Bu Blogda Ara

1 Aralık 2024 Pazar

Sokaklardan Adalete---Bir Simidin Tanıklığı

 Bugün bir cumartesi sabahı... Gözlerimi açtığımda aklıma gelen ilk şey, şehirde dolaşmak ve bir simit eşliğinde insanları, sokakları, yaşamı izlemek oldu. Sıcak ekmek kokusuyla uyanan şehre adım attım. İlk durağım, köşe başındaki simitçi oldu. Bir simit satın alıyorum ve yavaş yavaş dolaşmaya başlıyorum. Görünen o ki, bu basit yürüyüş bile içinde pek çok gözlem barındırıyordu. Hayatın, insan ilişkileri, piyasanın ritmi ve sosyal dengeler, bir benzetme beraberliği adeta önümüzde sergileniyordu.

Pazarın hareketliliği, sokaktaki insanlar dikkatimi çekiyor. Çeşit çeşit insanlar… Kimisi elinde torbalarla pazardan dönüyor, kimisi kahve kokusu eşliğinde bir kafede kalıyor. Ama gözlemlerim sırasında farklılaşmış şeyler, bazı yüzdelerdeki gerginlik, yorgunluk ve umutsuzluktu. İnsanlar, dışarıdan ne kadar sakin görünse de, içlerinde birer fırtına taşınıyor.

Bir köşe başında oturan yaşlı bir amca dikkatimi çekiyor. Yanındaki pankartta “Bir simit parası...” yazıyor. Oysa elinde bulundurduğu eski bir gazetenin liderliği, ülkenin ekonomik büyüme rekorlarından bahsediyordu. İçimden şunu geçiriyorum: “Ekonomik büyüme nerede? Bu büyüme neden amcanın sofrasına ulaşamıyor?”

Yürüyüşüme devam ederken dikkatimi başka bir şey  çekiyor: Kamu çalışanlarının her geçen gün çoğalmasına rağmen, özel sektör çalışanlarının giderek daha güç yaşadığı gerçeği... Bir zamanlar özel sektör, daha yüksek maaşlar ve daha iyi çalışma koşulları sunarken, bugün Sokaktaki gençlerle sohbet ediyorum. Kamuya atanma sürecinden bahsediyorlar. Birisi, sınavda yüksek puan almasına rağmen atanamadığını anlatıyor. "Bir görüşmeye çağırıyorlar, puanının yüksekliği önemli değil" diyor. Diğerlerini ise ekliyor: “Sadık olman yeterli.” Bu beni derinden düşündürüyor. Ülkede liyakat yerini sadakate bırakmışsa, bu durum bizi nereye götürebilir? Kamuda bir "kulluk bürokrasisi" mi inşa ediliyor? Eğer durum böyleyse, bu anlayışın sonucu toplum için hayırlı olabilir mi?

İleride genç bir adamla  tanışıyorum. “Vergiler belimizi büküyor” diyor. “Elektriğe, doğalgaza, piyasa ürünlerine gelen zamlar zaten zor durumdayken bir de her gün yeni bir vergi kalemi ekleniyor.” Sözlerine ekliyor: “Peki, bu vergiler nereye gidiyor? Kamuda şişirilen kadroların maaşlarını ödemek için mi?” dünyada, toplumun omuzlarına yüklenen bu ağır verginin açıklamasını kim yapabilir? Eğer kamu rejiminin alım süreci liyakat yerine sadakatle belirleniyorsa, o zaman bu vergilerin amacı gerçekten toplumsal refahı artırmak mı yoksa bir “ulufe düzeni” mi inşa ediliyor?

Sokaktaki insanların yüzlerine baktıkça bir acı hissi büyüyor içimde. İnsanlar artık sadece günlük ihtiyaçlarını karşılamanın derdine düştüler. Umut yok, güven yok, adalet yok… Bir vatandaş olarak, bu adaletsizlikleri sorgulamak benim görevim değil mi? İnsanlar sessizleşmiş, hatta sindirilmiş durumda. Oysa yönetimin görevi devam ediyor, insanlara umut ve güven vermek değil mi? Ama görünen o ki, farklılıkları sindirerek, muhalifleri bastırarak ve doğruyu söyleyenlere “provokatör”, yanlışı eleştirenlere “vatan haini” damgası vurarak bunu başarmaya çalışıyorlar. Bu anlayışın bizi götüreceği yer olabilir mi?

Sokakları adımlarken, toplumun ekonomisi, toplum olarak ikiye bölünmüş durumda: Bir tarafta devasa kamu kurumlarında şişirilmiş kadrolarla güvenceli bir yaşam sürenler, diğer tarafta özel masraf asgari ücretle hayatta kalanlar. Ama bu ayrımlar sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve psikolojik bir uçurumu da beraberinde getiriyor.

Özel kurumda çalışan bir öğretmenle tanışıyorum. “Geçmişte özel kurumlarda maaşlar çok daha sağlıklı” diyor. “Ama artık kamuda çalışan, çalışanlarımızdan çok daha iyi durumda. Peki, bu kadrolara nasıl alınıyorlar? Bir sınav yapılıyor, ama sonrasında puanın önemi kalkıyor. Görüşmelere çağırıyorlar ve liyakat yerini sadakate ve tanıdığa bırakıyor.”

Bu durumu düşününce düşünce şu şekilde geliyor: Eğer liyakat yerine sadakat ön planda tutulursa, gelecekte evrensel nasıl bir düzen inşa edilebilir? Liyakat, bir toplumun ilerlemesi için temel taşlardan biri değil midir? Ama biz toplum olarak bu özelliğe hasret kaldık, gördüğüm kadarıyla  sadakat liyakatin ön koşulu haline gelmiş...

Son olarak, toplumda dikkatimi çeken bir başka konu, dinin nasıl araçsallaştırıldığı... Yönetim, dini söylemleri ve sloganları kullanarak insanları hipnoz etmeye, adaletsizlikleri örtmeye çalışıyor gibi görünüyor. Ama bu anlayışın insanlara nasıl zararlı uygulamaları olduğunu göremiyorlar mı? İnsanlar artık sorgulamaz, düşünmez hale gelmiş durumdadır. Ama bu sorgulamaların yapılmadığı bir toplum nasıl ileriyi görebilir? Çarşıdaki bu sessizlik, bir tür kabullenme mi yoksa içten içe büyüyen bir öfkenin habercisi mi, çözemiyorum.

Bir vatandaş olarak, adaletsizlikleri ve sorunları dile getirmek benim görevimdir. Yönetime kimse “kral çıplak” demiyor olabilir. Ama ben bunu söylemek zorundayım. Çünkü doğruyu dile getirmek, bir vatandaşın en temel sorumluluğudur. Eğer adaleti, yaşamı ve toplumsal huzuru yeniden inşa etmek istiyorsak, önce bu sorunların kabul edilmesi ve çözüm yollarının bulunması gerekir.

Bahadır Hataylı/30.11.2024/Sancaktepe/İST


Gönül Coğrafyamın Fırtınaları

Gönül coğrafyamın derin vadilerinde,
Sessizliğin yankısıdır acı fırtınalar.
Yürek iklimimde çığlık çığlığa,
Bir sevda büyütürüm acılardan...

Sorarsanız bana, mutluluk nedir,
Bir tebessüm mü yoksa bir özlem mi?
Yaşamak mı huzurun ışığında,
Yoksa yanmak mı dertlerin ateşinde?

Hakikaten, çok yoruldum diyorum,
Fakat yorgunluk, bilirsiniz,
Bir huzur buldurur bazen insana,
Hissettikçe başkasının acısını...

Belki de bundandır,
O fırtınalara aldırmamam.
Çünkü her rüzgârında,
Bir yaraya merhem olurum sanırım...

Acılarla iç içe, her an,.

Bir gönül yolculuğuna çıkarım.
Her ıstırap, başka bir şehri anlatır,
Gönül coğrafyamın derin atlasında...

Her ıstırap, başka bir hayat,
Bir ömürlük hikâye dokur bana.
Yaralı ellerimde taşırım,
O gönüllerin sancılarını...

Yürek iklimim derseniz,
Ne kışa ne bahara benzer.
Bazen ayazın sert nefesi,
Bazen de güneşin özlemiyle yanar...

Ama bilirim ki,
Acı çekenlerin gözüne baktığımda,
O küçük tebessüm,
Bütün fırtınalara değer...

Belki de bu yüzden,
Severim fırtınaları,
Çünkü her esintisiyle,
Bir yük alır yüreğimden...

Acılarla hemhal olmak,
Bir ibadet gibidir bazen.
Yalnızca kendini değil,
Başkalarının yükünü de taşımak...

Ve işte bundandır,
Bu gönül coğrafyasında,
Her bir dağ, her bir dere,
Bir başka hikâye anlatır bana...

Yorulmuş muyum, evet,
Ama bu yorgunluk,
Bana huzuru da getirmiştir,
Başkasının acısını hafifletmekle.

Bu yüzden diyorum ki,
Fırtınalar dindiğinde,
Bir tebessüm doğar gönül coğrafyamda,
Ve ben yine yaşamaktan haz alırım...

Gönül coğrafyam,
Bir sonsuz denizdir,
Dalgalandıkça anlam bulur,
Ve fırtınalarla büyür her damlası...

Her bir acı,
Bir yıldız gibi parlar orada,
Ve ben o yıldızlarla,
Karanlık gökyüzümü aydınlatırım...

Bu yüzden,
Sorarsanız mutluluğumu,
Gönlümdeki sancılarla,
Ve başkalarının huzuruyla ölçerim...

Acılarla dolu bu yolculuk,
Beni yaralasa da,
Bilirim ki,
Her yara bir umut çiçeği açtırır...

Ve ben, o çiçeklerin kokusuyla,
Yine de haz alırım yaşamaktan,
Gönül coğrafyamın derin ikliminde,
Fırtınalarla dans ederken…

Erol Kekeç/30.11.2024/Sancaktepe/İST

30 Kasım 2024 Cumartesi

Bölgedeki Gelişmeler Üzerine Bir Tahlil

 


Bugün Suriye'de HTŞ (Heyet Tahrir el-Şam) tarafından gerçekleşen yeni çatışma patlamaları ve burada bizim medyanın ilişkileri üzerinden Hikayeye baktığımızda, çok daha derin ve karmaşık denklemlerle karşılaşıyoruz. Görünen o ki bu durum yalnızca Suriye'yi değil, sınır komşularını, bölgesel güç dengelerini ve küresel politikaları doğuran bir sürecin parçası. Şimdi bu tabloya biraz daha yakından bakalım, dengeleri kimlerin nasıl oynattığını, bu oyuna kimlerin kayıtlı olduğunu ve sonuçlarının kimler için nasıl bir tehlike oluşturabileceğini sorgulayalım.

Suriye'de HTŞ gibi yapıların hareket etmesi kiminle yarar sağlar? Daha iyi durumda, bu çatışmaları kimler, kimler için kullanır? İlk bakışta bu soruların basit cevapları var gibi görünüyor. Bölgedeki herhangi bir çatışma, doğrudan ya da dolaylı olarak İsrail'in güvenlik politikalarını meşrulaştırır. İsrail, kuzey sınırlarında bir tehdit algısı yaratarak hem Lübnan hem de Suriye üzerindeki baskısını artırabilir. Bunun yanında, HTŞ'nin çatışmalarını genişletmesi, bölge ülkelerinin dikkatini dağıtabilir ve daha geniş kapsamlı bir stratejiye zemin hazırlayabilir.

Ancak işin başka bir boyutu daha var. Türkiye için bu ateşin alevlenmesi ciddi bir tehdit doğurur. Bir yandan sınırlarımızın hemen ötesinde yeni bir mülteci dalgasını tetikleyebilir, diğer yandan bölgedeki güvenlik sorunları doğrudan Türkiye'ye taşınabilir. Peki bu sıcaklıkta kim tutuşuyor? İşte bu olayın, yalnızca bir terör için meydana gelmediğini, daha büyük bir planın parçası olarak kurgulandığını anlamamız gerekiyor.

Son günlerde İsrail, Hizbullah'ın güney sınırındaki saldırılarıyla ciddi bir şekilde zorlandı. Özellikle Gazze'de yaşanan insanlık katliamı, İsrail'i uluslararası alanda daha fazla baskı altına aldı. Şimdi sormak istiyorum: İsrail, bu zor durumda neden Suriye cephesinde yeni bir hareketlilik istiyor? İsrail'de görünen, bölgesel dikkatleri dağıtma ve kendisine yönelik baskıyı azaltma çabasında.

Bu, klasik bir stratejidir. Düşmanlarınızın sayısını artırarak, dikkati dağıtabilirsiniz. Suriye'de HTŞ'nin hareketlenmesi, İsrail için altın bir fırsat sunuyor. İsrail, kuzeydeki güvenlik belgesini almak için Suriye'de “tampon bölge” oluşturmak istiyor. Bunun için bölgedeki kaos ortamının devam etmesi, İsrail'in uzun vadeli planları için bir avantaj sağlıyor.

Türkiye'ye dönersek, HTŞ'nin başlattığı bu hareketlenmenin sınırlarımızda nasıl bir etki olabileceğine odaklanmamız gerekiyor. Eğer bu çatışma Türkiye sınırına doğru genişlerse, zaten hassas olan bölgesel güvenliğimiz daha da tehlikeli olacaktır. Bu noktada Türkiye, iki ana tehdit ile karşı karşıya kalabilir:

  1. Mülteci Krizi: Yeni bir çatışma dalgası, sınırlarımızda milyonlarca mülteciyi daha ağırlamak zorunda bırakabilir. Hâlihazırda ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşan Türkiye, böyle bir yükü kaldırabilecek durumda değil.

  2. Güvenlik Tehditleri: HTŞ gibi grupların Türkiye’ye sızma ihtimali, sınırlarımızın ötesindeki tehdidi doğrudan içeride hissetmemize neden olabilir. Bu da sadece güvenlik değil, aynı zamanda toplumsal huzuru etkileyen sonuçlar doğurur.

Bölgedeki çatışmaların asıl hedefinin, sınırların savaşla değil masada değişmesi olduğuna dair güçlü sinyaller var. Yeni emperyalizmin temel planı, savaşarak değil, içten çökerterek ve parçalayarak ülkeleri küçültmek ya da büyütmek üzerine kurulu. Türkiye gibi ülkeler için bu durumun anlamı şu: Toprak kaybı ya da kazancı artık cephede değil, masada belirleniyor. Ve bu masa, içten gelen tehditlerle kuruluyor.

Bugün bölgemizdeki kıvılcımların etkisini anlamak için biraz geriye dönüp tarihsel sürece bakmamız gerekiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü, iç isyanlar ve dış müdahalelerin bir sonucuydu. Bugün de benzer bir süreçle karşı karşıyayız. İçimizdeki ayrışmalar, ekonomik sorunlar ve toplumsal kutuplaşma, bizi masadaki kayıplara zemin hazırlayan bir ülke haline getirebilir. İşte tam da bu noktada, HTŞ gibi yapıların hareketliliği, yalnızca Suriye değil, Türkiye gibi bölge ülkelerini de doğrudan hedef 

Burada bir başka önemli noktaya değinmek gerekiyor: Psikolojik savaş. Gece vakti köylerde mezarlıkların yanından geçerken korkularımızı bastırmak için yüksek sesle türkü söylemek gibi, bugün bölge ülkeleri de benzer bir korkuyu bastırmak için yüksek perdeden kahramanlık hikayeleri anlatıyor. Ancak bu hikayeler, toplumun gerçek korkularını örtbas edemiyor. Bölgedeki halkların duyduğu tedirginlik, yöneticiler tarafından savaş çığırtkanlığı ile bastırılmaya çalışılıyor.

Bu noktada, halkların bilinçlenmesi gerekiyor. Eğer bir toplum, kendi geleceği hakkında karar alırken duygularıyla değil aklıyla hareket etmezse, emperyalist planların kolay bir lokması haline gelir. Bugün halkımıza düşen görev, bu oyunları görmek ve kendi kaderini masada değil, sahada belirleyecek bir bilinç geliştirmektir.

Sonuç olarak, Suriye’deki HTŞ’nin hareketlenmesi, sadece bir terör örgütünün hamlesi değil, çok daha büyük bir planın parçası. Bu plan, İsrail’in güvenlik politikalarını, bölge ülkelerinin toprak bütünlüğünü ve küresel güç dengelerini doğrudan etkileyen bir sürecin içinde yer alıyor. Türkiye olarak bu süreçte akıllıca hareket etmeli, duygusal reflekslerle değil, stratejik akılla karar almalıyız.

Unutmayalım ki yeni emperyalizmin planı, savaş meydanlarında değil, masalarda uygulanıyor. Ve bu masalarda kazanan olmak için iç barışımızı, toplumsal birliğimizi ve ekonomik gücümüzü korumalıyız. Bölgemizdeki kıvılcımlar nelere gebe olacak, neler doğuracak? Yakında hep birlikte göreceğiz. Ancak temennimiz o dur ki, bu oyunlar bizim mıntıkamıza uğramasın. Bunun için halk olarak daha uyanık, daha bilinçli ve daha kararlı olmak zorundayız.

Bahadır Hataylı/30.11.2024/00.32/Sancaktepe/İST

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!