Bu Blogda Ara

1 Ekim 2025 Çarşamba

Çağımız Firavunları ve Manipülasyonun Yüzü



İçinde bulunduğumuz çağ, pek çok unvanla anıldı: teknoloji çağı, bilgi çağı, hız çağı… Ama eğer hakikatin kalemiyle yazılacak olursa, bu çağın adı “Manipülasyon Çağı'dır." Çünkü insanlık, bugüne kadar belki de hiçbir dönemde bu kadar yoğun bir yanılsamanın, bu kadar güçlü bir aldatmanın ağına düşmedi.

Firavun ’un zulmü, tarihin affetmeyeceği zulümlerdendir. O, halkına açıkça baskı yaparken bile, sözlerini kandırıcı süslerle bezemeyi ihmal etmemişti: “Ben sizi en doğru yola götürüyorum” diyerek insanları sömürdü, zulmünü meşrulaştırdı. Tarih boyunca her zalim aynı yönteme başvurdu; ama bizim çağımızda bu düzenbazlıklar, iletişim teknolojileriyle birleşti ve bir “algı yönetimi” adı altında insanlığın en büyük zincirine dönüştü.

Bugün zalimler, toplulukları uçuruma sürüklüyor; fakat o uçurumun kenarına giden yolları, ışıklarla, parlak sözlerle, süslü vaatlerle donatıyorlar. İnsanların hoşuna gidecek işaretlerle yolları süslüyor, bir otoban gibi önlerine açıyorlar. O yolun sonunda cehennemin derinlikleri olduğunu ise kimse söylemiyor. İnsan ancak ateşin içine atıldığında anlıyor gerçeği; ama iş işten geçmiş oluyor.

Peki toplumlar neden böyle bir sona teslim olurlar? Çünkü sorumluluk almak istemezler. Çünkü ayağa kalkmak, risk almak, bedel ödemek yerine, hazır hazların gölgesinde uyumayı seçerler. Ta ki o hazların yerini acılar alana kadar…

Manipülasyonun Mekanizması

Zalimler, tarihin her döneminde aynı oyunu oynadılar: Toplumlarını fırkalara ayırdılar. Bir kısmını ödüllendirdiler, çünkü onların alkışlarına, desteklerine ihtiyaçları vardı. Zulümleri ortaya çıktığında onları gizleyecek olan da yine bu ödüllendirilmiş kesimlerdi. İşte bu yüzden zalimler, toplumun asla birleşmesini istemezler. Birleşen bir halkın gücü karşısında onların tahtları tuzla buz olurdu.

Manipülasyonun özü, gerçeği gizlemek değil sadece; aynı zamanda kötüyü iyi gibi göstermek, zulmü adaletmiş gibi sunmaktır. İnsanların önüne, içlerine boşaltılmış kavramlar koyarlar. Adaletsizliklere “özgürlük”, sömürüye “kalkınma”, köleliğe “güvenlik” adını verirler. Böylece toplumların ahlakı ve aklı tersyüz edilir.

Küresel Düzenin Yeni Maskeleri

Son 30 yılda dünyanın karanlık bir kaosa sürüklenmesinde aktif rol oynayan güçler, oyunu çok daha ustaca oynamaktadır. Ellerinde artık kılıçlar değil, ekranlar var; zincirler değil, reklamlar var; tehditler değil, süslü vaatler var.

Bugün insanlığı kandırmak için “küresel iklim krizi” adı altında, korkular büyütülüyor. Elbette çevreye duyarlılık önemlidir; ama bu duyarlılık, çoğu zaman sermayenin yeni sömürü alanına dönüştürülüyor. Aynı şekilde “nüfus artışı” denilerek insanlara, kendi çocuklarından bile korkmaları telkin ediliyor. Sanki insan fazlalık, sanki doğacak her bebek yükmüş gibi… Oysa Yaratıcı, rızkını vermeyeceği bir varlığı yaratmaz.

Peki “rızık daralıyor” safsatasının altında yatan gerçek nedir? Dünyanın nimetlerini tekellerine almış kapitalist dinozorların, insanlığın rızıklarını har vurup harman savurmasıdır. Belli toplulukların yok edilmesini meşrulaştırmak için, açlık ve yoksulluk bahanesi kullanılır. İnsanlara “kaynaklar yetmeyecek” diye korku pompalanır, ama asıl kaynakları tüketen o birkaç yüz aile, o birkaç dev şirket gizlenir.

Değerlerin İmhası

Zalim yönetimler bilir ki, bir toplumu ayakta tutan sadece ekmek değil; aynı zamanda değerlerdir. Bu yüzden değerleri hedef alırlar. İnsanların inançlarını, kutsallarını, vatanlarını, yaşadıkları toprağı birer manipülasyon aracı olarak kullanırlar. “Bir gün bu topraklar elinizden alınacak” korkusunu yayarlar, ama aslında o toprakların değerini çoktan yok etmişlerdir.

Bugün dünya karanlık bir dehlize doğru yol alıyorsa, bunun nedeni yalnızca zalimlerin güçleri değildir. Aynı zamanda toplumların değerlerini kaybetmeye razı olmasıdır. İnsanlar, üzerlerine yağan necis yağmurları “rahmet” zannedip başlarına koydukça, kendi erozyonlarını hızlandırmaktadır. Bir gün bakarsınız ki okyanusun ortasında batıyorsunuz; çünkü altınızdaki toprak çoktan sulara gömülmüştür. İşte manipülasyon böyle bir yok oluşa taşır insanı.

Kurtuluşun Yolu

Bunları anlamanın tek yolu vardır: Fanatik taraftarlıktan uzaklaşmak. Yöneticilerinizi, efendilerinizi birer ilah ya da kurtarıcı gibi görmekten vazgeçmek. Çünkü insanlar ancak hakkın rotasına göre değerlendirdiklerinde yeniden ayağa kalkabilirler.

Toplumların kurtuluşu, ortak akılda buluşmalarındadır. Manipülasyonların en büyük panzehiri, şeffaflık ve birliktir. Zalimler asla böyle bir birleşme istemezler; çünkü onların ömrü toplumların dağınıklığından beslenir.

Bir gün insanlar, “aydınlık karanlığı yok eder” gerçeğini kavradıklarında, sabahın yakın olduğunu anlayacaklardır. Sabahın doğması için tek bir şart vardır: İnsan, aklını kullanmalı; üzerine yağan kirli yağmurları rahmet sanmaktan kurtulmalıdır.

İnsanlığa Çağrı

Ey insanlık!
Unutma ki, karanlıklar sana aydınlık getirmez. Ama bir mum bile yandığında, en koyu karanlık parçalanır. Senin elinde yüzlerce, binlerce mum var: aklın, vicdanın, ortak iraden. Eğer bunları kullanırsan, zalimlerin büyüsü bozulur.

Sabah yakın değil mi?
Evet, sabah çok yakın. Ama yalnızca şu şartla: İnsan, hakikati görmek için gözünü açtığında; gerçeği duymak için kulağını temizlediğinde; haksızlığa karşı ayağa kalkmak için yüreğini güçlendirdiğinde…

O zaman Firavunların bütün orduları, bütün sarayları, bütün büyücüleri darmadağın olacaktır. Çünkü zalimlerin en büyük korkusu, halkın uyanışıdır.

Ve bil ki, uyanış merhametle gelir. Çünkü hakikat, sadece sertlik değildir; aynı zamanda şefkattir. Firavuna bile “yumuşak söz söyle” denildiyse, bugün biz de insanlığa sert hakikatleri, merhametli bir dilin içinde sunuyoruz.

Ey insanlık, ayağa kalk!
Karanlıkların seni yutmasına izin verme.
Zincirlerini kır, gözlerini aç, kulağını hakikate ver.
Çünkü sabah çok yakın…

Erol Kekeç/30.09.2025/Sancaktepe/İST

26 Eylül 2025 Cuma

Dışarıdan İthal Meşruiyet

ABD Büyükelçisinin Sözleri, İktidarın Krizi ve Türkiye’nin Geleceği

Türkiye son yıllarda giderek daha derin bir meşruiyet tartışmasının içine sürüklenmiştir. Bu tartışmanın en çarpıcı yönlerinden biri, artık iktidarın kendi milletinden değil, dış güçlerden –özellikle de ABD’den– meşruiyet arayışına  yönelmesidir. Ankara’daki ABD büyükelçisinin sözleri, F-16 ve F-35 dosyası etrafında gelişen pazarlıklar ve Washington’da kurulan diplomatik kulisler, iktidarın içerideki toplumsal desteğini kaybettikçe dışarıya tutunma refleksini açıkça göstermektedir.

Bu makalede, ABD büyükelçisinin Erdoğan’a dair “meşruiyet sorununu çözmesi” gerektiğine yönelik yorumları ve F-16 satışlarının Türkiye’deki siyasi denklemlerde nasıl bir koz hâline geldiği üzerinden, iktidarın iç meşruiyetini kaybedip dış meşruiyete sarılmasının tarihsel, siyasal ve ahlaki boyutlarını sorgulayacağız...

1. Meşruiyetin Kaynağı, Millet mi, Washington mu?

Siyasi bilimde meşruiyet, iktidarın toplum nezdinde kabul görmesi ve yönetme hakkının tanınmasıdır. Demokrasi, bu hakkın kaynağını millette görür. Ancak Türkiye’de iktidarın giderek dışarıya yaslandığını görüyoruz.

ABD büyükelçisinin şu sözleri dikkat çekici:

  • Erdoğan’ın “meşruiyet sorununu çözmesi” gerektiği,

  • Türkiye’nin alacağı F-16’ların aslında sadece bir askeri mesele değil, “iktidarın uluslararası sahada nefes almasının” yolu olduğu,

  • Erdoğan’ın uluslararası arenada varlığını sürdürebilmesi için Washington’un onayına muhtaç olduğu.

Bu cümleler diplomatik nezaketin çok ötesindedir. Açık bir itiraf niteliğindedir: iktidar, kendi halkına değil, ABD’nin stratejik çıkarlarına yaslandığı ölçüde ayakta kalabilmektedir.

2. F-16 Dosyası, Uçak mı, Meşruiyet mi?

Türkiye’nin F-16 alımı meselesi yalnızca savunma kapasitesiyle ilgili değildir. F-35 programından çıkarıldıktan sonra Ankara’nın Washington’la yürüttüğü pazarlık, aslında bir “siyasi kredi” meselesine dönüştü.

  • S-400 krizi sonrası yaptırımlarla köşeye sıkışan iktidar, F-16’lar üzerinden yeniden “NATO içinde kabul” arayışına girdi.

  • ABD tarafı ise bu dosyayı bir koz olarak kullandı; insan hakları ihlalleri, Rusya ile ilişkiler, bölgesel politikalar hep bu dosyanın gölgesinde tartışıldı.

  • Bugün geldiğimiz noktada F-16’lar, iktidarın Washington’dan aldığı “yaşam arası mola” hâline gelmiştir.

Yani mesele artık askeri değil, siyasi ve meşruiyetle ilgilidir. Bu uçaklar, sadece gökyüzünü değil, iktidarın ömrünü uzatmanın aracına dönüştürülmüştür.

3. İçerideki Çürüme, Hesap Vermeme Cüreti

İktidarın dışa bağımlı meşruiyet arayışı, içeride çok ciddi bir hesap vermeme kültürü doğurmuştur. Çünkü dış destekle ayakta duran bir yönetim, kendi halkına ihtiyaç duymaz.

  • Medya susturulmuş, eleştirel sesler kriminalize edilmiştir.

  • Yargı bağımsızlığını kaybetmiş, iktidarın aparatına dönüşmüştür.

  • Sivil toplum baskı altına alınmış, özgür alan daralmıştır.

Bu ortamda iktidar, halka hesap vermek yerine ABD’den aldığı onayla kendini güvenceye almaktadır. Sonuçta Türkiye, içeride meşruiyet krizini büyütürken dışarıya bağımlılığını artırmıştır.

4. Milliyetçi Retorik ve Dışa Yaslanma

İktidarın en büyük çelişkisi, içeride “milli ve yerli” bir retorik üretirken dışarıda ABD’nin onayına muhtaç hâle gelmesidir.

  • Bir yanda “dış güçlere meydan okuma” nutukları atılır,

  • Diğer yanda o dış güçlerden gelen silah anlaşmaları ve diplomatik jestlerle meşruiyet devşirilir.

Bu çelişkili siyaset, toplumda derin bir güven erozyonu yaratmaktadır. Halk, bir yandan milliyetçi nutuklarla yönlendirilirken, diğer yanda dış pazarlıkların gölgesinde kendi iradesinin değersizleştiğini görmektedir.

5. Dışarıdan Gelen Meşruiyetin Bedeli

Dışarıdan meşruiyet ithal etmek kısa vadede iktidarı rahatlatabilir; ancak uzun vadede:

  • Toplum–devlet ilişkisini çürütür. Halk “bizim irademiz mi, yoksa Washington’un onayı mı belirleyici?” sorusunu sormaya başlar.
  • Kurumları zayıflatır. Yargı, medya ve sivil toplum bağımsızlığını kaybeder.
  • Dış bağımlılığı artırır. Her stratejik karar, milletin çıkarına göre değil, dış güçlerin pazarlığına göre alınır.
  • Demokratik kültürü yok eder. Sandığın anlamı kalmaz; çünkü halkın değil, dışarının verdiği meşruiyet belirleyici hâle gelir.

6. Ne Yapmalı?

Gerçek meşruiyet, dışarıdan ithal edilmez; ancak içeride yeniden inşa edilebilir. Bunun yolu da:

  • Bağımsız yargının yeniden tesisi,

  • Özgür medyanın korunması,

  • Sivil toplumun alanının genişletilmesi,

  • Şeffaflık ve hesap verme mekanizmalarının güçlendirilmesi,

  • Bağımsız dış politika çizgisinin benimsenmesinden geçer.

ABD büyükelçisinin sözleri, iktidarın içine düştüğü meşruiyet krizini gözler önüne sermiştir. F-16 meselesi, sadece bir savaş uçağı pazarlığı değil; aynı zamanda bir iktidarın varlığını dış desteğe bağlamasının  hikâyesidir.

Gerçek meşruiyet, dış güçlerin lütfunda değil, milletin iradesinde saklıdır. Bir iktidar, milletinden değil de Washington’dan meşruiyet arıyorsa, artık milletine değil koltuğuna hizmet ediyordur. Ve bu, bir ülkenin yaşayabileceği en büyük çöküştür.

Bahadır Hataylı/25.09.2025/Namazgah/İST

25 Eylül 2025 Perşembe

Din İstismarı ve Toplumsal Ahlaki Çöküş

Toplumların çöküşünde en belirleyici etken, ahlakın ve adaletin yitirilmesidir. Tarih boyunca hangi toplum din, iman, ahlak ve adalet ilkelerini çıkarlarına kurban etmişse, orada önce güven kaybolmuş, ardından çürüme başlamış, sonunda da devletler ve medeniyetler yerle bir olmuştur. Bugün bizim yaşadığımız coğrafyada da en acı tecrübe budur: Din, yani en kutsal olan, en saf olan, insanı erdemli kılmak için var olan öğreti, kirli çıkarların perdesi hâline getirilmiştir. Prof. Dr. Hasan Onat’ın ifadesiyle, “Kötülük, ahlaksızlık, adaletsizlik ve her türlü yanlışı din kullanılarak örtüyorsanız, dini önce ahlaksızların tasallutundan kurtarmak gerekir.”

Bu ifade aslında içinde bulunduğumuz tablonun özetidir. Din artık bir ahlak pusulası değil, birçok kişi için çıkar aracı, güç sopası ve en acısı, yapılan kötülüklerin üzerini örtmek için kullanılan kalın bir perde olmuştur.

Görünürde Dindarlık, Gerçekte Çıkar Düzeni

Bugün sokakta, kürsüde, ekranda, hatta devlette “dindar” kimliğiyle görünen pek çok kişinin hayatına bakıldığında, ahlaki değerlerle en ufak bir ilgisi olmadığı görülüyor. İnsanların dini duygularını sömürerek kendine menfaat sağlayan bu kesim, en büyük zararı dine değil, dindarlığa veriyor. Çünkü insanlar artık şunu sorguluyor:

  • “Din buysa, bu din bana ne kazandırır?”

  • “Dindarlık buysa, neden ahlak dışı davranışlar dindarlığın gölgesinde meşru sayılıyor?”

Sonuçta dindarlık, ahlaklı olmaktan, dürüstlükten, hak yememekten, adaletli olmaktan koparılıyor. Bunun yerine “görünüşte dindar olma” ve “din üzerinden çıkar devşirme” öne çıkıyor. İşte toplumsal çürümenin asıl sebebi budur.

Din İstismarının Klasik Yöntemleri

Dini çıkarına alet edenler, genelde şu yöntemleri kullanır:

  1. Dindar Görünerek Güven Sağlamak: İnsanlar “dindar” kimseye kolayca inanır, ona teslim olur. Bu yüzden sahte dindarlar sakal bırakır, tesbih çeker, dua eder, namazdan bahseder ama hayatında adalet ve ahlak kırıntısı bulunmaz.

  2. Kutsalı Kalkan Yapmak: Eleştirildiklerinde hemen “dine saldırıyorsunuz” diyerek kendilerini dokunulmaz kılarlar. Oysa eleştirilen din değil, o dini kendi kirli işlerine alet eden kişidir.

  3. Helal–Haram Dengesiyle Oynamak: Kendilerine fayda sağlayan haramları türlü bahanelerle “helal” kılar, halkın faydasına olan helalleri ise “haram” ilan ederek baskı aracı yaparlar.

  4. Din Üzerinden Servet Edinmek: Cemaat, tarikat, dernek, vakıf kılıfıyla halktan topladıkları paraları kendi zenginliklerine dönüştürürler. Lüks arabalar, saray yavrusu villalar, marka kıyafetler, en pahalı saatler… Ama halka sürekli “sabır, kanaat, tevekkül” telkin ederler.

Güncel Yasaklar ve İroniler

Bugün toplumumuzda çeşitli yasaklar dini gerekçelerle savunuluyor. Ama bu yasakların çoğu, dinin özünden değil, dinin istismarından kaynaklanıyor. Birkaç örnek:

1. İçki Yasağı ile Adalet Yasağı

İçki içmek haram diye sürekli vurgulanıyor. Ancak aynı hassasiyet, kul hakkı yemek, rüşvet almak, ihaleleri yandaşlara peşkeş çekmek, adalet dağıtması gereken mahkemeleri bir grubun sopası hâline getirmek için gösterilmiyor. Din adına içki yasağına sarılanlar, adalet yasağını görmezden geliyor. Oysa Kur’an’da defalarca “adalet” emredilirken içki yasağı yalnızca bir defa kesinleşiyor.

2. Başörtüsü ve Tesettür Üzerinden Dindarlık

Kadının başörtüsü üzerinden sürekli bir din tartışması yürütülüyor. Ama aynı dindarlık iddiasında olanlar kadınlara şiddet uyguluyor, çocuk istismarını örtüyor, zinayı normalleştiriyor. Kadının örtüsü tartışılıyor ama erkeğin ahlakı sorgulanmıyor.

3. Faiz Meselesi

Faiz kesin olarak haramdır. Ancak günümüzde bankacılık sistemini faiz üzerine inşa edenler, kendi lehlerine geldiğinde farklı isimler uydurarak “kâr payı”, “hizmet bedeli” diyerek faizden nemalanıyorlar. Fakirin faizle para almasını “haram” görenler,(tabi ki öyle) devleti borç batağına sürükleyen faizi meşrulaştırıyor.

4. Yeme–İçme Yasakları ile İsraf Gerçeği

Domuz eti yemek haram diye sürekli anlatılır. Fakat aynı sofralarda tonlarca yemek çöpe atılır, israf edilir. Kur’an’da israf edenler “şeytanın kardeşleri” olarak tanımlanırken, bu ayet görmezden gelinir. Domuz eti yemeyen ama komşusu açken tenceresini kilitleyen insan gerçekten dindar olabilir mi?

Din Uyuşturucuya Dönüştüğünde

Dinin asıl amacı insanı ahlaklı kılmak, kötülüklerden uzaklaştırmak ve adaleti tesis etmektir. Ama din, sürekli tekrarlanan ritüeller, anlamı sorgulanmayan ibadetler ve sadece görünüşteki kurallara indirgenirse, toplum için bir uyuşturucuya dönüşür.

  • İnsanlar, “namaz kılıyorum, oruç tutuyorum” diyerek kendini kurtulmuş zanneder.

  • Ama aynı zamanda komşusunu dolandırır, işçisinin hakkını gasp eder, iftira atar, kul hakkı yer.

  • Din, vicdanı uyandırmak yerine vicdanı susturan bir hap hâline gelir.

Böyle bir durumda din, sahte dindarların elinde sadece bir “avuntu” olur. Halk, yaşadığı yoksulluğu, adaletsizliği, haksızlığı sorgulamak yerine “imtihan” diye kabullenmeye alıştırılır. Oysa adaletsizliği sorgulamak imanın bir gereğidir.

Ahlaki Çöküşün Sonuçları

  1. Güvenin Yitirilmesi: İnsanlar kimseye güvenemez hâle gelir. Hoca, şeyh, siyasetçi, tüccar, memur… Hepsi din kisvesi altında çıkar peşindeyse, toplumda güven kalmaz.

  2. Gençliğin Dinden Uzaklaşması: Gençler, dini hep bu istismarcılar üzerinden gördüğü için dine küser. Aslında küstükleri din değil, dinin kirli temsilcileridir.

  3. İkiyüzlülüğün Normalleşmesi: Herkes dindar görünür ama kimse dürüst değildir. Namaz kılan hırsız, oruç tutan zalim, hacı unvanlı sahtekâr sıradanlaşır.

  4. Toplumsal Çürüme: Ahlakın olmadığı yerde devlet çöker, kurumlar çöker, insan ilişkileri çöker. Ortada sadece çıkar savaşlarının döndüğü bir bataklık kalır.

Dini Ahlaksızların Tasallutundan Kurtarmak

Bugün yapılması gereken ilk şey, dini ahlaksızların elinden kurtarmaktır. Bu nasıl olur?

  • Din ile Ahlakı Yeniden Buluşturmak: Dindarlık sadece, namaz, oruç gibi ritüellerle değil; dürüstlük, adalet, merhamet, kul hakkı yememekle ölçülmeli.

  • Hesap Verebilirlik: Dini söylemlerle öne çıkan her kişi, aynı zamanda ahlaki ve toplumsal davranışlarıyla hesap vermek zorunda olmalı.

  • Eleştiriyi Meşru Kılmak: Dini istismar edenleri eleştirmek, dine saldırı değildir. Aksine, dinin temiz kalması için bir zorunluluktur.

  • Eğitim: Genç nesillere dinin özü, ahlak boyutu öğretilmeli. Sadece şekilci, kalıplaşmış bilgiler değil, vicdanı diri tutan, sorgulamayı öğreten bir dini eğitim verilmeli.

Dinin Kalkan Olamadığı Toplum

Dini, kendi çıkarlarının kalkanı hâline getirenler aslında en büyük zararı dine veriyorlar. Din, ne zulmün sopası, ne de yoksulun sabır hapı olmalı. Din, insanın içindeki vicdanı uyandırmalı, kötülüğe karşı direncini artırmalı. Eğer bugün kötülük, ahlaksızlık, adaletsizlik din adına örtülüyor ve meşrulaştırılıyorsa, o din değil, o dine musallat olmuş ahlaksızlardır.

Gerçek dindarlık; dürüst olmak, hakkı savunmak, kul hakkından titizlikle sakınmak, adaleti gözetmek ve en önemlisi de dini asla çıkar için kullanmamaktır.

Toplum olarak yeniden ayağa kalkmanın yolu, dini ahlaksızların elinden kurtarıp vicdanımızın, aklımızın ve adaletin rehberliğinde yaşamaktır.

Erol Kekeç/24.09.2025/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!