Bu Blogda Ara

26 Ocak 2023 Perşembe

DOLAŞIMI DURAN MAL YIKIMA GİDEN TANK GİBİDİR

Müslümanların yaşam alanında yaptıkları en büyük yanlışlardan biri, kapitalist sistem içinde yaşayarak, kendileri olarak kalacaklarını sanmasıdır. Günlük yaşamınızı belirleyen kurallar ne ise düşünce sistematiğiniz de ona göre biçimlenir. Dolayısıyla Marks’ın alt yapı üst yapıyı belirler yaklaşımı da tam bunu açıklar. İslam’ın ilk dönemlerine baktığımızda Allah’ın Resulü Medine de sosyal yaşamın oluşması için, öncelikle bir Pazar piyasası oluşturdu. İlk Pazar tezgâhları Yahudiler tarafından yakılınca, kendilerine özgü bir Pazar oluşturdular. Bu pazarın koşullarını da yine kendi değer sistemleri doğrultusunda belirlediler.

Toplumsal yaşamın devam etmesi için herkesin, organizeli hiyerarşik kamu otoritesinin bir memuru olarak çalışmasının imkânı olmayacağına göre, sivil ortamda çalışarak yaşamını devam ettirmesi gerekir. Bunun için Medine pazarı Müslümanların yaşamında belirleyici bir ışık olmalıdır. O Pazar Piyasasının oluşum dinamiklerini dikkate almayan, Müslümanım diyenlerin hepsi, kapitalist yaşamın sağmal inekleri haline gelmelerine rağmen, kendilerini Müslüman bir piyasada yaşıyor sanabilirler. Müslüman olmak, bir sorumluluk sahibi olmayı ve dünya yaşamına dair bir ihtiyaç hiyerarşisi oluşturmayı gerekli kılar. İhtiyaç hiyerarşisi olmadan, sadece kazanım üzerine oluşan bir anlayış kapitalizmin çok istediği bir tavırdır. Kapitalizmin mimarı, İlahi buyruğu çiğneyen İblistir. Çünkü İblis, cennette sürekli kalabilmeleri için, Âdem ve Havva’yı cennetten uzaklaştırdı. Onlarda bu hissi uyandıran iblis olsa da onlar Rahman’ın uyarısına dikkat etmediklerinden sınırsız arzu ve isteklerinin kurbanı oldular. İblisin bu yaptığının onun ilk ve son işi olmayacağını bilen rabbimiz der ki,” Ey Beni âdem İblis sizin atanızı saptırdığı gibi sakın sizin de başınıza bir bela getirmesin, ona yönelmeyin sadece bana kulluk edin işte dosdoğru yol budur.”

Bu uyarı aslında bir toplumun inşa edilme temellerini de belirliyor. Toplumsal yaşamın devamlılığı için, sınırlı sorumlu ilkeleri olan, herkesin huzur bulduğu, insanlık değerlerinin korunduğu ve insanın kutsallığına bir gölgenin düşmediği yaşam olmalıdır. Bunun oluşması için iktisatın çok iyi düzenlenmesi ve kimseye haksızlığın olmaması şarttır. Ekonomik ifsadın olduğu bir yerde başka değerleri koruma ve onların varlığını devam ettirme imkânınız olamaz. Ekonomik yaşamdaki bozulmanın, tüm yaşamı karartacağı bilinmek zorundadır. Bunun için Allah’ın Resulünün ilk icraatı, Medine pazarını kurmak ve pazarın çalışma kurallarını belirlemek olmuştur. O Pazar, bu günkü anlamıyla Pazar olarak anılsa da yaşamın devamı için gerekli tüm ihtiyaçların alınıp satıldığı piyasanın adıdır. O piyasanın koşullarını kendi çıkar ve menfaatlerini arttırmak için bozmaya çalışanlar pazardan atıldığı gibi, ticari ortamdan da uzaklaştırılarak cezalandırılmıştır. Yahudilerin yaptığı oyunlar bunlara en güzel örnektir, o zaman ki pazarda…

Başka yerlerden gelen ticaret kervanları pazar dışında, önemli kişilerle görüşerek, mallarını bir kişiye satarak, piyasayı o şahsın belirlemesine ortam oluşturamazlardı. Böyle davranan tacirler o piyasaya bir daha girme şansını kaybeder, böyle kurnazlık yapmaya çalışan bir satıcı da cezalandırılırdı. Her şey açık bir ortamda olur ve insanlar bu piyasadan mallarını alıp ihtiyaçlarını karşılarlardı. Allah’ın elçisi (sa.) şöyle söylüyor:” Hiçbiriniz gelen bir kervanı şehir dışında karşılamasın. Şehirli köylü namına satış yapmasın” (komisyonculuk). Kervanın karşılanması demek; tüccarın şehir dışına çıkarak mal sahiplerini karşılaması ve şehre girmeden mallarını satın alması ve tekrar şehre dönerek insanlara satmasıdır. Bu kadar açık seçik bir hayatın günümüze yansıyan şekli, kapitalizmin kölesi olmuş kültür armağan etmek mi olacak…

Medine pazarında yetişmiş doğruluğun eminliğin ne olduğunu çok iyi anlayan tüccarlar eliyle İslam, dünyanın dört bir yanına taşındı ve bu tüccarların güvenirliliğinden etkilenen başka toplumlar da İslam’la tanıştı. Ancak bize gelen şekliyle baktığımızda İslam’ı kabul ettirmek için cihat yapıldığı ve savaşların da genellikle İslam’ı kabul etmeyenlere karşı olduğu söylenir. Bu tamamıyla bir oyun ve İslam’ın gölgede bırakılmak istenmesinden başka bir şey değildir. İslam’da savaş zalim yönetimlere karşı olmuştur. İslam’ı kabul etmek isteyen toplumlara baskı kuran ve halkın İslam’la olan diyaloğunu yok etmek için halk ile İslam’ın mesajı arasına duvarlar ören yönetimlerin bu duvarları yıkması istenmiş, duvarları yıkmamakta kararlı olduğunu ve zulmünü devam ettireceğini ortaya koyunca onlarla savaş kaçınılmaz olmuştur. Ancak tarihi süreç baştan uzaklaştıkça bunlar ganimet savaşına kadar gitmiştir. İslam, savaşlarla başka toplumlara ulaştırılmamış, tacirlerin ticaret kervanlarıyla gitmiştir. Bu mantık ve yaşamın kodları doğru okunduğu zaman Müslümanların içinde bulunduğu bu sisli havalar yerini aydınlığa bırakacaktır. Aksi taktirde bu karanlık sisli havalar bu coğrafyayı hiç terk etmemekte kararlı olacaktır.

Allah, malın mülkün bir elde toplanarak onun eliyle insanlara aktarılmasını asla istemiyor. Malın paranın insanlar arasında dolaşmasını istiyor. Öyle olduğu zaman herkes o malın dolaşımından yaşamını devam ettirecek imkanlar elde edecektir. Ama belli ellerde toplandığı zaman, herkesin o mallara ulaşma imkânı olmayacaktır. Bu da insanlar arasında sorunların oluşmasına ve huzurun bozulmasına sebep olur. Karun’un sarayının köşkünün örnek verilmiş olması, bir toplum oluşumunda toplumun terbiyesinin nasıl olması gerektiğini anlatmaktan başka bir şey olabilir mi? Karun gibi belli kişiler oluşturmak toplumda ifsadın oluşumunu sağlar. Onun için Yüce Yaratıcı insanın bu zaafını bildiğinden, mal yığarak, kendini malıyla tanımlayan insanların topluma örnek olmasının önüne geçmek için, bizlere o örnekleri en ince ayrıntısına kadar anlatmaktadır.

Müslüman bir toplumda tüketim malı durdukça değer kazanmaz, yıpranır aşınır ve değer kaybeder, onun için insanlar mülkiyet edinerek ondan kazanç sağlama yoluna gitmezler. İnsanların kazançları, emeklerinin karşılığı olan ve hareketli piyasada dolaşımı sağlanan mallardan elde ettikleridir. Piyasada, insanlar arasında dolaşımı olmayan malların, belli ellerde toplanarak o malların kiralanması ve piyasayı belirleyenlerin de bu mallara sahip olanların olduğu yerde toplumsal yaşam kararır. İnsanların doğal ihtiyaçları olan evleri ve aile bireylerinin oturması gereken konutları dışında, ayrıca tacir olanların kendi ticarethaneleri dışında mülkiyet alıp onu biriktirmesi önlenmelidir. Yatan mallardan yani arazi arsa ev dükkân fabrika gibi yerlerin kazanç sağlamak için yapılmaması gerekir. Bir inşaatçının yaptığı binalardan para kazanması bir ticarettir. Ama bir mülk zengininin birçok iş yerlerini alarak onları kiraya verip piyasayı da kendisinin belirlediği bir yerde onlardan para kazanması bir ticaret değil tefeciliktir. İnsanların alım gücü yükselmeden, tekelleşmiş mülkiyet zenginlerinin kendi istekleri doğrultusunda Piyasanın koşullarının belirlenmesi kiraların arttırılması, ekonomik yaşamın altını üstüne getirdi. Ticaret yapmadan ellerindeki mülkleri insanlara kiraya vererek oturduğu yerden para kazanma ortamı oluşturanlar, kapitalist yaşamın bir belirleyeni olarak yaşamdan uzaklaştırılmalıdır.

Bir toplumda ev dükkân vs. mülkiyetlerin yapılması ve dolaşımı ihtiyaçlar belirlenerek, ihtiyaçların biraz fazlası olarak her yıl piyasaya sunulmalıdır. Bu sunumlar el değiştirmeli ve alanlar satmak için almalı ve karını koyarak satışı sağlanmalı, birilerinin oturduğu yerden para kazanması için, paranın dolaşımdan alınıp, mülkiyete aktarılması, piyasanın daralmasına ve toplumsal dengenin bozulmasına yol açar. Bu dengesizliğin oluşumunda, ortamı insanlara sunan yönetimler etkili olur. Yönetimler bu uygulamalarıyla, işsizliğin artmasına işyerlerinin kapanmasına, insanların düşük alım gücü ile çok pahalı malları almak zorunda kalmasına neden olurlar. Birileri sürekli kazançlarına kazanç katarken, üretimden yana olanlar ezilirler, insan çalıştırmayı değil, farklı yollarla kazançlarını artıracak yollar aramaya başlarlar. Sonrasında piyasada emek açısından çok ciddi bir arz oluşur ama bunları karşılayacak talep oluşturulamadığı için toplumsal dengesizlik ve kaos ortamları oluşmaya başlar. Çünkü piyasanın dengesizliği, birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görülen problemlerin birlikte kaynamasına yol açar. Üretici firmaların girdileri ve üretimi sağlayıcı enerji ihtiyaçlarına gelen sürekli artışlar, düşük karla mal üretmeyi ya da çalıştırdığı insanların ücretlerini kısmayı beraberinde getirir. Çalışacak emekçi insanlar, sürekli değişen piyasa koşullarındaki farklılaşmayla alım gücü azaldığından ihtiyaçlarını karşılayamayacağı için, birçok iş tekliflerine sıcak bakmayacak duruma gelir. Üretim için ihtiyacı olan, çalıştıracak elaman bulmakta zorlanırken, çalışacak kişi ihtiyacını karşılayacak alım gücünü karşılayacak iş arayarak işsiz kalır. Dolayısıyla hem eldeki üretim araçları istihdam edilmez hem de emek gücü üretim dışında kalır. Toplumsal yaşam mekanizması yavaşlar, hayat farklı kulvarlara kayar. Aileler sarsılır, ahlaki çöküntü oluşur, illegal örgütlenmeler ortaya çıkar, emeksiz kazanım yolları meşru zeminler yaratmaya çalışır. Ferdi ve toplumsal psikoloji etkilenir, toplumsal travmalar çoğalır. Değerlerin bağlayıcılık gücü etkisini kaybeder ve tam da kapitalizmin oluşturmak istediği ortamın zamanı yakalanmış olur. Biz toplum olarak kendimizle ilgili problemlerimizi doğru okuyarak, nedenleri gerçekçi saptayıp ona uygun çözüm denklemleri oluşturmadığımız sürece, gelecek beklentilerimizin bir hayalden ibaret olduğunu bilmemiz iyi olur.

Son bir yıl içinde sonuç olarak karşılaştığımız problemli tablo, yıllardır uygulanan yanlış ve inatçılık üzerine oturan arzu ve isteklerin ekonomik olarak bizi getirdiği sonuçtur. Zenginlerin sayısındaki artış ve mülkiyeti ellerine alanların kazançlarını toplumun genelinin bir kazanımı gibi topluma pompalayan algı, bu karanlık süreçte neden tökezlediğini idrak etmediği zaman bu karanlık yaşamın sürekliliğine katkı sunmuş olacaktır. Benim söylemek istediğim çok şey var ancak bu makalenin içinde hepsine yer vermeyeceğim, Medine pazarının oluşum ve işleyiş kurallarını doğru idrak edenler, çok ekonomi bilgisine sahip olmadan bu ülke ekonomisini düze çıkarır. Aksi taktirde halkın sırtındaki ağırlığı daha bir arttırarak, halkı yaşamından bıktırır duruma getirir. Şunu iyi anlamamız gerekir ki, üsten gelen basınç ne kadar artarsa toplumsal yaşamdaki karşılığı çok tazyikli akmak olur.

Günü kurtarmak için yapılacak politik açıklamaların, gerçekle yakından uzaktan ilgisinin olmaması, yönetim birimlerini çok kuvvetli bir selle suyun dışında karaya bırakır. Karada kalan bir yaprak gibi kopuşun, yaşama yeniden kavuşması mümkün olmayacağı için, yaşamın içindeki canlılığın korunması gerekir. Tekrar söylüyorum, dolaşımdan kalkan malın mülkün paranın belli ellerde toplanarak onların gelirlerini hesaplayarak, Milletin gelir düzeyi arttı gibi bir manipülasyonla toplumu hipnotize etmekten vazgeçmeyenler, gelecek için kendilerine hipnotize seansında randevu alırlar…

Medine pazarında bir tezgahtar olmayı, Karun’un malını sayan bir müşavirliğe tercih eden biri olarak, acıyan yanlarımı törpüleyerek bu makaleyi yazdım anlaşılmasının faydalı olmasını ümit ediyorum; selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Bahadır Hataylı/25.01.2023/17.45/Namazagah/İST



24 Ocak 2023 Salı

CİDDİYET İSTER YAŞAMAK

Bir toplumda eğer insanlar, bugün değil her dönemde hırsızlık adam kayırma ve yolsuzluklar var diyerek konuşmaya başlıyorsa, orada ahlakın tüm koordinatlarının yeri değiştirilmiştir. Ne yazık ki bizim toplum bu konuda çok yol almış, her anlayış kendi adamlarını korumak ve kollamak adına bu ahlaksız ifadeyi kullanmaktan ve onun arkasına sığınarak bir savunma yapmaktan imtina etmiyor. Ondan sonra da biz ahlaken nereye gidiyoruz, ahlaksızlık aldı başını gidiyor, bunu nasıl durduracağız diye dert yanıyor. Bu patolojik vaka toplumun tüm katmanlarına dalga dalga yayılırken ahlakı fenerle arasanız da bulamazsınız.

Yaşam ciddiyet ister, ciddiyetten uzak öylesine, konuşmak için konuşulan bir boyut almış ve insanlar duyduklarını konuşarak vakit tüketmeye başlamışlarsa, hayat tüm olumlu yönleriyle öğütülüyor demektir. Toplumsal yaşam, bireysel arzu ve isteklerin tatmin edildiği bir haz alanı değildir. Herkesin huzurlu ve mutlu olarak yaşayıp, herkese karşı emin ve güvenilir olduğu yerdir. Bu sistem yalpalamaya başladıysa öyle bir ortamda ahlak olmayacaktır. Çünkü her olumsuzluk geçmiş olumsuzluklarla nötrleştirilerek meşru bir zemine taşınmak isteniyor. Olumsuzlukların kabuk ve kimlik değiştirerek, orada yaşayanların savunduğu bir yaşam haline gelmesi, toplumsal yaşamın omurgasının çatırdadığının göstergesi olur.

Sanıyorum geçmiş ilkel kabul edilen ortamlarda, ahlaksız eylemler bulundukları ortamlarda bu kadar savunulur olmamıştır. Çünkü ahlaksız bir eylemde bulunanlar toplumsal yaşam içinde tecrit edilerek, bireysel ferdi yalnızlığa mahkûm oluyordu. Ancak günümüzde bu eylemler bir cesaret belirtisi olarak kabul görüyor hatta ahlaksız kişiler için, acaba yürek mi yemiş bu kadar cesur denebiliyor. İnsan zihninin bu kadar çamura saplandığı bir dönemde, hangi zeminde huzur ve mutluluk tomurcukları bekleyebilirsiniz ki! Tohumlar çürümüş ve içi boşalmışsa, siz o tohumlardan güllük gülistanlık bir bahçeyi umut edemezsiniz. Öncelikle zihinlerin berraklaşması ve tüm haşerelerden temizlenmesi gerekir ki, temiz bir zemine uyanalım…

Hangi toplumda olursa olsun, politik taraftarlık ahlakın kökünü kazımak için duyarsız toplulukların oluşumuna gebedir. Yaşadığımız ortamdaki düşünsel ve eylemsel yaşam biçimlerine baktığımızda bunlara yakından şahit olmaktayız. Sormak gerekmez mi, ahlak yerlerde sürünüyor, insanlık ayaklar altında bunların nasıl önüne geçeceğiz diye boş konuşanlara, acaba neden böyle diye? İnsan biraz olsun tutarlı olmak zorundadır. Oysa tutarlılık diye bir gerçekliğe hasret kaldık. Hiçbir olumlu eylem olumsuz eylemle birleştirilerek toplama ve çarpma yapılamaz. Olumlu ile olumsuzu topladığınız zaman olumlu eylemler azalır, olumlu ile olumsuzu çarptığınızda, olumlu ortadan kalkar olumsuzluk onu yutar. Yani negatif ile pozitifin çarpımı negatif eder. Buna rağmen kendi politik taraflarını korumak adına, politik taraftarlar neden başkalarının yanlışlarını ortaya dökerek kendi taraflarının yanlışını korumaya geçerler ve onları temiz sınıf içinde göstermeye çalışırlar.

Olumlu ve olumsuzluk, insanın bakışıyla olumlu ve olumsuz olmuyor. Eylemler ve düşünceler yaratıcının belirlediği sınırlar içinde anlam kazanır veya anlamını kaybeder. Eğer bir eylem yaratıcının belirlediği sınırlar içinde yapılıyor ve insanlarının genel çoğunluğunun menfaatini gözetiyorsa olumlu, belli bir topluluğun çıkarlarını gözetiyor ve yaratıcının belirlediği sınırları aşarak, günün koşulları denen tahrifat boyutuyla yaşama aktarılmak isteniyorsa olumsuzdur. İyi ve kötü anlayışı böyle kök salarsa yaşam dengeye oturur. Aksi durumda herkes kendi pisliğini ve olumsuzluğunu korumak için rakibinin olumsuzluklarını ortaya dökerek kendisini masumlaştırmaya çalışır. Günahların masumlaştırılmak istendiği, ahlaksızlığın yıpratma payının, amortisman hakkı gibi olumlu bir hisse olarak görüldüğü ortamlarda, ahlak çukura düşer ve bir daha yukarı çıkamaz. Ne yazık ki bizim toplum, böyle bir talihsizliğin ve ahlaki çöküşün pençesinde can çekişir olmuştur. Bunu değiştirmenin ve ayağa kalkmanın yegâne ve biricik yolu, çifte standartçı olmaktan uzaklaşmak adil ve adam olmaktır. “Vay o çifte standartçıların haline…”

Doğruya doğru yanlışa yanlış diyebilmek neden bu kadar zorlaştı. Merak edenler var mı bilmiyorum. Doğrunun ve yanlışın birbiriyle iç içe girdiği ortamlar hep gazabın gelmesini yaklaştırmıştır. Gazaba uğramamak için, el ve avuç açıp istekte bulunmak kimseyi gazaptan kurtarmayacaktır, doğru ile yanlışı birbirinden ayırarak doğrunun temsilcisi bir yaşam ortaya konulmadığı müddetçe…

Çıkarlarını kaybedeceğini düşünenler her dönemde doğruya doğru ve yanlışa da yanlış deme cesaretini gösteremediği için, bugün karmaşık ve keşmekeş bir yaşam ortaya çıktı…Bu yaşamın devam etmesini istemiyorsak, politik taraftarlıktan çıkarak hakkın ve adaletin gözetenleri olmak gerekir. Hakkı, hak olarak çıkarsız kabullenemeyenler, taraftarı oldukları anlayışların yanlışına yanlış diyecek cesaret ve basireti ortaya koyamazlar. Hak kimsenin hoşuna gidip gitmemesine göre hak olma hüviyetini kazanmadı, hak sadece yaratıcının belirlediği bir çerçeve olduğu için öyle görülmesi gerekir. Geçmiş dönemde üniversite yıllarında sol düşünceli ateist bir hocamız ile aynı düşünce de olan sınıf arkadaşımız arasında olumsuz nahoş bir çatışma yaşanmıştı, o çatışmada bizlerin de görgü tanığı olarak şahitlik yaparak hocanın dilekçesine imza atmamız istenmişti. Bölümde iki tane hocamız ve olayın sorumlusu hocamız herkesin imzasını alıyor ve sıra bana geldiğinde, ben dilekçeyi okuyarak imzamı atmak istediğimde, olaya sebep olan hoca kâğıdı elimden çekti ve affedersiniz, at ulan imzanı dedi, ben senin isteğine imza atmak zorunda mıyım dedim ve o kâğıdı parçalayıp çöpe attım. Bu davranışımı gören muhafazakâr diğer hocamız, geldi beni kendi odasına götürdü; oğlum sen neden böyle yaptın, boş vereydin it iti ısırmış sen bunlar için niye kendini heder ettin, şimdi seni okuldan atacaklar iyi mi yaptın dedi ve beni koruduğunu gösteriyordu. Oysa benim doğru şahitlik yapmamın önündeki en büyük engel olduğunun farkında bile değildi. Ben oradan çıkıp gittim imza atanların çoğu da gitmişti. Disipline çağardılar, her iki şahsı ve bizi de dinlemek için, herkesin çok sevdiği bir hocamızı görevlendirmişlerdi. Hocamız tek tek çağırdı öğrencileri olayın görgü tanığı olarak dinliyordu, sıra bana geldiği zaman hocam doğrudan dedi ki, Erol’um buradaki mahkeme sürecini senin söylediklerin belirleyecek, onun için bir şey söylemiyorum, neden böyle oldu dedi. Ben, arkadaşın farklı bir anlayışa kaymasından rahatsız olan hocanın, öğrenciyi bu şekilde korkutarak onu sindirmek istediğini, öğrencinin de buna karşı koyduğunu, önceden devam eden bir sürtüşmenin sınıf ortamında öğrenciyi aşağılamak için kullanıldığını, dolayısıyla hocanın haksız olduğunu, öğrencinin de gençlik tepkisiyle hocaya karşı sert tavır gösterdiğini anlattım. Hoca üniversiteden uzaklaştı, öğrenciye bir dönem uzaklaştırma verildi. Hocamız o arkadaşa benim ifademin onu okuldan attırmaktan uzaklaştırdığını söylemiş, bir vesileyle…Bunu duyan o arkadaşla düşünce ve ideolojik bakışlarımız çok farklı olmasına rağmen, bir gün geldi ve dedi ki, senin inancın mı sana böyle davranmayı söylüyor, neden beni koruma gereği duydun oysa birbirimizden pek hoşlanmıyoruz dedi. Ben ona ben Müslümanım Müslüman dosdoğru olmak zorunda ve hakkın şahitliği için bu alemde yaşar dediğim zaman, ben bundan sonra İslam’ı araştıracağım ve Müslüman olmak istiyorum demişti ve arkadaşlığımız daha fazla pekişti…

Evet buradaki ayrıntı kendi hayatımı anlatmak değil, olmak zorunda olduğumuz gibi olduğumuzda hastalıkların nasıl şifaya dönüştüğünü ortaya koymaktır.

Toplumsal hastalıklarımızı tedavi etmek için üstü açık en geniş ve kapsamlı klinik ve tedavi merkezi adam gibi adam olmak, yanlışa yanlış doğruya doğru bakabilmektir. Kimin tarafı olursa olsun her ortamda şahitliği şahitliğimize uygun yapmaktır. Ancak böyle bir yaşam ortaya çıktığı zaman ahlak kalkışa geçer. Yoksa sürekli düzgün doğrusal aşağı saplanan bir uçak madunda çukura saplanır.

Tüm bu açıklamalardan sonra diyorum ki, ahlaklı birey ve toplum oluşturmak istiyorsak önce samimiyetimizi ortaya koyalım. Kendimize geldiği zaman yağlı ballı ekmek, başkasına geldiği zaman kuru kılçıklı buğdayı çok görmek, böylesi bir düşünce ve yaşam ne insanlığa şahit olur ne de ölmeye yüz tutan ahlakı yaşama döndürebilir. İnsan olmak için insan olalım, sonra başka alanlara yolculuk yaparak yol alalım, aksi taktirde battıkça batacağız, çıkarın adı doğru değil, hakkın kendisidir doğru, çıkarımıza uymasa da…

Bu konular üzerinde biraz kafa yormaya ne dersiniz, selam saygı muhabbet ve iyilik dileklerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/23.01.2023/18.26/Namazgah/ÜSKÜDAR/İST



22 Ocak 2023 Pazar

BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ!

Bir varmış bir yokmuş diye başlayan ifade, bir masalın tekerleme bölümüne giriş olarak bilinir. Oysa masal olacak hayatımızın bir gerçekliğini anlattığı halde bunun üzerinde bir nebze olsun tefekkür etmek aklımıza gelmez.

Hayatımız bir varmış bir yokmuş kadar kısa ve geçici olmasına rağmen öyle bir gerçeklik olarak tanımlarız ki, kendimiz bile o kadar gerçek olup olmadığına inanmakta güçlük çekmemize rağmen, o an için aklı ve idraki kapsam dışı bıraktığımız için, bir varmış bir yok muşu hep bizim dışımızda bir masal olarak değerlendiririz.” 'Yeryüzünde kaç yıl kaldınız? Bir gün veya bir günden de az kaldık. Sayanlara sor!' derler. 'Gerçekten çok az kaldınız. Keşke bilseniz!' "

İranlı Yazar Muhsin Mahmelbaf’ın” Başkasının Ölümü” diye yazdığı tiyatroda, hep başkaları ölüp giderken sıranın bize gelmeyeceğini, hatta bizden çok uzakta olduğunu hesaplarken, Azrail bir anda karşımıza dikildiğinde daha çok işimiz var, yapacaklarımız yarım kaldı, çocuklara miras bırakmamız gerektiğini bizden sonra kimsenin erişemeyeceği mallarımızın geride kalmasını ve ismimizin silinmemesi için hep çabalarken, sıranın bize geldiğinin hiç farkında olmayız. İşte bunu iyi anlamak için, Bir varmış bir yokmuş” göz açıp kapayıncaya kadar her an her şeyin değiştiği ve bizlerin garantisi bize ait olmadığına göre, bu kadar arsız huysuz ve doyumsuz yaşamaya anlam verebiliyor muyuz? İnsan var yok arasında bir çizgide yaşarken çizgiyi kaybetmeden yol alması kaçınılmaz. O çizgi kaybolduğu an varlığı ve yokluğu anlamsızlığa bürünür.

İnsan için, zaman algısının oluşumunun, bulunduğu ortama göre şekil aldığının farkında mıyız? Dünyada yaşarken hiç bitmeyeceğini sandığımız zamanın, Allah’ın huzuruna vardığımızda bir gün ya da bir günden az olduğunu anlatır oluyoruz. Yaşarken daldığımızda zamanın nasıl geçtiğini hatta hiç ömrümüzün bitmeyeceğini düşünerek kendimizi öyle bir kaptırıyoruz ki, hesapla karşılaşınca, hesabın zorluğuyla baş başa kaldığımızda buradaki hayatın ne kadar kısa olduğunu düşünüyoruz. Çünkü orada olumsuz bir yaşamın hesabının faturası kabarık olacağından o zorluklar buradaki yaşamı çok kısa algılar oluyor.

Zaman kavramı çok önemli bir kavram. İnsanın nasıl davranacağına göre kendisini açıyor. İnsan sevmediği ve hoşlanmadığı bir ortamda ise zaman hiç geçmeyecekmiş gibi geliyor. Ama çok sevdiği ve ayrılmak istemediği dostları ile beraber ise o zaman da zamanın ne kadar kısa olduğunu ve çabuk geçtiğini söyleyebiliyor. İşte burada öyle bir dalıyoruz ki, sevgiden muhabbetten ayrılmak istemediğimiz bir dünya hayatından kopup, asıl varılması gereken yere gittiğimizde buranın çok kısa olduğunu söylüyoruz. Oysa herkese kendisini idrak edecek kadar bir zaman verilmiş olmasına rağmen, bir gün veya ondan biraz kısa diyebiliyor insan. İnsan ancak hakikati gözleriyle idrak ettiğinde buradaki hayatın kısalığını anlıyor, âmâ onu idrak etmesi için dünyanın cazibesinden çekiciliğinden kurtulması ve asıl hayat için anlamlı bir duruş ortaya koyması gerekir.

Tecrübeli büyüklerimiz, bize hayatı hep nüktedan anlattıkları için, bir varmış bir yokmuş diye başlarlar bize kendilerini dinletmeye…Biz onların tecrübelerine sırt dönerek hayatın cazibesine kapıldığımız için kendimizle ilgili bir varmış bir yok muşu hiç düşünmeyiz…        

Bir varmış bir yokmuş, eski zaman içinde kalbur saman içinde, develer tellal iken eşekler hamal iken, pireler berber iken, cinler cirit oynarken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken buradan vurduk kılıcı Mısırdan çıktı bir ucu, , atmış altı halle firik pirinci yedik içtik karnımız doymadı yüzümüz gülmedi, altı ay gece altı ay gündüz yol gittik bir arkamıza baktık ki, bir arpa boyu yol gitmişiz, öyle bir dev varmış ki bir eli balda bir eli gaf dağında, oturduğu yerden her isteğine kavuşurmuş, onun yanına gidenler geri gelmezmiş, âmâ bir gün küçük bir sineğe yenilmiş…Böylesi masallarla büyüdük biz, bizim hayatımıza masallar öyle dokundu ki, hayatımızın bir masal olduğunu, bir var mış bir yokmuş kadar kısa olduğunun idraki ile yaşıyoruz.

Bir varsın bir yoksun, bakarsın harapsın ya da muhteşem bir yapıtsın…Burada yaşarken dünya ve içindekilere dalmadan, yaşamak için gerekli olduğu kadar değer verilen bir yer ise burası, hayat anlam buluyor…Yok buradakilere sahip olmak için yaşanıyorsa anlamsızlıklar içinde insan yok oluyor. Dünya değişimi sonrasında hiç dünyaya dalmadan adam gibi yaşayıp göçenler, dünyada ne kadar uzun kaldıklarını keşke daha çabuk bitmiş olsaydık diyorlar, ancak oradaki karşılık bambaşka bir ortam olduğu için burada geçen zorluklar bir anda unutulabiliyor. Ancak dünyaya dalmış olanlar oraya gittiklerinde buradaki lezzetten henüz uzaklaşamadıkları için çok az bir zaman kaldıklarını tekrar buraya geldikleri zaman daha iyisini yapabileceklerini söylüyorlar, oysa onlar yine eski hallerine dönecekler. Bu isteklerin oluşumu, orada geçirecekleri yaşamın korkunçluğundan kaynaklanmaktadır.

Bu hayat öyle bir şekil alıyor ki, develer tellallık yapabiliyor, yani boyuna posuna baktığında adam sandıklarınız, toplumda laf getirip götüren, insanları birbirine düşüren, söylenilmemesi gereken bir sözü herkese yayarak örtülmesi gerekeni ifşa edebiliyorlar…Bazıları eşek gibi yük altında inim inim inleyebiliyor, hiç o işe layık olmadığı halde size biçim verenler pireler olabiliyor, yaşamda karşılığı olmayanlar cinler gibi görünmeden size cirit atabilirler, Babalar çocuk gibi evlatları tarafından avutulmak için beşikte sallanır…O kadar yol gittiğinizi sanırsınız aslında bir arpa kadar bile bir yol gidemezsiniz, yersiniz yersiniz doymak bilmezsiniz…O kadar çok savurursunuz ki mangalda kül bırakmazsınız, hatta kılıcı salladığınızda bir ucunun Mısırdan çıktığını anlatacak kadar boşboğaz olursunuz, âmâ bilmezsiniz ki, bir varsınız bir yoksunuz bu hayat için böyle savrulmaya değer mi?

Bir masalın tekerleme bölümüyle böyle güzel özetlenmiş bir masalı o kadar ciddi ve değerli bulup, kendinden habersiz yaşamak kadar korkunç bir şey olamaz…Önemli görmek ile değerli bulmak çok farklıdır. Değerli olan bu hayattan sonra karşılaşacağımızdır. Buradaki ise o kadar çok önemli ki, bir varmış bir yokmuş kadar kısa olan bu anın çok hassas ve anlamlı kılınması elzemdir. Bu önemi kavramadığımız için hep başkalarının gidiş hikayelerini anlatırız kendimizle ilgili bir cümle söylemekten kaçınırız…Oysa herkesin bu trenden ineceği son istasyon bellidir. Trende kardeşçe insanca bir yolculuk yapalım herkesin hakkına hukukuna riayet edelim birazdan herkes varacağı istasyonda inecektir.

Bir varmış bir yokmuş, gidenler ermiş mürüvvetine biz de çıkalım bu hayatın kerevetine…

Sevgisiz olmaz ki gülüm, sevgisiz bülbülü neylesin gülüm…Gülen gözleriniz yarınlarda da ağlamasın bugün masalımızı iyi okumak dileğiyle selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/22.01.2023/00.03/Sancaktepe/İST




"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!