Bu Blogda Ara

25 Nisan 2022 Pazartesi

KÜRESEL HAYDUTLAR DÜNYAMIZA TECAVÜZ PEŞİNDE

 Karınca gibi çalışan, ipek böceği gibi nakış nakış kozasını dokuyan ile haramilerin soygun yaparak yaşamlarını devam ettirmek için yaşamı karartmalarını aynı görmek mümkün mü?

Karıncaların ne gecesi var ne gündüzü, önce yuvalarını en korunaklı yere yaparlar, sonrasında mücadeleye başlarlar. “Ey karınca topluluğu Süleyman ve ordusu farkında olmadan sizi ezmesin yuvalarınıza girin…”Karıncalar kendi dışlarında yaşayanların yaşam alanlarına dikkat ederler ve o sınırı asla aşmazlar, her yere girer çıkarlar ama kendi yuvalarına getirip orada adil ve eşitlikçi bir paylaşım yaparlar. Güçlerinin zirvesinde çaba harcarlar, gece vakti değirmenlerinde tane öğüttüklerini görürsünüz. Şantiye alanından farksızdır yuvaları, her yandan bir koşturmaca, sabaha kadar mücadele ederler. Haramiler yol keserler kendilerine ait olmayanları alarak haksız kazanımlarla gırtlaklarını doldururlar. Yaşamın her noktasında haramilerin pusuya yattığı bir çağda, karınca gibi çalışsanız ne çıkar, emekleriniz haramilerin sofrasına gittikten sonra. Haramiler çağında masum doğmuş, büyümek için emekleyen çocukların bahtı kararır. Bahtı kararmış çocukların, haramilerin çilingir sofrasının mezesi olarak görüldüğü bir yaşamın, hangi noktasına hangi kafayla nasıl bir düzeltme yapabilir siniz ki?

Rahmetli Barış Mançu’nun dediği gibi Ali Yazar, Veli bozar, Küp suyunu çeker azar azar…”Yokluk ummanına sizin yolculuğunuz da azar azar olur, bir an da kendinizi dibi olmayan karanlık dehlizlerde bulursunuz. Çünkü sizi oraya götüren imkânlarınızı har vurup harman savuran haramilerden başkası değildir. Dünya harami çetesi, dünyayı düzene koymak için çalıştığını söylüyor, ey insan topluluğu bilerek size yaşamı zindan edecek bu haramilerin, karanlık emellerinin kurbanı olarak kendinizi yok etmeyin. Haramiler sizin duyacağınız acının ne olduğunu asla düşünmezler, onların tek derdi sizin sahip olduklarınızın tamamını nasıl elinizden alıp hazın zirvesinde sabahlayacaklarıdır.

Haramilerin yaşam kaynağı, organize güç olmaları, acımasızca emek harcamadıklarını gasp ederek sizi yaşamdan koparmalarıdır. Yaşamdan kopanlar, haramilerin çığırtkanlıklarına yenik düşerlerse, karıncaların yuvalarına kaynamış kurşun dökerek tüm hazinelerini yok edenler gibi, bunlar da sizi yok edecekler. Sizin yuvanız ülkeniz, şehriniz, kasabanız köyünüz arazileriniz, onlar yok olmayla karşı karşıya, daha ne zamana kadar bu haramilerin büyülü gücü karşısında korkak ve ürkek yaşayarak kendinize yaşamı zehir edeceksiniz…

Küremiz zorbaların Tiranların haramilerin haydutların meşrulaştığı, karıncaların tehlikeli ve gayri meşru görüldüğü bir yer oldu. Her gayri meşru oluşum, kanunlarla kendilerini koruma altına alarak hayatın karanlık yönünde yayılmacı bir rol üstlenmişler. Bu yayılmacılık yuvasından dışarı çıkamayan ipekböceklerinin kozasını parçalamayı bile göze almış görünüyor. Onun için kapalı hiçbir alan bırakmamaya yemin etmişler gibi, çünkü kapalı anlayamadıkları oluşumların çok büyük tehlike olduğunu düşünüyorlar. Ondan dolayı da bir buldozer gibi önlerine çıkan her yüksekliği bir engel olarak görüp onların peşine düşüyorlar…

Yeryüzü var olduğundan bu yana, genel ve yaygın olarak her dönemde haramiler yaşama yön vermişlerdir. Çünkü onlar her dönemde megafonu ellerinde bulundururlar. Megafon kimin elindeyse onun borusu hep ötmüştür.                                                  Haramiler topluluğu mutlu azınlıklardan oluşur. İlk dönemlerde kanun kaçağı olarak görülür ve kanuni olanlar tarafından bastırılabilirdi. Ama günümüzde kanun dışı olanlar ile kanunu oluşturanlar ortak hareket ettiklerinden, Haramiler güç kuvvet ve yönetici erk olarak büyük meşru bir zemin oluşturmuşlar kendilerine… Yaptıkları işlerin ahlaki ve insani olup olmaması hiç önemli değil, önemli olan kanunlara uygunluğudur.

Haramiler yeryüzünde tam bir ahtapot operasyonu gibi her alandan insan topluluklarını kuşatarak ellerindekini kotarma derdindeler. Bazen karşınıza bir trafik memuru olarak çıkabilir, bazen ölülerinizi yıkayıp gömen biri, bazen vergilerinizi toplayan bir kurum, bazen sizi kendi isteklerini rahatlıkla kabullendireceği kıvama getirecek bir eğitim kurumu, bazen sizin adınıza sizin birikimlerinizi çalıştırmak isteyen banka yani sizin kanınızı emecek tüm yolları eline almış, ama farklı birimler olarak siz onu algılarken, oysa bunlar ahtapotun farklı yerlerdeki kolları olarak karşınıza çıkar.

İpek böceğinin kozasını örmek her babayiğidin karı değildir. O kadar güzel bir örüm gerçekleştirir ki, o yuvanın güzelliğine gölge düşürülmesin diye kendisini ördüğü yuvaya hapseder, Haramilerin sesinin kulağına gelmesini istemez. Çünkü kendi fıtratıma göre yaşayacağım ortam yoksa en azından kendi fıtratıma göre ölecek bir yerim var dercesine, yuvasının kapısını kapar ve içinde ölüme şevkle gider. Ama asla kendisini yok etmek isteyen hiçbir haramiye boyun eğmez, canlı olarak yaşadığı sürece… Ölümü sonrasında ona ne yapılacağının hesabını hiç yapmaz…

Varlığın sırrının anlaşılamadığı çağ, insanlık abidesinin yerini, çılgın histeri nöbetlerinin ve paranoyak septik bir maceranın kuşattığı dönem olarak yerini çoktan almıştır. Bu dönemin en belirgin özelliklerinden biri çok ciddi manik depresif bir zaman tünelinde yolculuk yapıyor olmanızdır. Bu tünelin içi havasız, boğazınıza kadar fosseptik borularından çıkan pisliklerin sizi boğmaya çalıştığı, şeytanın kafanızın üzerinde dans ettiği, haramilerin ellerinde kılıç, oradan çıkmak isteyenlerin kafasını uçuracağını söyleyerek başınızda naralar atmaları sizi öyle bir tünelin içine hapseder. Bunların sayıları ve gücü çok olduğundan size hükmetmezler. Onların tüm gücü sizin korkularınızdan alınan bir enerjidir. Karınca topluluğu gibi çalışkan ve mücadele ruhu ölmeyen bir insanlık ortaya çıkmazsa, şeytanların orkestra şefliği yaptığı, haramilerin Ali kıran başken olduğu bir ortamda yaşamaya mahkûm olursunuz.

Yaşam, ruhun mücadele aşkıyla gerçekleştirdiği evlilikten doğan çocuklarıyla aynı sofrada huzurla bir yemek yiyebilmektir. Mücadele aşkı ile izdivaç yapamamış olanlar, ruhlarını atalete terk etmiş olduklarından, kendi yuvalarında ipek böceği gibi ölümü beklemek yerine, boğazına kadar battığı pislikler içinde can çekişerek yok olurlar.

Dünyanın çehresi değişmiyor, çehresizler topluluğu dünyanın başının belası olduğu için, onların borusundan çıkan seslerden başka çehrelere hasret kaldığımızdan sanıyoruz ki dünyanın çehresi değişmiş… Öyle bir şey yok ve olmayacakta, çünkü dünyanın çehresini değiştirecek olan, onu var edendir. Var eden böyle bir icraat henüz yapmadı, onun için çehresizler dünyamızı kuşattığı için, biz dünyamıza yabancılaştık. Yabancısı olarak bu dünyaya veda mı edeceğiz, yoksa çehresizlerden oluşan haramilerden dünyamızı temizlemek için, karınca gibi aşk şevk ve yılmayan bir ruhla mücadeleye devam mı edeceğiz?

Ey insan ve cin topluluğu, bu güne kadar hiç duymadığınız özlü ifadeler barındıran yaratıcı katından geldiğinde kuşku olmayan o ayetlere yeniden kalp ve kulaklarımızı açarak kendimize mi gelelim. Yoksa ölüm fermanımız ellerinde olan şeytanın aveneleriyle dostluk antlaşması yaparak tüm imkânlarımızı, hatta kanımıza kadar haramilere mi bağışlayalım. Haramiler doymak bilmez, onların doyum eşikleri delik ne atarsanız içinde kaybolur. Böyle bir haydut topluluğu dünyamızı kirletti ırzına geçti, bakire kalan yanı kalmadı. Bakireliği elinden alınsa da, en azından yaşam hakkı korunmalı, bizler kendimize gelmezsek bizlerle birlikte, gelecek günlerin yazılan kaderi dünyamızı karartarak bizi içinde bir mayın gibi kullanmak olacaktır. Dokunan yanacak, nerede ne zaman patlayacağımızı biz kestiremeyeceğiz, haydutlar uzaktan kumandayla bizi imha edecekler. Bugünlerin gelmesi mümkün değil demeyin, şeytan ordusu gece gündüz bu savaşı nasıl başarıyla sonuca ulaştırırız diye çabalıyor.

Dünyaya henüz gözlerini açmamış masum çocukların kaderi belki bunu önleyebilir, çünkü onların DNA’larıyla henüz oynanmadı, ancak onların dünyaya gelmesine sebep olacakların DNA’sı çoktan tecavüze uğradı. Yedikçe yedik patladık hastalandık, sağlığımıza kavuşmak için ilaçlar aldık onlarla kurtulacağımızı sandık. Yani anlayacağınız genetiğimizi gıdalarımızla istila edemeyince, takviye vitesle yolu devam ettirdiler, ilaçlar bunların takviye güçleriydi. Ne yazık ki öyle de oldu. Bunlar için, benim çok uçlarda gezindiğimi iddia ederek yok sayabilirsiniz, ancak düşünenler için gıda sektörleri ile sağlık sektörlerinin önemli elebaşları aynı haydutlardan oluşuyorsa, bunları düşünmemek elde mi? Gıda şifa kaynağıdır. Yediğiniz gıdalar sizi zehirliyor ve bu zehirlerin etkisinden kurtulmak için de ilaçlara sarılıyorsanız, o da sizin ananızı ağlatıp bağımlı bir denek yapıyorsa o zaman bunları iyice sorgulamak ve tavırlar almak insanoğlunun kaçınılmaz bir erdemi değil midir? Dünyanın en karlı ilk kuruluşu gıda sektörü, ikincisi ise sağlık sektörü, ikisi de insanlığı imha üzerine oturuyor. Bunları bu kadar kolay söylüyor olmam, bir iddia olmanın çok ötesinde durum tespiti ve olaylar arasındaki neden sonuç bağlantılarının götürdüğü yerden kalkarak gelecek için bilimsel bir öngörüde bulunmadır.

İki farklı oyunda sizi oyuncu yapıyorlar ve sizin kazanmanızı istiyorlar, oysa sizin bu oyunlardan herhangi birinden kazançlı çıkmanız mümkün değildir. Birinci oyun oynandığı sürece bahis oynayan, Bahisçi Şemo gibi sonuçlar, belli kazançlar bahisçinin kasasına gidecek. İkinci oyun birinciyi kaybedenleri tekrardan sahaya sürmek için çıkarılmış oyun olduğundan ikinci raundun kazananı da belli, ilk oyun kurucudur. Kısaca söylemek gerekirse dünyamızı karartanlar asla dünyamızı aydınlatmak için bir enerji kaynağı oluşturma derdinde değiller. Onlar sürekli ellerindekini tüketecek tüketim köleleri oluşturma amacındalar. Bizler karınca topluluğu gibi bunların bizleri ezerek yok edeceğini anlamazsak ziyan olanlardan olacağız. Benim temennim ziyan olmadan kendimize gelmemizdir.

Bizim korkularımız haydutların yaşam enerjisine döndüğünü bilelim kendimize gelelim korkuları yenelim, korkunun ecele hiçbir faydası yoktur. Takdir edilen takdir edildiğinde gelecektir, verilmiş olan rızkı da kimse alamayacaktır. Nerede üzerimize ölüm yazılı ise oraya gideceğiz, o halde bu kadar korkak ve ürkek yaşamanın anlamı nedir, bir kere geldiysek bu yaşama, bu yaşamın anlamını vererek yaşayalım arkamızda ahlar vahlar bırakmayalım; öleceksek adam gibi ölelim, yaşayacaksak adam gibi yaşayalım, küresel haydutların kullandığı bir paçavra olmaktan kurtulalım…

Yaratıcıya rağmen, yaratıcıdan bağımsız yeryüzünde bir cehennem oluşturmaya çalışan bu haydutlar, yerin ve Göklerin rabbi Rahman ve Rahim olan tek güç sahibi, hesap günün adaletli hâkiminden çekinmiyor, korkmuyorlar da ben onların düzmece karanlık tezgâhlarından korkacaksam, insan olmaktan utanç duyarım… Bu sadece ben değil, insan olan herkes için geçerli olan bir fermandır. Allah’ın tayin ettiği vakit yaklaşarak gelmektedir, o gün yüzleri ve gözleri gülerek Allah’a koşanlara ne mutlu… Allah’tan ittika edene hiçbir şey korku vermez, Allah’tan ittika etmeyene de her şey korku verir. Ne mutlu Rablerine karşı mahcubiyeti her şeyin üstünde tutanlara… Rabbimiz biz, bizi dosdoğru yoluna çağıran bir çağırıcıyı işittik ve ona itaat ettik… Bizler Bilerek senin yoluna çağıran ve bilerek yaşayanlardan olmak isteriz, sen bizim kalplerimizi hakikate aç, şerre kilitle…

Selam ve dualarımla, her şeyi evirip çeviren rabbimiz, haydutlara taraf isek bizi çevir kalplerimizi sadece sana yönelt…

Bahadır Hataylı/25.04.2022/00.33


24 Nisan 2022 Pazar

ZAMAN NEDEN HIZLI GEÇER?

Gökyüzünden geçen mavi çizgiler mi acaba yeryüzünün kaderini çizen? “Kaderin üstünde bir kader vardır” derdi üstat Sezai Karakoç. Hakikaten kaderin üstünde bir kader var, ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır, gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mimar vardır… Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır… Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır, hep suç bende değil, beni yakıp yıkan bir nazar vardır, yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır… Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir Çınar vardır, Sevgili en sevgili ey sevgili! Uzatma dünya sürgünümü benim…

İnsan, Hakikaten sürgünde yaşadığını anlamak için bu kadar ömrü tüketmesine gerek var mıydı, daha önceki yaşlarda bu sürgün yerini anlayıp bu sürgünü anlamlı kılamaz mıydı, ne bileyim bazen kafama takılmıyor değil… Biz sürgün yerini benimseyip, öz vatanı unutan zavallı varlıklar arasındaki yerimizi, çoktan kendi yüreğimizle onayladık. Ondan olsa gerek sürgün yeri üzerinde tüm planlarımız, onun için, sürgündeki kaçakların hepsi birbiriyle düdük yarışına girmiş, kim daha iyi düdük çalar diye birbirinin düdüğünü imha etme derdinde(!)

Mavi çizgiler belirlemişti aslında, öz vatanımız ile sürgün yeri arasındaki mesafeyi, ancak biz onları anlamadık; çünkü bir kez olsun ne anlamı var diye gözümüzü çevirip gökyüzünü temaşa etmedik, yorgun ve bitap düşen aradığını bulamayan gözlere sahip olamadık… Daldıkça daldık neyi aradığımızı anlamadık, hep diplere inmeye çalıştık, her dipten sonra bir başka dip karşımıza çıktı onu da deldik, derken içinden çıkılmaz bir derinliğin içinde yolu kaybetmiş başı kesik maymun gibi can havliyle bağırdıkça bağırdık, ancak gökyüzünden imdadımıza gelen bir kader çizgisi olmadı. Meşhur Platon’un dediği gibi Kaderimizde olanlardan daha fazlasını yaşamaya başladık, çünkü beyinsizliğimiz sınır tanımıyor, başına gelenleri kabullenmek zorunda kalıyordu.

Ey kurşuni renkte üstümüze şemsiye gibi serilmiş gökyüzü; derinliklerindeki mavi çizgilerin anlamını sen bize söylemezsin biliyoruz, ancak biz o çizgilerin içinde gizli sırları anlamak için, denklemin neresinden başlayacağımızı bilmiyoruz. Bu denklem hayatımızda kullandığımız hiçbir denkleme benzemiyor, bazen kararıyor, bazen açılıyor, bir bakıyoruz görünmez olup bizi içinde kaybediyor, o zaman içinden çıkamayan bizler, hepten karışıp nereden geçeceğimiz, niçin geçmemiz gerektiğini bu dağınık kafalarla anlamaz hale gelip kendimizden geçiyoruz. Kendinden geçenler hep gevşemenin doruğunda olduğu için, atomlarımız birbirinden uzaklaşıyor, kendi dünyamızda bir elektriklenme gerçekleştiremiyoruz. Ondan olsa gerek hep karanlıklarda yaşamak oluyor bahtımız. Biz karanlıkları el yordamıyla geçeceğine inanan sürgündekilerdendik, ama koşarak buraları geçmeyi becermedik ve hep kayarak çamurlara battık, nasıl yapalım da bu çamurları görüş alanımızdan ve yolumuzdan uzaklaştıralım…

Sürgünde yaşayanlar, ikinci bir sürgüne mahkûm olunca kendilerine güzel bir isim vermişler, Kader mahkûmu… Hakikaten sen bizi mahkûm etmek için mi, içinde mavi çizgileri var ettin(!) Sürgünde sürgünle kendilerini ödüllendirenler, öz vatandan hepten kopma peşindeler. Ufka yolculuk yaparız her gün Güneşin doğumuyla batışı arasında; yirmi dört saatlik zaman diliminde Güneşle birlikte koca bir evreni oturduğumuz yerden gezerek, akşam olduğunda ufukta bırakarak yorgunluğumuzu, geceye bırakırız kendimizi… Biz bir ufuktan diğer ufka her gün yolculuk yaparız, ancak bir gün olsun kendi ufkumuza ulaşmayı göze alamayız. Ufkun karardığı yerden gündüze veda eder, görünmeyen ufukta geceyi karşılamaya başlarız. Ondan biz hep karanlıkları aydınlık niyetiyle soluyanlardanız, çünkü kaybettiğimiz ufkumuzu, sürgün yerinde arama derdindeyiz. İşte burada durup kendimizle bir hasbihal edemedik ondan kendimizi ararken kendimizi kaybettik nerede kaybettiğini bilmeyen bizler, yine kendimizi kaybettiğimiz karanlık ufukta aramayı tercih ettik. Oysa Hoca Nasreddin bu konuda bize çok güzel bir örnek olmasına rağmen hala biz bildiğimizden bir an olsun vaz geçmedik… Anahtarını kaybeden hoca aydınlık bir yerde bir şeyler ararken komşusu onu görür ve Hocam hayırdır inşallah bir şey mi kaybettin der. Hoca evet komşu anahtarımı kaybettim, peki hocam burada kaybettiğinizden emin misiniz deyince, hayır komşu burası aydınlık olduğu için burada arıyorum diye nüktedan kişiliğiyle hayatta alınması gereken en iyi dersi verir.

Evet, bizler sürgün yeri özlemi için kaybettiğimiz değerlerimizi, sürgün yeri içinde gördüklerimizle anlamaya ve bulmaya çalışınca ne buradaki imkânların bakış açısı, ne sahip olduğumuz kalibremiz bu haliyle bunları bulacak beceriye sahip olamıyor. Peki, bu halimizle sabah güneşle birlikte başlayan arayışımız, akşamın ufkunda Güneş batarken nasıl bulunabilir. Biz karanlığa gark olduğumuzda her şeyimizi kaybettik. O zaman akşamın karanlığı çökerken arayışımız başlamalı, sabah güneşiyle aydınlanan şafakta buluşumuz gerçekleşmelidir. Gece aramayanlar gündüz Güneşinden bir şey anlamazlar. Güneş ufukta süzülmeden, gün tam tepeye geldiği zaman o ışığın altında bir zerre olan sen titreyip kendine gelemiyorsan, gün batarken sana nasıl etki eder?

Masmavi çizgiler geçiyor gözümün önünden kafamı kaldırıp gökyüzüne baktığım zaman her çizginin içinde kaderimin saklı olduğuna yakinen teslim olanlardan olsam da, acaba bu çizgilerin nerede ne zaman son bulacağını anlayacağım bir denklemi ele geçirebilir miyim diye kendimi zorlamaktan da alıkoyamıyorum… Çünkü ben haddi aşmaya meyilli bir yaratık olduğumun bilincinde olduğumdan, sürgün yerini ebedi dergâh edinmek için, kaderin içinde gizli notları ele geçirmeyi bile hesap edecek kadar haddi aşmayı da göze almakta sakınca görmeyenlerdenim…(!)

Ufka yolculuk var deseler sürgün diyarında kimse kalamaz, ancak ufukta kaybolanlar aranıyor dense kimse oralı olmaz. Her fert ufka yolcu olmaya aday kendini görürken, güneşin battığı ufukta kendisinin kaybolduğunu hiç anlamak istemez. Oysa kaybolan insanlık aranıyor bu sürgün diyarında ben sen o; biz siz onlar değil, hepimiz hepimizi arayalım, yoksa ufuktan batan Güneş bir daha doğmamaya yeminli gibi; her gün bir başka havada trip atarak geçip gidiyor üzerimizden… Güneşi böyle görmemiştim yaşadığım gün sayısınca, ağır başlı oturup kalktığı yeri bilir, nerede ne zaman dinleneceğimizin haberini içindeki ısı ve ışığıyla yollardı bize, âmâ son dönemde sanki bir an önce gideyim bir daha ufka kadar yorulmayayım dercesine, ne gündüzümüz ne gecemiz kaldı, hepsi birbirine girdi, geceyi mi gündüzü mü yaşadığımızı da bilemez olduk.

Soruyorum benim dışımdakilere günler nasıl geçiyor diye, vallahi hiçbir şey anlamıyoruz, bir bakıyorum haftanın ilk günü hemen Cuma geliyor, nasıl bu hızla gidiyoruz bunu bir tülü anlamıyoruz diyorlar. Anlamadığımız bir yaşamın içinden anlayacağımız günlere kavuşmayı bekliyorsak, hep bekleyeceğiz, çünkü hayat anlamsızlaştığı zaman, günlerin de anlamı kalmaz. Anlamını kaybedenlerin hayatımıza bırakacağı iz, neredeyse yok gibi olur. Bize zamanın nasıl geçtiğini bildiren, hayatımıza bırakılan izlerdir. O izleri kaybettiğimiz gün, kalp atışları ölen biri için nasıl ki sürekli çizgi şeklinde oluşuyorsa, hayatı öldüren anlamsızlaştıranların da hayat çizgisi zikzaklı grafik çizmez, ondan nasıl geçtiğini anlamazsınız. Ölüler zamanı nasıl anlayacaklar. Hayatı anlamsız olanların, hayatı ve zamanı anlamaları da, mümkün olmayacaktır.

Zaman hayatımıza iz bırakmıyorsa yaşamamışız gibi çok hızlı gittiğini sanırız. Bu bir zaman algısıdır. Zamanın hızlı ve yavaş geçmesi nasıl ki, insanın içinde bulunduğu duygusal kalbi ve psikolojik faktörlere göre ya hızlı ya da yavaş geçiyormuş gibi algılanıyorsa, insan hayatı da tam burada bulunmaktadır. Sürgün yerinde geçen yaşamımız anlamlı ise, zamanın kıymetini anlarız ve nerede ne yaptığımızı, hangi zaman diliminde hayatımıza hangi faktörlerin iz bıraktığını biliriz, ama hayatımız anlamsız ve gökyüzünden geçen mavi çizgiler bize hiç uğramıyorsa o zaman sürekli geçen bir grafik çizgisi gibi yaşamdan ve zamandan bir şey anlamayız…

Karadenizli Hızır Acil ’in dediği gibi, kimi doğuyor kimi ölüyor, dünya dönüyor, hayat devam ediyor… Bu hengâmede devam eden o hayatı, anlamlı kılmanın yolu, anlamlı bir zaman çizelgesine sahip olmaktır. Sürgündeki hayatı sevenler, zaman çizelgesini keşfedemezler. Keşfedilmeyen bir zaman, nasıl ve ne için benimle anlamlı bir arkadaşlık yapsın ki! Zamanın sahibine yemin olsun ki, aldığınız her nefesten hesap vereceksiniz, bu zamanı size bağışlayan zamanın sahibi olmasaydı, nefesi alıp geri verme imkânımız olmayacaktı. Eğer nefes alıp geri verebiliyorsak, o zaman bu an bir geçiştir süredir. Peki, bu sure, zaman ne için var, banim anlamlı bir yaşamın kollarında zamanın sahibinin isteği doğrultusunda, bu zamanda bu nefesi nerede nasıl tüketeceğimi anlamam ve sürgün hayatımı yaşanır ve yarınlardaki öz vatana giderken eli boş gitmemem gerekir. Bunu anlamamış bir varlığın hayatın içindeki sırra vakıf olması düşünülemez.

“Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır”,  o anahtar yüreğimin beynimle reaksiyona geçip, gökyüzündeki mavi çizgilerin anlamını keşfetmesine bağlıdır. Aydınlık sabahlara ulaşmak için arayışları olan geceler lazım, geceleri aramayanlar, her gelen aydınlığı karanlığa çevirerek yönlerini kaybederler. Biz, geceleyin yönlerinizi bulasınız diye samanyolu ve onun üzerinde yıldızları var ettik diyen yaratıcının bu rahmetine sırt dönenler, Güneşin aydınlığında kaybettiklerini, gecenin karanlığında samanyolu altında bulamazlar. Geceler kendimize gelmek ve vicdani sorumluluklarımızı gözden geçirmek için bize ikram edilen bir rahmettir. Bu rahmeti gazaba çevirdiğimiz hayatta, Güneş her gün doğup akşam ufka varsa ve sürekli tekrarlanarak devam etse, kendimizde olanı değiştirmedikçe, ufka hasret kalacağız.

Ufku olmayan geceleri, ufku beliren gündüzlere ekleyerek yol almak bizim şiarımız, sürgünde olsak ta, öz vatana gitmeden, hesaplarımız dürülmeden hesapları ayrıntılı yaparak gündüzün aydınlığında, geceye kalmadan bu yolu tamamlamak tek hedefimiz…”Siz kendinizi değiştirmedikçe, Allah sizin durumunuzu değiştirmez ”Toplumsal değişimin yasası bireysel farkındalıktan geçer. Bu yaklaşım bizlerin hayatlarına anlam katması umudu ve duasıyla, diyorum ki hayat devam ediyor, ”Sabah yakın değil mi?”

Erol KEKEÇ/24.04.2022/01.30



23 Nisan 2022 Cumartesi

DEVLETİ CİHAN ADALETİ DİNİYYEYE DAYANIR. “ CİHAN DEVLETİNİN DİNİ ADALETTİR”

 Devlet, iki temel ana gövdeye dayanır oluşum şekline göre; Ya Millet devlet için var olur, ya da devlet Millet için var olur. Bunların dışında bir başka oluşum olabilir mi, elbette olur ancak buna kimse yanaşmak istemez. Devlet ile Milletin görevlerinin tanımlandığı, devletin hak ve yetkilerinin olduğu, hem de Milletin hak ve yetkilerinin bulunduğu, ikisinin de dengede olduğu bir başka devlet de olur. Ancak günümüzdeki devlet şekillenmesinde ilk iki unsurun olduğu muhakkak ancak diğer üçüncü unsura pek fazla yer vermeyi kimse istemez, ancak genellikle Batı dünyasında üçüncü unsura yakın oluşumlar yok değil…

Devlet var olmak zorunda, tüm unsurlar devlet için var ve devletin yaşaması için feda edilebilir anlayışıyla yaşayan devletler herkesin de bildiği gibi Makyavellist bir algıya dayanır. Bu algı zorbalıktan beslenir ve her şeyi gücün emrinde tüketir. Gücü devamlı kılmak esastır. Devlet, burada kendisini dayayacağı zenginler sınıfı oluşturur, onları her türlü imkânlarla besler, onlara sırtını dayar ve tüm halktan toplar, onları büyütür, onların büyümesi kendi bekasını devam ettirme esasına dayanır. Yani devlet ya bir grup, ya bir ailenin, ya bir burjuva sınıfının ya da belli bir silahlı gücün tekelindedir. Yani devlet onlardır. Bunların dışında kalanların canı malı çoluk çocuğu bunların varlığına ve yaşamasına feda edilir. Halkın varlığı, devletin kendi büyüklüğünü gücünü ve yaşamını kanıtlamak için, bir arenada toplanan seyirciler hükmündedir. Dolayısıyla halk, Devlet gösteri yaparken, onun gösterisini alkışlayıp devletin de kendisini beğenmişlik duygusu içinde onlara tepeden bakacağı ve gerektiğinde aşağılayacağı bir nesne özelliğindedir. Halkın bir nesne olarak algılandığı ve sadece devletin bekası için, kendi varlığının yok olmasına bir gerekçe bulan insanlar, olsa olsa ancak bir köle olur. Yani Makyavelist devlet kölelerin yaşadığı devlettir de diyebiliriz.

Halkın devlete feda olduğu yerde, ekonomik araçlar tamamıyla belli zümrelerin tekelindedir. Her iş onlardan sorulur onlar her şeyin en iyi bilenleridir. Tüm parasal güç bunların kontrolündedir. Dolayısıyla halktan alınır bu güçler beslenir. Çünkü devlet bunların omzundadır. Onlar çekilirse devletin yıkılacağı düşünüldüğü için, bu gruplar genel halka her zaman tercih edilir. Halkın elindeki ekmek alınır bunlara verilir.

Eğer halk devlet içinse, bu anlayışa sahip olan devletlerin halkının büyük çoğunluğu yokluk ve perişan olarak yaşarken, devletten beslenip sürekli kanatları uzayan ayrıcalıklı sınıf, har vurup harman savurur. Yani devletin asıl adını koyacak olursak zulüm, yönetenlerde zalim olur. Günümüzde Demokrasi ile yönetildiğini söyleyen İslam toplumlarının yönetimleri ve ayrıca krallık aşiret ve Teokratik totaliter devletlerin hepsi böyle bir anlayışla yönetilirler. Bu devlette ayrıcalıklı sınıflar için, delinip geçilmeyecek hiçbir kural yoktur. Kurallar şahıslara özgü oluşturulur ve tekrar değiştirilir. Kuralların hükmü sadece devlete feda olan halk için geçerli ve yaptırımı vardır. Yani halkın büyük çoğunluğu ezilecek tek hücreli böcek olarak görülür ve onların yaşamının anlamı da yoktur. Acından ölse kayda değer bir anlamı yoktur. Sadece öldüğünde nüfustan düşülür o kadar bir etkisi olur. Bunlar doğuştan haklarını kaybetmiş kullanılmaya uygun varlıklar olarak görülüp o şekilde onlara muamele yapılır. Bunların kazanımları artacak olursa onların önlemi alınır olağanüstü vergi yükleriyle tekrar eski hallerine getirilir. İçtiği çeşmedeki sudan tutun, attığı her adıma, sabah uyandığında elektrik düğmesine bastığı anda sırtına vergi biner, ne yapacağını şaşırır ama devletimiz olmazsa bizde olmak der, devletine dua etmekten geri kalmaz. Oysa devlet o olmadığı zaman olmayacağı halde bunu asla idrak edemez. Yani gönüllü ve tercihli kölelerin yaşadığı yerin adı böylesi devletlerle anılır. İslam toplumlarında Afrika’nın en ücra köşelerinde uzak Asya ve Latin Amerika kıtasındaki devletler neredeyse hep bu özellikteki devlelerdir. Halkın her adımı, devleti besleyen bir eylem ve paradır. Fakirler fakir kalmalı ki devlet yaşasın ve devletten beslenen bu ayrıcalıklı sınıfların varlığı devam etsin… Ondan dolayı da Fakirden alıp ayrıcalıklı sınıfları yaşatmak temel felsefedir. Bu devletlerin yeryüzünde varlığının devam ediyor olması, dünyada zulmün ne boyutta ve genişlikte olduğunun da kanıtıdır.

İkinci özellikteki devlet ise, Devletin, halk için olduğu devlettir. Devlet, tamamıyla İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen bir kurumsal organizasyonun varlığının gerekli olmasıyla doğar. Devlet kendisini bir hizmet aracı olarak görür ve toplumsal yaşamın en iyi şekilde düzenli olarak devam etmesi için ciddi bir kontrol görevi görür. Devletin kontrol sistemi olduğu yerde devleti denetleyen insanlar olduğu için devletin varlığı halka hizmetiyle anılır. Halka hizmet etmeyen devlet asla Millet için olamaz. Burada da bir denge problemi yaşanır. Çünkü devlet tamamıyla kendisini halka göre şekillendirip hep halka verme üzerine kurulu olursa devletin süreklilik problemi yaşaması mümkündür. Onun için zaman zaman bu devletler ciddi kırılma noktasına gelirler ve sürekli yönetim değiştirmek zorunda kalırlar. Küba ve Venezüella bu tür devletlere örnek gösterilebilir. Burada eşitlik kavramı kayda değer kabul edilir. Adalet kavramından daha önemli bir anlamı vardır. Toprağa atılan tohum büyüdükçe meyveye döndükçe ondan faydalanılır. Ama tüm tohumlar tüketilirse orada gelecekte üretilecek ürünün tohumları da tükendiği için gelecek her zaman tehlike oluşturur. Onun için bu devlet algısı da görünüşte çok iyi bir yönetim şekli gibi görünse de o kadar masum olmadığı ortadadır. Yani ne devlet sadece halk içindir, ne de halk devletin kurbanıdır. İkisi de olmak zorundadır. İşte bu noktada üçüncü bir anlayış ortaya çıkıyor.

Devlet halk için olduğu kadar halkta devletle iç içe olmak zorundadır. Yani yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan diye bir kısır döngü yaşamak gerekmiyor. Yumurta tavuktan çıktığı gibi tavukta yumurtadan çıkmak zorundadır. Öncelik sırası görev ve sorumluluğun yerine göre değişebilmelidir. İnsanlar kendi huzuru ve mutluluğu için, her şeyle kendilerinin ilgilenmesinin mümkün olmadığını bildiklerinden bu sorumluluklarının büyük bir kısmını kendi oluşturdukları organizasyona devrederek, kendi adlarına bu organizasyon sorumlulukları yürütür. Devlet ayrıcalıklı bir sınıf oluşturma adına ortaya çıkmıyor, ayrıcalıkları ortadan kaldırmak için daha sistemli kurumsal bir yapıya dönüyor. Bu kurumsal yapının adı devlettir. Tarihte bunun en güzel şeklini Ha. Muhammed(as)’in Medine’de kurduğu devlette görüyoruz. Bu devlet Hz Ömer döneminde canlı örneklikleriyle tarihe adını kaydettirmiştir. Devlet bir denge unsuru görevindedir. Zengin insanların imkânlarından faydalanır, imkânı olmayanları gözetir, toplumsal denge ve huzur oluşturur. Böylesi bir devlette kurallar herkes için aynıdır. Şahsa ve inanca göre farklı uygulamalar asla olmaz. Yaptırımlar kimlik eksenli uygulanmaz, doğrudan eylemin karşılığı olarak yaptırıma dönüşür. Eylemin çıktığı şahsın ne kabilesi, ne parası, ne silahlı gücünün hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan isnat edilen eylemle ilişkisinin olup olmadığının ortaya çıkmasıdır. Tek gözetilecek konu budur. Ekonomik imkânlar insanların çaba ve gayretlerine göre, biyolojik yaşamın devamını sağlamanın dışında, tamamıyla üretim eksenli dağıtılır ve adalete uyulur. Eşitlik değil, burada esas olan adalettir. Dolayısıyla toplumsal yaşamda aşırı uçlar oluşmaz. Doyumsuzluk ve hırs yerini eminlik ve güvene bırakır. İnsanlar arası yarış maddi kazanımlar üzerine değil, tamamıyla bilgiye ulaşma, zihinsel birikim, entelektüel donanım sanat felsefe ve bilim üzerine yoğunlukta kendisini gösterir. İnsanlar arası ilişki ve iletişim çok canlı olur. Toplumsal yaşam, ortak değer algısı üzerine yoğunluk oluşturur. Yani insanlar kaynaşır, birlikten kuvvet doğar deyimine uygun tavır ve davranış içine girerler.

Böyle bir devlet adil devlettir, yöneticileri de adaletlidir. Halkının içinde neler olduğunu bilir, halkı uyanıkken kendisi uyumaz, halktan kopuk uygulamalara yer vermez. Vergi sistemi insanları yaşatmak ve yaşamı kolaylaştırmak için organizasyonun devamını sağlamak amaçlı olur. Bunlar da her yerde kullanılmaz ve özenle hakkaniyet sınırları içinde israfa asla yer vermeden kullanılır. Çünkü kendisine verilen paraların hepsinin milletlin devletine bir emaneti olduğu idrakiyle, devlet hareket eder. Fakirden alıp zengin sınıflar oluşturulmaz, fakirler üretime katılır ve onların iş yapması için üretim alanları oluşturulur. İmkânı olmayan insanlar bir yerde emek karşılığı ücretle çalıştırılır, üretici kabiliyeti güçlü olanlar daha aktif ortamlara taşınarak yeteneklerinden daha fazla istifade edilir. İnsan için en iyi rızkın, insanın kendi emeğinin karşılığı olduğunu devlet çok iyi bilir, onun için insanlara bedava dağıtımlar yaparak köle ruhlu varlıklar yaratmaz.

Bu devlette insanlar bilinçli duyarlı ne yaptığını ve ne istediğini bilir. Karanlıklar peşinde koşmaz. Yöneticilerinin kendileriyle uyum içinde olup olmadığını çok iyi değerlendirirler. Yöneticilerin tek derdi sırtlarına yüklenen emaneti adil bir şekilde sonrakilere teslim edecek bir gelenek oluşturarak, devletin kalıcılığının artmasına katkı sunmak ve halkın huzurunu sağlayarak onların can, mal ve nesil güvenliğini sağlamaktır. İnsanlar kendileriyle uğraşmaktan farklı kurumların sorumluluklarını konuşamayacaklar. Yani herkes kendi mesleki statüsünün rollerini en iyi oynayarak toplumsal yaşama bir katkı sağlamak için mücadele edecektir. Bu gün batıda bu anlayış devlet tarafından halklarına yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Ondan dolayıdır ki, devlet nasıl olmalı dediğinizde Siyaset bilimciler ve bu alanda uzmanlık yapanlar dışında kolay kolay kimseden bir görüş alamazsınız. Çünkü herkes kendi işiyle uğraşır. Oysa bizim gibi toplumlarda ise herkes her şeyle uğraştığı için ne devletin ne de Milletin ne yaptığı bilinmez.

Bugün batıda yaşamın daha kolay olduğunu ve doğu toplumları kadar stres olmadığını anlatırız ama neden böyle olduğunu ve bu aşamaya nasıl gelindiğini konuşmayız. Sadece sonuçlara bakarak bir yorumlama yaparız. O yaşamı sunacak düzeyde organizasyonu kuracak bilinçli duyarlı insanlar oluşturmadan ve o uygulamaları içlerine sindirecek bilinçli ve farkındalık seviyesi yüksek bir halk olmadan o aşamaya gelemezsiniz. Batının bugün bu konudaki rahatı geçmişte bunu elde edebilmek için ciddi bedeller ödemekten korkmamasıdır. Oysa doğu toplumları hem güzeli arzular hem de bedel ödemekten korkar dolayısıyla yaşadığı hayat onun kendi çabasının bir karşılığı olduğu kabul edilmelidir.

Adaleti eksen alan ve adalet dışında bir tarafın tarafı asla olmayan yöneticiler ve devletin yönettiği halkın ruhları sade, istekleri insani ve huzurlu hayatı yaşamaya gayret gösteriyorlarsa, buna kavuşmayı engelleyecek hiçbir güç yoktur.

Geçmişinde adaleti uygulamak için çok çaba harcayan ancak bazı konularda rahatsızlıklar olsa da bunu düstur edinmiş bir tarihin yeni nesilleri olarak bunu ikame etmek yine bizim görevimiz olmalı diye düşünüyorum… Batının kıyısından köşesinden sahiplendiği adalet anlayışı böyle güzel tablolar ortaya çıkarıyorsa, kim bilir biz kendi değer sistemimizi baş tacı yaparak ayağa kalkarsak nasıl bir medeniyet inşa ederiz. Bunları yapabilecek inan potansiyelimizin olduğuna inanıyorum. Ancak hırslarımızın kurbanı olduğumuzdan bugün bunları düşünemiyorsak içine düştüğümüz gafletten dolayı, gafleti yok etmek bizim elimizde, tek yolu kendimizle barışmak ve vicdani hesaplaşma yapabilmektir.

Devlet ile Millet arasındaki çizgi terazinin hassas denge noktasıdır. O dengeyi yakalamak ve yeryüzüne hakikatin yaşanabilir bir gerçeklik olduğunu haykırmak için yaşamlarımızla bunu ortaya çıkarmak ve şahitliğimizi yapmak zorundayız. Bu gün ülke yönetiminde olan insanlarımız bizim bu düşünce ve ideallerimize uzak olmadığına inanıyorum ancak gaflet bazen insanın ruhi dünyasını ve ufku okumasını olumsuz etkileyebiliyor. Bunun en önemli nedeni de, kayıtsız şartsız yapılan her eylemi, doğru ve yanlış sorgulama becerisi olmayan taraftar anlayışının kabullenmesi ve savunmaya geçmesidir. Eğer yanlışlar yanlış olduğu için tepki verilmiş olsa, hiçbir yönetici kendi yanlışlarında ne tür hikmetlerin olduğunu düşünmeyecekti ve kendisini sorgulayacaktı. Ancak taraftar insanlardaki basiretsizlik ve kaybetme korkusu yanlışların metabolizmayı ele geçirmesine neden oldu sonrası içine düştüğümüz tablo oldu… Tüm olumsuzluklara rağmen bu yolların aydınlanması ve yeniden kaldığımız yerden devam edebilecek enerji ve vicdanımız varsa korkmaya gerek yoktur.

Devlet aklımız kendisini iyice sorgulamalı ve kendisinden kaynaklanan olumsuzlukların faturasını ödetecek ortamlar aramamalı, vicdanıyla hesaplaşıp hesap makamında kendi kritiğini yapabilmeli, işte o zaman yeni bir doğuşun ilk ışıklarıyla karşılaşmamıza Allah’tan başka hiçbir güç engel olamaz. Yanlışlar temizlenirse herkesi kendimiz gibi görüp hataları ortadan kaldıracak dirayetli tavırlar geliştirilirse, çok kısa zamanda çok daha büyük işlerin yapılacağına inancım tamdır. Ülke nimetleri ayrıcalıklı sınıfların har vurup harman savurduğu yer olmadığı bilinmelidir. Ben verdim, ne olacak diyen Demirel gibi Verdimse ben verdim gibi içi paradoks dolu cümleler hayatımızın hiçbir noktasında yer almamalıdır. Bizim burada olmasını istediğimiz devlet, hem korunmalı hem korumalı, hem yaşamalı hem yaşatmalı, hem adil olmalı hem kararlı olmalı, fakirleri doyuran değil koruyan zenginleri koruyan değil kollayan olmalıdır.

Bizim medeniyet anlayışımız İslam Ülkeleri içinde en üst seviyede olduğunu düşünüyorum. Ancak yaşam kalitemiz batının en basit yaşamının bile altında olduğu gözden kaçmamalıdır. Bunun sebeplerini hep birlikte ortaya çıkarıp bunları bertaraf ederek yeni bir dünyanın doğumuna şahitlik etmek için adaletin Şahidi bir devlet anlayışımız oluşsun… Hukuk herkesi kuşatsın çıkarları korumaktan uzaklaşıp, çıkarların deldiği çuvalları yeniden inşa etsin…

Medeniyet; Medine’nin sokaklarında inşa edildi hurma dallarıyla üzeri örtülen bir mescitte dünyaya kendini tanıttı. Yaşamı anlamlı kıldı fakir zengin kardeş eyledi ama bu insanları birbirinden ayıracak Yüksek haşin korunaklı sarayların duvarlarına hiç ihtiyaç olmadı. İnsanın yaşamı saray ise Hurma dallarının altı en güzel anılara sahne olur. Eğer yaşamınız adalet ve hakkaniyet üzere inşa edilmiyorsa en lüks saraylar ve malikâneler bir devletin temelini oluşturmaktan aciz kalır tarihe not düşülecek anılarınız kalmaz…

Rabbim bizleri yaşamıyla hakikate şahitliği ve adaleti gözetmesiyle tarihe not düşülecek bir hayatın temsilcisi olmayı nasip etsin; devletimizi medeniyetin önderi kılsın, Milletimizi idrakle yaşatsın sadece hakkın yaşanmasında bir araya getirip vahdet eylesin, batıl da ise tefrikayla bizi bizden uzaklaştırsın…

Gönül sesimle vicdanlara ithaf ettiğim bu yazımın huzurlu bir geleceğe tanık olmasını rabbim vesile eylesin…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla Gelecek Kadir gecesinin üstümüze hayırlar yağdırmasını rabbimden niyaz ediyorum zulmü karanlığı da bizden uzaklaştırmasını en kalbi duygularımla talep ediyor… İyi ki Allah’ın kullarıyız, iyilikten başka bir şey düşünmüyoruz…

Bahadır Hataylı/23.04.2022/02.29



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!