Bu Blogda Ara

23 Ağustos 2022 Salı

NE BU ŞİDDET BU CELAL BİRADER!

Öyle günlere geldik ki yorulmamak elde değil. Sembollerin bayraklaştırılarak ,uğruna her türlü  söz ve saldırıları göze alarak canhıraş bir şekilde ortaya çıkmayı, isterdim ki değerlerin ayaklar altına alınıp anlamsızlaştırılmasına karşı da olsaydı. Ne yazık ki, sembollerin hayata egemen olduğu kadar değerlerin hayatta anlam bulamadığına şahit olmaktayız.

Bazı dönemlerde insanlar öyle hale geliyor ki, canlarından can gidiyormuş gibi patlamaya hazır bir bomba haline gelebiliyorlar. Son günlerde kendini bilmez, toplumdan uzak, kafasında oluşturduğu gettoya bilim diyen bir anlayışın temsilcisi, akademik apoletin en zirvesine çıkmış, Üstün Dökmen 'in yaptığı açıklamalara gösterilen tepkiler buna en açık örnek oluşturmaktadır. İster istemez insanın zihnine takılıyor, bu başörtüsü bu kadar önemli ve hayati bir meseleyse, neden hayat her geçen gün çamura daha fazla yaklaşmaktadır. Bunu söylerken Üstün Dökmenin yaptığı açıklamaların doğru yerinde bir açıklama olduğunu falan söylemediğim gibi, zerre kadar da olumlu bakmadığımı bildirmiş olayım. Ben onun tarafından değil, değerlere sahip çıktığını söyleyen bir toplumun gerçekten değerlere ne kadar sadakatli yaklaştıklarını anlamaya çalışıyorum.

1994 yılından itibaren benim kendi ailemden üç kardeşim ve Eşim Başörtüsünden dolayı okul hayatlarını sonlandırdılar dönemde laiklik adına insanların en temel doğal insani hakkının nasıl ellerinden alındığını biliyorum. Okullarını yarıda bırakıp daha sonra yeniden sınava girerek okullarını bitirenler olduğu gibi, yaşama atılıp çocuklarıyla uğraşan aile bireyleri de Var. Biz başörtüsüne en sadık samimi ve bir değer olduğuna inanarak yaklaşanlardandık  ve hala da öyleyiz. Ancak onun bir değer olmaktan çıkıp sadece sembolik bir öğe olarak ortalıkta var olduğu bir zamanda, bu kadar aşırı tepkileri yorumlamakta şahsen zorlanıyorum. Yani diyeceğim o ki,2000  öncesi anlamlı olan ve bir değer olarak varlık sahnesinde yerini alan başörtüsü, şimdi sadece insanların yaşam tarzlarından bir libasa döndüğü muhakkak. Böyle olunca bununla gerilimler oluşturmak ve sürekli gündemde tutarak toplayıcı ve bağlayıcı bir arma olarak kullanılması sahiden ne kadar ciddiyet içerir.

Psikoloji ve Psikiyatrinin oluşum ve gelişim sürecine bakıldığı zaman, bu süreçte Müslüman Psikologların, kabul gören anlayış içindeki yeri neresi. Bilim diye ortaya çıkan bu çabaların tamamında kendi dışınızdaki yaşamlar belirleyici iken, bu belirleyici ölçütler içinde ölçülere göre bilim adamı unvanı alanların, böyle bir açıklama yapması da o kadar doğal olur. Yani sizin anlayışınıza göre oluşturduğunuz bir bilim algısı yokken ,onların kendi belirledikleri anlayış içindeki ölçülere göre, objektif bir psikoloğun nasıl olması gerekir tezini, kendi taraflarından açıklamaktadırlar. Biz onların kendi arenalarındaki yaşamdan pay almak için tepki mi ortaya koyacağız, yoksa kendimize özgü insanın, temel fıtri doğal özelliklerini dikkate alarak farklı bilimsel anlayışlar mı geliştireceğiz. Yabancısı olduğumuz bir yaşamın içindeki bilimde yer almaktansa, kendi değer sistemlerimiz insan fıtratını kuşattığı için, ona göre yeni anlayışlar geliştirip bunların pabucunu dama atmamız gerekmez mi? Ne yazık ki kendisinden uzak, kendisi hakkında görüş beyan etmekten aciz olanların, etkiye tepki gösterdiği gibi, bizler de hemen  sesimizi yükseltiyoruz. Teki göstereceğimiz ses yoksa kış uykusuna yatıp, yaşamın keyfini çıkarmaya çalışıyoruz.

Şahsen ben Muhafazakar ve İslamcı yaşamı gündeme getirip onunla hemhal olduklarını söyleyen bizim cenahın samimiyetine karşı aşırı şüphelerim oluşmaya başladı. Bir caminin kapısına bir şey bırakıldığında, başörtüsü ile ilgili bir cümle sarf edildiğinde, Mushaf  kitap, bir cahil çocuk tarafından tekmelendiğinde,gösterdiğimiz hassasiyeti neden başka alanlarda göstermiyoruz. Bu çifte standart bir yaşam, çok mu hoşumuza gitmeye başladı. "Vay o ölçü ve tartıyı eksik yapanların haline" Diyen ayet var ya, işte o bir çifte standarttır. Bu çifte standart algı ve bakıştan arınmadığımız, tepkilerimizi tarafsız ortaya koymadığımız sürece anlamsız bir yaşamın bağıranları olmanın ötesine geçemeyiz. Yaşamın içinde öyle haramlar helaller çiğnenerek hayat bozuk para gibi işe yaramaz hale gelirken, kimsenin bunlara bir tepkisinin olmaması ancak sembolik bir durum olduğunda hiç gündemden düşmeyecek düzeyde etrafı kuşatması, sizce de ne kadar doğru ve tutarlı olabilir.

Aslında bu konu hakkında görüş beyan etmeyeyim diyordum, ancak sosyal paylaşım ağlarına baktığımda birçok entelektüel sandığımız kişilerin Üstün Dökmen şöyle dedi diyerek yaptıkları paylaşımı görünce yazmak zorunda hissettim kendimi...Bu, bir yaşamın tüm yaptıklarının anlamsızlığını anlatmak değil, ancak anlamsız yaşamlardan kurtulmak gerektiğine inanmaktaydım.

Eğer bir değer sistemi varsa ki var.O zaman bu değer sisteminin toplumsal boyutlu olanına neden hiç önem vermiyoruz. Bireye özgü olanları bayraklaştırıp, yaşamın anlam bulması için gerekli olanları görmezden geliyoruz.Hırsızlık,talan,gasp,aldatma,adaletsizlik,ahlak yoksunluğu, adam kayırma,liyakatsizlik,rüşvet,faiz,taraftarlık gibi olumsuzluklar hayatımızın her alanını kuşattığı halde kimsenin sesi çıkmazken, başörtüsü olduğunda herkes avazı çıktığı kadar bağırıyor. Saydığım olumsuzluklara bir gerekçe oluşturulacağına aynı tepkiler verilmiş olursa, bu gün o şahıs bu meseleleri gündem bile yapamazdı. Demek ki sorun, bu değerlere sahip çıktığını söyleyenlerin lakayt tavırlarından beslenerek bugünlere geliyor. Rahmetli babam derdi ki, evladım başkasının gözündeki dikeni  söylemeden önce, kendi gözündeki merteği görmen lazım, yoksa kedini çok sağlıklı sanırsın, oysa gözün akmak üzere ama sen karşındakinin gözündeki diken için çabalarsın...

Hayati öneme sahip olan ve sonraki nesillere bir gelenek olarak aktarılması gereken değerleriniz yerde sürünürken, bunların ayaklar altına alınmasına sebep olanlar bizim tarafımızda olanlarsa, önemli değil, ancak dışarıdan birisi yaparsa çok tehlikeli onun için ona saldırmak lazım diye düşünen anlayışların hepsi, anlamsız bir yaşamın sürüklenen nesneleri haline gelirler. Ben böylesi bir anlayışı aile içi ilişki ve dışarıdaki ilişki şekline benzetiyorum.Afedersiniz toplumda öyle sağlıksız ilişki biçimleri var ki Sosyologlar buna nasıl bir çare olmayı düşünüyorlar acaba? Kız ile baba arasındaki ahlak yoksunu bir ilişkinin dışarıya yansımaması için, anne kızına baskı yapar aman ha kızım sesini çıkarma, duyarlarsa perişan oluruz, hatta inanmamaya çalışır baban seni çocuğu olarak sevmiştir gibi laflarla geçiştirmeye çalışır. Yani anlaşılan (!) Kol kırılıp yen içinde kalır. Ancak dışarıdan aynı olay başkaları tarafından yapılmak istendiğinde meydanda linç edilir. Bu anlayış ne insani ne İslami'dir. Onun için biz değerlerimize sahip olduğumuzda değerlerin kimsenin babasının malı olmadığı, adı düşüncesi ne olursa olsun kimsenin onu sulandırma hakkına sahip olmadığını deklare etmediğimiz müddetçe, söylenilen sözlerin ve gösterilen tepkilerin anlamı olmayacaktır.

Aydınlık düşüncelerde buluşmak ve İnsani drurşumuzla,insanlığa örnek olacak İslami değerlerin, üzerinde iğrenç durmadığı kullardan olmak dileğimle kalın sağlıcakla...

Selam saygı muhabbet ve dualarımla hayırda yarışanlardan olmak umuduyla...

Erol KEKEÇ/23.08.2022/12.42



21 Ağustos 2022 Pazar

ÖNCELİĞİ DOĞRU SAPTAMAYANLAR SAMAN OLURLAR

Nereden nasıl başlayalım diye sürekli konuşmalarımızın olduğuna herkes şahit olmuştur. Bu yaklaşımlar her ne kadar içinde bir samimiyet barındırmış olsa da, sorunların çözümüne bir katkı sunmadığı müddetçe boş zaman geçirmekten başka bir şey olmayacaktır. Bundan dolayıdır ki, toplumsal sorunların her geçen gün çoğalarak yayıldığı ortamlara olumlu katkı sunacak olanlar, nereden nasıl başlayalım diye fazla düşünürlerse  onlar düşünürken hasta kan kaybından yaşamını kaybedebilir.

Toplumsal sorunların çözümünde hayati ve temeli oluşturan problemler gözden kaçırıldığı zaman, ayrıntılarda boğulmak ve bir çok alanda enerji sarfiyatı yapmak istenilen sonuca insanları götürmeyecektir. Bizim karşılaştığımız birçok ortamda da sürekli bu yaklaşımlar gündeme geldiği için bunlara bir açıklık getirmek gerektiğini düşünüyorum. Ayağa kalkamayan ve açlıktan kıvranan bir insana, senin için tatiller düşünüyoruz, sağlıklı ortamlar oluşturuyoruz, hatta gelecek günlerde senin düğününü herkesin beğeni ile baktığı düğün salonlarında yapacağız vaatlerimizin hepsi anlamsız ve soruna deva olmayan boş lakırdılar olur. Sorunun kaynağı doğru tespit edilip öncelikler sıralamasına dikkat edilmezse, çoğu zaman bu iyilik temennileri bir şer'e dönüşebiliyor. Kan kaybeden bir hastanın, sağlıklı koşullarda ameliyatının yapılması, doktorların dışarıdan getirilmesi,hastene ortamına neyle götürüleceğinin konuşulması hastayı ölüme terk etmek olabilir. Tüm bu öncelikleri doğru saptayıp, öncelikle hastanın kan kaybından ölmesinin önüne geçmek gerektiğinin bilinmesi gerekir.

Yaklaşık 15-20 yıl öncesi Belediyelerin Gençlik merkezleri kurduğu Bilgi evlerinin yaygınlaştığı dönemde Gençlerle ilgili yapılan çalışmaların büyük çoğunluğunun anlamsız ve fuzuli kaynak israfı olduğunu söylediğim zaman, bazı arkadaşların buna itiraz ettiği olurdu. Ne yapalım, herkesin bar,gazino,disko,gece kulübü gibi ortamlara gençleri çekeceğine bizler buralara çekelim ve zamanlarını bu ortamlarda geçirmesini sağlayalım, kötü iş yapmış olmayız. En azından gençlerimizin kötü ortamlara gitmesinin önüne geçeriz, ve belli  bir yöne de kanalize ederiz, hatta bu gençler x partisine üye de olduklarında aidiyet oluştururlar ve sonrasında bunlar doğruyu yakalamış olurlar diyerek görüş belirtirlerdi. Naçizane ben bu anlayışların anlamsızlığını ortaya koyar hedefli ve ne yaptığını bilen bir sürü olmaktan kurtulmuş tercihlerini kendilerinin yapacağı aydınlık ortamlara bu gençleri taşıyalım. Dini ibadetler belirleyici bir özellik olmaktan çıkarılmalı ve bu gençler önce insanlık kapısından içeriye girsinler bırakalım inançlarını kendileri tercih etsin derdim. Hatta bizlerin insanlara bir dini dayatma ve herkesi o ortamda görmek isteme gibi bir beklentimiz ve lüksümüzde olmamalıdır. Ancak evrensel insani ve ahlaki öğretileri anlatmak ve onunla hemhal olmalarını sağlamak istememiz gayet doğru ve doğaldır derdim. Geldiğimiz süreç açısından geriye dönüp baktığım zaman, bu haykırışlarımızın ne kadar anlamlı ve olması gereken çıkışlar olduğunu bugün daha iyi anlıyorum.

Bir yaşamın olumsuzluğa sürüklendiğini gördüğümüz zaman ivedilikle aman bir an önce bunları durduralım, ne olacak, ya şöyle olursa gibi kaygı endişe ve korkulara göre bir adım atıldığı zaman sonu hep karanlık olacaktır. Kaynağı doğru tespit edilmemiş bir sorun hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın sorun olmaktan çıkmayacaktır.

Sahip oldukları imkanlardan kaybetmek istemeyen ve bulunduğu yaşam standartlarının üzerinde bir hayatı daim düşleyen anlayışlar, kendi ortamlarında olan sorunları çözüme kavuşturamazlar. Çünkü bu anlayışlar sahip olduklarımı kaybedebilir miyim acaba diye, içinde bir düşünce barındırdığı müddetçe sorun kavramına da yabancı yaşar. Ancak sorunlar genişleyerek kendi yaşam alanlarını da kuşatmaya başladığında acı acı haykırır. Peki, bu anlayışlar sorunlara içtenlikli bakabilirler mi dersiniz? Ben şu ana kadar kedi yaşam seviyesinden bir şey kaybetmeden sorunları sorun olmaktan çıkaran hiçbir anlayışa şahit olmadım. Bir işe öncülük edecek olanlar  öncelikle,  hayatları sorun olan insanların, bu sorunun kaynağında kedisinin büyük payının olduğunu hesaba katmalıdır. Terazi dengede durmazsa hiçbir şeyi  doğru tartamazsınız ve ölçülü bir yaşamı ortaya çıkaramazsınız.

Bir genci iş yerinde çalıştırmak isteyen patron, genci asgari bir yaşama mahkum etmeye çalışırken bir de elaman bulamıyoruz diye ortalığa çıkıp bol keseden atarken, gençlerle ilgili yapmak istediği çalışmalarda ne kadar samimi olduğunu söyleyebilirsiniz. Samimi olmayanlar, sorunlara samimi eğilemezler. Gençler samimi olmayan mesajlara hiç karşılık vermiyorlar ve o mesajlar gençlikte bir karşılık bulumuyor.Buna rağmen hala elimizdeki kaynakları boşu boşuna israf etmekten kendimize gelemiyoruz. Neden, çünkü manevi haz alarak afyon kullanıp ta rahatlayanlar gibi kolumuz kanadımız aşağı düşüyor ve çok önemli işler yaptığımıza inanıyoruz. Çok mu önemli, az mı önemli onu tartışacak durumda değilim ancak sorunlar doğru tepit edilip, sorunun kaynağı olanlar, sorun çözmekten vazgeçip ellerindeki imkanları,sorunların tespitini doğru yapmış ve o alanda gerçekçi mücadele edecek ortamlara aktarmadığı müddetçe, kendimiz çalar kendimiz dinleriz bunu gayet iyi biliyorum...

Nereden başlayalım demiyorum, şu an biz neredeyiz, önce onu doğru tespit edip kendimizi doğru yerde konumlandıralım. Nerede olmamız gerekiyor, imkânlara sahibiz diye sorunların doğru çözümünün bizden geçmediğini anlamalıyım. Sorunu, gerçekten sorun olarak doğru tespit etmiş ve o alanda doğru bir çalışma yapacak olanların,  sorumluluk almalarının çok önemli bir eylem olduğunu bilelim. Damdan düşmeyen insanların, akıl vermelerini bir yana bırakacağız. Damdan düşen bir insanın, çektiği acıyı nasıl bertaraf ettiğini dinleyip bu acılar da bir gün son bulacak mesajına kulak vereceğiz. İşte o zaman damdan düşen ya da düşmeye aday olanlar can kulağı ile, acı çekenlerin, tecrübelerini  ve kendilerini bir düstur edinecekler. Aksi durumda ben şuna yakinen inanıyorum ki, Gelecek dönemler gençlik ile eski kuşak ve imkân sahipleri arasında çok haşin duvarların örülmesine neden olacaktır.

Nereden başlamak lazım  bu sorunları çözmek için diye, illa bir başlangıç yapacaksak başlangıç kendimiz olmalıdır. kendini sorunun kaynağında bir etken olarak görmeyen anlayışlar hiçbir sorunun çözümüne katkı sunamazlar. Şunu kafaya iyi kaydetmek gerekir, imkân sahibi olmak demek, sorunda bir katkısı olmamak anlamına gelmiyor. Çünkü gençliğin bu kadar kendini boş bırakmasının arkasındaki temel nedenlerin başında, imkan sahiplerinin, imkânlarını gençlere doğru rehberlik yapacak alanlara harcamamış olması yatıyor. O zaman, bu gün çalıştıracak elaman bulamıyoruz diye neden yakınıyorlar anlamış değilim. Kendisi hep iş veren ve imkanların sahibi, âmâ diğerleri kendisine bağımlı yaşamak zorunda diye düşünen anlayışlar çoğaldığı müddetçe, bu günlerimizin harekete geçen anlamsız yaşamı, yarınların kuşatan korkulu gerçeği haline gelecektir.

Toplumsal sorumluluk bilinci olmayan insanlar, toplumsal yaşama hiçbir katkı sunamazlar. Kirlettikleri doğayı, kazandıkları topraklarda yaşayan canlıları, atıkları ile zarar verdiği ortamları düşünmeden ve bunların yeniden hayat bulması için kazanımlarının büyük bir çoğunluğunu toplumsal sorumluluk bilinci ile bu alanların yeniden hayata döndürülmesi ve kendisini yenilemesi için harcamadığı sürece, ortalıkta gezerek şunlar şunlar yapılmalı ve şuradan başlamalıyız gibi beylik lafları ile sorun çözdüklerini sanmaları onları gözden düşürmekle kalmaz. Gençlerin yaşama inançlarını da ortadan kaldırır. Onun içindir ki, yaşamın içinde olacağız, acıyan yerin şiddetini ve önceliğini iyi tespit edip oradan hayata dokunacağız. Diğer dokunuşların hiçbirisi bu taşı yerinden oynatacak kuvvete sahip değildir.

Son olarak diyorum ki, beyinlerimizi değiştireceğiz, isteklerimizin adını ihtiyaç listesinden çıkaracağız, bizim dışımızda yaşayanların da en az bizim kadar yaşamını devam ettirme hakkına sahip olduğunu bileceğiz, önce kendimiz kendimize inanacağız, sonra inandırmak için çaba harcamayacağız, kendisine yanan ateşin başında ısınmak için beklememek, insan onuruna yakışmayacağını bileceğiz. Biz başkası için yandığımızda onlar da buna inandığında, ben şuna inanıyorum ki, kimsenin söndüremeyeceği bir alevle bütün bir insanlığı ısıtabiliriz. Bu bizim elimizde,o zaman kendimizi doğru konumlandıralım, sorunları doğru tespit edelim, öncelik sırasını iyi bilelim ve bir hedef uğruna insanların yaşamasına katkı sunalım, kurallarla yaşamı çekilmez kılmayalım. O zaman yeme yanında yat, bu hayata doyum olmaz ve gençler bizi dışlayan değil baş tacı yapan ellerimiz ayaklarımız olurlar gözlerimize bir fer olup daha uzun mesafedeki nesneleri görmemize katkı sunarlar. O halde kalkalım ve bir daha oturmayalım.Yaşam,sorumluluk duyarak yaşayanların omuzlarında anlam bulacaktır. Ne mutlu anlamlı bir yaşamın oluşması için zihin beden ve yürek enerjilerini doğru kanala aktaranlara...

Selam ve muhabbetlerimle noktalarken içli dualarda buluşarak toplumsal sorumluluk bilinciyle dosdoğru doğrulup kendimize gelmeyi Rabbimden niyaz ediyorum...

Kalın sağlıcakla.....

Erol KEKEÇ/20.08.2022/13.58



20 Ağustos 2022 Cumartesi

ÖYLE BİR YAŞAM OLMALI Kİ DESTANLAŞSIN

Biz tarım toplumu mu, ticaret toplumu mu, yoksa sanayi toplumu muyuz veyahut ta karmakarışık bir şey mi?

Yaşam tarzımıza ve dışarıya bağımlılığımıza baktığım zaman nerede olduğumuzu şahsen ben kestiremiyorum. Tarım toplumuyuz diyoruz yiyecek ürünlerimizin büyük bir kısmını dışarıdan alıyoruz. Dışarıdan ürün gelmese kendimize yetmiyoruz, hatta toplum öyle hale GELMİŞ Kİ ANINDA ÖLECEKMİŞ GİBİ,yaşıyor.Oysa tarım toplumu olsak biz kendimize yetecek durumun ötesinde bizim nüfusa denk iki farklı ülkeyi de doyuracak duruma gelebiliriz. Ancak bilerek, küresel imkanların sahibi olduklarına inananlar tarafından tarımdaki yaşamız, sonlandırılma düzeyine geldi. Bu durumdan en çok faydalananlar emperyalist güçlerdir. Onlar kendilerine bağımlı toplumlar inşa etmeyi tercih ediyorlar. Çünkü bağımlı toplumların özgürlüğü olmaz. Korkular içinde neleri kaybedeceğinizi düşünerek yaşarken, sizin için çizilen yaşam standartlarına hep uymak zorunda kalırsınız.

Ticari toplumlar olduğumuza da ben inanmıyorum. Çünkü ticaret sürekli yenilenmeyi ve markalaşmayı gerekli kılmaktadır. Günümüzde markalaşmak önemli bir konudur. İnsanlar ürünlerini değil, çoğu zaman markalarını satmaktadırlar. Markalaşamamış toplumlar, ürünlerini bire satarken, markalaşmış toplumlar bunların on katına mallarını satarlar. Dolayısıyla ticari toplum olduğumuzu da söylemek çok zor. Sanayi toplumuyuz da diyemiyoruz, çünkü dışarıya bağlı olmadan sanayi ürünü olarak başkalarına sattığımız herhangi bir ürünümüz olmadı şimdiye kadar. Peki böyle bir yaşam kendi kendine varlığını devam ettirebilir mi,o da mümkün değil.O zaman da kendi kendine yetmeyen toplumlar, kendilerine yeten toplumlara bağımlı olarak yaşayan toplumlar olurlar.

Biz tarih boyunca toplayıcılık ve göçebe yaşamın yeryüzündeki en aktif toplumlarından biri olduğumuz için, hala kendimize yetecek düzeye çıkamadık. Oysa toprağa yerleşik bir yaşama dönmemizin üzerinden onlarca asır geçmiş olmasına rağmen, hala göçebe özellikleri gösteriyoruz. Bu da bizlerin kazanımlarının sonrakilere aktarılmasının önüne geçmektedir. Sonraki nesillere toplumsal yaşama katkı sunan bilimsel teknolojik ve doğa yaşamındaki buluşlarımızı aktaramadığımız için, nesiller arasında ciddi kopukluk yaşanmaktadır. Bu kopukluk, bazen bizlerin kendi eliyle gerçekleştirilmektedir. Cumhuriyetle birlikte bu kopuşun en önemli boyutu yaşandı; hatta geçmişle günümüz anlaşamaz hale geldi, belki dil çok değişmedi ancak yazılı bilgilere ulaşmak zorlaştı. Çünkü yeni Latin alfabesi, geçmiş birikimleri okuyup ondan faydalanmayı ciddi bir uzmanlık alanı haline getirdi. Okullarımızda okuyan her çocuğumuz tarihinin ne olduğunu, öncekilerin nasıl yaşadığını hangi buluşlar gerçekleştirdiğini yazılı kaynaklardan okuyarak ulaşamaz hale geldi. Dolayısıyla kendilerine söylenenin doğru olduğuna inanarak geçmişi kabullenmek zorunda kaldılar. Bu durum başlı başına bir kopuştur.

Burada Latin harflerinin kullanılması çok kötü Arap alfabesinin kullanılması çok iyi ya da diğer türlüsünü savunmuyorum. Sadece kendi geçmişlerini okuyarak anlamayan insanların, başkalarından kendi geçmişini dinleyerek öğrenmesi, onu tarihiyle buluşturmaz. Geçmişin deneyimlerinden bilimsel çalışmalarından, teknolojik araç ve gereçlerinden hakkıyla faydalanmanın yolu onların bu aşamaya geliş yollarını iyi bilmekten geçer. Mesela geçmiş dönemin tarımsal alandaki bir çalışmasından elde ettiğim bir deneyimi, buraya aktarmam sanıyorum olayın izahında faydalı olacaktır. Mevsimler normal şartların dışına çıktığı ve kış bahar mevsimleri çok soğuk olduğu zaman veya çok sıcak geçtiğinde bununla ilgili yapılan eylem, kıştan kalan karları ağaçların dibine taşıyarak, üzerini kapatıp ağacın kökünün soğuk tutulmasıyla ağaç hala kışı yaşadığını sanıp çiçeklenmemesi sağlanır. Böylece ağaçlar, havalar çok sıcak olsa  da kökü çok soğuk ve kıştan çıktığına doğal olarak inanmadığı için, tomurcuklanma ve filiz vermeyi geciktirir. Bu durum, fırtına ve soğuklarda ağaçların çiçeklerini dökerek, veriminin azalmasının önüne geçer. Bu deneyimler geçmiş atalarımız tarafından uygulanan bir yöntem olmasına rağmen, bizim tarımsal alanlarımızda böyle bir bilgiye hiç rastlanmadığı için, havalar biraz ısınınca çiçekler açar ve rüzgardan hepsi dökülür ve o yıl verim çok düşük olur. Bunları geçmişten devralan bir yazı dilimiz olsaydı, bu tecrübeler sonraki nesillere bir ışık olurdu.

İpek ve Baharat yollarının güzergahı olan topraklarda, bu gün yok denecek kadar markalar oluşmamışsa bunun sebeplerini kendi içimizde aramak zorundayız dolayısıyla katkı değeri yüksek ürünler üretemediğimiz için de ticarette önemli bir yer tutmuyoruz. Daha çok tüketen durumuna düşüyoruz. En iyi tacirlerin Anadolu'dan çıktığı söylenir, ancak şu an o tacirler yerini kendilerini iş adamı ünvanlıyla ifade edip, başkalarının mallarını kendi toplumuna fahiş fiyatlarla satan tacirleri doğurmuştur. Böyle bir anlayışla ticaret yapılamaz. Ticaretin en önemli boyutu kendi kazanımlarını satarak ondan gelir sağlamaktır. Ancak bağımlı ve köle olarak yaşamaya alışmış toplumlar kendi ürünlerini değil, başkalarının attığı çöpleri toplayıp kendi insanına satıp, onları aldatma üzerinden para kazandığında kendisini önemli bir iş adamı olarak tanımlayabiliyor. Böylesi anlayışları terk etmediğimiz müddetçe bizler sömürülmeyi hak ederiz.

Herkes Hazarfen Ahmet Çelebinin nasıl uçtuğunu anlatır, âmâ onun bir toplumun uyuyan hücrelerini nasıl diriltmek istediğini anlatmaz. Çünkü o dönemin yaşamı kültürü ve deneyimleri ile nereye varmak istediklerini bilmediğimiz için, sadece bir hikaye olarak dinler ve geçeriz.Peki,böylesi bir duyarsızlık ve kendi geçmişinden uzak toplumlar sizce de hangi kategoriye girer. Onun için diyorum ki, toplumlar kendi kaderlerini  kendileri belirler. Başkalarının üretimlerini tüketerek yaşayan toplumlar, kaderlerini de kendi elleriyle başlarına teslim ederler. Ondan dolayıdır ki, bir toplumun tarihe not düşmesi için, kendi yaşamıyla alakalı gerekli imkan ve kazanımları kendi elde etmesi gerekir. Başkalarının tüketeni olanlar tarih boyunca sadece hikaye olarak anlatılmış, âmâ kendi yaşamlarını kendi ürettikleri ile devam ettirenler, destanlar bırakarak yaşarlar. Biz destanı olan bir toplum olmak zorundayız. Onun için tüm alanlarda kendi kendimize yetecek duruma gelmemiz zorunlu ve gereklidir.

Son olarak diyorum ki, kendimize yeter duruma gelmek, öncelikle ataleti üzerimizden atarak kendimize gelmemizle mümkün olacaktır. Kendi geçmişlerinin yaşamını başkalarından öğrenenler ve kendi yaşamları hakkında söz sahibi olmayanlar her zaman tüketim kölesi olarak yaşamaya mahkumdur. Tüketim köleleri korku ve endişe içinde yaşarlar. Dolayısıyla ahlaki perdeleri param parça olur. Bağımlı oldukları efendileri onları terk ettiği zaman yaşamlarının son bulacağına inandıkları için, yok olmaya  toplum olarak efendiler edinmeye alışmadık kendi göbeğimizi kendimiz kesecek kadar asiliz ve aynı zamanda kararlıyız. O halde kendi geçmişimizi tanıyalım ayağa kalkalım dünyaya insanlık dersi verelim ne dersiniz, çok mu istekte bulunuyoruz?

Bahadır Hataylı/19.08.2022/17.01



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!