Bu Blogda Ara

23 Temmuz 2025 Çarşamba

Çıkarın Tapınaklarında İnsanlığın Helaki

 


Kutsalın Kurbanı Çıkarların Tahta Kurulduğu Dünya

“Çıkarların kutsallaştığı bir dünyada, tüm kutsalları bu kutsala kurban edersiniz.”
 Erol Kekeç, 2014/Aykırı Düşünceler-Kitabımdan

Kutsal; bir toplumun en derin duyarlıklarını, en sarsılmaz inançlarını ve varoluş gayelerini içinde taşıyan, dokunulmaz addedilen değerler manzumesidir. Bu değerler bazen Allah inancı, bazen adalet ilkesi, bazen insan hayatı, bazen de bir milletin haysiyetidir. Ancak son yüzyılda, özellikle de son birkaç on yılda yaşanan ahlaki çözülme ve küresel sistemin yön değiştirmesiyle birlikte, artık kutsal olan şey bambaşka bir kavrama evrilmiştir: çıkar.

Ve bu çıkar yalnızca bireysel değil; küresel, kurumsal, siyasi, ekonomik, hatta dini kılıklara bürünerek işlev gören kolektif bir ‘kutsal’ haline gelmiştir.

Kutsalın İtibarsızlaşması ve Çıkarın Kutsanması

Dünyanın hemen her yerinde dinler, ilkeler, değerler ve etik kurallar; iktidar ve para uğruna sistematik olarak ya göz ardı ediliyor ya da yozlaştırılıyor. Artık “adalet” güçlü olanın lehine çalıştığında meşru sayılıyor. “İnanç” iktidara meşruiyet sağladığında kıymetli, aksi halde hedef haline geliyor. “İnsan hakları” yalnızca Batılı çıkarların lehine olduğunda anımsanıyor. Ve en sarsıcısı, insan hayatı dahi artık pazarlanabilir, satın alınabilir, takas edilebilir bir değere indirgenmiş durumda.

Bu sürecin temelinde, çıkarın mutlak değer haline gelişi yatıyor. Artık kimse “doğru olanı” değil, “işine yarayanı” savunuyor.

Ortadoğu’da Kutsalın Katli

Gazze, 2023–2025 döneminde insanlık tarihine geçecek bir vahşetle yerle bir edilirken, dünya kamuoyunun çoğu sessizliğe gömüldü. Çünkü ticari anlaşmalar, doğal gaz boru hatları, savunma sanayi ihaleleri, kredi notları ve diplomatik çıkarlar; bir halkın yaşama hakkından daha kıymetliydi artık. Binlerce çocuk öldü, kadınlar enkaz altında kaldı, hastaneler bombalandı. Ve sözde "medeniyetler", yalnızca kendi ticari çıkarlarının zarar görmemesi için suskun kaldılar. En trajik olanı ise bazı Müslüman ülkelerin bile, kendi ekonomik ve siyasi çıkarları uğruna bu zulme göz yummasıydı.

Bir yanda Kur'an'ın “Bir insanı öldüren tüm insanlığı öldürmüş gibidir” (Maide/ 32) ayeti duruyordu; diğer yanda ise silah anlaşmaları, ekonomik iş birlikleri ve siyasi koltuk hesapları...

İşte burada bu söz tokat gibi çarpıyor yüzümüze: Kutsal olanı değil, çıkarı merkeze aldığınızda, her şeyi bu yalancı tanrıya kurban edersiniz.

Dinin Çıkar Aracına Dönüşmesi

Siyaset, tarih boyunca din ile yakın ilişki içinde olmuştur. Lakin son yıllarda bu ilişki, inançla değil; çıkarla, imajla ve oylama aritmetiğiyle şekillenen bir araçsallığa dönüşmüştür. Din, insanların iç huzurunu, ahlaki yönünü ve toplumsal barışı güçlendirmesi gereken bir mecra iken; günümüzde bazı siyasetçiler tarafından yalnızca seçmen manipülasyonunun aracı olarak kullanılır hale gelmiştir.

Camiler artık ibadet için değil; miting alanı olarak kullanılıyor. Hacılar değil, siyasetçiler konuşuyor. Hutbelerde mazlumdan değil, mevcut iktidardan bahsediliyor. Allah'ın adı, halkı uyandırmak için değil; belli politikaları meşrulaştırmak için anılıyor. Ve bu durum, inancın içini boşaltmakla kalmıyor, gerçek manada kutsal olanı da itibarsızlaştırıyor.

Bugün din; dürüst olmanın, hakkı gözetmenin, adil davranmanın değil; kendi çıkarını “kutsal” göstermek isteyenlerin reklam panosuna dönüştü.

Aile, Eğitim, Gençlik ve Değerlerin Pazara Kurban Edilişi

Bir diğer yıkım da ailenin çözülmesinde gözlemleniyor. Toplumun çekirdeği olan aile; artık televizyon dizileri, sosyal medya kültürü ve kapitalist tüketim alışkanlıklarıyla delik deşik edilmekte. Sevgi yerini statüye, merhamet yerini gösterişe, fedakârlık yerini "konfora" bırakmış durumda.

Gençlik ise eğitilmek yerine yalnızca 'başarı' ve 'para' odaklı bir yarışa sokuluyor. “İyi insan ol” demiyor kimse, “iyi bir kariyerin olsun” diyor. Öğretmenler, anne-babalar hatta dini figürler bile artık gençlere ahlakı değil, başarıyı vaaz ediyor.

Ve böylece “erdem” değersizleşiyor; yerine “başarılı ol yeter” gibi içi boş sloganlar geçiyor. Başarının ölçüsü ise çoğu zaman çıkarla ölçülen, para ve güç eksenli bir sistemin gereçleri oluyor.

Sağlık ve İlaç Sektörü İnsan Değil, Kazanç Öncelikli

Dünyada milyarlarca dolarlık bir ilaç ve sağlık endüstrisi var. Ancak bu sektörlerde bile çıkar kutsallaştırılmış durumda. İlaç şirketleri daha fazla kâr edebilmek için kimi zaman hastalıkların tedavisini değil, sürekliliğini hedefliyor. Yeni ilaçlar bulunuyor ama fiyatları öyle yüksek ki sadece "parası olan" hayatta kalabiliyor.

Sanat, Medya ve Kültür, Vicdanın Değil Reytingin Peşinde

Sanat, eskiden bir hakikati dillendirme, bir duyguyu paylaşma, bir çığlığı aktarma biçimiydi. Günümüzde ise tıklanma, izlenme, paylaşılma oranları sanatın kalitesini değil, pazarlanabilirliğini belirliyor.

Medya, halkı bilgilendirme sorumluluğundan çoktan vazgeçmiş durumda. Artık haberin doğru olması değil, işine yaraması önemli. Siyasi bir çıkar grubunu memnun etmeyen gerçekler yayınlanmıyor. Ya da tamamen tersine çarpıtılıyor. Ve böylece “gerçek” bile artık çıkar uğruna kurban edilen bir başka kutsala dönüşüyor.

Küresel Düzen Firavunlar, Kitleler ve Yeni Putlar

Firavunlar, her çağda vardı. Kimi zaman  krallar, kimi zaman bir şirket patronu, kimi zaman da küresel bir finans kuruluşu olarak karşımıza çıktılar. Hepsinin ortak özelliği; çıkarlarını tanrılaştırmalarıydı. Ve bu tanrılara ulaşmak için her değeri ayaklar altına aldılar. Savaşlar çıkarıldı, darbeler yapıldı, milyonlar göçe zorlandı, insanlar acılarla yaşamak zorunda kaldı.

Bugün dünyayı yöneten güçler; petrol, doğalgaz, stratejik yeraltı kaynakları ya da veri ağları üzerinden insanları manipüle eden çıkar çetelerine dönüştü. Afrika’nın çocukları açken, Avrupa'nın çöpleri bile lüks dolu. Çünkü çıkar; coğrafi sınır, etnik köken, dini inanç tanımayan yeni bir puttur artık.

Türkiye’de Çıkarın Kutsallaşması ve Değer Erozyonu

Türkiye’de de benzer süreçler yaşanmakta. Liyakatsiz atamalar, torpil sistemi, kamuda yandaş kollama, projelerde yolsuzluk iddiaları, imar rantları, tarikatlar eliyle dinin çıkar aracı haline getirilmesi, halkın dini duygularının seçim zamanları sömürülmesi...

Bir yandan camide hutbe okunurken, diğer yandan yolsuzluk dosyaları bir bir üstü örtülüyor. Bir yandan “ümmet” vurgusu yapılırken, öte yandan Filistin için “kınama” dışında hiçbir ciddi adım atılmıyor. Çünkü çıkar, hem iç siyasette hem dış ilişkilerde, “kutsal” hale gelmiş durumda.

Çözüm Nerede?

Bu yozlaşmanın panzehiri; yeniden değerleri merkeze almaktır. “Doğru” olanın, “işimize gelen” olandan daha kıymetli olduğunu öğretmeliyiz. Aileden başlayarak okulda, camide, sosyal medyada, siyasette; her alanda çıkarı değil adaleti, merhameti, vicdanı, ahlakı kutsamalıyız.

Zira kutsal olan her şeyin kurban edilmesi, en sonunda toplumun kendi varoluşunu da yok edecektir. Herkes kazandığını zannederken, hep birlikte tükeniriz.

Bir Seçim Zamanı

Artık herkesin bir tercih yapma zamanı geldi: Ya çıkarın tanrılaştığı bu düzenin figüranları olacağız ya da kutsal olanın tekrar yüceltilmesi için bedel ödeyenler arasında yer alacağız. Bu dünyada bir bedel ödemeden, hakikatin tarafında kalmak mümkün değildir.

Unutmayalım;

“Çıkarın kutsallaştığı bir dünyada,
kutsal olanı korumak;
cesaretin değil, insanlığın ölçüsüdür.”

Erol Kekeç/18.07.2025/Sancaktepe/İST 

21 Temmuz 2025 Pazartesi

Ferman gibi bir hayat Adam gibi bir Babanın ardından

1994’ün Temmuz ayıydı. Havanın içi bile yanıyordu. Dünya kendine göre dönüyor ama benim dünyam durmuştu. Saat 18.05’i gösterdiğinde, bir kapı daha kapandı, bir hayat daha toprağa girdi ama bir ferman da o anda mühürlenmişti: Adamlığın fermanı...

Ben babamın oğluyum. Bu öylesine söylenmiş bir cümle değildir. Bu bir soy bağını değil, bir ruh bağını, bir ilke zincirini, bir omurga mirasını anlatır. Çünkü benim babam, adamların tükendiği bir çağda “adam olmak” ne demektir diye yazdı yüreğime; bir alfabe gibi, harf harf, iz iz, can can…

O adam ki, adaletin olmadığı yerde din de olmaz derdi. “Cami doluysa, mahkemeler niye dolu evladım?” diye sorduğunda on üç yaşındaydım. Bir anda içimde bir şeyin yıkıldığını hissettim; dışarıdan değil, içeriden... O yaşta anlamıştım ki, adalet bir tabela değilmiş, bir mimari değil, bir sistem değil... bir duruşmuş. Ve işte o duruşu bana veren, ne bir okul oldu, ne bir üniversite, ne bir kitap. Bana babam verdi.

Onun ölümü, bir adamın ölümü değil; bir çağın kapanışıydı benim için. Çünkü o, gece yarısı bir komşunun kapısını çalıp, “Çocuğun hastaymış, gel seni hastaneye götüreyim,” diyebilecek kadar vefalıydı. Kimseye “Ben sana iyilik yaptım” demedi. Çünkü yaptığı iyiliği, bir lütuf değil, bir görev bilirdi.

Düşünüyorum da, babamın bana verdiği eğitimi, dünyadaki hiçbir müfredat karşılayamazdı. O, yaşadığı gibi öğretti. Ve öyle bir adamdı ki, onunla yaşadığım her gün bir ders, her anı bir nasihat, her hatırası bir ferman gibiydi.

Şimdi, onun ardından bu öyküyü kaleme alırken, kalbimden damlayan her kelime, onun gölgesidir. Bir babanın gölgesi, güneşin gölgesinden serindir. Çünkü içinde vakar, şefkat ve iz bırakır. Ben o gölgenin çocuğuyum.

Adamlık Alfabesi 

Babamın ilk harfi “A”ydı. Ama bu A harfi, “adamlık” demekti. Adamlık onun için sadece erkek olmak değildi. Sözünün eri olmak, elinle değil yüreğinle yaşamak, zayıfı ezmemek, haksızlığa el uzatmamak demekti.

Bir gün pazarda yaşlı bir amcayla pazarcı tartıştı. Herkes izliyordu. Babam araya girdi, tartışmayı ayırdı. Yaşlı adamın filesini taşıyıp evine kadar götürdü. Döndüğümüzde, “Baba neden yaptın bunu?” dedim. “Çünkü adam olmak, haksızlığı değil, hakkı taşımaktır evladım,” dedi.

İşte bu benim ‘adamlık alfabemde’ ilk harfti. Ardından ‘D’ geldi. Dürüstlük... Babamın ağzından yalan çıktığını görmedim. Ne çıkarı için, ne korkusundan... Ne makam, ne para, ne koltuk... Hiçbiri onun doğruluğunu eğip bükemedi.

Sonra ‘A’ yeniden geldi: Adalet. O, sadece adalet derdi. Din, namaz, oruç, hepsi onundu ama “Adaletsiz bir inanç, putperestlikten beterdir,” derdi. “Allah kul hakkıyla karşıma çıkarmasın beni,” diye dua ederdi.

Ve ‘M’ harfiyle tamamlandı adamlık alfabesi: Merhamet. Bir sokak köpeğine ekmek verdiğinde, “Allah onun üzerinden bize acıyı öğretiyor,” derdi. Evimizin arka bahçesindeki kiraz ağacının ilk meyvesini komşuya gönderirdi. Çünkü merhamet, onun için sadece acımak değil, paylaşmaktı.

Zamanın tahribatına direnen inşaat 

Zaman, adamları yavaş yavaş aşındırdı. Televizyonlar, cep telefonları, şatafatlı hayatlar, sözünü tutmayan büyükler, gözünü kaçıran küçükler derken, gerçek adamlar azaldı. Ama babam, o yıkıma direnen bir taş ustası gibiydi. Her sabah abdestle başlar, her akşam “Bugün kimseye eziyet ettim mi?” diye kendini yoklardı.

Hayatını bir yapı gibi ördü. Temeline dürüstlük koydu, kolonlarını sabırla dikti, çatısını dua ile örttü. Ve bu yapının anahtarı bana düştü. O yüzden onun ardından düşen sadece bir cenaze değildi; düşen, benim sorumluluğumdu.

Yaşamanın manasına Dair bir ferman 

Bugün, onun ölümünün yıl dönümünde, ben artık onun yaşı kadar değilim ama onun yürüdüğü yolda ayaktayım. Bu hikâye, sadece bir baba-oğul hikâyesi değil. Bu bir çağrı, bir ferman, bir uyarıdır:

Ey insanlar! Adamlık cinsiyette değil, kişilikte aranır. Adalet, konuşmalarda değil, tutumlarda yaşar. Merhamet, afişte değil, sofrada paylaşılır. Ve din; ritüel değil, karakterdir.

Babam öldü ama bana bir yol bıraktı. Bana bir ferman yazdı, yüreğime mühürledi: “İnsan gibi yaşa ki, bir gün insan gibi hatırlanasın!”

Bu öykü burada bitmez. Çünkü bir adamın mirası, mallarla değil, izlerle ölçülür. Babamın bıraktığı izler, gölgelerden değil, güneşten daha belirgin.

O yüzden bu öykü, bir babanın ardından yazılmış bir ağıt değil; bir çağrı, bir ferman, bir diriliştir. Ve bu satırları okuyan herkes, kendi adamlık sınavını yeniden düşünsün:

  • Bugün birine haksızlık ettin mi?

  • Mazluma arka çıktın mı?

  • Eline, beline, diline sahip oldun mu?

  • Çocuğunun gözünün içine bakınca utanıyor musun?

  • Allah’ın huzurunda kendini savunabilir misin?

İşte babamın her gün sorduğu sorular... Ve benim her gün cevap aradığım aynalar...

Rabbim, o güzel adamı rahmetinle kuşat. Onun yüreğine yazdığın o fermanı, bizim ellerimize de ver. Onun gibi yaşayanlara, onun gibi ölenlere, onun gibi dirilenlere nasip eyle...

Ben babamın oğluyum. Ve onun adını yaşatmak için, adam gibi yaşamak zorundayım.

Bu öykü onun için. Ama aslında hepimiz için...

Erol Kekeç/20.07.2025/Sancaktepe/İST

Prangaların Rengi Yeşil Oldu Artık

Bugünün dünyasında insanlık büyük bir yol ayrımında. Bir yanda iklim krizi, çevresel çöküş ve doğal kaynakların tükenişi gibi gerçek ve yakıcı tehditler; diğer yanda bu tehditleri bahane ederek toplumları kontrol altına almaya çalışan küresel güçlerin projeleri. Bu iki uç arasında, halkı koruma iddiasıyla görev yapan ama aslında bu küresel planların taşeronluğunu üstlenen yöneticiler yer almakta. Ve ne yazık ki bu yöneticiler, "müjde" adı altında sundukları her düzenlemeyle halkı biraz daha prangalara vurmakta, onları yoksulluğa, bağımlılığa ve en önemlisi ruhsuzluğa sürüklemektedir.

Sözde "İklim Kanunu" ile birlikte ortaya konan sistemin, nasıl bir toplumsal kölelik düzeni inşa ettiğini, halkı kandıran yöneticilerin bu düzende nasıl bir ihanetin aktörü olduklarını ve bu ihanetin toplumsal dokuda nasıl büyük yaralar açtığını bu yazıda ele alacağız... 

İklim Kanunu’nun Arkasındaki Gerçek Amaç

İklim Kanunu, ilk bakışta çevreyi korumaya yönelik bir düzenleme olarak sunulsa da, aslında bireyin yaşam hakkına, özgürlüğüne ve temel ihtiyaçlarına doğrudan müdahale eden, küresel kartellerin ve teknolojik oligarkların güdümünde şekillenen bir tahakküm aracıdır.

Bu düzenlemenin vaat ettiği şeyler, doğayı korumak gibi saf ve temiz bir hedef değil; aksine, insanların yaşam tarzını dönüştürerek onları sistemin köleleri haline getirmektir. Artık doğa adına bireyin ne yiyeceğine, ne giyeceğine, nasıl seyahat edeceğine, hangi teknolojiyi kullanabileceğine başkaları karar verecek. Ve bu kararlar, ulusal egemenlik değil, küresel çıkarlar tarafından belirlenecek.

İhanetin Maskesi Müjdeler

Yöneticiler, bu düzenlemeleri halka sunarken hep aynı dili kullanıyor: "müjde". Her müjde bir zincir, her düzenleme bir kelepçedir. Doğal et pahalı hale getirilecek, çünkü küresel şirketlerin üretim modeline uygun değil. Tarım, hayvancılık köylünün elinden alınacak çünkü yerli üretim sistemin kâr düzenini bozuyor. Yapay et, böcek proteinleri yasallaşacak çünkü gıda sektörü artık insan sağlığını değil, şirketlerin büyümesini önceliyor.

Ve bütün bunlar yapılırken, halkın gözünün içine baka baka "yerli ve milli" denilecek. Oysa hiçbir şey yerli değil; sadece halkın kandırılma yöntemi millileştirilmiş durumda. Sahte bir aidiyet duygusu yaratılarak yapılan her baskı, sanki halkın yararına bir uygulamaymış gibi sunulacak. İşte ihaneti bu kadar tehlikeli ve sinsi yapan da budur.

Halkın Doğal Haklarına Müdahale

İklim Kanunu ile birlikte;

Kendi bahçende izinsiz domates bile yetiştirmen suç olabilir.

Giyeceğin kıyafet için kota konulabilir.

Benzinli araç kullanman zamanla suç haline gelebilir.

Seyahat hakkın "karbon ayak izin" nedeniyle sınırlandırılabilir.

Nakit para kullanımın engellenerek tüm ekonomik faaliyetlerin takip edilebilir hale getirilebilir.

Bunların her biri insan onuruna ve özgürlüğüne doğrudan saldırıdır. Bir insanın ne kadar kıyafet alacağına, hangi yemekleri tüketebileceğine ya da hangi şehirde kaç gün kalabileceğine başkalarının karar verdiği bir düzen özgürlük değil, dijital feodalizmdir.

Toplumu Puanlama Sistemi ve Dijital Kölelik

Sistemin en tehlikeli boyutu ise puanlama sistemidir. UTTS gibi sistemlerle vatandaşlar puanlanacak, karbon emisyonu bahanesiyle hayatlarının her alanı izlenecek, bu puanlar doğrultusunda ödüller veya cezalar verilecek. Tıpkı Çin’deki sosyal kredi sistemi gibi.

Bu düzenleme, toplumu ikiye bölecek: Sisteme tam boyun eğenler ve itiraz edenler. İtaat edenler belki geçici olarak ödüllendirilecek; ama özgürlüklerini kaybedecekler. İtiraz edenler ise sistem dışına itilecek, cezalandırılacak ve "uyumsuz bireyler" olarak toplumdan soyutlanacak.

Çiftçiye, Esnafa, Fakire Tuzak

Köylü tarlasını süremeyecek, hayvanını besleyemeyecek. Esnaf dükkânında nakit para kabul edemeyecek. Fakir pazardan doğal ürün bulamayacak. Zenginler ise bu sınırlamaların dışında tutulacak; özel jetleriyle seyahat edecek, özel çiftliklerinde organik ürün tüketecek. Tıpkı pandemi sürecinde olduğu gibi, kurallar sadece halka uygulanacak, elitler dokunulmaz olacak.

Yöneticilerin Halkı Aldatma Mekanizması

Bu noktada en büyük sorumluluk halkı temsil ettiğini iddia eden yöneticilerde. Çünkü bu düzenlemeleri doğrudan küresel sistemin dayatmaları doğrultusunda uygulamakta, halkı yanıltıcı dil, reklam ve medya yoluyla kandırmakta ve buna da "reform" ya da "geleceğe hazırlık" demektedirler. Oysa bu bir reform değil; halkı zincire vuran bir dönüşümdür.

İçinde bulunduğumuz çağ, yöneticilerin halka hizmet değil, efendilerine sadakat gösterdiği, müjde vaatleriyle halkı avutma dönemidir. Bu çağ ileride "ihanet çağı" olarak anılacaktır. Çünkü yöneticiler, halkın yaşam alanlarını savunacağına, onları küresel çıkarların hizmetkârı haline getirmiştir.

Çıkış Var mı? Evet, Ama...

Toplum olarak farkındalığımızı artırmak, her gelen yeni düzenlemeyi eleştirel bir akılla incelemek, yöneticilerden hesap sormak ve yerel üretim, dayanışma, doğayla uyumlu yaşam gibi alternatifleri yeniden inşa etmek zorundayız. Bu dönüşüm, sadece politik değil, kültürel ve ahlaki bir dirilişle mümkündür.

Bizler, özgürlüğün sadece slogan değil, yaşam tarzı olduğunu yeniden hatırlamalı; modern kölelik tuzaklarına karşı dik durmalıyız. Ancak o zaman gerçek anlamda yerli ve milli olabilir, küresel efendilerin kölesi olmaktan kurtulabiliriz.

İklim Kanunu gibi yasalar, niyetleri ne olursa olsun, içeriği itibariyle bireyi değil sistemi koruyan, insanı değil şirketleri yaşatan düzenlemelerdir. Ve bu düzenlemeleri halka "müjde" diye sunan yöneticiler, sadece görevlerini kötüye kullanmakla kalmamakta; aynı zamanda milletin geleceğine ihanet etmektedir.

Unutulmamalı ki;

Bizi cehenneme sürükleyenler, ellerinde müjde pankartları taşıyanlar olabilir.

Ama biz o cehenneme gönüllü yürümek zorunda değiliz.

Çünkü hakikat susmaz, halk uyanırsa zincir kırılır.

Ve her karanlık, bir sabaha gebedir.

Bahadır Hataylı/20.07.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!