Bu Blogda Ara

3 Ağustos 2025 Pazar

Doğru Yolun Üzerine Oturanlar — Aldanış Çağında Bir Uyarı

 Bismillahirrahmanirrahim

Ey insanlar!
Bu çağ, şeytanın yalnızca günahı değil, doğruluğu taklit ederek saptırdığı bir çağdır. Artık şeytan cephenin karşısında değil, yolun tam ortasında oturuyor. "İşte bu sırat-ı müstakim!" diyerek, sizi kendi cehennem yoluna mihrap gibi yönlendiriyor. Ve siz de zannediyorsunuz ki dosdoğru yoldasınız…

“Ve andolsun ki, onları (insanları) doğru yolun ortasından saptıracağım…” (A'râf/16)

Evet, şeytan artık günahı gizlemiyor, aksine ayetleri kullanarak haramı meşrulaştırıyor. Hakkı kullanarak batıla davet ediyor. Siz ise “Bu doğru sözdür, ayetle söylüyor” diyerek ardına düşüyorsunuz. Oysa o söz doğru, ama amacı sapkınlık!

Faizi anlatırken, faizin haramlığını söylerken sizi faize bulaştırıyor. Zinanın haram olduğunu bağırırken, iffeti kirletiyor. İslam’ın adaletini anlatırken, zulmü meşru kılıyor. Kısaca:

“Sana Kitap’tan bir nasip verilmişken onlara nasıl hükmedersin? Sana gelen ilimden sonra kim seni Allah’ın hükmünden saptırırsa bil ki Allah, zalimleri doğru yola eriştirmez.” (Mâide/48)

Camiler inşa ediliyor, minareler göğe yükseliyor… ama içinde adalet yok, huşu yok, ihlas yok. Çünkü “camileri süsleyip içini boşaltmak”, bugünün şeytani taktiği olmuştur.

“Onlar (münafıklar), Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar, oysa yalnızca kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar.” (Bakara/9)

Ey hakikatin peşinden giden,
Artık doğru olduğunu sandığın her şeyi yeniden sorgulama vaktidir. Zira aldatılmak, aldanmaya hazır zihinlerin gafletinde yeşerir.

Aldatıcıların Maskesi Hakkı Kullanarak Batılı Pazarlamak

Bugün öyle bir hal aldı ki, ayetlerle konuşan zalimler, hadislerle sizi köleleştirenler türedi. Allah’ın adını kullanarak, Allah’ın dinini yerle bir edenler, sizi susturuyor, itaat ettiriyor.
Allah’tan bahsediyorlar ama Allah'tan korkmuyorlar.
Kendilerine tabi olanlara “ehli sünnet” diyorlar, muhalif olana “fitneci” damgası vuruyorlar. Oysa hak, kalabalıkta değil; ilmin, adaletin ve takvanın yanındadır.

“Allah’ın ayetlerini az bir bedele satmayın!” (Bakara/41)

Bugün en çok aldanılan yer, "doğru bildiğin yanlışlar"dır. Ve bu öyle bir tuzaktır ki, şeytan size artık günahı sevimli göstermiyor; günahtan sizi sakındırırken günahın kendisine sevk ediyor! Sözle Allah’ı överken, fiilen Allah’a savaş açıyor.

Keklik Avı Toplumların Aldatılış Yolu

Bir keklik sürüsünü avlamak için, kafandaki kekliğin canlı olduğunu zannettirerek diğerlerini tuzağa düşürürsün. Bugün toplumu kandıranlar, işte bu yöntemi uyguluyor.
İçinizdeki “doğruluk hissini” yem gibi kullanıyorlar. Vicdanınızı, Kur’an adına devre dışı bırakıyorlar. Sonra da sizi kurtuluşa değil, sistemli bir çöküşe götürüyorlar.

“Şeytan onları etkisi altına almış ve onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. Onlar şeytanın tarafıdır. Dikkat edin! Şeytanın tarafı olanlar ziyana uğrayanların ta kendisidir.” (Mücadele/19)

Bu yüzdendir ki her şeyden çok, kendi “doğru bildiklerini” sorgula.
Kur’an’a yönel, ama onu eğip bükenlerin gözlüğüyle değil. Ayetleri oku, ama kendi nefsine değil Allah’a adanmış bir kalple.

Yol Güzelse, Gideceğin Yeri Sorgula

Artık şeytan çirkin yüzünü gizliyor. O, davetini iblis olarak değil, alim olarak, lider olarak, hoca olarak, siyasetçi olarak yapıyor. Çünkü:

“Sakın Allah’ın adını kullanarak yemin eden o kimselere aldanmayın. Onlar, Allah’ın yolundan men ederler, sonra da ‘biz sadece ıslah edicileriz’ derler.” (Bakara/11)

Ve unutma ey dost;
Yolun güzelliğine değil, varacağın yere bak.
Bazı yollar güllüdür, ışıklıdır, ayet doludur… ama varacağı yer cehennemdir. Çünkü o yolun sahibine bakmamışsındır.

Allah’ın dini berraktır. Onu bulanlar, dosdoğru yolun ışığını içlerinde taşırlar. Ama bu çağın aldatıcıları, o ışığı taklit ederek karanlığa çağırır. Şimdi karar vaktidir:

“Ve de ki: Hak Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf/29)

Susma, aldanma, peşinden gittiğini sorgula.
Allah’ın adıyla kandırılanlara, Allah’ın ayetleriyle yaşayarak anlamlı bir duruş ortaya koy...

Erol Kekeç/03.08.2025/Sancaktepe/İST

Sorgulamanın Suç Kör İtaatin Erdem Sayıldığı Bir Çağın Anatomisi

 


“Araştırmayalım, Çünkü Doğru Olanı Biz Zaten Biliyoruz(!)”

Bir sel baskını düşünün… Gözle görülür biçimde yaklaşan, dere yatağını taşırmış, yolları kapatmış, kimi evlerin penceresinden içeri girmeye başlamış. Siz tehlikeyi seziyorsunuz, uyarıyorsunuz. O sırada yanınıza biri geliyor: “Boş ver,” diyor, “Abartıyorsun. Bir şey olmaz. Bana inanmıyor musun?”

Şimdi bu kişi bir yabancı olsa, gözünüzün içine baka baka apaçık bir felaketi inkâr etse, aklınızdan şüphe duyarsınız ve yolunuza bakarsınız. Fakat bu kişi çok güvendiğiniz, sadakatinden emin olduğunuz bir dostunuzsa işler değişir. Kafanız karışır. İçinize bir kurt düşer. “Neden araştırmamı istemiyor? Neden bu derece emin davranıyor? Acaba bu tehlike onun da parçası mı?”

Aynı şey bir saldırı için de geçerli. Dört bir yandan üzerinize taş yağıyor. Kim atıyor belli değil. “Gel birlikte bakalım,” diyorsunuz. “Kim saldırıyor, amaçları ne, nasıl savunuruz kendimizi?” Ama dostunuz birden sesini yükseltiyor: “Boşuna bakma! Kim olduğu belli. Sana söylüyorum ya. Araştırmaya gerek yok!”

Şimdi düşünün… Tehlike var ama araştırma istemeyen biri var. Hatta araştıranlara öfke duyan biri. Oysa dostluk, tehlikeye karşı omuz omuza durmayı gerektirir. Gerçeği aramayı. Kaynağı tespit etmeyi. Önlem almayı. Ama burada karşımızdaki kişi, “Ben ne diyorsam o doğru” tavrıyla hem sizin merakınızı, hem ortak güvenliğinizi bastırıyor.

Bu örnekleri hayatın her alanına taşıyabiliriz. 

Araştırmaya Karşı Olanların Siyaseti

Türkiye’de son çeyrek asırdır yaşanan en ilginç siyasi fenomendir bu:
Her konuda şikâyet edenlerin, aynı konuların araştırılmasına “hayır” demesi.
Yüzlerce örnek sayabiliriz:

  • Mülakat sisteminin adaletsizliğinden herkes şikâyet ediyor. Ama “mülakatlar kaldırılsın mı?” önerisi Meclis'e gelince reddediliyor.

  • Gıda fiyatları fahiş. Çiftçi eziliyor. Ama “gıda fiyatları neden artıyor, market zincirleri mi sorumlu, üretim mi kısıtlanıyor?” diye bir araştırma önergesi gelince, yine “gerek yok” deniyor.

  • Gençler işsiz. Beyin göçü hızla artıyor. Ama bu durumun sebeplerini araştırmak için önerilen komisyon tekliflerine yine “hayır” oyu veriliyor.

İlginç olan şu: Bu red kararlarını verenler, bir sonraki gün ekranlara çıkıp halktan yine aynı şikâyetleri dinliyor ve “biliyoruz, ilgileniyoruz” diyor.
Ama kimse sormuyor: Eğer gerçekten biliyorsanız neden ortaya koymuyorsunuz? Eğer bilmiyorsanız neden araştırılmasına engel oluyorsunuz?

Sadakat Maskesi Altında Baskı ve Korku

Bu sorgulamama hali sadece siyasette değil, toplumsal yapının tamamına yayılmış durumda. İnsanlar artık gerçeği öğrenmek istemiyor. “Bana kim söylerse doğrudur” anlayışı hâkim. Öyle bir akıl tutulması ki; insanlar artık bilgiyle değil, aidiyetle karar veriyor. Ve ne yazık ki, bilgi arayanlara da “hain”, “şüpheci”, “fitneci” gibi etiketler yapıştırılıyor.

Bugün bir vatandaşa deseniz ki:
“Şu sorun neden böyle oluyor? Gel birlikte sorgulayalım, anlamaya çalışalım.”
Size şu cevabı verebilir:
“Bana ne, benim bir bildiğim var. Onlara güveniyorum. Araştırmaya gerek yok.”
Ve hemen ardından da o şikâyet ettiği sorundan yakınmaya devam eder!

İşte burada büyük bir çelişki doğuyor. Hem bir durumdan rahatsız olacaksınız, hem de o durumun köklerini öğrenmek istemeyeceksiniz. Bu artık cehalet değil, bilinçli bir teslimiyettir. Hatta daha da ötesi: Kör bağlılıktır.

Korku, Gerçeğin Ortaya Çıkmasından Duyulan Rahatsızlık

Bazen insanlar gerçeğin ortaya çıkmasını istemez. Çünkü o gerçek, kendi inşa ettikleri sahte huzur dünyasını yıkabilir. Yıllardır güvendikleri liderin yanlışlarını açığa çıkarabilir. Kendilerine biçilen “bizden” yaftasını sorgulatabilir.

Bu nedenle araştırma istemezler.
Bu nedenle “ne gerekiyorsa onlar bilir” derler.
Bu nedenle “ben ne dersem o” diyenlere kul-köle olurlar.

Bu durum, sağlıklı bir toplumun en temel yapı taşını –yani sorgulama hakkını– ortadan kaldırır. Ve bir toplum sorgulama yetisini yitirirse, artık kendi kaderini de başkalarına bırakmış olur.

Sorgulamak İnsan Olmanın Gereğidir

İnsanoğlu merakıyla var olur. Sorgulamasıyla gelişir. “Neden?” sorusunu sormaktan vazgeçtiği an köleleşir. Kur’an’da dahi defalarca akletmeye, düşünmeye, gözlemlemeye davet ediliriz. “Hiç düşünmez misiniz?” diye sorulur. Düşünmek, araştırmak, sorgulamak; sadece entelektüel bir lüks değil, insani bir sorumluluktur.

Bu yüzden bir tehlike varsa, onun ne olduğunu, kimden geldiğini, neden geldiğini anlamak istemek bir paranoya değil, bir sağduyudur. Hele ki yönetim sorumluluğu taşıyanlar için bu, vicdani ve hukuki bir zorunluluktur.

Bugün Sorulmayan Soru, Yarın Bizi Yakar

Bugün nedenleri araştırılmayan olaylar, yarın üzerimize yıkılan dev dalgalar olarak karşımıza çıkar. Ve o zaman bize, “boş ver, bana inanmıyor musun?” diyen dostların ya gerçekte ne olduklarını anlarız ya da çok geç kalmış oluruz.

Tarih, tam da bu hataların sonucunda şekillenir. Firavunlar, Nemrutlar, diktatörler; hep halkın “sorgulamayalım, o ne derse doğrudur” anlayışı sayesinde güçlerini artırmışlardır. Ve onlar gidince arkalarında yalnızca yıkılmış medeniyetler, yanan şehirler ve sorgulamayı unutan halklar bırakmışlardır.

Araştırmaktan Korkanlardan Korkun

Bir kişi ya da yönetim, bir olayın araştırılmasını istemiyorsa…
Bir toplum, bilgiye ulaşmaya çalışanlara düşman gözüyle bakıyorsa…
Orada sadakat değil, çıkar vardır.
Orada dostluk değil, korku vardır.
Orada adalet değil, karanlık vardır.

Bugün ülkemizde yaşadığımız yüzlerce olumsuzluğun kaynağında bu araştırma karşıtı zihniyet vardır. Bu zihniyetle mücadele etmek, yalnız bir hak değil; gelecek nesiller adına bir görevdir.

Ve biz bu görevi yerine getirmezsek, bir gün çocuklarımız bize şunu sorar:

“Baba…
Madem şikâyetçiydiniz,
Neden araştırılmasına izin vermediniz?”

O soruya verecek bir cevabınız olur mu?

Erol Kekeç/30.07.2025/Sancaktepe/İST

28 Temmuz 2025 Pazartesi

Köylü Sınıfı ve Taşra Krizi Yitirilen Bellek Dağılan Umutlar Kuruyan Topraklar

Toprağın Terk Edilişi ve Köylülüğün Sessiz Çöküşü

Yüzyıllar boyunca toprağa emek veren, üretimin bel kemiğini oluşturan ve kadim bilgeliğiyle hayatı ayakta tutan köylü sınıfı, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde sistemli bir şekilde yok oluşa sürüklenmektedir. Bu yalnızca bir sınıfın çöküşü değil, aynı zamanda bir medeniyetin, bir geleneğin ve insanlıkla tabiat arasındaki bağın kopuşudur. Taşra dediğimiz yerler, artık nostaljik birer görüntüden ibaret kalmış, tarım toplumunun belleği silinmiş, topraklar terk edilmiş ya da sermayenin çıkarlarına kurban edilmiştir. Bu yazı, köylü sınıfının yaşadığı dönüşümün arka planını derinlikli biçimde analiz ederken, bu yok oluşun nedenlerini, sonuçlarını ve muhtemel çıkış yollarını irdelemektedir.

Köylünün Sosyo-Ekonomik Konumu Geçmişten Günümüze

Köylü, tarih boyunca sadece üretici değil; aynı zamanda taşıyıcı, koruyucu ve kültürel aktarımın en temel halkasıydı. Osmanlı'da reaya sınıfı olarak anılan köylü, toprağın sadık emanetçisiydi. Cumhuriyet döneminde ise "köylü milletin efendisidir" ifadesiyle bir nevi kutsandı. Ancak bu sözlerin ardındaki uygulama, köylüyü gerçekten yüceltti mi? Hayır. Çünkü tarım politikaları hiçbir zaman köylüyü kalkındıracak şekilde değil, çoğu zaman şehirlerin ihtiyaçlarına hizmet edecek biçimde şekillendirildi. 1950'lerde başlayan makineleşme ve ardından gelen yeşil devrimle birlikte köylü emeği giderek değersizleştirildi. Köylü, ya büyük tarım şirketlerinin taşeronu haline geldi ya da göç yollarına düştü.

1980 sonrası neoliberal politikalarla birlikte tarımda sübvansiyonların kaldırılması, küçük üreticilerin iflasını hızlandırdı. Serbest piyasa ekonomisinin "rekabet" adı altında dayattığı yapı, yerli tohumun yerini GDO'lu tohuma, geleneksel üretimin yerini tek tip sanayi tarımına bıraktı. Bu süreç, köylünün hem ekonomik hem de kültürel olarak tasfiyesini beraberinde getirdi.

Taşranın Krizi Kimliksizleşme, Göç ve İfsat

Köylü sınıfının çözülmesi, aynı zamanda taşra dediğimiz yerlerin de çözülmesidir. Eskiden dayanışma, sadelik, ahlaki normlar ve gelenekle yoğrulmuş olan taşra, bugün kimliksiz bir boşluğa sürüklenmiştir. Köylü nüfusunun şehirlere göç etmesiyle birlikte köyler boşalmış, kalan az sayıda insan yaşlanmış ve üretimden kopmuştur. Tarımsal faaliyetlerin yerini taş ocakları, HES projeleri, maden şirketleri ve betona dayalı rant düzeni almıştır.

Göç eden köylü ise şehirde de tutunamamıştır. Kentin gettolarında yaşayan, ne köylü kalabilmiş ne şehirli olabilmiş bir ara kimlik oluşmuştur. Bu kimlik, hem aidiyet duygusunu kaybetmiş hem de tüketim kültürünün kıskacında savrulmuştur. Eskiden üretimle var olan köylü, şimdi tüketimle var olmaya çalışmaktadır; ama bu tüketimin sürdürülebilirliği yoktur. Bu nedenle taşranın krizi sadece demografik bir değişim değil, aynı zamanda sosyo-kültürel bir yıkımdır.

Toprağın ve Tohumun İhaneti Yerli Üretimden Tekelleşmeye

Köylü sınıfının çöküşünde tarım politikalarının rolü büyüktür. Yerli tohumun yasaklanması, tarım ilacına bağımlılık, çiftçiye verilen desteklerin azalması ve ithalat politikaları, çiftçiyi borç batağına sürüklemiştir. Girdi maliyetlerinin artması (mazot, gübre, ilaç) karşısında ürün fiyatlarının baskılanması, çiftçiyi üretimden soğutmuştur. Tarlasını süremeyen, ürününü pazarlayamayan, borcunu ödeyemeyen köylü, toprağını ya satmış ya da terk etmiştir.

Bugün Türkiye'de tarım alanlarının büyük kısmı artık ya kullanılmıyor ya da büyük şirketlerin tekeline geçmiş durumda. Sözleşmeli tarım adı altında çiftçi emeğini satmakta ama karar mekanizmalarında yer almamaktadır. Yerli tohumun yerini çok uluslu şirketlerin patentli tohumları almış; bu tohumlar verimli gibi görünse de çiftçiyi sürekli dışa bağımlı kılmaktadır.

Maneviyatın ve Ahlakın Dağılması Taşrada Bozulan İlişkiler

Köylünün çözülmesi sadece ekonomik değil, ahlaki bir çözülmedir aynı zamanda. Eskiden imece usulüyle yapılan işler, şimdilerde ücretli işgücüyle yürütülmeye çalışılmakta; bu da toplumsal dayanışmanın sona ermesine neden olmaktadır. Köylünün maneviyatı, toprağa olan saygısından, kanaatkârlığından ve doğayla kurduğu dengeli ilişkiden beslenirdi. Bugün ise birçok köyde insanlar birbirine selam vermemekte, çıkar ilişkileri belirleyici olmaktadır.

Tarım toplumunun değerleri, sanayi toplumunun çıkar merkezli değerleriyle çatışmış ve bu çatışmadan kaybeden köylü olmuştur. Ne yazık ki artık birçok köyde zina, faiz, kumar gibi şehirde rastlanan kötü alışkanlıklar da yaygınlaşmış; maneviyatın yerini boşluk almıştır. Bu değer kaybı, taşranın krizini daha da derinleştirmektedir.

İklim Krizi ve Ekolojik Tahribat Tabiat da İsyanda

Tarımın sanayileşmesi ve köylünün devre dışı bırakılması, sadece toplumsal bir yıkıma değil aynı zamanda ekolojik bir felakete yol açmıştır. Monokültür tarım, pestisit kullanımı, yeraltı sularının aşırı çekilmesi, ormanların yok edilmesi gibi uygulamalar doğayı tahrip etmektedir. Küresel iklim krizi, en çok tarıma dayalı yaşam alanlarını vurmakta; kuraklık, sel ve don olayları üretimi tehdit etmektedir.

Köylü bilgeliğiyle bin yıllardır doğayla uyumlu yaşayan bir sınıftı. Bugünün şirketleşmiş tarım ise doğaya düşmandır. İklim değişikliğine karşı en büyük silah olan küçük ölçekli, yerel ve doğal tarım ortadan kaldırıldıkça, insanlık da geleceğini kaybetmektedir. Toprak artık bir ana değil, metaya dönüşmüştür.

Medya, Eğitim ve Algı Operasyonları Köylünün Gözden Düşürülmesi

Bugün birçok kişi, köylüyü "geri kalmış, eğitimsiz, çağdışı" gibi olumsuz etiketlerle anmaktadır. Bu algı, bilinçli bir medya ve eğitim politikasıyla oluşturulmuştur. Televizyon dizilerinde köylüler komik, saf ya da dolandırıcı figürler olarak gösterilmekte; eğitim sisteminde ise köy yaşamı küçümsenmektedir.

Oysa köylü, yaşamı sürdürülebilir kılan, doğayı koruyan, kadim bilgileri yaşatan bir sınıftır. Bu değerli belleğin itibarsızlaştırılması, aslında sistemin toprağı ve üretimi değersizleştirme çabasının bir sonucudur. Bu nedenle yeniden köylüye itibar kazandırmak, sadece bir sınıfın onurunu iade etmek değil; aynı zamanda insanlık onurunu ayağa kaldırmaktır.

VII. Çıkış Yolu Yeni Bir Tarım, Yeni Bir Taşra, Yeni Bir İnsan

Köylü sınıfının tasfiyesi, geri dönüşü olmayan bir kader değildir. Aksine, bu yıkımın içinden bir diriliş de mümkündür. Bunun için birkaç temel adım atılmalıdır:

  1. Yerli ve küçük üreticiyi önceleyen tarım politikaları geliştirilmeli; sübvansiyonlar artırılmalı, çiftçinin borçları silinmeli.

  2. Tohum ve su egemenliği yeniden yerelleştirilmeli; çiftçinin kendi tohumunu üretmesi desteklenmeli.

  3. Taşra merkezli kalkınma projeleri, gençlerin köye dönüşünü teşvik etmeli; eğitim, sağlık ve altyapı olanakları güçlendirilmelidir.

  4. Manevi, ahlaki ve kültürel uyanış, köylünün kendi değerlerine dönüşünü sağlayacak şekilde yeniden inşa edilmelidir.

  5. Tarım liseleri, ziraat kooperatifleri ve üretici birlikleri yaygınlaştırılmalı, çiftçinin örgütlü gücü artırılmalıdır.

Köylüyü Diriltmeden Ülke Dirilmez

Köylü sınıfı, bir toplumun hem gıdasını hem ruhunu hem hafızasını taşır. Onun yok oluşu, sadece bir ekonomik yıkım değil, aynı zamanda kültürel ve manevi bir felakettir. Türkiye, eğer gerçek anlamda kalkınmak istiyorsa; önce toprağına, sonra bu toprağın gerçek sahibi olan köylüsüne sahip çıkmalıdır. Çünkü köylüsüz bir ülke, köksüz bir ağaç gibidir; ayakta kalamaz, meyve veremez. Taşra yeniden ayağa kalkmadıkça, merkez de çökecektir.

Köylüyü yeniden üretimin öznesi haline getirmek, sadece tarımsal bir mesele değil; aynı zamanda siyasal, kültürel ve insani bir meseledir. Bu mesele, çözülmeden hiçbir kalkınma sürdürülebilir olamaz. O hâlde, yeni bir yolculuk başlatmanın ve toprağa yeniden yönelmenin vakti gelmiştir ve geçmektedir...Ya yok olacağız ya da olacağız....

Erol Kekeç/27.07.2025/Namazgah/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!