsani ve ekonomik tavizler

gibi onlarca parametrenin kesişiminde duran karmaşık bir olaydır.

Bu nedenle sorulması gereken temel sorular şunlardır:

  • Bu ziyaretten Türkiye ne aldı?

  • Ne verdi?

  • Gizli veya yarı gizli protokoller var mı?

  • Hangi uluslararası baskılar bu süreci tetikledi?

  • Bu ziyaret iç politikada nasıl kullanılacak?

  • Topluma neden kapsamlı bilgi verilmedi?

Bu soruları sormak şüphecilik değil; sorumlu bir insan olmanın gereğidir. Çünkü bir ülke ancak sorgulayan bir toplumla kendini koruyabilir.

Bahadır Hataylı / 27.11.2025 / Sancaktepe – İstanbul

20 Kasım 2025 Perşembe

İftarda Kolbastı

 

Toplumsal Cinnetin Eşiğinde Bir Memleket Analizi

Güneşi kovalıyorum sanıyorum; meğer o beni adım adım takip ediyormuş. İnsan bazen öyle bir ruh hâline bürünür ki, neyi kovaladığını, neden kaçtığını, asıl tehlikenin nereden geldiğini ayırt edemez. Ben de Güneş’le böyle bir oyunun içindeyim işte. Nereye gitsem o benden önce beliriyor, sanki yüzüme tutulan bir projektör gibi, saklanacak yer bırakmıyor. Biliyorum, aranızdan “Bu ne biçim söz böyle?” diye soracaklar çıkacak. Ama samimi olayım, ben de Temel gibi içimden geçenleri karşımda biri varmış gibi söylerim; kimi zaman severek, kimi zaman küfrederek. Yoksa insan kendi kendine konuşurken yakalanınca hemen “deli” damgasını yapıştırıyorlar. Ben de kendi yöntemimle hem aklımı hem kalbimi idare etmeye çalışıyorum; siz nasıl anlamak istiyorsanız öyle anlayın, ama ben bildiğimi okumaya devam edeceğim.

Bilirsiniz: “Bir ülkede cisimlerin gölgeleri boyundan uzunsa, orada güneşin batışı yakındır.” Benim de derdim tam olarak bu. Çünkü bu topraklarda gölgeler uzuyor, uzadıkça insanın yüreğine bir karanlık çöküyor. Ben “Güneşi mi kovalıyorum, o mu beni kovalıyor?” diye lafa girip meseleyi yumuşatarak anlatayım istedim; bir anda korkutmayayım diye. Çünkü toplum öyle bir noktaya getirildi ki, nefes alamaz hâle gelen insanların üzerine bir de “Hazırlıklı olun, çok kötü günler geliyor” diye bas bas bağıranlar oldu. Ben ise o boğucu hâli biraz yumuşatmak istedim. Zira bu memlekette neye alışmadık ki; buna da alışacağız elbet.

Toplumun Bunalım Eşiği, Bireysel cinnetten Toplumsal Cinnete

Bugün bir insanın cinnet geçirmesi vakayı adiyeden oldu. Çünkü herkes diken üstünde. Öfke birkaç saniyede infilak etmeye hazır bir bomba gibi. Sokağa çıksan kavga, trafikte öfke, markette itiş kakış, evde gerilim... Evinde huzur bulamayan, sokakta nefes alamayan insanların ruhu bir çelik tel gibi gergin. Bir şehrin tek bir kişiye ait sinir sistemi olsaydı, emin olun ki ambulansla psikiyatri servisine çoktan kaldırılmış olurdu.

Toplumun ruh sağlığı diye bir şey var idi; şimdi o bile lüks hale geldi.

Eskiden cinnet bireyseldi; bir kişinin psikolojisi bozulurdu, bir kişi patlardı. Bugün ise tablo değişti: Toplumsal cinnet ortamı ağır ağır mayalanmış durumda. Herkes öfkeli, herkes huzursuz, herkes aynı anda patlamaya hazır. Ekonomik bunalım, adaletsizlik hissi, güvensizlik duygusu, gelecek kaygısı, huzurun yok oluşu… Bunların birleşimi öyle bir “ortak ruh hâli” oluşturdu ki, artık mesele tek tek bireylerin patlaması değil; toplumun bütününde bir kolektif infilak riskinin dolaşmasıdır.

Gölge uzuyor… Bu gölge sadece siyaset üstüne düşmüyor; insanın ruhunun üzerine de düşüyor.

“Afifikon"Değil"Görülen gerçeğin Afakı 

Afaki konuştuğumu sananlar olabilir. Konuşacağım. Çünkü afakta var olanı söylemek yürek ister. Bazıları telsiz bozulmuş gibi gerçeği duymaz, bazıları da duymak istemez. Oysa ben gaybı bildiğimden değil; dünyada olup biteni takip edip insan ruhunun nereye doğru kaydığını sezdiğimden söylüyorum.

“Kısa kes, aydın havası olsun” diyeceksiniz belki. Ama biz bu topraklarda aydın havası da oynadık, zeybek de, horon da. Ne oynadıysak kimse görmedi; kimsenin umurunda olmadı. Şimdi ise korkarım ki bir millet olarak topluca kolbastıya doğru gidiyoruz. Ama öyle bir kolbastı ki, Giresun sahiplenemez, Trabzon üstlenemez. Çünkü bu kolbastı neşenin değil cinnetin oyunu olacak. Patlamaya hazır bir sinir sistemiyle oynanan bir oyun…

Bir millet cinnet geçirirse, hiçbir şehir o oyuna sahip çıkamaz.

İftar Sofraları ve Sakak Gösterisine dönüşen şatafat 

Ramazan ayı… Dinin özü olan sadelik, mütevazılık ve paylaşmanın yerini gösteriş aldı. Kimi belediyeler sanki bir yarıştaymış gibi sofraları caddelere, pazarlara kurdu. “Senin sokak mı kalabalık, benim cadde mi?” yarışına dönmüş bir iftar kültürü… İnsanların cebindeki son parayla çocuklarına bir ayakkabı alıp alamayacağını düşündüğü günlerde, birileri piramit gibi yükselen servet kulelerini daha yukarıya taşımayı dert eder oldu.

Evet, bu gösteri Guinness rekorlar kitabına girer ama insanların kalbine giremez.

Kalbinde huzur olmayan toplumda iftar bile insanı birleştirmez; sadece ayrıştırır.
Yine kolbastı metaforu işte:
Bu gidişle ülkenin her mahallesinde kendi ritmiyle patlayan sinirlerin dansını izleyeceğiz.

Matadorlar Boğalar ve Geleceğin kara perdesi 

Dış politikada öyle bir oyun oynanıyor ki, insan hangi rolün bize ait olduğunu anlamakta güçlük çekiyor. Matador muyuz? Boğa mıyız? Yoksa boğa bakıcısı mı? Herkes bize övgüler düzüyor: “Tarih boyunca galibiz, NATO’nun en güçlü ordularından biriyiz, falan filan…” Bu övgüler insanın kulağına sürur verir belki ama akılla bağdaşmaz.

Zira boğanın boynuzu matadoru çenesinin altından takıp havaya kaldırdığında gerçek ortaya çıkar.
İşte o anda “menajerimiz” dediğimiz güçler yan çizip “Ben parayı boğaya oynamıştım” derse şaşırmayın.

Dünya siyasetinde kurdun açlığı, tilkinin kurnazlığı, kartalın gölgesi vardır; safiyet yoktur.

Biz ise çoğu zaman arenaya alkışla girip cenazeyle çıkıyoruz.

Körleşen Toplumsal Basiret 

Toplumun gözü karardı. Basiret dediğimiz şey ya kayboldu ya da bilinçli olarak köreltildi. Artık insanlar doğruyu görse bile yorumlayamıyor. Çünkü sürekli kriz yaşayan bir toplumda düşünme yetisi bile yorulur. Sürekli kaygı bombardımanı altında olan birey artık sağlıklı karar veremez. Sonuç: Kolektif bilinç bulanması.

O yüzden batıya mı gidiyoruz, doğuya mı dönüyoruz, matador mu olduk, boğa mı olduk, yoksa arenada izleyici mi kaldık anlayamıyoruz.

Sahte Menajerler ve Çöldeki İftar Tuzağı 

İnsan aç kalınca doğruyu göremez. Yorgun düşünce güveni yanlış yere teslim eder. Çölde iftar saatini beklerken bize yaklaşan o “menajer” gibi…
Ağzı ballı, gönlü tilki yüreğiyle dolu…

“Size sofra hazırladım, siz benim için çok değerlisiniz” diyenlerin çoğu, sofranın tam ortasına bombayı yerleştirenlerdir. Siyasette, ekonomide, dış ilişkilerde fark etmez; bu her yerde geçerlidir.

Toplumun ruh hâli de tam böyle işte:
Aç, yorgun, bunalmış, bir lokma huzura muhtaç…
Bu hâlde olan topluma bir bomba patlasa paramparça olacak. Çünkü zaten içten içe bölünmüş, sinirleri lime lime olmuş, zihni yorgun düşmüş bir millet var.

İşte toplumsal cinnet dediğimiz şey de burada başlıyor.

Tilki ve Kurt hikayesi-Bugünün Aynası 

Tilki tuzağı görür, kurt görmez. Tilki oruçluyum der, kurt inanır.
But patlayınca tilki “Top atıldı, şimdi iftar ediyorum” diyerek kurnazlığını konuşturur.
Bugün Ortadoğu, Kuzey Afrika, dünya politikası tamamen bu hikâyenin geniş ölçekli versiyonudur.

Biz ise çoğu zaman yaralı kurt gibi savruluyoruz.

Toplumsal Cinnetin kıyısındaki Gemi 

Afakta gördüğüm manzara bundan ibaret:

Bir milletin sinir sistemi kopmanın eşiğinde.
Gölgeler uzuyor.
Güneş batıya doğru sallanıyor.
İnsanların ruhu çıplak, sabır payı erimiş, toplum kolektif bir patlamanın kıyısında.

Bunun nedeni sadece ekonomi değil; sadece siyaset değil; sadece küresel güç oyunları değil.
Hepsi birden.

Toplumsal cinnet böyle birikiyor işte.
Ve ben sadece güneşi kovalamıyorum; gölgeleri de izliyorum...

Erol Kekeç

YIL:26.08.2011 SAAT:16.35-17.20 

ÇENGELKÖY/İST 

NOT:ORTADOĞU VE KUZEY AFRİKA’DA TÜRKİYE GEMİSİNDE BİR YOLCULUK....

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!