Bu Blogda Ara

14 Aralık 2024 Cumartesi

Kerbala’nın Ateşi Zulmün Sonu ve Adaletin Şafağı

 

Kerbala Çölü... Sıcak kumların üzerinde bir avuç insan, tarihin en soylu direnişini yazmaya hazırlanıyordu. Karşılarında yüz bin kişilik bir ordu, zulmün simgesi Yezid’in emirlerini yerine getirmek için bekliyordu. Ancak bu sahne, yalnızca fiziksel bir savaş değil, hakkın ve batılın çarpışmasıydı.

Hz. Hüseyin’in cesareti, imanının derinliği ve vakarının asaleti, düşman ordusundaki en katı kalpleri bile sarsıyordu. Yezid'in gönderdiği askerler, dünyalık menfaatler uğruna bu kutlu şahsiyeti susturmayı planlıyordu. Ancak bir insan vardı ki, kendi vicdanının zincirlerini kırarak bu zulmün parçası olmayı reddetti: Hürr bin Yezid er-Riyahi.

Hürr, Yezid’in ordusunun komutanlarından biriydi. Kerbala’ya gelirken ordusunun başında büyük bir güçle yürümüş, Hz. Hüseyin’in yolunu kesmişti. Ancak Hüseyin’in sözleri, onun ruhunun derinliklerinde fırtınalar kopardı. Hüseyin, karşısındaki komutana dönüp, yumuşak ama kararlı bir sesle şöyle dedi:

"Ey Hürr! Sana iki yol sunulmuştur: Hakkın yolu ya da batılın yolu. Benimle savaşmak seni asla kurtuluşa erdirmez, yalnızca kalbine karanlık bir gölge düşürür. Ama Allah’ın yolunu seçersen, işte o zaman gerçek hürriyeti bulursun.”

Hürr’ün elleri titredi. Bu cümle, onun kalbine bir ok gibi saplanmıştı. Bir yanda Yezid’in vaat ettiği dünyalık nimetler, diğer yanda Hüseyin’in temsil ettiği hakikat... Gözleri doldu, dizlerinin üzerine çökerek, “Ey Peygamber’in torunu! Ben nefsime yenik düştüm ama şimdi sana teslim olmak istiyorum,” dedi. Hüseyin, onun bu içten dönüşünü rahmetle karşıladı. Hürr, o andan itibaren Hüseyin’in safında yer aldı ve Karbala’da onunla birlikte şehit oldu. Hürr’ün bu dönüşü, imanla hürriyet arasındaki güçlü bağı bir kez daha gösterdi.

Karbala’da Hz. Hüseyin ve beraberindeki 72 kişi, zulme karşı baş eğmeden şehit oldular. Ancak onların kanı, kumlarda kaybolmadı. Kerbala’nın rüzgarı, bu kanı dünyanın dört bir yanına taşıdı. Bu kan, her çağda zalimlerin tahtını sallayan birer ateş damlası oldu. İşte bu yüzden, Kerbala yalnızca bir olay değil; tüm insanlık için adalet, direniş ve hakkaniyetin sembolüdür.

Bugün dünyanın farklı köşelerinde yaşanan zulümler, Kerbala’nın yankısını tekrar hatırlatır. Filistin’de bombaların altında ağlayan bir çocuk, Suriye’de ailesini kaybeden bir anne, Yemen’de açlıktan kıvranan masum bir bebek… Hepsi, Kerbala’nın rüzgarıyla seslenir: “Zulümle abad olanın sonu yoktur.”

Tarih boyunca zalimler, hakikati susturacaklarını düşündüler. Ancak Firavun’un tuğyanı nasıl ki Musa’nın asası karşısında mağlup olduysa, Nemrut’un ateşi nasıl ki İbrahim için serin kılındıysa, bugün de zalimlerin sonu yakındır. Siyonist İsrail ve onun hamisi Büyük Şeytan ABD, mazlumların gözyaşlarını dikkate almazken kendi sonlarını hazırladıklarının farkında değiller. Bombalar, duvarlar ve silahlarla susturulmaya çalışılan halklar, gün gelecek bu zulmün hesabını soracaktır.

Adaletin zaferi kaçınılmazdır. Tıpkı Kur’an’ın müjdesinde olduğu gibi:
"Biz ise, yeryüzünde ezilenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve onları mirasçılar kılmak istiyorduk." Kasas Suresi/ 5. Ayet

Karbala’nın ruhu, sadece geçmişte kalan bir anı değil, bugün ve yarın için bir uyarıdır. Zulüm devam etse de, mazlumların duaları gökyüzünü titretir. Şuara Suresi’nin 227. ayeti bu direnişin ahlaki temelini bir kez daha hatırlatır:
"Ancak iman edip salih amel işleyenler, Allah'ı çokça ananlar ve haksızlığa uğradıktan sonra kendilerini savunanlar başka. Zalimler ise nasıl bir inkılapla devrileceklerini yakında göreceklerdir."

Bu ayet, Kerbala’nın hikayesini bugüne taşır. Hz. Hüseyin’in kanıyla yazdığı hakikat, zalimlerin tahtını sarsmaya devam ediyor. Ve o gün yakındır; mazlumların sesi, zalimlerin sessizliğini boğacaktır.

Ey zalimlere korku salan rüzgar, Kerbala’nın şahitleri olarak seninle haykırıyoruz: Zulümle abat olunmaz! Kerbala, her birimize adaletin safında durmayı öğreten bir okuldur. Hüseyin’in vakarını, cesaretini ve imanını rehber alarak, bugünün dünyasında hakkın yanında yer almak boynumuzun borcudur.

Bu öykü, yalnızca bir geçmiş hatırası değil, geleceğin de aynasıdır. Zulmün kökünün kuruyacağı o günleri umutla beklerken, Kerbala’nın direniş ruhunu taşımaya devam edeceğiz. Çünkü biz biliyoruz:
"Hakkın yanında olanlar, asla kaybetmezler."

Erol Kekeç/13.12.2024/Sancaktepe/İST

Adil Düzen ve Sosyal Devletin İlkeleri

Sosyal devletin anlamını, devlet ile millet arasındaki ilişkiyi ve bir toplumu güçlü ve sürdürülebilir kılan dinamikleri detaylandırırken, bazı temel ilkeleri dikkatle ele almak gerekir.

Bir devletin milli geliri, o devlette yaşayan her bir bireyin insanca yaşayabileceği standartları karşılamalıdır. Bu, temel yaşam ihtiyaçları olan barınma, gıda, sağlık, eğitim ve güvenlik gibi unsurların herkes için ulaşılabilir olduğu bir düzeni ifade eder. Mesleklerin ayrıcalığı olamaz, çünkü toplumsal düzen içinde her meslek bir çarkın dişlisi gibidir. Her meslek, kendi alanında toplumsal hayatın devamlılığını sağlayan vazgeçilmez bir role sahiptir. Bu nedenle, meslekler arasında bir üstünlük yaratmak, toplumun yapısını bozacak bir hiyerarşi kurmak anlamına gelir. Ancak bireylerin, mesleklerindeki özverili çalışmaları ve topluma kattıkları değerlerin karşılık bulması elbette önemlidir. Bu ödüllendirme sistemi, bireylerin çabalarını teşvik ederken aynı zamanda adil bir gelir dağılımını sağlamalıdır.

Sosyal Devletin Görevleri

Bir sosyal devletin asli görevi, toplumda huzuru ve güvenliği sağlamaktır. Bunun ardından, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak için sistemler geliştirmek, barınma ve korunma gibi en temel gereklilikleri teminat altına almak gelir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus, sosyal devletin "yardım dağıtan" bir yapı değil, fırsatlar sunan, bireylerin kendi yaşamlarını sürdürebilmeleri için altyapıyı hazırlayan bir sistem olması gerektiğidir.

Yardımlarla bağımlı hale getirilen bir toplumda, bireylerin kendi potansiyellerini gerçekleştirme şansı ellerinden alınır. Bu, hem bireylerin hem de toplumun gelişimine ket vurur. Sosyal devletin asıl amacı, bireyleri iş, üretim ve yaratıcılık süreçlerine dahil ederek topluma katkı sağlayan aktif bireyler haline getirmektir. Ancak, yaşlı, engelli ya da çeşitli sebeplerle çalışma gücünü yitirmiş bireyler için özel destek mekanizmaları oluşturmak, bir sosyal devletin insani bir sorumluluğudur. Bu yardımlar ise bireylerin onurunu zedelemeyecek, onları aşağılayıcı bir bağımlılık ilişkisine sokmayacak şekilde düzenlenmelidir.

Hukukun Koruyucu Rolü

Toplumsal gelir dağılımı ve bireylerin hakları, hukuki çerçevede güvence altına alınmalıdır. Her bireyin yaşam standartları, insani yaşam koşulları doğrultusunda belirlenmelidir. Bu noktada devlet, bireylerin haklarını bir kişinin ya da bir grubun inisiyatifine bırakmamalıdır. Örneğin, emekli maaşlarının ya da asgari ücretin artırılmasında, bir liderin kanaatleri değil, hukuki düzenlemeler ve ekonomik gerçekler esas alınmalıdır. Böyle bir sistemde, bireyler kendilerini devletin merhametine bağımlı hissetmezler; bunun yerine haklarını talep eder ve bu hakların adil bir şekilde korunacağından emin olurlar.

Devlet, bireyler için güvenilir bir yapı olmalıdır. Eğer bir devlet, bireylerin haklarını keyfi kararlarla düzenler ve yarının ne getireceğini belirsiz bırakırsa, bu toplumda güven duygusunu zedeler. Güven kaybı, toplumsal aidiyet duygusunun yitirilmesine ve nihayetinde bir milletin parçalanmasına yol açabilir. Bunun önüne geçmek için devletin temelleri, adalet, eşitlik ve şeffaflık üzerine inşa edilmelidir.

Toplumun Dinamikleri ve Sosyal Yapı

Bir toplum, bir ağ gibidir. Her birey ve her meslek bu ağın bir düğümünü oluşturur. Bu düğümler arasındaki bağlantılar ne kadar güçlü ve sağlıklı olursa, toplum da o kadar sağlam ve dayanıklı olur. Meslekler arasında ayrıcalık yaratmak, bu bağlantıları zayıflatır. Örneğin, bir öğretmenin eğittiği bireyler, bir toplumun geleceğini inşa ederken bir çiftçi, o bireylerin temel besin ihtiyaçlarını karşılar. Benzer şekilde, bir sağlık çalışanı toplumun sağlığını korurken, bir temizlik işçisi sağlıklı bir çevre sağlar. Bu döngü, toplumsal hayatın sürekliliğini sağlar ve hiçbiri diğerinden daha az önemli değildir.

Ancak bireylerin, mesleklerinde gösterdikleri ekstra çaba ve yenilikçilik, topluma kattıkları değerler nedeniyle takdir edilmeleri ve bu katkıların maddi karşılığını almaları, adaletin bir gereğidir. Bu tür bir sistem, bireyleri daha çok çalışmaya ve topluma daha fazla katkı sunmaya teşvik eder.

Adalet ve Gelir Dağılımı

Milli gelirin dağılımında adalet sağlanması, bir sosyal devletin temel taşıdır. Gelir dağılımında uçurumlar oluşması, toplumda huzursuzluk ve güvensizliğe yol açar. İnsanlar, hak ettiklerini alamadıklarını düşündüklerinde, sistemin meşruiyetini sorgulamaya başlarlar. Bu nedenle, gelir dağılımının adaletli bir şekilde düzenlenmesi, sadece ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal barış ve istikrarın sağlanması için hayati bir konudur.

Adaletli bir gelir dağılımı, sadece düşük gelir gruplarının desteklenmesiyle değil, aynı zamanda üst gelir gruplarının topluma daha fazla katkıda bulunmalarını sağlayacak mekanizmalarla da desteklenmelidir. Örneğin, yüksek gelir gruplarından alınan vergiler, eğitim, sağlık ve altyapı gibi kamu hizmetlerine yönlendirilerek topluma geri kazandırılabilir. Bu tür bir sistem, toplumsal dayanışmayı güçlendirir.

Sosyal Devletin Geleceği

Bir sosyal devlet, bireylerin sadece bugününü değil, geleceğini de garanti altına almalıdır. Bunun için eğitim, teknoloji ve yenilikçilik alanlarında yatırımlar yapılmalı, bireylerin kendilerini geliştirmeleri için fırsatlar sunulmalıdır. İnsanların kendi potansiyellerini gerçekleştirebildikleri bir ortam oluşturmak, bir devletin en büyük başarısıdır.

Ancak sosyal devlet, bireyleri bağımlı hale getiren bir sistem değil, bireylerin bağımsızlıklarını ve özgüvenlerini kazanmalarını sağlayan bir yapı olmalıdır. Bu nedenle, yardım sistemleri, geçici çözümler sunmak yerine bireyleri üretken kılacak şekilde tasarlanmalıdır.

Sonuç olarak, sosyal devlet, halkını köleleştiren değil, özgürleştiren bir sistemdir. İnsanların haklarını bir kişinin inisiyatifine bırakmak yerine hukuki bir çerçeveyle güvence altına alan, bireylerin emeğini ve çabasını ödüllendiren, gelir dağılımında adaleti sağlayan bir yapı, gerçek bir sosyal devletin tanımıdır. Böyle bir sistem, toplumsal dayanışmayı güçlendirir, bireylerin devlete olan güvenini artırır ve uzun vadede güçlü, huzurlu ve sürdürülebilir bir toplum inşa eder.

Erol Kekeç/13.12.2024/Namazgah/İST

11 Aralık 2024 Çarşamba

Suriye Krizinde İnsani Değerler ve Bölgesel Aktörlerin Tutumu

 

Suriye iç savaşı, yalnızca bölgesel güç dengelerini değiştiren bir çatışma olmakla kalmamış, aynı zamanda insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen insanlık dışı uygulamaların da ortaya çıkmasına sahne olmuştur. Bu süreçte rejimin hapishanelerinde yaşanan işkencelerden gizli zindanlarda tutulan mahkûmlara kadar birçok korkunç gerçek ortaya çıkmıştır. Ancak ne yazık ki, uluslararası toplumun bu trajedilere olan tepkisi genelde sessiz kalmak veya bu olayları kendi politik çıkarlarına göre manipüle etmek olmuştur.

Bu bağlamda, Esad rejiminin uygulamaları, İsrail’in bu süreçteki stratejileri, İran’ın mezhepçi politikaları, ABD ve Rusya’nın küresel çıkar hesapları ve Türkiye’nin insani değerler çerçevesindeki yaklaşımları, Suriye krizine çok boyutlu bir perspektiften bakmayı gerektiriyor. Bu yazıda, tüm bu unsurları sorgulayıcı bir üslupla ele alarak ve sorunun köklerine inerek geleceğe dair çıkarımlarda bulunmaya çalışacağım.

Esad rejiminin 2011’den itibaren uyguladığı yöntemler, yalnızca askeri bir baskıyı değil, aynı zamanda halk üzerinde korku ve dehşet yaratmayı hedefleyen sistematik bir şiddeti temsil etmektedir. Özellikle rejimin hapishanelerinde uygulanan işkenceler, dünya kamuoyunda şok etkisi yaratmıştır. Caesar Belgeleri adıyla bilinen ve rejimin hapishanelerinde öldürülen binlerce kişinin fotoğraflarını içeren belgeler, bu insanlık dışı uygulamaların somut kanıtıdır. Ancak bu görüntülere rağmen uluslararası toplumdan güçlü bir tepki gelmemesi, çifte standartların ne kadar derin olduğunu bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Suriye’deki rejimin kontrolü altındaki zindanlar ve hastanelerin alt katlarında inşa edilen işkence odaları, insanlık onurunu ayaklar altına almıştır. İnsanların sadece siyasi görüşlerinden dolayı bu şekilde zulme maruz kalması, rejimin ne kadar baskıcı bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Ancak bu noktada dikkat çeken bir diğer unsur, uluslararası medyanın bu olayları yeterince gündeme getirmemesi ve uluslararası toplumun sessizliğidir.

İsrail’in Rolü

Esad rejiminin zulmüne dair birçok belge ve arşiv, İsrail tarafından hedef alınmış ve bombalanarak imha edilmiştir. Bu durum, İsrail’in bölgede kendi çıkarlarını korumak için rejimin insanlık suçlarına dair kanıtların ortadan kaldırılmasına göz yumduğunu veya bizzat desteklediğini göstermektedir. Filistinlilerin Suriye zindanlarında kaybolması ve işkencelerden geçirilmesi ise, Esad rejiminin Filistin davasına yönelik gerçek niyetini ortaya koymaktadır. Esad’ın Filistinlilere destek verdiği söylemi, tamamen bir propagandadan ibarettir ve bu durumu görmezden gelmek, gerçekleri inkâr etmektir.

İran, Suriye krizinde Esad rejiminin en güçlü destekçisi olmuştur. Bunun temel sebebi, İran’ın Şii eksenini koruma stratejisi ve Hizbullah gibi müttefiklerinin lojistik hattını garanti altına alma çabasıdır. Ancak Esad rejiminin işlediği insanlık suçlarına İran’ın sessiz kalması, bu destek ilişkisinin etik boyutunu sorgulatmaktadır.

İran’ın Mezhepçi Yaklaşımı

İran, Suriye krizini mezhepçi bir bakış açısıyla ele almış ve Esad rejimini "direniş ekseni" olarak nitelendirmiştir. Ancak bu eksenin temelinde, halkların özgürlüğü veya insani değerlerden ziyade, mezhep temelli çıkarların korunması yer almaktadır. Bu nedenle İran’ın Esad rejiminin işkencelerine sessiz kalması, bu ülkenin insan hakları konusundaki tutumunun ne kadar ikiyüzlü olduğunu göstermektedir.

Türkiye ile İran Arasındaki Çelişkiler

Türkiye, Suriye’de insani yardımı önceliklendiren bir politika izlerken, İran’ın mezhepçi yaklaşımı bu iki ülke arasındaki çelişkileri derinleştirmiştir. Türkiye’nin insani değerleri ön planda tutması, kısa vadede bazı çıkar kayıplarına neden olsa da uzun vadede ahlaki üstünlüğünü korumuştur.

Rusya ve ABD’nin Politik Hesapları

Suriye krizinde Rusya ve ABD’nin oynadığı roller, her iki ülkenin de bölgesel çıkarlarını ön planda tuttuğunu göstermektedir. Ancak bu süreçte dikkat çeken bir diğer unsur, bu iki ülkenin de Esad rejiminin insanlık dışı uygulamalarına göz yummasıdır.

Rusya, Suriye’deki çıkarlarını korumak için Esad rejimini güçlü bir şekilde desteklemiştir. Tartus’ta bulunan deniz üssü ve Suriye’nin jeopolitik konumu, Rusya’nın bölgedeki varlığını devam ettirme motivasyonunu artırmıştır. Ancak Rusya’nın Esad’ı uluslararası mahkemelerde yargılanmaktan koruyacağını açıklaması, Moskova’nın insani değerler yerine stratejik çıkarları öncelediğini ortaya koymaktadır.

ABD, Suriye’de insan hakları söylemini sıkça dile getirse de, PYD/YPG gibi gruplara verdiği destekle Suriye’nin kuzeyinde fiili bir bölünmeye yol açmıştır. Bu da ABD’nin insani değerlerden ziyade, bölgesel çıkarlarına odaklandığını göstermektedir.

Türkiye, Suriye krizinde insani değerleri önceliklendiren bir politika izlemiştir. Milyonlarca Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye, bu bağlamda uluslararası toplumun takdirini kazanmıştır. Ancak Türkiye’nin bu insani politikalarının, bölgedeki emperyalist güçlerin daha fazla müdahil olmasına yol açtığı da bir gerçektir.

İnsani Yardımlar ve Mülteci Politikası

Türkiye, Suriye krizinde sınırlarını açarak milyonlarca insanın hayatını kurtarmıştır. Ancak bu yaklaşım, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal yapısını da zorlamış ve bazı eleştirilere yol açmıştır. Buna rağmen Türkiye’nin bu insani tutumu, bölgedeki diğer ülkelerle kıyaslandığında oldukça anlamlıdır.

Türkiye’nin insani yardımları, bazı eleştirmenler tarafından emperyalist güçlerin bölgeye müdahalesine zemin hazırlamakla suçlanmıştır. Ancak burada dikkate alınması gereken önemli bir nokta, insani yardımın ahlaki bir zorunluluk olduğudur. Gelecekteki olumsuzluklar, bu bağlamın dışında değerlendirilmeli ve Türkiye’nin insani politikaları bu açıdan ele alınmalıdır.

 Suriye Sorununun Geleceği

Suriye krizi, yalnızca bölgesel değil, küresel dengeleri de etkileyen bir sorun olmaya devam etmektedir. Bu bağlamda Türkiye, insani değerleri önceliklendiren politikalarıyla ahlaki bir üstünlük sergilerken, diğer aktörlerin çoğu çıkar odaklı bir yaklaşım benimsemiştir. Ancak bu süreçte Türkiye’nin uzun vadeli stratejik çıkarlarını da göz önünde bulundurması gerekmektedir.

Gelecek İçin Öneriler:

  1. Türkiye’nin Bölgesel İşbirlikleri
    Türkiye, İran ve Rusya ile olan ilişkilerini dengelemeli ve Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruma konusunda daha aktif bir rol üstlenmelidir.

  2. Uluslararası Toplumun Baskısı
    Esad rejiminin insanlık suçlarının yargılanması için uluslararası toplum üzerinde daha fazla baskı kurulmalıdır.

  3. Mülteci Sorununun Çözümü
    Türkiye, mültecilerin ülkelerine güvenli bir şekilde dönmeleri için uluslararası işbirliği mekanizmalarını harekete geçirmelidir.

  4. İnsani Yardımların Devam Ettirilmesi
    Türkiye, insani yardımlarını sürdürmeli ancak bu yardımların ekonomik yükünü paylaşmak için uluslararası destek arayışında olmalıdır.

Suriye krizi, insani değerlerin çıkar hesaplarına kurban edildiği bir dönemi temsil etmektedir. Türkiye’nin bu süreçte sergilediği insani tutum, tarihsel bir önem taşımaktadır ve bu politikanın devam ettirilmesi, gelecekteki bölgesel barış için kritik bir adım olacaktır.

Bahadır Hataylı/10.12.2024/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!