Bu Blogda Ara

21 Aralık 2024 Cumartesi

Sessizliğin Çığlığı- Mazlumların Yanında Olmanın Zorunluluğu

Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, kimin neye inandığını ve ne adına yaşadığını anlamak her geçen gün daha da zor hale geliyor. İnsanlar, çoğu zaman kendilerini belli bir inancın veya ideolojinin çerçevesinde tanımlıyorlar. Ancak, günlük yaşam pratiklerine baktığınızda, o inancın ya da ideolojinin izlerini bulmak bir yana dursun, bu iki dünya arasındaki çelişkiler karşısında hayrete düşüyorsunuz.

Özellikle İslam coğrafyası diye adlandırılan bu geniş topraklarda, insanlar  neye inandıklarını ve ne adına yaşadıklarını hakikaten kavrayabilselerdi, bu kadar acı, kan ve gözyaşı bu topraklara demir atamazdı. Ancak bugün, dünyanın bir köşesinde Gazze'de masum bebekler, yaşlılar ve çocuklar bombalar altında can verirken, diğer köşesinde kıpırdamayan, sessizliğe bürünmüş bir ümmet var.

Gazze’de 1,5 yıldır sürekli bir ateş hattı yaşanıyor. Bebeklerin çığlıkları, annelerin feryatları, yaşlıların çaresizlikleri bir kâbus gibi üzerimize çöküyor. Ancak bu kâbusun ortasında bile, kendine “Müslüman” diyen insanların kayıtsızlığı, vicdanları sarsacak kadar büyük bir soruna işaret ediyor. Bir zamanlar mazlumun yanında saf tutmanın bir şeref olarak görüldüğü bu topraklarda, şimdi mazlumları kurtarmak için bir adım atan çok az insan var.

Şimdi düşünelim: Neden? Neden bu kadar uzaklaştık mazlumun elinden tutmaktan? Neden, bu dinin “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” diye buyurduğu emirleri unuttuk? Hangi menfaat, hangi kırıntı, hangi korku bizi bu kadar sessiz hale getirdi?

Böyle bir düzende, kutsal günlerin bile anlamı yitiyor. Her bayramda insanlar şaşalı kutlamalar yapıyor, sofralar kuruyor, şatafat içinde bir günü daha geçiriyor. Ancak, o sofraların şatafatı, Gazze’de çocukların gözyaşlarına karışıyor. Kendi kıymetli hayatlarını sürdürmek için dünya nimetlerine dalanlar, hangi dinin temsilcisi olduklarını sorgulamalı.

Gazze’nin yanan topraklarında, bombaların gölgelediği çocukların masum bakışları, o sofralarda oturanların vicdanlarını sarsmalıydı. Ancak olmuyor. Mazlumun elinden tutacak eller ya uzanmıyor ya da görmezden geliniyor.

İslam, adı üzerinde teslimiyet dinidir. Ancak bu teslimiyet, zalimin zulmüne teslim olmak değil, Allah’a ve onun adaletine teslim olmaktır. Mazlumların çığlıklarına sessiz kalınan bir düzenin İslam’la bir ilgisi olamaz. İslam, mücadeleyi ve adaleti şart kılarken, biz hangi cesaretle bu şartlardan kaçıyoruz?

Kur’an bize çok açık bir şekilde, zalimin de mazlumun da tanımını yapar. Ancak zalime karşı dilsiz, mazluma karşı sağır olan bir toplum, hangi kitabın şahitliğini üstlenebilir? Hangi kitap, sessizliğin şairliğini kabullenir?

Bugün, çocukların bombalar altında kaldığı, annelerin cesetlere sarıldığı, yıllardır dinmeyen kanın akmaya devam ettiği topraklarda bir soru beliriyor: Biz neredeyiz? Allah’tan cihadı emretmesini isteyen diller, emredilince neden susar? Kaybedeceklerimizi düşünmek mi bizi bu kadar korkutuyor?

Ey ümmet! Bil ki, Allah’ın Resulü, “İnsanların en hayırlısı, insanlar için faydalı olandır” buyurmuştur. Ancak biz, insanların faydasından çok, kendi çıkarlarımızı düşünüyoruz. Bunun neticesinde mazlumları unutarak zalimlere boyun eğiyoruz.

Bu ümmetin kendine gelmesi, yeniden dirilişi ve adaleti tesis etmesi bir zarurettir. Mazlumların yanında olmaktan kaçtığımız her an, zalimin safında yer aldığımızı unutmayalım.

Ayağa Kalk!

Bu bir davettir. Mazlumların yanında saf tutmaya, hakkın ve adaletin şahitliğini yapmaya bir davet. Ey insan, unutma ki ölüm var, hesap var. Ve unutma ki bu dünyanın sahte ışıkları söndüğünce, yanında sadece amel defterin kalacak.

Haydi ayağa kalk ve bu karanlıklara bir son ver. Bu dünya, Allah’ın adaletinin tecelli edeceği bir mahkemedir. Adaleti ve merhameti önce kendi nefsinde başlat ve bu dünyada insan olmanın hakkını ver. Yoksa, yarın öz benliğini ararken sadece pişmanlık bulacaksın.

Bahadır Hataylı/20.12.2024/Namazgah/İST

18 Aralık 2024 Çarşamba

Övgüler ve Arkasındaki Siyasi Hesaplar

Bir çocukluk hatırası gibi başlayan bu anlatım, derinlerde siyasetin karanlık stratejilerini yansıtıyor. İlk olarak, bir kişi ya da toplumu manipüle etmek isteyenler, "sen çok zeki birisin, bunları herkese söylemem" gibi övgülerle yaklaşırlar. Bu türden yüksekten başlayan ama arkasından niyetlerin fark edilmesiyle yerini tehditlere bırakan yaklaşımlar, sadece bireyler arasında değil, uluslararası arenada da karşılaşılan bir gerçekliktir.

Bugün, özellikle Trump gibi popülist liderlerin siyasetteki söylemleri ve "dostane" mesajları, arkasında hangi stratejilerin olduğu konusunda derin şüpheler yaratıyor. "Güçlü bir ordu kurmuşuz, uzun süredir savaşa girmemişiz" gibi satır aralarına gizlenen mesajlar, sadece dostça bir çıkış mı, yoksa gelecekteki bir uluslararası savaş için zemin mi hazırlıyor?

Bu soruları öncelikli olarak irdelemek gerekir. Medyanın bu konuda oynadığı rol, bir yandan toplumu bilgiye ulaştırma görevi üstlenirken, diğer yandan manipülasyon araçlarının bir parçası haline gelmesiyle önemli bir tartışma alanı oluşturuyor. Bu analizde, bahsedilen "yağlama" süreçlerinin altında yatan sebepleri, olası gelecek senaryolarını ve medyanın rolünü sorgulamak önemli olacak.

Geçmişten Bugüne- Övgü ve Şantaj Stratejileri

Manipülasyonun ilk adımı, karşıdaki kişiyi ya da toplumu "özel" hissettirmek üzerine kuruludur. Tarihte de bunun çok sayıda örneğine rastlanır. Örneğin, soğuk savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği, birçok küçük devleti "stratejik ortak" olarak övdüler; fakat çoğu zaman bu övgüler, o ülkelerin bağımsızlıklarını tehdit eden politikalara dönüştü.

Bugün de benzer bir tablo, özellikle ABD'nin Türkiye ile olan ilişkilerinde görülmektedir. Trump'ın bir dönem Türkiye'yi "büyük bir müttefik" olarak övmesi, hemen ardından gelen yaptırım tehditleriyle çelişmiştir. Burada temel strateji, önce övgüyle başlayıp karşı tarafı yumuşatmak, sonrasında ise şartları dikte etmeye geçmektir.

"Sen çok zeki birisin, aptallık yapma" gibi bireysel düzeyde kullanılan bu şablon, uluslara da uygulanır. Çünkü çoğu zaman "şöyle bir fırsatı sadece sana sunuyorum" diyerek çıkan liderlerin, asıl niyetlerinin ne olduğu, zamanla tehdit diline geçmeleriyle ortaya çıkar. "Benim iyi niyetimi yok ettin, bundan sonrasını sen düşün" gibi söylemlerle bireyleri şantajla köşeye sıkıştıran bu zihniyet, devletler düzeyinde "müttefiklik" adı altında ekonomik ya da askeri yaptırımlarla kendini gösterir.

"Güçlü Ordu" ve NATO Planları- Satır Aralarındaki Mesaj

Anlatımın bir başka boyutunda, "güçlü bir ordu kurmuşuz, uzun süre savaşa girmemişiz" gibi övgüler öne çıkıyor. Burada dış politikadaki "mesaj" stratejileri devreye giriyor. Bu övgüler, gerçekten bir teşekkür ya da takdir mi, yoksa gelecekte NATO'nun çıkarları için bir hazırlık mı? Türkiye'nin coğrafi ve stratejik konumu, her zaman çıkar ilişkilerinin odağında olmuştur.

Bu noktada, Trump'ın döneminde Türkiye'ye yönelik övgülerle başlayan, ancak S-400 meselesi gibi konularla sert eleştirilere dönüşen süreci hatırlamak gerekiyor. Bu övgüler, gerçekten "Türkiye'nin başarısını kutlamak" için mi yapılıyor, yoksa bir savaş senaryosunda "bizim için savaşacak bir ortak yaratma" amacını mı taşıyor? Bu noktada, NATO'nun gelecekteki savaş planlarına karşı temkinli olunması önemlidir.

Medyanın Rolü- Gerçekler ve Boşboğazlık

Medya, günümüz siyasetinin en etkili araçlarından biri haline gelmiştir. Bir yandan bilgi akışını sağlayarak toplumu aydınlatma görevi üstlenirken, diğer yandan güç odaklarının manipülasyon mekanizması haline gelebilmektedir. Bu durum, özellikle dış politika söz konusu olduğunda belirginleşir.

Türkiye gibi stratejik bir konuma sahip ülkeler, sık sık medyanın yanıltıcı gündemleriyle karşılaşır. "Güçlü ordu", "büyük müttefik" gibi övgü dolu ifadeler, medya tarafından sıkça öne çıkarılırken; bu ifadelerin arkasındaki gerçek niyetler sorgulanmaz. Bilhassa kriz dönemlerinde medya, manipülatif söylemlerle halkın algısını yönlendirme işlevi görmektedir.

Medyanın bu rolü, sadece yanlış bilgilendirme değil, aynı zamanda kamuoyunu pasifize etmek amacı taşır. Örneğin, "savaşa hazır güçlü bir ordu" söylemi, halkın gururunu okşarken, gerçekte bir savaşın eşiğine sürüklenme ihtimalini göz ardı etmelerine neden olur. Bu nedenle medyanın rolünü sorgulamak ve gerçek bilgiye ulaşma çabasını artırmak, kritik bir uyanışın temel adımlarından biridir.

Gelecek Okumaları-Türkiye'nin Potansiyel Rolü ve Riskleri

Geleceği okumak, geçmişin verilerini doğru analiz etmekten geçer. Bugün Türkiye, siyasi ve askeri olarak büyük bir güç inşa etmiş görünse de, bu gücün nasıl kullanılacağı konusunda dikkatli olunması gerekir. NATO'nun ve Batı'nın Türkiye'yi övmesi, aslında bir ortaklık arayışı mıdır, yoksa bir "taşeron güç" yaratma çabası mı? Bu sorular, gelecekteki riskleri değerlendirme açısından büyük önem taşır.

Türkiye'nin güçlü bir orduya sahip olması, şüphesiz bir avantajdır; ancak bu gücün başkalarının çıkarları için kullanılmasına izin vermek, büyük bir tehlikedir. Bu noktada, ulusal bağımsızlığı ve çıkarları korumak adına, güçlü bir diplomasi ve sorgulayıcı bir akıl geliştirmek zorunludur. "Övgülerin" arkasında yatan niyetleri anlamak, bu bağlamda hayati bir öneme sahiptir.

Kritik Uyanış ve Sorgulayıcı Akıl

Övgüler ve şantajlar, sadece bireylerin değil, devletlerin de karşı karşıya kaldığı manipülasyon araçlarıdır. Bugün Türkiye gibi güçlü ve stratejik ülkeler, "büyük müttefik" ve "güçlü ordu" gibi ifadelerle övülerek bir noktada kendi iradelerini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu nedenle, her övgünün arkasındaki niyeti sorgulamak, kritik bir uyanışın ilk adımıdır.

Medyanın rolünü ve siyasi stratejilerin arkasındaki gerçekleri anlamak, halkın bilinçlenmesi açısından büyük önem taşır. Türkiye'nin gelecekteki rolünü şekillendirmek için, güçlü bir sorgulayıcı akla ve bağımsız bir diplomasiye ihtiyaç vardır. "Yağlama" süreçlerine karşı uyanık olmak, ulusal bağımsızlığı korumak için atılması gereken en önemli adımdır.

Bu bağlamda, bireylerin ve toplumların manipülasyona karşı dirayetli durmaları, ancak eleştirel düşünce ve sorgulayıcı bir akılla mümkün olabilir. Övgülerin cazibesine kapılmadan, her sözün ve her stratejinin ardındaki gerçek niyetleri analiz etmek, gelecekteki riskleri bertaraf etmek için şarttır.

Bahadır Hataylı/18.12.2024/02.10/Sancaktepe/İST

17 Aralık 2024 Salı

Zamanın ve Zeminin Rengine Bürünme Kendin Ol

 

Her çağ, insanı dönüştüren yeni düzenler yaratır. Zamanın ve zeminin rengine bürünmek zorunda kalmanın dayatıldığı dönemlerde, bireyin kimliği ve kişiliği yavaşça silinir. Bu çağda, kimliğini koruyarak yaşamak bir meydan okumadır. Ama unutmamak gerekir ki, insanın asıl direnişi, başkalarının kalıplarına girmemek, kendi renginde ısrar etmektir. Kimliğini koruyamayan insan, ne zamana hükmeder ne de zemine değer katar.

Bir değirmen düşünün. Her gün dönmek zorunda olan bir değirmen. Değirmenin başına oturmuş bir grup insan, kolu tutan elleri değiştirerek değirmeni döndürmekle meşgul. O değirmenin dişlileri arasından geçenler, farkına varmadan öğütülenlerdir. İnsanlar, o devasa çarkların arasında rengini yitiren buğday taneleri gibidir. Kendilerini orada var edebilmek için başkalarının rengine bürünmeye çalışır, sonunda ne kendilerini yaşarlar ne de başkası olabilirler.

Ama neden? Bu değirmenin başında oturanların belirlediği seçenekler mi gerçekten tüm hayatımızı kuşatan seçenekler? Yoksa bize dayatılan bu seçenekler, kurnazca tasarlanmış bir illüzyondan mı ibarettir? İnsan, sorgulamadıkça kendine sunulan “doğru” yolları kabul eder ve kendi kimliğini tüketir.

Renklerin Gölgesinde Yaşamak

Kendini başkalarının rengine boyayanlar, bir süre sonra kendi varlıklarını yitirir. Zaman, zeminin bir yansıması gibi hareket eder; ama insan, zamanı yaşayan, zemini anlamlı kılan varlıktır. Kendi renginden uzaklaşan birey, bu anlamı kaybeder.

Bir düşün. Bu dünyada senin rengin nedir? Sana ait olan, seni sen yapan rengini neden unutuyorsun? Başkalarının rengini ödünç alarak mutlu olacağını mı sanıyorsun? Renklerini kaybeden insanlar, farkında olmadan başkalarının kölesi olurlar. Ve bu kölelik, özgürlüğün en sinsi düşmanıdır.

Zamanın ve zeminin rengine bürünenler, “başarı” dedikleri illüzyonla sarhoş olurlar. Kendilerini güvende hissettikleri kalabalıklara dahil olurlar. Oysa bu güven, bir tuzaktan ibarettir. Bu insanların içinde yaşadığı dünya, aslında sahte bir “renk cümbüşü”dür. Gerçekten renkli olanlar, kendi kimliklerinden ödün vermeyenlerdir.

Dünyanın Rengini Kim Belirliyor?

Zamanı ve zemini yönetenler, aslında hayatı tek bir renge boyamak isteyenlerdir. Herkesin aynı olduğu, farklı düşünmenin bir suç kabul edildiği, bireyselliğin yok sayıldığı bir dünya hayal ederler. Bu renksizlik, gücü elinde tutanların varlıklarını sürdürebilmeleri için şarttır. İnsanlar aynı düşünmeye, aynı yaşamaya ve aynı doğruları kabul etmeye zorlanır.

Ama bu durum kime yarar sağlar? Tabii ki hegemonyasını sürdürenlere... Renkleri kontrol edenler, hayatı da kontrol ederler. İnsanların kendi rengini keşfetmesini engelleyen bu sistem, bireyleri sıradanlaştırır, köleleştirir ve onlara sahte mutluluklar sunar.

Kendine gel, kardeşim. Sana dayatılan bu “renklerin” arkasındaki gerçeği gör. Bu dünyanın renkleri, bir yanılsamadan ibarettir. Çıplak kralın elbiseleri gibi, aslında yokturlar. Onları gerçek zannedenler ise başkalarının oyununda birer figüran olmaya mahkûmdur.

Kendi Renginde Israr Etmek

Bu düzenin dışına çıkmak kolay değildir. Başkalarının renginden memnun olanlar, kendi renginde ısrar edenleri dışlar. Cesur olmak, bu sahte düzenin karşısında dik durmaktır. Kendi renginde ısrar etmek, bir isyandır. Ama bu isyan, en haklı olandır. Çünkü insan, kendi rengini bulduğunda, dünyaya gerçek bir değer katar.

Sen de bu kararmış talihi değiştirebilirsin. Dünya seninle başlar. Zemine basan ayakların, zamanı yönlendiren düşüncelerin olduğu sürece bu düzeni değiştirme gücün var. Ama bunun için önce korkularını yenmelisin. Ürkeklik ve korkaklık sendromunu atmanın zamanı geldi. Sana “sus” diyenlere aldırma. Renginle var ol ve “ben buradayım” de.

Zamanın ve zeminin rengine bürünmeyenler, tarihin akışını değiştirenlerdir. Onlar, başkalarının boyadığı sahte dünyada figüran olmayı reddedenlerdir. Onların sesleri, yankılanarak çağlara ulaşır. Çünkü bu sesler, gerçeğin sesidir.

Bir Renk, Bin Anlam

Kendini sorgula. Seni sen yapan değerler neler? Hangi rengin peşinden koşuyorsun? Bu sorulara cevap bulduğunda, hayatının rotası yeniden çizilecek. Ama bu soruları sormadan yaşayanlar, başkalarının yazdığı senaryoları oynayarak hayatlarını tüketirler.

Unutma ki bu dünya, yalnızca güçlülerin değil, cesurların dünyasıdır. Kendi rengini bulmak, bu cesareti gösterenlerin işidir. Eğer sen de kendi rengini savunursan, bu düzenin boyasını silip, yerine gerçeği koyabilirsin.

Renklerin Özgürlüğü

Zamanı ve zemini değiştirecek olan sensin. Ama bunun için önce kendini değiştirmelisin. Kendi rengini keşfetmeli, başkalarının boyalarını reddetmelisin. Bu dünya bir değirmen gibi dönse de, sen o çarkların arasında öğütülenlerden olmamalısın.

Bu çağın maskeleri seni kandırmasın. Gerçek olan, senin kimliğin, senin rengindir. Onu kaybettiğinde, her şeyini kaybetmiş olursun. Ama o rengi koruduğunda, dünyayı değiştirecek güce sahip olursun.

“Kendi rengini bul ve bu renkle dünyayı boya.”

Zaman seninle başlar, zemin seninle anlam kazanır. Bu düzenin rengini değiştirmek senin elinde. Korkmadan, çekinmeden, “Ben buradayım!” diye haykır ve bu çağın uykuda olanlarına bir uyanış fermanı sun.

Bahadır Hataylı/17.12.2024/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!