Bu Blogda Ara

8 Şubat 2025 Cumartesi

Sona Son Kala-İnsanlığın Yok Oluşa Sürüklenişi

FELAKETE DOĞRU YÜRÜYEN İNSANLIK

İnsanlık tarihi boyunca gelişim, ilerleme ve medeniyet inşası adına sayısız adım atıldı. Ancak bu adımların birçoğu, doğaya, insanın özüne ve yaşama zarar veren bir süreç hâline geldi. Sanayi Devrimi'nden itibaren hızlanan bu süreç, ekosistemleri yok eden, biyoçeşitliliği azaltan ve insan doğasını körelten bir hâl aldı. Bugün geldiğimiz noktada, yaşadığımız gezegen ve üzerinde yaşayan tüm canlılar, insanın doyumsuz hırsları ve kontrolsüz teknolojik ilerlemesi nedeniyle hızla sona yaklaşmaktadır.

Bu makalede, insan eliyle dünyamızın nasıl yok edilmekte olduğunu, gelişme adı altında doğamızın nasıl imha edildiğini ve dijitalleşme ile insanın hareket ve canlılık emarelerinin nasıl yok edilerek bir korku ütopyasına sürüklendiğini ele alacağız.

I. İNSANIN DOĞAYI TAHRİP EDİŞİ-YIKIM VE GERİ DÖNÜŞÜ OLMAYAN NOKTA

Dünya tarihinin en büyük ekolojik felaketi, insan eliyle yaratılmıştır. İnsanoğlu, sanayileşme ve kentleşme süreci boyunca doğayı hoyratça kullanmış, tüketmiş ve onu bir kaynak deposu olarak görmüştür. Ancak doğanın bir sınırı vardır ve bu sınır çoktan aşılmış durumdadır.

  • Ormansızlaşma ve Ekosistemlerin Çöküşü: Günümüzde her yıl milyonlarca hektar orman, tarım, sanayi ve kentleşme uğruna yok edilmektedir. Oksijen kaynağımız olan ormanlar azalırken, sera gazı emisyonları artmakta, dünyanın iklim dengesi bozulmaktadır. Bu süreç, milyonlarca canlı türünün yok olmasına neden olmaktadır.

  • Toprak ve Su Kaynaklarının Tükenişi: Aşırı tarım, kimyasal gübreler ve pestisitler toprakları öldürmekte, tatlı su kaynaklarını kirletmektedir. Küresel ısınma ve bilinçsiz kullanım nedeniyle su kıtlığı kaçınılmaz bir gerçek hâline gelmiştir.

  • Havayı ve Denizleri Zehirleyen Endüstrileşme: Fosil yakıt tüketimi, sanayi atıkları ve plastik kirliliği, dünyamızın en temel yaşam destek sistemlerini bozmuştur. Okyanuslar, kimyasal atıklarla dolu çöplüklere dönüşmüş, birçok canlı türü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır.

II. TEKNOLOJİNİN GELİŞME ADI ALTINDA YIKIMA SEBEP OLMASI

Sanayi Devrimi ile başlayan mekanizasyon süreci, insanın doğa ile olan bağını koparmaya ve onu yalnızca bir kaynak deposu olarak görmeye başladı. Günümüzde teknoloji, insan hayatını kolaylaştırmak yerine, ekosistemleri tahrip eden, insan emeğini değersizleştiren ve doğal dengeyi bozan bir araç hâline gelmiştir.

  • Yapay Zekâ ve Kontrol Mekanizmaları: Bugün yapay zekâ, her alanda insanın yerini almakta ve insan emeğini gereksiz kılmaktadır. Dijitalleşme, üretimi otomatik hâle getirerek insanların işlerini ellerinden almakta, onları tamamen bir tüketiciye dönüştürmektedir.

  • Genetik Mühendisliği ve Biyoteknoloji: GDO’lu tarım ürünleri ve laboratuvar ortamında üretilen etler, doğanın sunduğu doğal gıdaları yok etmekte, insanın biyolojik yapısını değiştirmektedir. Tarımsal üretimde kullanılan kimyasallar, insan sağlığına zarar vermekte ve uzun vadede kanser gibi hastalıklara yol açmaktadır.

  • Enerji ve Savaş Teknolojileri: Fosil yakıt bağımlılığı ve yenilenebilir enerji kaynaklarının yanlış yönetimi, doğayı daha da yıpratmaktadır. Nükleer silahlar ve biyolojik savaş teknolojileri, insanlığı bir felaketin eşiğine getirmiştir.

III. DİJİTALLEŞME VE İNSANIN HAREKETSİZLİĞE SÜRÜKLENMESİ

İnsanlık, dijitalleşme adı altında giderek fiziksel aktiviteden uzaklaşmakta, hareketsiz bir yaşam tarzına mahkûm olmaktadır. Akıllı cihazlar, sanal gerçeklikler ve yapay zekâ sistemleri, insanın doğal yaşama olan bağını tamamen koparmaktadır.

  • Bireyin Sosyal İzolasyonu: Sosyal medya ve dijital dünya, insanları yüz yüze iletişimden kopararak sanal bir evrene hapsetmektedir. İnsanlar giderek yalnızlaşmakta, gerçek dünya ile bağlarını kaybetmektedir.

  • Biyolojik Hareketliliğin Yok Edilmesi: Otomasyon ve yapay zeka destekli cihazlar, insanları hareketsiz bırakmakta, fiziksel ve zihinsel sağlıklarını tehdit etmektedir. Hareketsiz yaşam tarzı, obezite, kalp hastalıkları ve ruhsal bozukluklara neden olmaktadır.

  • Transhümanizm ve İnsanlığın Sonu: İnsan bedeni ve zihni artık makinelere bağlanmakta, insan-makine birleşimi hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Bu, insanın biyolojik varlık olarak sonunu getirebilir ve insanlığın doğal formunun yok olmasına neden olabilir.

IV. GELECEĞİN KORKU ÜTOPYASI-SONSUZ KONTROL VE ÖZGÜRLÜĞÜN YİTİRİLMESİ

Bugünün teknolojik gelişmeleri, distopik bir gelecek yaratmaktadır. Küresel gözetim sistemleri, yapay zekâ destekli toplumsal kontrol mekanizmaları ve insanları makinelere bağlama çabaları, korkunç bir geleceğin habercisidir.

  • Dijital Kölelik: İnsanların tüm hareketleri, düşünceleri ve duyguları artık veri olarak işlenmekte ve kontrol edilmektedir. Dijital kimlikler, bireysel özgürlüğü yok eden bir kelepçeye dönüşmektedir.

  • İnsan Genetiğinin Değiştirilmesi: Genetik mühendisliği ile "mükemmel insan" yaratma çabaları, insan doğasını bozmakta ve doğal evrim sürecini yok etmektedir.

  • İnsanlığın Tükenişi: Teknoloji, insanlığın yaşama sevincini ve doğallığını elinden almakta, onu makineleşmiş ve ruhsuz bir varlığa dönüştürmektedir.

SONA SON KALA NE YAPMALIYIZ?

İnsanlık olarak, doğayı, biyolojik varlığımızı ve özgürlüğümüzü korumak için acil ve kararlı adımlar atmalıyız. Teknolojiyi kontrolsüz bir güç olarak değil, bilinçli bir şekilde kullanarak, doğayla uyumlu bir yaşam inşa etmeli ve insanı insan yapan değerleri yeniden keşfetmeliyiz. Eğer bu gidişata dur demezsek, bizi bekleyen gelecek, yalnızca bir korku ütopyasından ibaret olmayacak; aynı zamanda geri dönülmez bir yok oluş sürecine sürükleneceğiz. Şimdi harekete geçmek, geleceğimizi kurtarmanın tek yolu olabilir.

Sona son kala, hâlâ bir şansımız varken, bilinçlenmeli, sorumluluk almalı ve insanlık için sürdürülebilir bir yaşam inşa etmeliyiz. Çünkü doğayı, insanlığı ve tüm canlıları yok eden bir düzenin kazananı olmayacağı gibi, bu düzenin devamına sessiz kalmak da bir kayıptır.

Bahadır Hataylı/07.02.2025/Sancaktepe/İST

6 Şubat 2025 Perşembe

Anayasanın 90. Maddesi ve Türkiye Üzerindeki İşgal Politikalarının Bir Analizi

 

Uluslararası Hukuk mu, Ulusal Egemenlik mi?

Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası, Türkiye’nin hukuk düzeni açısından son derece kritik bir meseleyi gündeme getirmektedir: Uluslararası anlaşmaların iç hukuka üstünlüğü. Ancak bu düzenleme, ulusal egemenlik açısından büyük riskler taşımakta ve Türkiye’nin hukuk sisteminin dış etkenlere karşı ne derece savunmasız olduğunu göstermektedir.

Bu yazıda, Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasının detaylarını inceleyerek, Türkiye’nin bağımsız karar alma mekanizmalarının nasıl zayıflatıldığını, küresel güçlerin bu düzenlemeyi nasıl kullandığını ve ülkemizin hukuki işgal sürecine nasıl sürüklendiğini örneklerle açıklayacağım.

1. Anayasa’nın 90. Maddesi: Uluslararası Anlaşmaların Üstünlüğü

Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası şöyle der:

"Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır."

Bu hüküm, uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile Türk kanunları arasında bir çelişki oluştuğunda, uluslararası sözleşmelerin esas alınacağını belirtir.

İlk bakışta demokratik ve hukukun üstünlüğünü savunan bir düzenleme gibi görünse de, gerçekte Türkiye’nin yasama, yürütme ve yargı bağımsızlığına doğrudan bir darbe niteliğindedir. Çünkü uluslararası anlaşmalar, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) tarafından değil, çoğunlukla dış baskılarla ve hükümetlerin inisiyatifiyle onaylanmaktadır. Bu durum, hukuki işgalin temel taşlarından biridir.

2. Hukuki İşgalin Mekanizması

Türkiye’de bir yasa yapıldığında, bu yasa halkın iradesini temsil eden TBMM tarafından kabul edilmek zorundadır. Ancak uluslararası anlaşmaların iç hukuka üstün olması demek, Türkiye’de yapılan yasaların bir anlamda geçersiz sayılması anlamına gelir.

Bunun nasıl işlediğini adım adım inceleyelim:

1. Küresel Güçler ve Uluslararası Örgütler

Türkiye, Birleşmiş Milletler (BM), Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği (AB), NATO ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi uluslararası örgütlerin baskısı altında hareket etmek zorunda bırakılmaktadır.

Bu örgütler, belirli hukuk normlarını dayatarak Türkiye’nin iç hukukunu şekillendirmeye çalışmaktadır.

2. Uluslararası Anlaşmaların Dayatılması

Türkiye, uluslararası insan hakları sözleşmelerine ve ekonomik anlaşmalara zorla taraf olmaktadır.

Bu anlaşmalar çoğu zaman halkın ve TBMM’nin iradesine aykırı şekilde, siyasi ve ekonomik baskılarla kabul ettirilmektedir.

3. Yerli Hukukun İşlevsiz Hale Getirilmesi

Türkiye’de bir yasa çıkarıldığında, eğer bu yasa uluslararası bir anlaşmaya aykırıysa, mahkemeler doğrudan uluslararası hukuku esas almak zorundadır.

Böylece, Türkiye’nin hukuk sistemi yabancı mahkemelerin ve uluslararası kuruluşların etkisine açık hale getirilmektedir.

3. Örnekler Üzerinden Değerlendirme

3.1. İstanbul Sözleşmesi ve Aile Yapısına Müdahale

İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesi bahanesiyle Türkiye’ye dayatılmış bir uluslararası anlaşmaydı. Ancak uygulamada:

Türk aile yapısını hedef alan düzenlemeler içeriyordu.

Cinsiyetsizleşmeyi teşvik eden bir hukuki çerçeve sunuyordu.

Mahkemeler, Anayasa’nın 90. maddesine dayanarak İstanbul Sözleşmesi’ni yerel yasalardan üstün tuttu.

Sonuç olarak, Türkiye bu anlaşmadan çekilmek zorunda kaldı ancak benzer mekanizmalarla yeni anlaşmalar dayatılmaya devam edilmektedir.

3.2. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Kararlarının Bağlayıcılığı

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Türkiye’ye karşı sık sık kararlar almaktadır. Ancak bu kararlar, Türkiye’nin egemenliğini hiçe sayarak iç hukuk düzenlemelerinden üstün tutulmaktadır.

Örnek:

FETÖ ve PKK bağlantılı kişilerin AİHM’ye başvuruları sonucunda, Türk mahkemeleri Anayasa’nın 90. maddesi gereği bu kararları uygulamak zorunda kalmaktadır.

Türkiye’nin güvenliği ve milli çıkarları göz ardı edilerek, dış müdahaleler hukuki bir zemine oturtulmaktadır.

Bu durum, hukuki işgalin en somut göstergelerinden biridir.

4. Ekonomik ve Hukuki Bağımsızlık Erozyonu

Anayasa’nın 90. maddesi sadece siyasi ve hukuki konularla sınırlı kalmamaktadır. Ekonomik bağımsızlık açısından da büyük riskler taşımaktadır.

Dünya Bankası, IMF ve AB ile yapılan ekonomik anlaşmalar, uluslararası hukuk kapsamında olduğu için Türkiye’nin ekonomik karar alma mekanizmalarını kısıtlamaktadır.

Yerel kalkınma politikalarının belirlenmesi yerine, küresel finans kuruluşlarının dayattığı ekonomik reformlar zorunlu hale getirilmektedir.

Bunun sonucunda, Türkiye kendi ekonomik çıkarlarını gözeten kararlar almak yerine, dış yönlendirmelerle hareket etmek zorunda kalmaktadır.

5. Çözüm: Hukuki Bağımsızlık İçin Ne Yapılmalı?

Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası derhal kaldırılmalı ya da yeniden düzenlenmelidir.

Çünkü:

Ulusal egemenlik, halkın seçtiği meclis tarafından belirlenmelidir.

Türkiye’nin iç hukukunun dış baskılarla şekillendirilmesi kabul edilemez.

Uluslararası anlaşmaların, yerel yasaları geçersiz kılmasına izin verilmemelidir.

Ayrıca, Türkiye’nin uluslararası anlaşmalara taraf olma süreçleri sıkı denetime tabi tutulmalı ve halkın onayı alınmalıdır.

Ulusal Egemenliğimizi Geri Kazanmalıyız

Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrası, Türkiye’nin bağımsızlığını zedeleyen bir hukuki işgal mekanizması olarak işlev görmektedir.

Eğer bu düzenleme devam ederse, 

Türkiye’nin hukuk sistemi uluslararası kuruluşların ve mahkemelerin kontrolüne girecektir.

Milli irade zayıflayacak, TBMM’nin yetkileri anlamsız hale gelecektir.

 

Ülkenin ekonomik ve sosyal politikaları yabancı devletler ve örgütler tarafından belirlenecektir.

Bu nedenle, Türkiye hukuki bağımsızlığını yeniden kazanmak için Anayasa’da ciddi değişiklikler yapmalı ve uluslararası baskılara karşı güçlü bir duruş sergilemelidir.

Ulusal egemenlik, ancak kendi hukuk sistemimize ve değerlerimize sahip çıkarak korunabilir!

Bahadır Hataylı/28.12.2024 /Ümraniye /İST

3 Şubat 2025 Pazartesi

Yeryüzüne Sevgi mi Yoksa Talan mı?


Allah Resulü (sav) buyurdu ki: “Yeryüzü bana mescit kılındı.” Bu, insanın Rabbine her yerde yönelip O’na secde edebileceği anlamına geliyordu. Yani secde bir mekâna mahkûm edilmemişti; aksine yeryüzünün kendisi bir ibadet mekânıydı. Toprak, gökler, denizler, nehirler, ormanlar, dağlar—hepsi mescidin bir parçasıydı. Ancak insanoğlu, bu mescidi kirletti. Bugün yeryüzüne bakın: Nehirler zehir taşıyor, gökyüzü gri bir perdeyle kaplanmış, ormanlar yok ediliyor, toprak kimyasallarla çürütülüyor, denizler plastik çöplüğüne dönmüş durumda. Eğer yeryüzü gerçekten mescit olsaydı, ona bu şekilde ihanet edilir miydi? Eğer secde bir teslimiyetse, biz kime teslim olduk?

Göklerin ve Denizlerin Ağlayışı

Eskiden mavi gökyüzü, insana sonsuzluğu hatırlatırdı. Bulutların arasından süzülen güneş, umudu temsil ederdi. Ama bugün gök, insanoğlunun kirli eliyle örtülmüş durumda. Fabrika bacalarından çıkan dumanlar, taşıt egzozlarından yükselen gazlar, atmosferi zehirleyen kimyasallar… Her gün tonlarca karbondioksit göğe salınıyor. Yağmur artık bereket getiren bir rahmet değil, asit taşıyan bir lanet haline geldi. Oysaki bulutlar secde hâlindeydi, onlar emredildiği gibi yerin susuzluğunu gideriyor, tabiatın dengesini sağlıyordu. Fakat biz, onların secdesine ihanet ettik.

Denizler… Rabbimiz onları bizim için nimet kıldı. İçlerinde milyonlarca canlı yaşardı, bereket taşırdı, insanlara rızık sunardı. Fakat şimdi? Bugün bir denize bakın. Balıklar plastik yiyor, devasa atık adaları okyanusları kaplıyor. Endüstriyel atıklar ve kimyasallar yüzünden pek çok deniz canlısı ölüyor. İnsanlık, denizleri bir çöp kutusuna çevirdi. Eğer deniz de bir mescitse, bu nasıl bir saygısızlıktır?

Kıyılarımıza bakın… Petrol sızıntıları, plastik şişeler, naylon torbalar, kimyasal atıklar… Suda yaşayan canlılar oksijen bulamıyor, kıyıya vurmuş balıkların karınlarından plastik çıkıyor. Denizler nefes alamıyor. Oysaki onlar da Allah’ın ayetlerinden biriydi, onlara bakıp O’nu hatırlamamız gerekirken, biz onları kullanıp çöplüğe çevirdik.

Ormanların Katli, Toprağın Zehirlenmesi

Ağaçlar da secde edenlerdendir. Kökleriyle toprağı sarar, dallarıyla göğe yükselirler. Kur’an’da defalarca ağaçların, bitkilerin, rüzgârların Allah’ın ayetlerinden olduğu vurgulanır. Ama biz ne yaptık? Ormanları kestik, yerlerine beton diktik. Oysaki bir ormanın içinde yürüdüğünüzde Allah’ın sanatını görürdünüz. Kuşlar öter, rüzgâr yaprakları hışırdatır, ağaçlar göğe dua edercesine yükselirdi. Ama şimdi o dualar kesildi.

Amazonlar… Dünyanın akciğerleri. Her gün futbol sahası büyüklüğünde bir alan yok ediliyor. Sadece ağaçlar değil, içinde yaşayan hayvanlar da yok ediliyor. Biyolojik çeşitlilik azalıyor. Ağaçlar kesildikçe toprak erozyona uğruyor, seller artıyor, iklim değişiyor. Oksijen üreten makineler gibi çalışan ormanlar, şimdi yerini çorak topraklara ve dev fabrikalara bırakıyor.

Toprak da bir mescit değil miydi? Ama şimdi o topraklar zehirlenmiş durumda. Tarım ilaçları, hormonlu gıdalar, kimyasal gübreler toprağı öldürdü. Eskiden bir çiftçi toprağına eliyle dokunur, bereketin kokusunu alırdı. Şimdi o toprak, fabrikaların kimyasal atıklarıyla çürütülmüş, verimsizleşmiş halde. Zehirlenmiş bir toprak, ekini de nesli de ifsat eder. Çünkü insan, yediğiyle yaşar. Eğer gıdalarımıza zehir karışmışsa, ruhumuz nasıl temiz kalır?

Şehirler-Beton Mescitler ve Ruhsuz İnsanlar

Bugün Müslüman şehirlerine bakın. Devasa camiler, ihtişamlı minareler… Ama şehirlerin ruhu yok. Eskiden bir şehir, içindeki insanlarla anlam kazanırdı. Şimdi ise yüksek binalar, geniş yollar, gösterişli alışveriş merkezleri var ama içinde huzur yok. Çünkü şehirler betonla büyüdü ama insaniyet küçüldü.

Eskiden insanlar toprağa yakın yaşardı, suya yakın olurdu, doğaya saygı duyardı. Şimdi doğadan kopmuş, beton yığınları arasında sıkışmış bir nesil var. Camiler devleşti ama içlerindeki cemaat küçüldü. Kubbelerin altı bomboş, sokaklarda adalet yok, vicdan yok. Bir şehirde beton ne kadar artarsa, merhamet o kadar azalıyor sanki. İnsanlar yüksek binalarda yaşarken ruhları dar koridorlara sıkışıyor.

Tüketim Çılgınlığı ve İnsanın Ruhsal Çöküşü

İnsan doymak bilmez isteklerinin peşinde koşarken, bu dünyayı yakıp yıkıyor. Daha fazla eşya, daha büyük arabalar, daha fazla lüks… Ama bütün bunları üretmek için daha fazla ağaç kesiliyor, daha fazla maden çıkarılıyor, daha fazla su kirletiliyor. Sanayi devrimiyle başlayan üretim çılgınlığı, dünyayı yaşanmaz hale getirdi.

Bugün Afrika’da insanlar temiz su bulamazken, başka bir yerde bir insan milyonlarca litre su harcayarak devasa golf sahalarını suluyor. Bir ülkede açlıktan ölen çocuklar varken, başka bir yerde tonlarca gıda çöpe gidiyor. Allah adaletli bir düzen kurmuştu ama insan onu bozdu. Tüketim hırsı, insanoğlunun ruhunu da kirletti. Eskiden bir insanın ihtiyacı kadar eşyası olurdu. Şimdi ise tüketim bağımlılığı bir hastalık haline geldi.

Sadece doğayı değil, insanın ruhunu da ifsat ettiler. Sürekli reklamlara maruz kalan insanlar, sahip olduklarıyla mutlu olamaz hale geldi. Hep daha fazlasını isteyen, hiçbir şeyden tatmin olmayan bir nesil yetiştirildi. Kalplerimiz de çöplüğe döndü; ruhlarımız kirletildi.

Gerçek Secdeye Dönüş-Yeryüzüne Merhametle Yaklaşmak

Eğer yeryüzü gerçekten mescit kılındıysa, ona layıkıyla davranmalıyız. Mescide ayakkabıyla girmezken, yeryüzünü nasıl böyle kirletebiliriz? Caminin halısını temiz tutarken, neden toprağı zehirliyoruz? Minareler yükselirken, neden vicdanlarımız alçalıyor?

Allah’ın yarattığı bu düzeni korumak, gerçek bir secde değil midir? Secde sadece alın koymak değil, Allah’ın emirlerine uygun yaşamaktır. Eğer yeryüzü mescitse, o mescide ihanet etmeyelim. Toprağı, suyu, gökyüzünü koruyalım. Çünkü bir gün, nehirlerin zehir olup aktığı, göklerin asit yağmurlarıyla döküldüğü bir dünyada, secde edecek bir yer bile bulamayabiliriz.

Bugün insanlık iki yoldan birini seçecek: Ya yeryüzünü gerçek bir mescit gibi temizleyip koruyacak ya da bu güzel mescidi harabeye çevirip kendi felaketini hazırlayacak. Hangisini seçeceğimiz, yalnızca sözlerimizle değil, fiillerimizle belli olacak.

Erol Kekeç/03.02.2025/Sancaktep/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!