Bu Blogda Ara

28 Şubat 2025 Cuma

Toplumsal Değerlerin Çöküşü ve Yönetim Eliyle İfsat-Kaçınılmaz Bir Felaket mi?

Bir toplumun çöküşü, yalnızca ekonomik veya politik krizlerle gelmez. Asıl yıkım, değerlerin ve ahlaki temellerin bilinçli bir şekilde tahrip edilmesiyle başlar. Tarih boyunca büyük medeniyetlerin yıkılışını incelediğimizde, çoğunun askeri veya ekonomik zorluklardan önce toplumsal dejenerasyona sürüklendiğini görürüz. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemleri, Endülüs’ün kaybı… Hepsi önce ahlaki ve kültürel çöküşle sarsılmış, ardından dış müdahalelerle yıkılmıştır.

Bugün içinde bulunduğumuz durum da bundan farklı değil. Yönetimlerin, toplumun ahlaki dokusunu güçlendirmesi gerekirken, tam tersine değerleri aşındıran, ahlaksızlığı teşvik eden ve yozlaşmayı normalleştiren politikalar üretmesi, toplumun kimyasını bozan en büyük etkenlerden biri haline gelmiştir. İşte bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: Yönetim, değerleri mi koruyor yoksa bilinçli bir şekilde ifsat mı ediyor?

1. Kültürel ve Ahlaki Erozyon- Eğlence Adı Altında Toplumsal Çürüme

Bugün medya kanalları ve dijital platformlar aracılığıyla gençlere ve topluma dayatılan yaşam tarzına baktığımızda, geçmişin ahlaki, vicdani ve insani değerlerinden eser kalmadığını görüyoruz. Popüler kültürün ürettiği içerikler, bireyi daha fazla tüketime, sorumsuzluğa, bencilliğe ve ahlaki boşluğa sürükleyen bir sistem üzerine kurulu. Eğlence adı altında sunulan programların, aslında insanları düşünmekten alıkoyan bir uyuşturucu işlevi gördüğünü kim inkâr edebilir?

Artık toplumsal değerleri yücelten, erdemi ön plana çıkaran, insanların vicdanına hitap eden içeriklerin yerini, çıplak teşhirin, serseriliğin, fuhşiyatın, ahlaksızlığın ve bayağılığın sahnelendiği programlar almış durumda. Üstelik bu programlar öylesine kurgulanıyor ki, izleyicilere adeta başka bir seçenek bırakılmıyor. Gündemde kalmak, ilgi çekmek ve "fenomen" olmak isteyen gençlerin yolu, ahlaki sınırları çiğnemekten geçiyor. Bunu yapmayanlar, geri plana itiliyor, görünmez hale getiriliyor.

Daha da kötüsü, bu tür programlara katılanlar, devlet eliyle ödüllendiriliyor, gençlere rol model olarak sunuluyor. Onlar, bir toplumun iffetini, ahlakını, kültürünü çürüten kişiler olmaktan çıkıp, adeta birer "başarı hikayesi" gibi anlatılıyor. Bir ülkenin bakanlığı veya resmi kurumları, toplumun en düşük seviyesine düşenleri, gençler için örnek figürler haline getiriyorsa, bu çürüme tesadüfi değil, bilinçli bir proje olarak yürütülüyor demektir.

2. Yönetim, Toplumu Kendi Yanlışlarından Uzaklaştırıyor mu?

Tarih boyunca birçok yönetim, halkı uyutmanın ve dikkatini başka yöne çekmenin çeşitli yollarını bulmuştur. Roma’daki "Ekmek ve Sirk" politikası, Fransız monarşisinin halkı müzik ve şarapla avutma çabaları, günümüz modern devletlerinin medya aracılığıyla toplumu oyalaması… Taktik hep aynıdır: Halkın gerçek sorunlara odaklanmasını engellemek ve onu tüketim, eğlence ve gündem oyunlarıyla meşgul etmek.

Bugün de büyük medya projeleri, skandallar, sosyal medya fenomenleri ve sansasyonel olaylarla insanlar asıl meselelerden uzak tutuluyor. Hangi ekonomik kriz? Hangi eğitim çöküşü? Hangi yolsuzluk dosyası? Bunları konuşmak yerine hangi şarkıcının kıyafeti olay oldu, hangi dizi karakteri kiminle aşk yaşıyor, hangi sosyal medya fenomeni ne söyledi gibi absürt ve yüzeysel meselelerle zihinler dolduruluyor.

Üstelik bu bilinçli bir politika olarak sürdürülüyor. Halkın büyük meseleleri sorgulamasını istemeyen yönetimler, onları daha basit ve sığ konulara yönlendiriyor. Bir toplum eğitimle, bilimle, sanatla, etik değerlerle yükseltilmediğinde, yerine ucuz şöhret, skandal ve magazinle meşgul edilir. Bu, yönetenlerin en bilindik stratejisidir.

3. Çözüm Ne? Kurtuluş Mümkün mü?

Bu noktada en önemli soru şudur: Bu gidişatı durdurmak mümkün mü? Eğer toplum, yönetim eliyle bile bile çürütülüyorsa, ahlak ve değerler sistematik bir şekilde erozyona uğratılıyorsa, birey olarak biz ne yapabiliriz?

Öncelikle, bizi uyutmaya çalışan mekanizmalara karşı uyanık olmak zorundayız. Hangi içeriklerin bize dayatıldığını, hangi yaşam tarzının bilinçli olarak popüler hale getirildiğini fark etmek, ilk adımdır. Kendi değerlerimizi savunmazsak, başkalarının dayattığı çürümüş değerleri yaşamak zorunda kalırız.

İkinci olarak, doğru rol modellerin öne çıkarılması gerekir. Eğer yozlaşma süreci, sığ ve ahlaksız figürlerin örnek olarak sunulmasıyla sürdürülüyorsa, bu zinciri kırmanın yolu, gerçek erdem sahiplerini ön plana çıkarmaktır. Ahlaklı, dürüst, bilgili ve erdemli insanlar popüler hale getirilmezse, gençler için yol gösterici kimse kalmaz.

Üçüncü olarak, medya, eğitim ve kültür alanında bilinçli bir karşı duruş sergilemeliyiz. Sadece eleştirmek yetmez; ahlaki ve kültürel değerleri yücelten alternatif içerikler üretmek, bilinçli bir medya okuryazarlığı geliştirmek ve gençleri bu konuda eğitmek zorundayız.

Dördüncü olarak, toplumun bu bilinç kaybına sürüklenmesine izin veren yönetim anlayışını sorgulamalıyız. Bir yönetim, toplumu gerçekten koruyup geliştirmek istiyorsa, eğlenceyi bir uyuşturucu olarak sunmak yerine onu bilinçli ve eğitici hale getirmek zorundadır.

Son olarak, toplumun ahlaki direncini yeniden inşa etmeliyiz. Namazın, inancın, irfanın, edebin, vicdanın, ahlakın bir süs değil, bir kalkan olarak görülmesi gerekiyor. Aksi halde ahlaksız yaşam, freni patlamış bir sel gibi her şeyi önüne katıp götürmeye devam edecek.

Uyanmak Zorundayız

Bugün yaşananlar sadece bir dejenerasyon süreci değil, bilinçli bir ifsat operasyonudur. Eğer bu gidişata dur demezsek, önümüzde duran tek şey bir uçurumdur. Bu yozlaşmayı durdurmak, ancak ve ancak bireysel ve toplumsal farkındalıkla mümkün olacaktır. Unutmayalım ki, tarih boyunca ahlaki çöküş yaşayan toplumlar hep bir süre sonra yok olmuşlardır. Ama bu kaçınılmaz değildir. Çünkü bir toplum kendi değerlerini yeniden inşa etmeye karar verdiğinde, onu hiçbir güç yok edemez.

Bahadır Hataylı/27.02.2025 23:55/Sancaktepe/İST

27 Şubat 2025 Perşembe

İhale Düzeni Hazineye Giren Para ve Milletin Sırtına Vurulan Yük

Devletler, hizmetlerini vatandaşlarına sunarken genellikle iki temel yöntemden birini benimser: Kamu eliyle doğrudan hizmet sunmak ya da özel sektöre devrederek hizmeti dışarıdan satın almak. Son yıllarda Türkiye’de sıkça tercih edilen yöntem, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ihaleler aracılığıyla özel sektöre devredilmesidir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, araç muayene hizmetlerinin özelleştirilmesi ve şirketlerin devlete milyarlarca dolarlık bedellerle bu ihaleleri kazanmasıdır. Ancak burada kritik soru şudur: Bu para nereden çıkıyor ve sonunda kimin cebine giriyor? İşte bu yazıda, araç muayene ihalesi üzerinden devletin ekonomik politikalarının nasıl halkın sırtına yük bindirdiğini, çelişkilerini ve gerçek yüzünü tüm yönleriyle ele alacağız.

1. İhale Mantığı ve Kapitalist Gerçekler

İhaleler, devletin belirli hizmetleri özel sektöre devretme yöntemlerinden biridir. Devlet bir hizmeti ihale eder, en yüksek teklifi veren şirket bu hizmeti belirli bir süre boyunca yürütme hakkı kazanır. Bu süreç ilk bakışta devletin kasasına ciddi bir gelir girdiği izlenimini verir. Ancak bu ihale sürecinde temel kapitalist gerçek göz ardı edilir: Özel sektör, kâr amacı güden bir yapıdadır ve verdiği parayı fazlasıyla geri almak zorundadır.

Örneğin, araç muayene ihalesini kazanan şirketin devlete 2 milyar dolar ödediğini düşünelim. Bu şirket zararına çalışmayacağına göre, verdiği parayı geri kazanmanın ve üzerine kâr eklemenin yollarını arayacaktır. Bunu nasıl yapar?

Muayene ücretlerini artırarak.

Ek hizmetler dayatarak (egzoz ölçümü, ek testler vb.).

İşlemleri tekelleştirerek (alternatif rekabetçi şirketler olmadığı için fiyatları keyfi olarak belirleyerek).

Sonuç olarak, özel şirketin devlete ödediği para, halkın cebinden çıkan paraya dönüşür. Yani, aslında hazinenin kasasına giren para, vatandaşın sırtına yüklenen yeni bir vergi gibidir.

2. Vatandaşın Sırtına Yüklenen Yük

Bir hizmet özelleştirildiğinde vatandaş için en büyük tehlike, devletin belirleyici ve denetleyici rolünü yitirmesiyle fiyatların kontrolden çıkmasıdır. Bugün araç muayene ücretleri her yıl katlanarak artmaktadır. Bu artışın sebeplerini incelediğimizde şunları görürüz:

Özel sektörün kâr etme zorunluluğu: Devlete ödenen ihale bedeli, işletme giderleri ve hissedarların kâr beklentisi nedeniyle fiyatlar sürekli yükseltilir.

Alternatifin olmaması: Araç muayene işlemi tek bir firma tarafından yürütüldüğünden rekabet yoktur ve fiyatları belirleyen tamamen şirkettir.

Mecburiyet faktörü: Araç muayenesi yasal bir zorunluluktur ve vatandaşın bu hizmeti almaktan başka şansı yoktur.

Sonuç olarak, muayene ücretleri vatandaş için kaçınılmaz bir mali yük haline gelir ve hazineye giren para aslında halkın sırtından alınmış bir bedel olur.

3. Hazineye Giren Para-Halkın Faydası mı, Bürokratın Şatafatı mı?

Bir diğer önemli nokta, ihale bedeli olarak hazineye giren paranın nasıl kullanıldığıdır. Devletin kasasına giren bu milyarlarca doların vatandaşa doğrudan bir dönüşü olup olmadığı büyük bir soru işaretidir.

Hükümetler genellikle bu tür gelirleri şu şekilde sunar:

"Bu para kamu hizmetlerine aktarılacak."

"Bütçe açığımızı kapatmaya yardımcı olacak."

"Bu gelirle daha fazla yatırım yapacağız."

Ancak gerçek şu ki, devletin topladığı bu gelirler genellikle halka yansıtılmaz. Bunun yerine şu alanlara harcandığını görmekteyiz:

Lüks makam araçları, yüksek maaşlı danışmanlar, gereksiz bürokratik harcamalar.

Şatafatlı binalar, saraylar, israf niteliğinde projeler.

Verimsiz ve gereksiz kamu projeleri.

Halktan alınan paraların vatandaşa doğrudan dönüşü olmadığında, bu süreç adeta vatandaşın sırtına vurulmuş bir semer ve üzerine konan ekstra yük haline gelir.

4. Çelişkiler ve Algı Yönetimi

Bu sistemin en büyük çelişkisi şudur: Devlet, bir yandan halktan daha fazla gelir elde etmek için özelleştirme yaparken, diğer yandan bunun halka faydalı olduğunu iddia eder. Oysa ki:

Özelleştirilen hizmetler, halkın daha fazla para ödemesine neden olur.

Hazineye giren paranın halka geri dönüşü belirsizdir.

Şirketlerin koyduğu fiyatlar kontrolsüz yükselirken, vatandaşın geliri sabit kalır.

Bu noktada yapılan algı yönetimi, özelleştirme sürecinin sanki halk için bir kazanç olduğu yönündedir. Oysa ki, bu sürecin sonunda halkın cebinden çıkan para artarken, kamunun sunduğu hizmetler azalır.

5. Alternatif Modeller ve Çözüm Önerileri

Peki, bu döngü nasıl kırılabilir? İşte bazı öneriler;

1. Stratejik Kamu Hizmetleri Özelleştirilmemelidir:

Özellikle zorunlu hizmetler (araç muayenesi, su, elektrik vb.) özel sektöre devredildiğinde vatandaşın aleyhine işleyen bir sistem oluşur. Bu nedenle bu hizmetler kamu eliyle yürütülmelidir.

2. Denetim ve Fiyatlandırma Mekanizmaları Şeffaf Olmalıdır:

Eğer bir hizmet özel sektöre devrediliyorsa, devlet fiyatlandırmada kontrolü elinde tutmalı ve vatandaşın mağduriyetini engellemelidir.

3. Rekabet Ortamı Sağlanmalıdır:

Tekelleşmenin önüne geçmek için birden fazla şirketin hizmet sunmasına izin verilmelidir.

4. Hazine Gelirlerinin Kullanımı Şeffaf Olmalıdır:

Devletin topladığı bu tür gelirlerin nerelere harcandığı net bir şekilde halka açıklanmalı ve gereksiz harcamalar önlenmelidir.

Sonuç-Halkın Üzerindeki Ağır Yük

Araç muayene ihalesi örneği, özelleştirme mantığının halka nasıl bir yük getirdiğini açıkça göstermektedir. Devlete giren milyarlarca dolar, aslında halkın cebinden çıkmaktadır. Dahası, bu paranın halka doğrudan bir dönüşü olmadığı için, büyük ekonomik yükü halk sırtlanırken, kazananlar özel şirketler ve lüks içinde yaşayan bürokratlar olmaktadır.

Bu sistem sürdüğü sürece, vatandaşın refahı artmayacak, aksine her yeni ihale halkın omzuna yeni bir yük olarak binecektir. Eğer bir ülkede vatandaş, devletine gelir sağlamak için değil, devlet vatandaşına hizmet etmek için çalışıyorsa, ancak o zaman adil bir düzen kurulabilir.

Bahadır Hataylı/26.02.2025/Sancaktepe/İST

Sessizliğe Mahkûmiyet-İnsan, Düşünce ve İfade Özgürlüğünün Sınırları

İnsanoğlu doğası gereği düşünen, sorgulayan ve ifade eden bir varlıktır. Düşünce, insanı hayvandan ayıran en temel yeteneklerden biridir; düşünceler ise ancak ifade edildikçe anlam kazanır, paylaşılır, büyür ve toplumu dönüştürür. Ancak tarih boyunca bireylerin ve toplumların en büyük mücadelelerinden biri, bu düşünceleri özgürce ifade edebilme hakkını korumak olmuştur.

Günümüzde ise, iletişim çağında olmamıza rağmen, ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar hiç olmadığı kadar güçlüdür. Hükümetler, şirketler, sosyal normlar ve dijital sansür mekanizmaları, bireylerin kaç hat alabileceğini, nerede ne söyleyebileceğini ve hangi fikirleri dillendirebileceğini belirleme noktasına gelmiştir. Eğer bir insanın kaç tane "hat" alacağı sınırlandırılıyorsa, bu, yalnızca teknik bir düzenleme değil, aynı zamanda bir zihniyet değişiminin ve otoriterleşmenin göstergesidir. Bu durum, düşüncenin dolaşımını kısıtlayan, insanların kendilerini ifade etme hakkını elinden alan ve toplumsal sessizliği dayatan bir sistemin habercisidir.

Peki, bireyin düşüncelerini ifade etme hakkının bu denli sınırlanması ne anlama gelir? Bunun topluma, bireye ve insanlık tarihine etkileri nelerdir? Tarihsel örneklerden modern dünyadaki uygulamalara kadar bu meseleyi tüm yönleriyle ele alalım.

1. İfade Özgürlüğünün Sınırlandırılması-Tarihten Günümüze Bir Baskı Aracı

İfade özgürlüğü tarih boyunca iktidarlar tarafından kontrol edilmek istenmiştir. Fikirleri sınırlamak, insanları susturmak, muhalefeti bastırmak, halkın düşünmesini engellemek isteyenler için en etkili yöntemlerden biri, iletişim kanallarını kontrol altına almaktır.

Orta Çağ'da Engizisyon ve Yasaklı Kitaplar: Orta Çağ Avrupa’sında Katolik Kilisesi, kutsal dogmalara aykırı düşünenleri "sapkın" ilan ederek susturuyordu. Galileo gibi bilim insanları, "Dünya dönüyor" dediği için cezalandırılıyordu. Engizisyon mahkemeleri, halkın farklı düşünmesini engellemek adına yüzlerce insanı diri diri yaktı.

Osmanlı’da Matbaanın Gecikmesi: Osmanlı İmparatorluğu’nda matbaanın gecikmesi, düşüncenin yayılmasını yavaşlattı. İktidar, halkın bilinçlenmesinden çekiniyordu. Yüzyıllarca el yazması kitaplarla yetinmek zorunda kalan toplum, Avrupa'nın Rönesans ve Aydınlanma çağını yaşadığı dönemde bilgiye ulaşım açısından büyük bir dezavantaj yaşadı.

20. Yüzyılın Diktatörleri: Stalin, Hitler, Mao gibi diktatörler, basını, sanatı, edebiyatı ve hatta bireysel konuşmaları bile kontrol altına aldı. İnsanlar neyi konuşup konuşamayacaklarını düşünmek zorunda kaldılar. Muhalifler sürgüne gönderildi, hapsedildi, hatta öldürüldü.

Bütün bu örneklerde ortak olan şey, düşüncenin, ifade özgürlüğünün ve bilgiye ulaşmanın baskı altına alınmasıdır. Susturulan toplumlar, zamanla köleleşmiş, sorgulamayan, eleştirmeyen, yönlendirilmesi kolay kalabalıklara dönüşmüştür.

2. Modern Dünyada Yeni Susturma Yöntemleri

Günümüzde ifade özgürlüğü, geçmiştekinden farklı yöntemlerle kısıtlanıyor. Artık kitap yakmak ya da insanları Engizisyon mahkemelerine göndermek gerekmiyor. Bunun yerine daha "sofistike" yöntemler devrede.

a) Dijital Sansür ve Sosyal Medya Manipülasyonu

Bugün birçok insan, fikirlerini sosyal medyada dile getiriyor. Ancak sosyal medya platformları, hangi görüşlerin öne çıkacağını, hangi hesapların kapatılacağını, hangi haberlerin sansürleneceğini belirleyen algoritmalar kullanıyor. Örneğin:

Twitter, Facebook, YouTube gibi platformlar belirli fikirleri susturuyor, bazı kişileri "görünmez" hale getiriyor.

Düşünceyi engellemek için "etiketleme" ve "linç kültürü" kullanılıyor. İnsanlar, bir görüş dile getirdiklerinde hemen "aşırı sağcı", "aşırı solcu", "komplo teorisyeni" gibi etiketlerle damgalanıyor ve dışlanıyor.

Devlet destekli dezenformasyon ve manipülasyon ile halkın düşünceleri yönlendiriliyor. Algılar, belirli medya organları ve sosyal medya operasyonlarıyla şekillendiriliyor.

b) Telefon Hatları, Banka Hesapları ve Dijital Kimlikler Üzerinden Kontrol

Eskiden bir bireyin telefon hattı alması yalnızca teknik bir işlemdi. Bugün ise kişisel bilgiler, biyometrik veriler ve dijital izleme sistemleriyle kimlerin kaç hat alabileceği bile sınırlandırılıyor.

Bir bireyin fazla sayıda hat alması yasaklanıyorsa, bu, onun iletişim özgürlüğünün kısıtlandığını gösterir.

Devletler, telefon hatlarını, banka hesaplarını ve dijital kimlikleri kapatma yetkisini kendilerinde topladıkça bireyler tam anlamıyla kontrol altına alınıyor.

Çin'in Sosyal Kredi Sistemi bu durumun en uç örneklerinden biri. Devlet, "istenmeyen" vatandaşların banka hesaplarını kapatıyor, toplu taşıma kullanımını yasaklıyor, sosyal medya hesaplarını donduruyor.

Bu tür uygulamalar, bireyin yalnızca iletişimini değil, ekonomik bağımsızlığını ve hatta hayatta kalma şansını bile elinden alıyor.

3.Sessizliğin Bedeli ve Gelecek Senaryoları

Bütün bu baskılar sonucunda toplum nereye gidiyor? Sessizlik, düşüncenin ölümü müdür?

Eğer insanlar konuşmazsa, yanlışlar düzeltilmez.

Eğer insanlar düşüncelerini özgürce paylaşamazsa, toplum kendini geliştiremez.

Eğer bireyler otosansür yaparak korku içinde yaşarsa, insanlık sustukça kaybeder.

Bugün susturulan her birey, yarının köleleştirilmiş toplumunun habercisidir. Eğer susturulmaya, sınırlandırılmaya, konuşmamaya alışırsak, bir süre sonra bu durumun normal olduğunu düşünmeye başlarız. İnsanlık, özgürce konuştuğu sürece ilerler, sustuğu sürece köleleşir.

Bu nedenle, kaç hat alacağımızın sınırlandırılması gibi masum görünen bir mesele bile aslında çok daha büyük bir sistemin parçasıdır. Bir toplumda insanlar kaç tane iletişim kanalı açabileceğini bile düşünerek hareket etmek zorunda kalıyorsa, orada özgürlükten söz edilemez.

Sonuç olarak, "Yurtta sus, cihanda sus, yoksa sonun mahpus" diyerek bir yaşam sürdürmek, özgürlüğün ölüm fermanını imzalamaktır. Tarih, susanların değil, konuşanların yazdığı bir kitaptır. Eğer o kitabın içinde yer almak istiyorsak, düşünmeli, sorgulamalı ve her ne pahasına olursa olsun ifade özgürlüğünü savunmalıyız.

Bahadır Hataylı/26.02.2025/Ümraniye/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!