Bu Blogda Ara

16 Ocak 2023 Pazartesi

KARANLIKLAR YOK OLUŞA GEBE

Yeni Dünyanın oluşum dinamikleri, biyolojik hazlar üzerine oturmaktadır. Biyolojik hazları duygusal canlılar boyutunda alan ve aklın duyguların gerisinde kaldığı, hatta aklın yaşam üzerinde karar vermede hayatın dışına çıkarılacağı, günlerin arifesinde yaşar oldu insanlık. Bu sürecin başlaması için belli bir zaman dilimine ihtiyaç olmayabilir. Çünkü yaşamda zamanın karşılığının olmadığı günlerin kâbusu çöktü insanlık üzerine…

 Bütün bir insanlık, üç buçuk soysuz küresel cinayet şebekesinin ellerinde kıyma makinesinde kıyılırken, insan kendi yaşamı üzerinde oynanan bu oyunları ve gelecek yaşamı planlayanların amaçlarının, hala insanlık için faydalı üretim yapacağını ve gelecek daha güzel olacak diyerek, görmeyen gözlerinin karanlık gölgesinde anlamsız bir varlığa dönüşürken, bu rahatlığını anlamakta zorlanıyorum…

Felaket tellallığını ve komplo teorilerini oldum olası hiç sevmem, ancak yaşamın içinden elde ettiğim verilerle yaşamın karanlık yüzünü görme cesaretini görmek istemeyenleri de gerçek mermilerle nasıl imha ettiklerini göstermekten ve söylemekten de hep haz almışımdır. Ondan dolayıdır ki, insanlık üzerinde tasarlanmış ve pratize edilmeye başlanan bu yeni dünya cehenneminin koordinatlarının nerede başlayıp nerede bitmeyeceğini ortaya koymak bir insanlık görevi ve onuru olduğuna inanıyorum. O onurumu korumak için bunları açıkça deklare etmekten asla çekinmiyorum ve sakınmıyorum.

Küresel kriz dalgaları diye bütün bir evrenimizi karatmaya çalışanların amacı, doğal atmosferin yaşamı karşılamada yetersiz kaldığını anlatarak, kendilerinin bir kurtarıcı olduğunu söyleyerek, insanlığı yok oluşa götüren bir Tağut zümresi dünyayı kuşatmaya gitmektir. Bunda başarılı olabilirler mi bilmiyorum ama insanlığın bu hale inanmalarını sağladıkları muhakkak. Bir planı uygulamak için öncelikle, planı uygulayacağınız evrende o planın gerçek bir oluşum olduğuna insanları ikna etmeniz gerekir. Bu da fazlasıyla gerçekleşti. Tek kurtuluşun batı dünyasında devam eden bir yaşamın parçası olmak gerektiği tüm beyinlere kazıldı. Üçüncü dünya ve Ortadoğu toplumlarına bir göz attığımızda, neredeyse gençlikten olgunluğa kadar herkes kurtuluşu batıya bir adım atmakta görüyor. Kendi topraklarında ölüm kan göz yaşı ve bu kaderin değişmesinin imkansızlığına ikna olup, mücadeleden el etek çekerek, rahat bir ortamı bulmak için, deniz aşırı çıktıkları göçmen yolculuğunda can veriyorlar. Bu kabullenilmiş çaresizliğin insanlığı imha etme sürecindeki rollerini herkes rahatlıkla görebiliyor. Acaba neden genellikle doğu ve Afrika toplumları böyle bir cehennemin yanan odunları olarak kullanılıyor. Bunu kimse sorgulamayacak mı? İnsan, insan olarak varlığını sürdürebilmek için, hazlardan kurulmuş yeni dünyanın kendileri için bir kurtuluş olduğuna nasıl inanır.

Birkaç yıl önce gerçekleştirilen Dünya ekonomi zirvesinde dünyanın nasıl dizayn edileceği açıkça o toplantıya katılan yöneticilere deklare edildiğini biliyoruz. Dünyayı ciddi bir kıtlığın beklediği ve dünya nüfusunun giderek çok arttığı ve eldeki imkanlarla dünyanın bu kadar nüfusu kaldıramayacağı, onun içinde bu nüfusu çeşitli yollarla meşru zeminler oluşturarak yok etmenin planları açıklanmıştı. Bu zirveye katılan tüm yöneticiler, dünyanın yeni oluşumunu bilmelerine rağmen, kendi halklarına bu planı anlatmadılar ve sürekli toplumlarını korkutarak onları yönetme yoluna gittiler. Dünyadaki tüm yöneticileri göz önüne aldığımız zaman, bizim ülkemiz yine diğerlerine göre çok şanslıydı. Çünkü yeni oluşumla doku uyuşmazlığı yaşayan bir yöneticimiz vardı. Dünya beşten büyüktür vurgusu her ne kadar pratikte çok anlam ifade etmese de bir algı açısından kendi toplumumuzda ve bize bakarak etkilenen toplumlarda çok ciddi etkiler bıraktığı bilinmektedir. Buna rağmen toplum olarak bu korku senaryosu içinde yerimizi alabiliyorsak, dünya insanlığının ne hale geldiğini düşünmek bile istemiyorum. Bugün gençlik ciddi bir beyin travması ve akıl tutulmasının karanlık dehlizlerinde çırpınırken, hala kurtuluşa çıkacağını sanır duruma geldi. Gençlik üzerinde ciddi bir araştırma yapılsa bu söylediklerimi herkes yakından görecektir. Gençlik kendi bulundukları ülke yönetimlerinin kritiğini yaparken, temellendirilmiş bilgilerle bilinçli ve aydınlatıcı kritikler yapmadığını görmekteyiz. Çünkü Gençlik yeni dünya içinde bir yer alırken beynini ve aklını ipotek vererek, duyguların yönlendirmesiyle uyaranlara tepki gösterir duruma geldi. Belki ülke gerçekliğini ele alırken kendi yerel dinamikleri ve dünyada var olmanın temel koşullarını dikkate alarak ciddi bir entelektüel donanımdan sonra kritize etseler hem ülkemize hem de önceki kuşaklara bir kıvılcım olabilirler. Ancak durum çok farklı kulvarlara kaydı. Küresel uyaranlar sosyal paylaşım ağları ile tek tip insanlık oluşturmayı başardığı için, ülkemiz gençliği de tepkilerini tamamıyla bu uyaranlara göre oluşturmaktadır. Bu uyaranların temel özelliği ise haz ve duyguların yaşama egemen olmasını isteyen uyaranlar olmasıdır. Batı zaten bu anlamda yaşamı haz hız ve tüketim denklemine göre oluşturduğu için, evrensel insani değerlerin imha edilmesinde büyük çaba harcamaktadır. Yeryüzüne egemen olmaya çalışan Dünya Küresel Tağutları,” Yaratıcıya rağmen Yaratıcıdan bağımsız bir yaşamı ihya etme derdindeler.” Böylesi bir yaşamın kodları da düşünebilme melekelerini yaşamın dışına bırakarak, tamamıyla duygularıyla yaşayan akla ihtiyacı olmayan, kendini yönlendiren uyaranlara göre yaşamayı en mutlu yaşam olarak gören bir sürü oluşturmaktır. Bu vurgularımın doruluğunu anlamak için net üzerinden sosyal paylaşım ağlarında insanların ne tür paylaşımlarla görülmek ve kendini kanıtlamak istediği paylaşımlarına bakmanız sanıyorum yeterli olur. İnsanlık faydasına olabilecek paylaşımlar birkaç tane olurken, haz ve duygulara dayanan paylaşımlar neredeyse insanlığın genel bir yaşam tarzı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kâinattaki doğal kaynaklara, var olanlar ve henüz kullanılmayanlar olarak baktığımız zaman yaşayan tüm canlıların yaşamını devam ettirecek kadar bol olmasına rağmen, bu kaynakların tükendiğini ve yok olmayla yüz yüze olduğu anlatılarak insanlık endişe ve kaygı tedirginliğine hızla taşınıyor. Amaç ise yönetimi kolay, ne verilirse onu tüketecek, geviş getirme dışında başka bir şey düşünmeyen ve kendi melekelerini yok etmiş bir nesneye dönüşmüş yeni bir canlı inşa etmektir. Bakar mısınız şurada yaşam daha güzel ben oraya gidersem daha mutlu ve rahat yaşayacağım demek, başkalarının senin yaşamına mutluluk getireceğini söylemekten başka nedir ki! Oysa düşünen varlık insan, bulunduğu ortamı kendi aklı ve yaratılış gayesine uygun bir hale getirmesi gerekmez mi? İnsanın bu özelliği insandan alınarak, bir iskelet haline gelmiş canlı, kendisindeki kaportayla insana benziyor gibi görülse de insani donanımları imha olunca farklı bir yaratığa dönüyor. Bu yeni yaşam, hayvani bir yaşam olarak ta adlandırılamaz, çünkü hayvani yaşamda hayvanlar yaratılış kodlarına ve hedefine uygun yaşamaktadır. İnsanın, insani hedefi yok edilerek hayvansal bir yaşamın içine taşınması onun hayvanlaşması değil, işe yaramayan yeni bir varlık oluşturulma çabasıdır. İnsanı böyle bir karanlığa taşıyarak ona nasıl bir mutluluk ve huzur getirebilirsiniz, bunu kimse anlamak istemiyor.İnsanın,dünyanın yeni düzeni içinde anlamsız bir varlık oluşturulmaya doğru hızla yol aldığı dönemde, eski dünyanın insanları olarak, insan olarak yaşamımızı devam ettirmemiz, yeni dünyanın oluşturacağı ortamdan çok üstün ve değerli olduğunu anlamak zorundayız. Tüm çırpınışlarımız ne olduğunu bilmediğimiz bir karanlığa, aydınlığa koşar gibi koşarak gitmemizin bizi tüketen bir süreç olduğunu gösterebilmektir.

Şunu açık yüreklilikle söylemek gerekiyor. Dünyanın bu gidişatı içinde bizim yaptığımız yanlış, bu güçler arasında bulunarak, dünyanın gidişatına çomak sokmak. Oysa bu gidişatın içinden ona çomak sokmak onun gidişatını pek etkilemeyecektir. RTE, çeşitli ortamlarda dünyanın emperyalist güçlerine karşı tepkilerini açıkça ortaya koymasına rağmen, sistemin işleyişini çok etkilediği söylenemez. Bunun en önemli sebepleri arasında da ülkemiz sivil toplum kuruluşlarının olduğu muhakkak. Biz maddi göstergeler açısından ülke olarak çok ileri gitmiş olmamıza rağmen manevi değerler, ahlak ve eğitim yönünle aynı başarıyı elde edemedik diyordu RTE. Bu sözler iç hesaplaşma açısından bakıldığında doğru ifadeler, ancak bu değişimin doğru yapılabilmesi için imkanların sunulduğu ve her türlü koşullarının karşılandığı sivil toplum kuruluşları açısından baktığımızda koca bir fiyasko olduğunu görmekteyiz. Özellikle muhafazakâr dindar olduğu söylenen sivil toplum kuruluşları, genç nesillerin küresel şebekelerin ağlarında basit sıradan yeni bir varlık olarak anılacak nesneye dönüştürülmesinde çok büyük katkı ve çabaları olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü STK’lar sadece kendileri zenginleşti maddi kazanımlarıyla anılır oldu, bunların bu hastalıklı yapılarını gören gençler mutluluğu başka alanlarda arayarak bu kurumların söylemlerine itibar etmez oldular. Ey sorumluluk sahibi insan olduğunu dillendiren varlıklar, bu hal bizi tükenişin içine taşıdı. Bu yoldan dönülmeden, bu akıntının içinde yeni dünyanın kuşatmasıyla başa çıkamayız. Akıntının aktığı yöne doğru akmak ve o yönde bir kayıkta yolculuk yaptığımızı sanmak bizi kurtarmayacaktır. Ayakta kalmanın tek şartı akıntının tersi yönde kürek çekmektir.

Biz toplum olarak, dünyanın bulunduğu yerden dönmesine katkı sunacak potansiyele sahip bir toplumuz. Bu donanımlar bilgi bilinç ve sorumluluk olarak bizlerde fazlasıyla var. Ancak dünyalık haz duygularımız bize bu sorumlulukları unutturmuş olabilir.600 yıl dünyaya hükmeden bir ecdadın torunlarıyız övünmeleriyle kendimizi bu akıntıdan dışarı çıkaramayız. Ancak bu kadar zaman dünyaya hükmeden bir ecdadın bilinçli duyarlı ve sorumlu torunları olarak hareket edersek, ülkemizden başlayarak dünyanın götürülmek istenen yönüne fren olabiliriz. Yönetimin başında olan kişi sorumluluğun kendisinde olmasından dolayı bizim eleştiri evrenimizde fazlasıyla yer alıyor. Ancak RTE’nin dünyanın en ücra köşelerine kadar destek ve ikmal çalışmalarını gördüğümüzde bir kişinin bizi kurtaracağını sanarak, tüm günahlarımızı o insanın sırtına vurarak cennet hayali kurarsak, cehennem kapılarını bize açmış bekliyor olacak. Toplumsal uyaran ve kıvılcımları oluşturmak liderin işi, ama bu kıvılcımları geniş kitlelere taşıyarak yaşanılır bir gelenek oluşturmak sivil kuruluşların ve bu işe gönül koymuş olanların işidir. Ey destekçiler, köstek olmaktan çıkıp hakikaten, hakikate şahitlik ettiğimiz gün, dünyanın üzerindeki bu kâbusun dağılmasında bir kıvılcım olacağız. Ben ülkemizin tüm insanlarını bu sürecin içinde yer almaya çağırıyorum…

Dünya Tağutlarını telin edip onları imha etmenin karargâhı olmak için, her bireyimizi hazın pençesinden kurtulup sorumluluğun zirvesinde olması için, aklın dümenine ve kalbin hissettiği bir yaşama çağırıyorum…İşte o gün bizim diriliş günümüz ve dünyanın karanlıklarına çomak sokacağımız gün olacaktır. O gün omuz omza yürüyen cefakâr yiğitler ile birlikte buluşmak ümidiyle selam ve muhabbetlerimle kalın sağlıcakla…

Erol KEKEÇ/14.01.2023/15.27/Namazgah -Üsküdar/İST




10 Ocak 2023 Salı

“ALLAH’IN YASASINDA BİR DEĞİŞİKLİK BULAMAZSINIZ”

“Yemin olsun, daha önce Yusuf da size açık seçik mesajlar getirmişti de onun size getirdikleri hakkında hep kuşku duymuştunuz. Daha sonra o ölünce de şöyle demiştiniz: "Allah ondan sonra bir daha asla resul göndermez." Allah, sınır tanımaz kuşkucuları işte böyle saptırır.” Mü’min:34

Rabbimiz insan psikolojisini o kadar net açıklıyor ki, bunun dışında bu kadar net açıklayıcı bir bilgiye ulaşamazsınız. İnsan öyle bir varlıktır ki, kendisi ve yaşamıyla uyumlu hale getirmediği bir doğruyu, doğru olarak asla görmek istemiyor. Apaçık mesajlarla gelen Yusuf (as) için hep kuşku içinde olanlar, bu aşırılıklarını Yusuf(as) öldükten sonra da devam ettirmişlerdir. Ancak bu aşırılıklarını da Yusuf’u çok seviyormuş ve ona bağlılarmış gibi yapmaları da ayrı bir konu…

İnsan tartışmaya ve azgınlaşmaya meyilli bir varlıktır. Bu azgınlığını azgınlık olarak ortaya koymaz, kendince akli gerekçeler ve mantıki kabul ettiği ama mantık içerisinde yer almayacak ifadelerle savunma refleksi geliştirir. Bu savunma refleksleri, kabul etmek istemediği bir düşünce ve eylemi onun doğru olup olmadığına bakmaksızın kendi çıkar ve menfaatlerine ne kadar uyumlu ona göre değerlendirip, karşısında yerini alır. İnsanın bu haddi aşan ve çıkarcı içten pazarlıkçı yapısı, onu o kadar kuşatır ki, zamanla çok horladığı ve asla onun yanında yer almayacağını söylediği kişi düşünce ve inançları savunur duruma geçerek, aşırılıklarını zirveye taşır. Ancak bu aşırılıklarının onu doğru bir rotaya götürmediğini idrak edemez ya da etmek istemez.

Yusuf (as) dönemindeki bu aşırılığın aynısı, Allah’ın Resulü Muhammed(as) yaşarken de olmuş ve ebedi hayata gittikten sonrada aşırı düzeyde zirve yapmıştır. Ebu Süfyan ve ailesini herkes çok iyi tanır. Ebu Süfyan, Mekke’nin Fethine kadar Allah’ın elçisi ile savaş halinde, ancak Mekke’nin fethinden sonra kaçacak delik kalmayınca, ben de Müslüman oldum diyerek kendisini ölümden kurtarmak için yaptığı bu oyun, Allah’ın elçisinin vefatından sonra da devam etmiş, hatta oğlu Muaviye ile taşlar yerine tam oturmuş; Yezit döneminde zirve yapmıştır. Ebu Bekir’in (ra) halife olmasıyla ortalığı karıştırmak için gecenin bir yarısında Ali (ra)nin kapısını çalarak, Ey Ali halifelik senin hakkın, bu senden gasp edildi, eğer istersen bu görevi geri almak için, yüzlerce atlı ve yaya adamlarımla senin yanında Ebubekir’e karşı savaşırız der.O güne kadar Ebubekir’e biat etmeyen Ali, ey müşrik sen Allah Resulü döneminde savaşarak baş edemediğin Müslümanlar arasına, fitne sokarak bu savaşı kazanmayı mı düşünüyorsun, gidin söyleyin ben Ebubekir’e biat ettim o halifedir der. Bunu duyan Ebu Süfyan kuyruğunu kıstırarak evine döner ancak oyunların büyüğü daha sonra oğlu ve torunlarıyla başarılır.

Daha sonraki dönemlerde, Allah’ın Resulünün getirdiği dini kabul etmeyen ve içlerinde büyüyen o kini farklı boyuta taşırlar. Emeviler Allah’ın Resulünü yüceltme bahanesiyle, Kuran dinini imha etmek için, Resule ait olmayan olsa bile Kur’an ile ortak bir kaynak oluşturulmak istenen bu oyun, sonraki dönemlerde İslam’ı kabul edeceklerin beyin hücrelerini işgal ederek, Allah’ın dini karmaşıklaştırılarak, farklı yollarla dine karşı ciddi bir savaş vermişlerdir.Reslün getirdiği vahyi ortadan kaldırmak veya ona erişimi zorlaştırmak için Allah’ın elçisine iftiralar atılarak, Resule ait gibi(haşa) bir din oluşturulmuş ve adına da İslam denmiş…Emevilerin İslam için yaptığı en büyük ihanet, Allah’ın Resulü hayattayken ona inanmamış olanların, Resulden sonra ona ait olduğu iddia edilen sözler yazdırılarak onun erişilmez ve asla ona söz söylenmesi haram diyerek bir din oluşturmalarıdır. Kur’an ile alay eden bir ecdadın çocukları ve torunları, kendi makamlarını sarsmış bir dinle, ancak bu kadar uğraşabilirler. Emevilerle başlayan bu hadis yazımı Abbasiler döneminde kurumsallaşmış ve dinin vazgeçilmez kaynağı haline getirilmiştir.

Bu zihniyetlerin Hz. Yusuf için iddiada bulunan kavimden ne farkı var. Her iki kavimde hakikati bozmak için ellerinden geleni arkalarına koymamışlar. Dinin aslının, kendisine verilmiş emaneti yerine ulaştırmak ve ona ek bir ekleme yapma gücü olmadan, olduğu gibi beyan eden bir elçiye karşı yapılmış olması en büyük ihanettir. Allah’ın Resulünü gönderiliş ve seçilmiş bir kul olmanın dışında ilahi vasıflarla onu yüceltiyor sanmak aşırılığın ve sapmanın belirgin örnekleridir. Ona saygı demek Onun getirdiği dini hayatın dışına atıp, Emevilerin ve sonrasının dinden insanları koparmak için oluşturdukları sözleri, din olarak yaşamak değildir. “Resul size ne getirdi ise onu alın ve sizi neden sakındırdı ise ondan kaçının…” Resul, bize bir dönemin tarihsel kültür karmaşasını akla ve mantığa uymayan masal ve hikayelerini getirmedi. Harem kurma, ne kadar huri verileceğini, nasıl sakal bırakılacağını hangi cübbe ve takkenin giyileceğini ne kadar boncuk dizerse kaç günahının af olacağını bize getirmedi, bunu getirdi diyenler Allah’ın dini ile, oluşturdukları oyuncakları birbirine karıştırmasınlar.

“Yemin olsun, daha önce Yusuf da size açık seçik mesajlar getirmişti de onun size getirdikleri hakkında hep kuşku duymuştunuz. Daha sonra o ölünce de şöyle demiştiniz: "Allah ondan sonra bir daha asla resul göndermez." Allah, sınır tanımaz kuşkucuları işte böyle saptırır.” Mü’min:34

Apaçık mesajlarla gelen ve hakikati, hakikatin sahibinin istediği gibi arı duru ve has olarak anlatan elçiye baş kaldıracaksınız, ancak onun ölümünden sonra onun getirdiği dini değil, âmâ onun adına oluşturduğunuz yeni dini onun adını yüceltiyoruz diyerek piyasaya süreceksiniz. Böyle bir din olur mu diyenleri de dinden çıktı kafir ve peygamberi kabul etmiyor dışlıyor, peygamberi hafife alıyor gibi yaftalarla karalayıp, aforoz edeceksiniz. Hayır Allah’a yemin olsun ki, bu algı ile Yusuf (as) dönemindeki toplumun algısı aynı algı ve gelenek devam ediyor şirkte…

Emevi ve sonraki Abbasilerin, kendi oluşturdukları dini kabul etmeyenleri, nasıl zindanlara atıp onları şehit ettiklerini bilmeyen toplumlar, onların Allah’a rağmen Allah’ın elçisini yücelttiklerini söyleyerek, Allah’a ortak koşarak oluşturdukları dini, vahiyden bağımsız ilahi bir din olarak yaşarlar…” Deki halis din ancak Allah’ın dinidir…” “Deki ben dini sadece ona has kılmakla emrolundum…”Allah’u Teala,Zümer suresinde bu durumu apaçık beyan ederken, bizler iki dirhem saksılarımızı havalandırmayı düşünmeyiz, ancak kullandığımız toprak hiçbir bitki yetiştirmese de onun kutsallığını anlatır ona taparız….Veyl olsun böyle bir dine ve ona inananlara…

Allah’a has kılacağımız din Allah’ın elçisi aracılığıyla gönderdiği din değil de, Yusuf(as) dönemindekilerin, Yusuf’tan sonra oluşturdukları din veya benzeri ise Allah böylesi sapıkları ve haddi aşanları doğru yola eriştirmez. Sapkınların, bugün oluşturdukları dine uymayanları zındıklık müşriklik ve kafirlik gibi kavramlarla anlatmaları kendileri açısından doğrudur. Çünkü Mümin böylesi dinlerin kafiridir. Mümin sadece Allah’ın dinini ancak Allah’a has kılar. Sadece Allah’a has kılmak istediğimiz din, Allah’ın dini değil karmakarışık Emevi kitabelerinden oluşan özlü sözler ontolojisi ise vay başımıza gelenlere…

Sahip olduğumuz bilgilerin kaynağının gerçeklikle uyuşmaması ve vahiyden ayrı bir çalışmanın dayatılmasının arkasında ise, bilerek insanların inançlarının karmaşıklaştırılması hedeflenmiştir. Emevi döneminde yazdırılmasının başlandığı Allah’ın elçisine ait olduğu söylenilen sözlerin, Resul yüceltiliyormuş gibi onu yaşamdan ve vahiyden koparmak için yapılan kurnazlıklar olduğu bilinmelidir. Allah’ın elçisini Allah’ın kitabının dışında ondan bağımsız, başlı başına bir din inşa eden olarak görmek ve o sözlere öyle bakmak haddi aşmak ve İseviler gibi baba oğul oluşturmaktan farklı değildir. Allah’ın elçisi bizim yaşamımızın tam ortasına mührünü vurmuştur o mühür vahiyle bize aktardıklarıdır. Vahiy dışında vahye denk bir söz ikrarında bulunmak veya vahyin söylemediği bir şeyi, vahiy dışı kaynaklara atfederek onların sorunları çözmede dini kaynak olduğunu söylemek yaratıcıya ve onun gönderdiği elçiye iftira atmaktır.

Bu sözleri yaşamak veya kabul etmek o kadar mı kötü, diyenlerin olacağını biliyorum. Bu sözler güzel, insanlığı eğitici sözler olarak faydalı olduğu sürece insanların alıp ondan faydalanması sakıncalı değildir. Ancak bir dönemde oluşturulmuş sözlerin insanlarca kabulünü kolaylaştırmak için, Allah’ın elçisine dayandırılması kadar doğal bir şey olabilir mi? Bir inancın aslına karışım yapmak istediğiniz zaman o inancın düşmanı olan birinin o inanca benzer ne kadar güzel sözlerinin olduğunu ve o insanın bu sözlerinden dolayı bu inancı ne kadar çok sevdiğini söylerseniz söyleyiniz, kimseyi ikna edemezsiniz. İşte bundan dolayı referans olarak Allah’ın Resulünün seçilmesi hiç mi hiç tesadüf değildir. Şunu bilmekte ve beyin hücrelerimizi biraz geliştirmede fayda olacağını ümit ediyorum…Tarihte sapanların örnekleri ne kadarda birbirine benziyor, bunlar üzerinde biraz düşünsek ve idrak etsek sanıyorum katıksız arı duru kaynaktan besleneceğiz,o zaman da mis gibi kokan fidanlar göverecek, insanlığın sorunlarına deva olan…Ama böyle giderse bu kaynaklardan içilen suların tamamı bizim metabolizmamızı harap edecek…Manipülasyonda, yollara iyi şeyler koyarsınız, iyi sözlerle insanlığı kötü bir sona taşırsınız. Emevilerle başlayan bu manipülasyon sonraki nesiller üzerinde çok etkili olmuştur.

Allah’ın elçisi, vahyin insanlara ulaştırılmasında ve örnek olmasında dinin olmazsa olmazıdır. Ancak din oluşturmada dinin olmazsa olmazı değildir. Resul kendisine gelen vahye bir söz katma yetkisine sahip değildir. Yaşam alanındaki işlevi, (teşbihte hata olmasın) bir makine üreticisinin ürettiği makineyi en iyi tanıttığı görevlisini, makinenin kullanım kılavuzuna göre kullanılması için, o makineyi tanıtmak gayesiyle makineye ihtiyacı olan her yere gönderip onları bilgilendirmesine benzer. Tanımlayıcı verilen bilgileri kendi dili ile o insanlara tanıtır. Farklı dillerde insanlar varsa o zaman tercümana ihtiyaç doğar. Buradaki görevli o makinenin çalışması için nasıl ki yeni ve farklı formüller ve kendince kafasına yatmayan konuları iptal etme gibi bir yetkisi yoksa elçilik de böyledir. Ancak elçi hepimizden daha çok bilgiye sahip, çünkü onu yapıp gönderen ile irtibatlı olan odur. Allah’ın elçisi de getirdikleri ile hayatımıza mührünü vurmalı, ona ait olmayan bir dini ona aitmiş gibi gösterip, onun adına oluşturulan karmaşık denklemlerle sorunları çözülmez hale getirip, Allah’ın elçisini yaşamın dışına atmaksa hedef, bu tam anlamıyla yaşamlarda karşılık bulmuş durumda…

Biz, Resulullah’ın getirdiği vahye ve onun vahiyle canlandırdığı hayata hasretiz…Dünyevileşmiş bir yaşamın din olarak oluşturduğu masalları okuyarak ve yaşayarak vahiyden ve Resulden ne kadar uzaklara gittiğimizi anlayarak ayağa kalmaya ihtiyacımız var…” 

De ki: "Benim yolum budur: Ben yalnızca Allah`a çağırıyorum. Ben de bana uyan kimseler de (ne yaptığımızın) çok iyi farkındayız; ki Allah`ın şanı pek yücedir ve ben O`na ait vasıfları başkasına yakıştıranlardan değilim.” Yusuf:108 

Diyen elçiler gibi bir yaşama susadık o sudan doya doya içenlere selam olsun…

Erol KEKEÇ/10.01.2023/01.40/Sancaktepe/İST



BAĞIMLILIK BAĞLILIĞIN YERİNE GEÇİNCE

 “Hani İmran’ın karısı: “Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak’ Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen” demişti.” Al-i İmran:35

La ilaha İllallah diyen cennete girer diye, kendilerince kurdukları dini teşkilatın bonuslarını sunan bezirganların tekelinden çıkarılmayan hiçbir din, insanları cennete götürmez. Kendi olumsuzluklarını meşrulaştırmak için dini kavramları kalkan yaparak, La ilaha İllallah diyoruz, elbette cennettir yerimiz diye kendilerine korunaklı bir mekân oluşturan din bezirganları, kendi dışlarında kalan ve onların anlayışlarıyla örtüşmeyen kim varsa, hepsini cehenneme yollamada da o kadar cesur davranırlar. Cennet ve cehennem kimsenin malik olduğu bir yerin adı değildir. Oraya kimin gidip kimin gitmeyeceğinin kararını veren de tüm mahlukatın efendisi ve yaratanıdır.

Neden acaba, Allah’a kulluğa giden yolun ilk başkaldırı manifestosu, La İlaha ile başlayıp, İllallah ile bitiyor, bunu anlamak ve ona göre yaşamak insan olmanın gereği değil mi? Bunu anlamak için yakarıdaki ayeti kerime bizlerin tüm duyum ve algılarımızı açarak derinlikli bir düşünme üzerine hayatımızı kurmamız için gerekli uyarıyı yaptığını sanıyorum…Karnımda olanı her türlü bağımlılıktan özgürlüğüne kavuşturulmuş olarak sana adadım…Bağımlılıkları olan varlıkların adanmışlığından da söz etmek zordur. Bağımlılıklardan berat etmeyen, özgürlüğüne kavuşamaz, özgürlüğüne kavuşamamış olanlar seçim ve tercih yapamazlar. Tercih yapamamış olanların kavramlarla La İlaha İllallah demesi, onu nasıl cennete götürür acaba, anlayan var mı?

Alışkanlık olmuş ama bunu kişinin kendisinin bile anlamadığı, hissedilmeyen eylemler insanı nasıl bir hedefe taşıyabilir…Sıcak suya ayağını sürekli sokan birine, sıcak suyun çok şifalı bir nimet olduğunu anlattığınızda, acaba o su onun alışkanlık haline getirdiği, ayağını suya sokma eylemi üzerinde ne kadar ve nasıl bir etki yapar. Hatta hiç etkilenmemesi bile mümkün olabilir. Onun için alışkanlıklar haline gelmiş su içmek, yemek yemek gibi sürekliliği olan eylemler insan metabolizmasını çok fazla etkisi altına almadığı gibi, beyni tırmalayan bir kalkış hamlesi başlatamayan kuru sözler de, anlamsız alışkanlıkların tekrarından ibaret olduğu için bir anlam içermez.

Her türlü bağımlılıktan ve bağlayıcılıktan arındırılmış özgür bir eylem üzerine kurulan bir yaşam değilse hayatımız, bizi Allah’a götürür mü, onu sorgulamak en büyük çabamız olmalı ve tüm yönleriyle adanmış bir yaşam olarak ortaya çıkmak insan olmanın gereğidir. Sizi ve Taptıklarınızı yok sayarak inkâr ederek, ben sadece Rabbime gidiyorum diyebilecek yüreklilikte insanlarla, ancak bu evrenin denklemi yeniden fıtratına döner. Bu duruş İbrahim’i bir duruştur.

Kalabalıklar arasında manevi iklimin hipnotize seanslarında alınan hazlarla, uyanık özgürce gidilen bir yolun acısına katlanmak öyle kolay değil. Özgürlük olmadan bağlanmak mümkün değil, ancak bağımlılıklar oluşabilir, ancak hiçbir bağımlılık özgürlüğün sonucu olan bir eylem değildir. İnsanlık, bağımlıklarını özgürce seçilen bir davranış olarak gördüğü için, bağlanmayı bir yıkım olarak görüp, kendi bağımlılıkları arasında can vermeyi tercih edebiliyor. “Karnımda olanı her türlü bağımlılıktan özgürlüğüne kavuşmuş olarak sana adıyorum…”

Şu güzelliği ve yüceliği görebiliyor muyuz, her türlü bağımlılıkların etkisinden arınmış, arı, duru ve halis bir özle sana adıyorum…Sen ancak böyle özgürlüğüne kavuşmuş olanları sana kulluğa kabul edersin, benim bu adağımı kabul et Rabbim diyebilecek erdem ve kararlılığı gösteremeyenler, oluşturdukları dinsel merkezi mekanizmalarla insanlara yol gösteremezler. Onların göstereceği yol ancak Allah’ın dışında gidilen karanlık dehlizler olabilir. Geldiği özün dışında dışarıdan herhangi bir etkileyici olmadan doğrudan yaratanın isteklerine göre yaşayacak bir adağın kabul edilmesi için gayret harcayan bir anlayış ve diğer tarafta, Allah’ım biz her türlü haltı yesekte sen gafur rahim ve affedensin, bizleri bağışla biz Müslümanlarız diyerek alışkanlıklarını hayat zanneden ürkek yalancı gaddar ve hakikati küçük çıkarları için harcamakta sakınca görmeyen biz zavallılar…Sormak gerekmez mi şimdi, hakikaten cennete gidilecekse hak kimin…

Bu açıklamalardan sonra La İlaha İllallah’ın hayatımızdaki anlamına bir bakalım derim…Bu söz bir yaşamın başlangıç berat fermanıdır. Bu beratı almayanlar kapıdan içeriye giremezler, girdikleri kapı ona benzetilmiş olan kapılar olabilir, ancak o kapıdan bilerek Allah’a giden bir yol çıkmaz. Allah’ın bu sınırlarını doğru olarak anlayıp yaşama aktardıktan sonra kimin cennete nasıl gideceğini veya kimlerin gitmeyeceğini belirlemek bizim hakkımız değildir. Bizim görevimiz sadece Hakikati doğru ve olduğu gibi tanımlayarak onun üzerine kümelenmiş sisleri dağıtmaktır. Ancak biz onunla uğraşmak yerine, kendimizi cennet ve cehenneme aralıksız bilet kesen bir bilet kontrol memuru olarak gördüğümüz için, bu alışkanlıklar bizleri hakikati idrakten uzaklaştırır duruma getirdi.

İslam alemi diye bilinen alemde ciddi bir bağımlılık sarhoşluğu yaşanırken, hala bu ortamlar bir değere bağlı olduklarına inanarak hayatlarını sürdürmektedir. Bireysel ferdi yönelimler her ortamda olabilir; ancak gelenek olarak yaygın hale gelen anlayışlar bağımlılıkların oluşturduğu bir hayat olmuştur. Bu hayatın, her ortamda gerçek yaşamın yerine konulduğunu gördüğümüz için, bizler bu hayatları Allah’a bağlanmış hayatlar olarak anlar olduk…Oysa Allah’a bağlanmış hayatlar La ile başlar. La demesini bilmeyen, bağımlılıklardan kurtulamayan, özgürlüğüne kavuşamamış hangi yaşam; Allah’a ait olabilir. Allah’a ait olan yaşamlarla yeryüzünün çehresi yeniden imar edilecek ve insanlık tarihi, insani belirleyicilere göre yazılacaktır.

Allah’ın kendisine bolca verdiği nimetlere bağlanarak, Allah ile arasında oluşturduğu duvarlar arkasından bende oradayım diye bağırmak kimseyi duvarın öbür yanına geçirmeyecektir. Bugün kendisine Müslüman diyen yaşamlar aynen buna dönmüştür. Bağımlılıklarının etkisinden kurtulup özgürlüğüne kavuşmadan ben Müslümanım demektedir. Müslümanlık Ayşe Fatma Ali vs. gibi atalarımızın verdiği bir isim değil, bir yaşam iksiridir. O yaşamı kabullendiğinizde yaşadığınız evrene Güneş yeniden doğar. Uzaklaştığınızda zifiri karanlık bir yaşama mahkûm olursunuz. Oysa bizim gördüğümüz yaşam, çocuklara ataları tarafından verilen bir isim gibi algılanıp sahip çıkıldığı için, bize ait ve ona kimsenin sahip çıkamayacağı bir kimlik olarak bakılıyor. Böyle bir anlayışın neresinde tüm bağımlılıklardan kurtulmuş özgürlüğüne kavuşmuş Allah’a adanmış bir yaşam görebilirsiniz. Allah’a adanmamış yaşamlar, Allah katında kabul gören eylemlerin sahibi olamaz.

Yeryüzünde ciddi bir akıl tutulması, duygu patlaması ve bilinç kırılması yaşandığı için, bu söylemlerin adrese dokunması çok zor olsa da, bunları idrakimiz ölçüsünde ortaya koymak ve idrak sahipleri ile paylaşarak bu yolda sağlıklı bir hayatın oluşmasına katkı sunmak zorundayız.

Yeryüzüne ait nimetleri, verenin istediği gibi harcayarak ona yakın olmak istiyorsak, bunların bağımlılığından özgürlüğümüze kavuşarak Allah’a bağlanmamız gerekiyor. Allah’a bağlanmak için, hayatımızı esir alacak yeryüzündeki tüm ilahları, hayatımızın kılcal damarlarından atıp özgürlüğümüze kavuşmak zorunludur. Özgürlüğüne kavuşanlar ancak eylemlerinin kabul olması için yaratana dua ederler. Diğerleri ise, ben bunları bunları yaptım, daha ne yapayım diyerek bağımlı olduğunu gizlemek için gerekçeler peşinde koşar. Tüm hücreleriyle Allah’a bağlanan ve yeryüzünde Islah görevi üstlenen sevgi muhabbet barış dayanışma kardeşlik için mücadele eden, merhamet sahibi kişilere ne kadar ihtiyaç var günümüzde…

Bağımlılıklarının esiri olmuş, kendilerini özgür zanneden bizler ne zaman “La” diyerek yaratıcıya giden yol güzergahına geçip Allah’a bağlanacağımız bir hayatın canlı tanıkları olmayı düşünüyoruz. Dün gitti, bugün, yarın olmayabilir bir an evvel tüm kalbimiz ve içtenliğimizle, Allah’a giden yolda bize ondan daha sevimli ve bağımlı gelebilecek hiçbir şeyin hayatımıza etki etmesine müsaade etmeyecek kadar, özgürlüğümüzü elimize alalım ve Rabbimizden kendisine adadığımız bu yaşamı, bizden kabul etmesini temenni ederek ayağa kalkalım…İşte o zaman göreceksiniz dünyanın çehresinin nasıl değiştiğini…Bizim dışımızdaki cehenneme taşıma görevini bir tarafa bırakalım, bizim işimiz insanın beden ve ruh yapısıyla alakalı olmamalı, biz olumsuz ve kainata zarar verecek eylemler üzerinde kafa yoralım ve iyiliklere öncü olalım….Yaratan kimi cennetine koyar kimi cehennemine koyar onu o bilir…Biz bir kuluz, görevimiz bağımsız özgür olarak Rabbimize bağlanıp onun yolunda bir adak olmaktır…Bizden kabul buyursun rabbim, katına mahcup olarak bizi çıkarmasın tek temennimiz bu…

Selam ve muhabbetlerim, kurda kuşa tüm kâinatın üzerine olsun yaratılmış olan her şeyi yaratandan dolayı seviyorum…Bu onların olumsuzluklarına ses çıkarmayacağım anlamında değil…Kalın sağlıcakla…

 

Erol KEKEÇ/07.01.2023/12.57/Namazgah Çamlıca/İST



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!