Bu Blogda Ara

11 Nisan 2022 Pazartesi

TAKTİKSEL BAKIŞTAN STRATEJİK YOLCULUĞA

Siz sahillerde çocukları öldürmeyi çok iyi bilirsiniz, çıkışından önce, Mecliste İsrail Cumhurbaşkanının meclise konuşma yapmasını unutmamıştık ki, Mavi Marmara olayı yaşandı. Mavi Marmara olayı hakikaten tam bir trajediyle sonuçlandı. Feto’nun Otoriteden izin alınması gerekir sözüne karşılık, biz otoriteyiz izin verdik denildi, ancak olayların çığırından çıkıp bazı STK’lar ve İHH başkanının açıklamaları sonrasında, bize mi sordunuz gittiniz denildi. İsrail Terör devletidir denildi ve “One Munite” ile şaha kalktığımızı sandık oysa hemen akabinde bu Tepkinin moderatore olduğunu anlayınca yerimizde oturup kaldık.

Bir zamanlar, BAE’nin 15 Temmuzun finansörü olduğunu duyduk belli bir zaman sonra BAE ile ortak hareket edecek duruma geldik, Kralı karşılamaktan memnuniyet duyduk, Ekonomik kurtuluş için bir seçenek bulduk. Rabia işaretleri ile her ortamda nutuk attık ve Mısır’ın meşru Cumhurbaşkanına yapılanları kınadık. Ancak Sisi tarafından idamı istenen bir gencin ülkemizden eline ters kelepçe takılarak Sisi’ye teslimini yaptık. Önce Savunuldu bu hareket kamuoyunda, sonrasında birkaç polis günah keçisi ilan edildi, arkasından saldırı polis memurlarıyla kapandı. Suudi’ler ile ilişkilerimiz bozuldu, bunu isteyen Suudun Sahibiydi, Hatta Kaşıkçı Cinayetinin ülkemizde yapılmasını istediler ve de öyle oldu. Bunun arkasını bırakmayacağımızı bu sürecin takipçisi olacağımızı söyledik ancak geldiğimiz noktada Yargı sürecinin devamını Suud’a devrettik, bundan sonra onlar yürütecekler; hakikaten iyi yürütüyorlar bu iş…

Suriye ah vah Suriye demeye bile yüreğim el vermiyor… Vah Halep vah yıkıldın virane ve harabelerde artık Baykuşlar bile yuva kurmak istemiyor; onlar bile böylesi bir viraneye alışamıyorlar… Eset, Küçük kardeşimiz oldu günlerce ağırladık aramızdan su sızmıyordu ne olduysa azar azar oldu, sanki bir planın gerçekleşmesi için taşlar yerli yerinde oturuyordu. Arap Baharı diye Arap kasırgaları başladı çünkü ben onun kasırga olduğunu ve gittiği her yerden kavurarak geçeceğini söylüyordum tam 12 yıl öncesinde… Suriye ile ilişkilerimiz gayet iyi pasaportlar kalkacaktı neredeyse, vizeler zaten kalkmıştı, giden bellisiz gelen bellisizdi…2009 Yılında Rahmetli Erbakan Hocanın Nihat Genç’le bir televizyon programındaki konuşması beni derinden çok düşündürüyordu ve acaba diye içimde hep bir ukde vardı. Nihat Genç Erbakan Hoca’ya soruyor, Sayın Erbakan şimdi siz bu yönetimin hiçbir başarısı olmadığını mı söylüyorsunuz bu kadar olmaz yahu biraz da görün; mesela Suriye ile vizelerin kalkması kötü mü oldu, ne kadar güzel bundan daha iyisi olabilir mi? Dediğinde Erbakan Hocanın açıklamaları çok manidardı. Sayın Genç siz bilmezsiniz daha çocuksunuz ama ben söyleyeyim BOP böyle yer ediniyor kendisine. Önce vizeleri kalkacak sonra Suriye karıştırılacak çünkü Suriye BOP için önemli bir yer onun parçalanması gerekecek ve sonrasında sıra bizde diyordu. Vizelerin kalkması demek BOP sahipleri teröristleri bizim üzerimizden oraya geçirecekler ve orayı karıştıracaklar, sonrasında iç karışıklık ve derken Suriye yaşanmaz kılınacak diye anlatıyordu ben neredeyse küçük dilim boğazımda mı diye kontrol etmek zorunda kalacaktım. Nihat Genç’te benim gibi dilini yutmuştu. Ben bunları söylüyorum bunlar dikkate alınmazsa yarın dövülecek dizde kalmayacak. Hain… Na…m doktrinini de hemen akabinde anlatıyordu. Önce ekonomik zorluklarla insanların alım gücü düşecek, ardından işsizlik başlayacak aileler yıkılacak, halk zayıf düşecek, inançlar değerini yitirecek ve yenmeye hazır lokmaya gelindiği zaman da bizi bölecekler diyordu. O konuşmalar benim gibi her ayrıntıya dikkat eden biri için, çok anlam ifade ediyordu. Ondan sonraki süreçleri yakından takip etmeye başladım ve şeytanın hangi ayrıntıda gizlendiğini anlamak için çok çaba harcamaya başladım.

Yine Suriye’ye dönelim, öyle samimi bir küçük kardeş kısa süre sonra yok oldu yerine eli kanlı bir canavar geldi. Eli kanlı canavar olduğunda kuşku yok ancak öyle olsa bile, ülkenin içinde kimin eli kimin cebinde belli olmayan o kadar çok oyun kurucuların ve oynayanların olduğu bir yerde bunlarla birlikte görünmek mi yoksa öylesi bir caniyi rehabilite ederek o toplumun yok olmasını önlemek mi daha iyi olurdu? Dönemin Dış İşleri Bakanı Sayın Davutoğlu bir daha ben Suriye’ye gelmem diyerek rest çekip oradan ayrıldı, çok yakın zamanda Suriye kaynayan kazana döndü. İran her hâlükârda Suriye devleti ile stratejik savunma anlaşması olduğunu onun için Suriye Devletinin yanında olacağını her fırsatta söylüyordu. O dönemde İran Suriye Sorunun Bölge ülkeleri Özellikle Türkiye ve İran arasında yapılacak görüşmelerle çözümünden yanaydı. Bunun için Türkiye, Suriye Sorunun çözümü İçin Eset’in gitmesini özellikle istiyordu. Eset gidecek ondan sonra dosyayı masaya yatıralım da diretiyordu. İran bunun için Yapılacak seçimde Halkın bunu zaten götüreceğini onu seçim sonrasına bırakma konusunda diretiyordu. Ne yazık ki her iki tarafta bu konuda diretince çözümsüz bir denklem kaldı ortada, BOP proje sahipleri için gün doğmuştu. Suriye’nin her yanından bombalar patlıyordu. Kimin kim adına savaştığı belli değildi. Bir anda İşid denen bir terör örgütü doğdu, Nusra, Özel Suriye aklınıza gelebilecek birçok küçük çaplı örgütler doğdu. Ancak ne hikmetse devletlere karşı savaşan örgütlere karşı tavır belirleyen biz, Suriye’de örgütler yanında Rejime karşı tavır koyduk. O zaman doğal olarak Suriye’nin stratejik savunma ortağı İran’la da karşı karşıya kaldık. Çünkü İran Suriye Devletinin yanında Ülke bütünlüğü için mücadele ederken biz muhaliflerin ülke yönetimine gelmesi için onları destekledik. Rusya’da rejim yanında olunca Batı ve ABD bu konuda yine oyun oynadığı için biz neredeyse tam bataklığın içine çekilecektik ki, şükür kıyıdan kenardan dolaştık çoğu zaman. Bir de Osmanlı’dan gelen Mehmetçiğe güven, Suriye’de halkın sevgisiyle karşılanınca kısmen de olsa rahatlamış olduk. Ancak Suriye tam bir cehenneme dönmüştü. Daha sonraları terörist olarak ilan edilen İşid hakkında dönemin dışişleri bakanının açıklaması, bizim yaramaz haylaz çocuklar, olmuştu. Dönemin içişleri bakanı Muammer Güler İmzasıyla önemli belge diyerek Hatay Valiliğine gönderilen yazıda aynen şu ifade vardı. Suriye’de savaşan muhalif güçlerden (Nusra, Özel Suriye Ordusu vs.) yaralananlar olursa onların acilen ambulanslarla (hava ve kara)alınarak tedavilerinin yapılması ve hastalıkları devam edenlerin de ismini vermeyeceğim yerlerde ağırlanarak, iyileştiklerinde üstlerine tekrar götürülmesi talimatı vardı. Tüm bunlar bizim devlet aleyhine çalışan örgütlerle sıkı fıkı olduğumuzu da gösteriyordu.

Böyle değil de bu çatışmalara neden olan unsurları ortadan kaldıracak, bugün olduğu, İki devlet Rusya ve Ukrayna savaşındaki, gibi daha net tavırlarla bu işin içinde olsaydık acaba Suriye bu durumda olur muydu? Ayrıca beş milyon Suriyeli mültecilere biz bakmak zorunda kalır mıydık? Bunların hepsi stratejik derinliklerle ilgili kitaplar yazmış olsak ta, derinlikleri göremez olmamızdan kaynaklanmıyor mu?

Arap Fırtınalarıyla BOP projesi uygulama sürecine girdi, ancak bu süreç, her ne kadar sükûnet varmış gibi görülse de öyle olmadığı muhakkak. BOP sürecinin meyvelerinin çok yakın zamanda ortaya çıkacağına hep birlikte şahit olacağız. Güneyimizde Düzenli orduya sahip bir Kürt devleti adı altında, Büyük İsrail’e hizmette sınır tanımayan açılımlar yapılacak. Dağlardaki Teröristlerin kalanlarının da dağlardan çekilmesinin temel nedeninin BOP’ la birlikte onlara vaat edilen devlet içindeki konumlandırmadan kaynaklandığını düşünüyorum. Yani diyeceğim o ki, BOP tıkır tıkır yoluna devam ediyor.

Peki, Böyle bir dönemde Türkiye’nin toplumsal olarak bu kadar zora sokulması onların bir yansıması olamaz mı dersiniz. Bu süreç uygulanırken kendine yeten Bir Türkiye onların asla işine gelmediği için, bizi kendi içimizde birbirimizle boğuşturmak için en önemli etken ekonomik sıkıntı olacağını bildikleri için, bizi o yanımızdan vurdular. Ancak Ülke gündemini belirleyen İktidar ve muhalefet hala seçimi kimin alacağının derdindeler. Ülke üzerinde bu kadar ciddi planların yapıldığı demiyorum, uygulandığı bir zamanda hanginiz alırsanız alınız, olan bu Millete ve ülkeye olacak. Onun için bu denklemlerin nasıl nerede ne adına ve neyi düzeltmek için kurulduğuna bakarsanız, bunlar tamamıyla karanlık ortamlarda karanlık sorunlar oluşturmak için kurulmuş denklemler olduğunu görürsünüz.

Geçmişten günümüze çok ciddi olmaması gereken durumların, olduğuna şahit olduk. ABD, Afganistan’ı terk ettikten sonra, ABD adına orada savaşan Afganları neden biz ülkemize aldık. O kadar basit miydi bu meseleler. Din kardeşimiz diyerek aldık. Oysa onun öyle olmadığını en az benim kadar herkesin bildiğini sanıyorum. Suriye Dizayn edilirken, Kuzeyimizde bir savaşın her an çıkma ihtimali varken, Afgan savaşçılardan neredeyse 500 bin insanı biz neden ülkemize kabul ettik ve onları aldık. Oysa bunları Pakistan almamıştı. ABD, yarınlarda karıştıracağı ortamların, karıştırıcı insan gücünü de bizim duygusal yumuşak yönümüzü kullanarak çok iyi becermiş ve amacına ulaşmıştı. Elbet bizim de hesabımızın olduğunu söyleyeceğiz, ancak şunu kesinlikle bilmek gerekir ki, biz birilerinin kurallarını belirlediği oyunda oynamak için çağrılıyorsak, bu oyun bizim lehimize sonuçlanmayacak demektir. Afgan savaşçıların mülteci adıyla ülkemize gelmesinin, her an bir patlamada kullanılacaklarına inancım çok fazla… Çünkü BOP uygulaması devam ediyor, hatta Rusya Ukrayna savaşının gündemleri belirlediği bu günlerde daha bir hızlanmışa benziyor. Ancak yerel medya organları bunlardan bi haber yaşıyor.

Türkiye’nin böyle bir zamanda ilişkilerinin sıfırlandığı Arap ülkeleriyle yeniden bir rotaya girmesi, İsrail’le daimi müttefikliğimizin yeniden pekişmesi, Batının Türkiye’ye olabildiğine önem vermesi, Rusya Ukrayna Savaşında NATO üyesi olarak tek bir arabulucu olarak meydandaki yerini alması vs. tüm bunlar Türkiye’nin geldiği ve yakaladığı önemli trendden kaynaklandığını düşünemiyorum. Her ne kadar bazı olumlu sayılacak Uluslararası çıkışlarımız olsa da, bunların tümü bir araya getirildiği ve resim bir bütünlük içinde okunduğu zaman arkasından çok pis kokuların geldiğini görüyorum. Bu ekonomik zorluk bizim mana ve ülkü birliğimizi çok kötü etkileyecek. Bu durumdan yararlanmak isteyen yabancı küresel oyun kurucular bunu sabırsızlıkla bekliyorlardı, son 5 ayda bu süreci görüyorlar. Bu onların tam istediği kıvamdır. Çünkü Güçlü ve Milli beraberliğe önem veren bir Türkiye onların işine gelmez. Ancak gençlerin sürekli ülkeleriyle uyum sürecinden çıktığı ve yaşamı başka yerde aradığı, tabiplerin ciddi bir kaçışının yaşandığı yerde istediğiniz amacı gerçekleştirebilirsiniz. Yani ülke olarak biz ne kadar kendimizle alakalı çok büyük laflar etsek te, iç omurga öyle demiyor.

Konunun başı ile sonu arasında geldiğimiz noktaya baktığımızda nerden nereye diyenler olabilir, ancak ben kısa kısa da olsa hafızalarımızı biraz tazelemek istedim. Böylesi dolambaçlı bir geçmişimizi bilmezsek bugün atılacak ve atılan adımların da o günlerden farkı olmayacağını anlatmak için o örnekleri vermek zorundaydım. Ben Büyük Ortadoğu Projesi demiyorum. BOP, Bambaşka Oluyor Pislik… Bu pisliğin içinde olmamız için tüm atlı ve yaya askerlerini harekete geçirmiş Şeytan, üstelik bizim elimizle insanları ikna ederek amacına ulaşma derdinde…

Yönetime sesleniyorum, insanların beyin mekanizmaları üzerinde bu kadar baskı ve yönlendirme yapmaktan uzaklaşın. Yönlendirmek için tüm medya organlarını kullanarak ciddi bir manipülasyon sürecinin yaşandığını çok iyi biliyorum. Vicdanın onaylamadığı bir olayı sadece acaba buradan lehimize olumlu bir sonuç çıkarabilir miyiz diye düşünmekten uzaklaşın. Bugün elde edilecek belli çıkarlar belki olabilir, âmâ bir toplumun geleceği ve yaşam alanı üzerine birileri hesaplar yapıyor bunları görelim ve anlayalım istiyorum. Bulunulan ortamdaki ağrılıklardan kafanızı kaldırıp etrafınıza bakamadığınızı dünyanın nereye gittiğini yakından okuma imkânınızın olmayacağını tahmin edebiliyorum. Onun için en azından bu kadar acı çeken ve gelecek zararlar gelmeden önce uyarılarda bulunan bu Milletin onurlu ve milletine canını feda etmekten kaçınmayan kalem sahiplerinin sözlerine biraz kulak verin isterim… Yarınlar Çok geç olabilir. Bu Ülke hepimizin!

Muhalefete çağrım, Ülkenin sorunları neler bunların tespitini ben şu ana kadar ciddi olarak ortaya koyanınıza rastlamadım. Birisi Çıkmış aynı cinslerin evlenmelerinin medeni toplumlarda olduğunu Osmanlının karanlıklarından artık kurtulmak gerektiğini anlatıyor. Böylesi bir insanlık yoksunu anlayışla ülkeye böyle bir sorun bulanların, kendileri başlı başına bir sorun zaten. Biz Ülkemizin sorunlardan kurtulmasını ve Milletimizin huzurlu birlik ve beraberlik içinde her daim var olmasını istiyoruz. Onun için kişiselleştirilen bir siyaset algısıyla bu ülkenin hiçbir sorununa çözüm bulamazsınız. Millet ve Ülke olarak yenidünya düzeni içinde kurulan oyunlarda kendisine verilen rolleri oynayan değil, oyun kuran ve insanların bu oyunda adil oynamaları için nasıl bir yol izlemeleri gerektiğini tüm yönleriyle ortaya koyacak, cesur kararlı ülkesini milletini seven bizi bilen ve bizden biri olan anlayışlara biz hasretiz onu bekliyoruz sizden. Böyle bir çabanız yoksa sizleri bekleyecek durumda değiliz. Biz Bu milleti her yönüyle şaha kaldıracak güçteyiz çok şükür.

Tüm insanlarımıza çağrım, fanatik ideolojik körlükle olaylara ve kişilere bakmayı bir tarafa bırakalım, İnsan olarak her anlayışta onlara hoşgörü müsamaha ve kardeşlik ölçüleri içinde yaklaşalım birbirimizi sevelim en çok yayılan değerdir sevgi, verildikçe büyüyen gelişen ve kenetlenen tek enerji kaynağıdır.

“Siz birbirinizi sevmedikçe İman etmiş olamazsınız, iman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmek için aranızda barış esenlik ve selamı yaygınlaştırın…”Allah’ın Resulü yolun kırılma noktasını bize göstermiş bunun üzerine ben bir şey diyemem artık…

Selam saygı muhabbet dua ve iyilik dileklerimle… Rabbim bizi yeryüzündeki tüm insanlara ve canlılara şahitlik yapacak bir Millet eylesin…

Bahadır HATAYLI/11.04.2022/02.21


10 Nisan 2022 Pazar

SUÇLULAR GÜÇLÜ OLUNCA, MÜLKTE HAKİKATİ ARAMAK BOŞA!

 “Adalet Mülkün temelidir…”Malik olmak ile adalet arasında doğrudan bir ilişki var ve bu ilişki doğru orantılı bir ilişkidir. Malik değilseniz adil olamazsınız. Eğer malik olduğunuzu söylüyorsanız, bu sizin bulunduğunuz ortama yansıyan adaletinizle ortaya çıkar. Maliki olduğunuzu iddia ettiğiniz yerde yaşamsal devamlılığı sağlayan imkânların dağıtılmasında, gözle görülen bir dengesizlik varsa, yönetim orada malik değil demektir.

Mülk denildiği zaman, bizim toplumda sahip olunan mal ve imkânlar anlaşılır. Oysa Mülk doğrudan yönetebilme ve yönetim altında bulunan insanlara yansıyacak uygulamaların herkesi kuşatacak nitelikte olmasıdır. Kuşatıcılığı olmayan bir yönetimin yönetme anlayışının temeli adaletten uzak demektir. "Mülk" kelimesi Arapça bir kelimedir ve "devlet, ülke, iktidar, düzen, egemenlik, saltanat" anlamlarına gelir. Mülk kelimesi ile adaleti birlikte değerlendirdiğimiz zaman zaten sözün anlatmak istediği de ortaya çıkar.

Hz. Ömer’in böyle bir sözü ifade etmesi, onun bu söze bağlı nasıl bir yönetici olduğunu da gösteriyor zaten. Herkesin dilinde Hz. Ömer’in adaleti diye söylenen bu ifade yanlış kullanılmaktadır. Ömer’in adaleti Mahmut’un adaleti yoktur. Adalet Yaratıcının en çok üzerinde durduğu bir konudur. Ömer bu konunun ehemmiyetini ve önemini doğru anlayan ve o alanda çok çaba sarf eden bir insan olduğu için, Ömer ön plana çıkmıştır. Ömer sadece Yaratıcının, “Allah adildir ve adil olanları sever. Buyruğunu doğru anlayarak yaşayan bir Müslümandır. Onun için kendisinden uzak kalmış yaşlı bir kadınla karşılaştığı zaman, kadının sitemlerini dinledikten sonra, torunlarına yemek yapması için bir torba unu kendisi sırtına alıp güç bela ter içinde onu kadına getirmiştir. Çünkü Ömer bir yöneticinin sorumluluğunu çok iyi idrak eden birisi olmasaydı, bu eylemi yapması düşünülemezdi. Yani adalet, yönetimin malik olmanın devlet olmanın, iktidarda bulunmanın olmazsa olmaz temel koşuludur. Bu adaleti ihya edemeyen bir yönetim bulunduğu ortamda acı gözyaşı zulüm ve acılar bırakır ancak…

Hz. Ali der ki, ”Devletin dini adalettir, adaleti olmayan devlet dinsiz devlettir. Bu kadar hassas olan bir konuda, Müslümanların yaşam alanlarına bakın herkes Şeriat olsun diye, kendi kendilerine bir hayal içinde yaşıyor. Adaletin hayata hükmetmediği bir ortama, şeriat nasıl gelir sanıyorum bunu anlayan vardır. Şeriat Hukuktur. Hukuk herkesin hakkını korumak ve tüm canlılara inançlarına bakılmaksızın, can, mal nesil ve gelecek güvenliğini sağlamak zorundadır. Bunları yapamayan bir hukuk sistemini istemenin anlamı nedir. Şeriat diyenlerin büyük bir çoğunluğunun kafasındaki hezeyan, kendisi her şeyin en alasına sahip olmalıdır, şayet kendisinin bu isteklerinin gerçekleşmesine engel olan varsa onların da kafasının kesilmesi gerekir. Böylesi bir bilinçaltı karanlıklarının yoğun yaşandığı bir topluluğa şeriat diye bir aracı teslim ederseniz, ancak yeryüzünü ifsat ederler. Devletlerin bu günkü ortamları ve uygulamaları dikkate alındığı zaman şeriata en uygun yönetim anlayışları, bizlerin gâvur dediği toplumların yönetimleridir. Buralarda Yönetimler, hukukla insanların yaşamlarını düzenlerken belli bir gruba sınıfa ayrıcalık tanımıyorlar. Kurallar herkesi kapsar ve kurallara karşı lakaytlık, herkese yaptırımı getirir. Yani paranız malınız, bulunduğunuz makam size ayrıcalık tanımıyor hukuk karşısında… Hatta bunu daha iyi izah etmek için kendi oluşturdukları yönetim şeklinin önemli bir özelliğini de, ”Yöneticiler, demokrasilerde yargı yönünden denetime açıktır. Diyerek hukukun objektifliğini ve kişiler üstü bir değer olduğunu anlatmaktadırlar. Batı bu anlamda, Adalet mülkün temelidir ”bizim değerimize bizden daha çok sahip çıktıklarından dolayı, bu değere bizden çok onların sahip olma hakkı vardır.

Müslümanların yaşadığı toplumlarda hukuk, hâkimlerin cüzdanı ile vicdanı arasına sıkıştığı için, hangisi daha baskınsa ona göre sonuç tecelli ediyor. Bu da mülkün temelinde adaletin olmadığını gösteriyor. Peki, soruyorum, adaletin varlığından rahatsız olanlar, şeriat isteklerinde ne kadar samimi olabilirler. Çünkü Şeriat, adalet toplumundan başka bir yaşam değildir. Dolayısıyla şeriat, belli bir dinin kurallarının topluma dayatılarak onlara istibdat yönetimini reva görmek değildir. Şeriat, meşru olan ve şer taşımayan, şer’i dediğimiz, yani adalete uygun diyebileceğimiz bir anlayışın iktidar olması demektir. Şeriat gelecek zulüm bitecek diye slogan atanlar aslında kendileri için imkânların artması ve şartların iyileşmesini anlatırken, bunlara bu imkânları vermek istemeyenleri de imha etmek olarak karşılık buluyor. Böyle denmemiş olması böyle bir bilinçaltı olmadığı anlamına gelmiyor.

Adalet, yönetimin devletin iktidarın temelidir. Adaleti imha edenler, kendi yönetim güçlerini kaybedenlerdir. Yönetim güçlerini kaybedenler, toplumsal yaşamın sürekliliğini sağlayan birleştirici güçleri koruyamazlar. Bu görevlerini yerine getirmeyen devlet, iktidar, vs. toplumsal yaşamda kaçınılmaz olarak karanlıkların genişleyerek yayılmasına neden olur. Devletler, insanların ferdi ibadetlerini nasıl yapacağını, ne zaman yapacağını anlatan ve belli kurallara sıkıştırarak o kurallara uygun ibadet şekilleri oluşturma gibi boş uğraşlardan çıkması gerekir. Bunlarla uğraşan bir devlet, kendisi için olmazsa olmaz olan “Adalet Mülkün Temelidir ”sözünü hayatın dışına atar. İnsanların ibadetleriyle uğraşarak onlara yaptığı acımasız zulümleri göstermek istemez. Halkta yöneticilerin asıl vazifeleri bu olduğuna inanır, ona karşı en adil bir yönetim anlayışının kökleşmesini isteyenlere karşı savaşmayı bile göze alırlar. Müslümanların Tarihinde Devletin temelinden adaletin uzaklaşması, Hz Osman dönemiyle başladı. Çünkü Osman insanların ehliyetine bakmaksızın yakın akrabalarını hep devletin kademelerine soktu ve insanlara inanılmaz düzeyde hırçınlaşacak ve isyan edecek ortamlar oluşturdu. Ondan sonra gelen Müslümanlar Hz. Osman’ı anlatırken hep onun halim selim uysal yumuşak başlı biri olduğunu anlatır ve onun namazlarını infakını öne çıkarır. Ama kimse onun devlet yönetiminde Adaleti mülkün temelinden çıkardığından dolayı o acı sahneleri yaşadığını anlatmak istemez. Ondan dolayı da bizler duygusal bağlarla bağlı olduklarımızın yanlış yapma ihtimalini hiç düşünmeyiz. Onun için de Hukukun karşılığının olmadığı hakların gasp edildiği ortamları yaşamak en doğal süreç olur.

Müslümanlar, yönetici belirlerken yöneticinin en çok adaletli olup olmadığına bakmalı, ehliyetli mi bu işe, merhametli mi? Kibir ve gururdan uzak mı, menfaatlerini devletin menfaatlerinden önde görür mü? Gibi temel kriterlere göre seçici olması gerekir. Ancak bizim gibi toplumlar, namaz kılıyor mu oruç tutuyor mu, içki içiyor mu, ailesi nasıl tesettürlü mü? Çok sonra aranması gereken özellikleri öne çıkarıp, devleti adaletten ayırırlar. Dolayısıyla mülkün temelinde adalet olmayınca o mülk kimine kelek yediriyor kimine kavun… Ondan dolayı da zulmün pençesinden bir türlü kurtulamazlar.

Devlet yönetimi için adalet dışında bir şey aramak, insanların kendi kendilerini zillet içinde yaşatmaları olur. Zillet içinde olan toplumlar, başlarındaki yöneticilerini asla sorgulayamazlar. Onun her eylemini bir hüner sanırlar. Oysa Emir-el Mümin’in Ömer, mescitte kadınlar tarafından sorgulanıyor eleştirilere uğruyor. Hatta Ebu zer Ömer’e der ki, Ey Ömer adaletten uzaklaşır kendi kafana göre devleti yönetmeye çalışırsan Vallahi seni şu kılımla düzeltirim. Yani Ömer Müslüman dindar olduğu için, Mülkün temelini oluşturan adaletten uzaklaşma hakkına sahip değildir. Ömer, bu söz karşısında Rabbim sana şükürler olsun ki, ben yanlış yaptığımda beni uyandıracak kulların var diyerek secdeye kapanır. Ömer, yanlışı olduğunda düzeltecek halktan insanlar var diye secdeye kapanır ve rabbine şükreder. Biz Ömer’i secde ettiği için değerli olarak adlandırmadık. Ömer hakkın şahitliğine önem verdiği ve adaleti uyguladığı için onu baş tacı yaptık. Adalet böyle olursa Mülkün temelidir diyebiliriz. Yoksa adaletsiz bir yaşam için duygusal konuşmalar arasında insanları galeyana getirmek için, adalet mülkün temelidir şeklinde günde beş yüz cümle kursak ne değişir hayatımızda… Kocaman hiç…

Adalet mülkün temelidir. Devlet, adaleti uygulamakla insanlar arasında kardeşlik mutluluk huzur ve barışı sağlar. Bunu yapabilmesi için, devletin denetleme ve kontrol mekanizmasını aktif çalıştırması şarttır. Aktif denetleme yapamayan ve yaşamın her noktasında keyfi uygulamaların oluşuna göz yuman devlet, mülkü devam ettiremediği gibi adaleti de tesis edemez. Özellikle son dönemde ülkemizin yaşadığı büyük travmaları göz önüne aldığımız zaman, mülkün nasıl korunmaz hale geldiğini ve keyfi oluşumların toplumsal yaşamı imha edici faaliyetlere giriştiğini göreceğiz. Eğer bir yönetim, insanların yaşamını doğrudan etkileyen olumsuz eylemleri, topluma yönelik bilinçli saldırgan zararlı eylemler olarak değerlendirip, bu eylemleri yapanları cezalandırmazsa toplumsal kargaşa kaçınılmaz olur. Ormanı yakanlara verilen ceza ile insanlığın yaşamını devam ettirecek gıdaları toplumdan gizleyerek yok etmek için onları çürütüp çöp olarak dökenleri de aynı ceza ile cezalandırmak şarttır. Çünkü her iki eylemde doğrudan toplumsal yaşama yönelik bir saldırıdır. Bunlar terör kapsamında ele alınması gerekir. Devlet bunu yapmıyor ve bunlara gerekli cezayı uygulamıyorsa, bunların yaptığı her zararın ortağı olarak görülür. Çünkü devlet mülkü devam ettirmek için bunlara asla fırsat vermemesi gerekir. Toplumsal yaşamı olumsuz etkileyecek ve toplumda sorunlara yol açacak hiçbir eylem kişisel olarak görülemez ve yaptırımsız bırakılamaz. Devletin adaleti tesis etme gibi bir sorumluluğu vardır. Bunun için mutlaka devlet yaptırımlar uygulamak zorundadır. Adı, kimliği statüsü, toplumsal tabası inancı ideolojisi, yönetime yakınlığı ne olursa olsun olumsuzlukları yaygınlaştıran herkese hukuk gerekli yaptırımı yapmak zorundadır. Göz ardı etmek ve maddi cezalar vererek caydırıcı olmayan denetimlerle bunları toplum içine salmak, devletin acziyeti olur. Dolayısıyla bunlardan kaynaklanan olumsuzlukların faturasını, halkın devlete yüklemesi ve hesabı ona sorması kadar doğal başka bir şey olamaz.

Devletin görev tanımı doğru yapılmaz ve bu alanda gerekli uygulamalar olmazsa, devletin yönetiminde bulunan yöneticiler her geçen gün devleti zayıflatır ve devleti rotasından çıkarır. Daha sonra, devlet farklı düşüncede olan halkın desteğini alarak devlet gücüne sırtını dayayarak toplumsal ayrıcalıklı bir yaşam oluşturmak için, devlet kurumlarına gelmek isterler. Oysa devlet yönetimine gelenler devletle birlikte hayat standartlarını yükseltiyor ve olağanüstü imkânlara kavuşuyorlar, toplumda büyük bir kesim inim inim inliyorsa, yönetime gelenler, halk için geldiklerini ve onlar için çalıştıklarını söyleyerek insanları aldatmaya çalışmasınlar. Halka yansımayan iyilikler, devlet eliyle ballandırılarak anlatılıyor ve kâğıt üzerinde mutluluk reçetelerinin formülleri dağıtılıyor ama halk acıdan kıvranıyorsa, orada Mülkün temelinde asla adalet yok demektir.

Adaletsiz yönetimlerin adaletle bertaraf edilmesi bir insanlık görevidir. J Locke der ki, ”Eğer bir yönetim insanları mutlu edemiyor, paylaşımda adaletsizlik yapıyor, acı ve gözyaşı ile insanlara her gün yaşamı zehir ediyor ve insanlar gelecekten endişe ediyor, her gün akşam paranoyak nöbetleri yaşayarak yatağa giriyor ve sabah kalkarken, tedirgin ve kendine güvensiz uyanıyorsa, böyle toplumları yöneten devletleri korumaya değmez, elinizi çekin batsın gitsin” der.

Devlet, yönetimi altındaki insanların yaşamını kolaylaştırmak ve imkânların, insanlar arasında adil paylaşımını taksim etmek için vardır. Ancak günümüzde devletlerin büyük çoğunluğu özellikle gelişmemiş toplumlarda devlet, Ayrıcalıklı bir sınıf yaratmak ve o sınıfın devlet gücünü arkasına alarak kendi menfaatleri için toplumu imha eylemlerine meşru zeminler oluşturmaya yarayan kanuna dayanan bir canavar olup çıkmıştır. Çünkü kendisi imha eder ama adı kanunidir. Aynısını bir başkası yapınca adı terörizm olur. Demek ki günümüzde devlet, adalet üzerine oturmadığı zaman teröristlerin en büyüğü ve kanunlarla terör eylemlerini meşru temellere oturtmaya çalışan bir canavara dönüşebiliyor… Onun için diyorum ki,” Adalet mülkün temelidir. Adaletten yoksun bir yönetim, Malik-ül Mülkün yeryüzünde görmek istemediği bir oluşumun adıdır. Mülkün sahibinin arzında özlediğimiz adil bir yönetime kavuşmak ve huzurlu bir yaşamın kollarında nefesimizi sonlandırmak dileğiyle rabbim yarınlarımızı aydınlık eylesin bizleri bizlere bırakmasın içimizdeki aşırılıklarımızı ve hırsı bizden alsın ki bir kul olduğumuzu hatırlayalım…

Selam sevgi yaygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/ 10.04.2022/01.20



8 Nisan 2022 Cuma

KUTSAL TENLER SERMAYEYE DÖNÜŞÜRSE AİLE YOK OLUR!

 Her gün Muhafazakâr ortamlarda aile dağılıyor, ne oluyoruz gibi tedirgin edici sorularla karşılaşıyoruz. Bu sorunların olduğu ve her gün artarak devam ettiği muhakkak… Yalnız ben bu muhafazakâr kesimlerin tedirginliklerini anlamakta zorlanıyorum. Bu sürece toplumu taşıyan unsurlar neler, kimler bu işte en önemli rolü oynadılar, toplum bu hale hazırlıklı hale nasıl getirildi, insanların böyle bir tercihe yönelmelerinde hangi saikler etkili oldu, küresel entegrasyon diye insanları bu hale yıllardır hazırlayanlar kimler, Tek devlet tek vatan gibi kavramlar neden hiç sorgulanmadı vs. gibi etkenler bu kesime hiç yabancı değil, bunlar olurken alkışlayan da bunlar, bu gün ortalığa çıkıp bağıranlar da bunlar, sahiden siz ne olduğunuzu anladığınız gün bu sorunların hiçbiri olmayacak…

Hoca Nasrettin’e demişler ki, mahallende fuhuş var, ben kendi evimi bilirim demiş, kendi evinde var dediklerinde ise, ben kendimi bilirim demiş, geldiğimiz nokta şu an bu olmasına rağmen, konuşmaların ve vaazı nasihatlerin haddi hesabı yok… Ancak toplumsal çöküş, freni patlamış bir araç gibi nereye gittiği belli olmayan bir hızla dibe doğru çakılıyor…

Yıllar öncesini hatırlıyorum ülkenin birinci ağzından söylenen şu söz, maddi göstergelerimiz iyi oldu düzeldi ama kültürel ve manevi alanda ciddi boşluklar oluştu, bundan sonra, o alana yöneleceğiz dediği günde doğan çocuklar, on yaşına geldi, âmâ doğduğuna neredeyse pişman olmuş bir ortama geldi. Bu binalar Gökdelenler ne zaman yapıldı, İstanbul’un doğal yapısı bozuldu biz İstanbul’a ihanet ettik dediği gün alkışlar yeri göğü inletti. TOKİ’nin,1+1,1+0,sütüdyo daireler yaparak aileyi parçalamaya başladığı günler 20 seneye dayandı. Aile Bakanlığı diye Ailenin temeliyle oynayan Bakanlığın, Kadının beyanı esastır şahide gerek yok, aile bakanlığımız kadınlarımıza pozitif ayrıcalık uygulayacaktır dediği günlerin üzerinden 12 Yıl geçti. Kârı koca resmen ayrıldıklarında kadının yanında kalan çocukları için set yardımları adı altında kadınlara, aile birliğinin dağıtılması için arkası düşünülmeden verilen primler, ailenin üzerine bomba gibi düştü. Ancak resmi olarak ayrılmamış ama çocukları ile birlikte yaşayan kadınlar bu haklardan mahrum bırakılarak, resmen ayrılmanın dolaylı olarak teşvik edildiği kurumun adı aile Bakanlığı… Çocuklarına anne olan kadınların insan muamelesi görmediği, ancak çalışan kadınlara teşvik olarak desteklerin yapıldığı, kadının en büyük sorumluluğu olan anneliğin ayaklar altına alındığı günler çok gerilerde kalsa da, faturasını bugün öderken neden rahatsızlıklar olur ki anlamış değilim(!)

Bu çalışmaların hepsi öylesine olmadığı ve belli bir plan ve program içinde, ailenin değişimine dönük çabalar olduğunu ben anlamayacak kadar beyin özürlü değilim. Toplumsal değişmenin en önemli unsuru, değişimi zor ve köklü olan bu kurumun yapısı değiştiği zaman, diğer kurumların bu değişimden etkilenerek değişimin hız kazanacağı muhakkak. İşte bunu bilen ve Toplum mühendisliğine soyunmuş olanlar toplumu avutarak, bunu çok iyi becerdiler. Bunların hepsi alenen yapılırken vardır bunda bir keramet diye bakıldı, ancak geldiğimiz noktada fatura çok kabarık çıktı; hatta sonraki nesiller bu faturayı asla ödeyemeyeceği görününce bağırtılar başladı. Ben bu bağırmaların ve yakınmaların gerçekçi olduğuna inancım yoktur kimse kusura bakmasın…

Gökdelenler yapıldığı zaman herkes gelişmişlik sandı, insanlar arasındaki dayanışma kardeşlik komşuluk imha olduğunda ve aynı apartmanda oturup kimsenin karşı komşusunun durumundan haberi olmadığı zaman bunu medenileşmek olarak anladı. Çünkü her yapılanma biçimi kendi kültür kodlarını oluşturur ve kültür ona göre biçimlenir. Bundan 8 ay önce Başkent Ankara’da canlı tanık olduğum bir olayı sizinle paylaşayım. Ankara Keçiören’de bir arkadaşın evinde misafirim, sanıyorum misafirliğimin ikinci günüydü. Sabah erkenden kalktım dışarı çıkarken kapı önünde itfaiye ekipleri Polis arabaları özel giyimli apartmana girdiler, ben biraz meraklıyım hemen bekledim ve oradaki Polis Memuruna sordum ne olmuş burada, bu kadar insan neden birikmiş, cenaze mi var yoksa bir baskın mı oldu dediğimde, hayır, yalnız yaşayan biri vefat etmiş dedi. Şimdi mi oldu dedim, hayır bilmiyoruz diye cevap aldım. Evde kalan arkadaşları aradım sizin binada bir cenaze var nedir bir öğrenin dediğimde, akşama kadar konuyu tam anlamıyla öğrenen olmadı ve kimin vefat ettiği de bilinmiyordu. Akşam döndüğümde, Belediyenin büyük arabaları evin tüm eşyalarını çıkarmışlar apartmanda ilaçlama yapmışlar yorgun ve bitap düşerek kaldırıma en az 15-20 kişi oturmuştu. Acaba Corona salgını mı var apartmanda diye düşünürken, sonucu öğrenmek istedim ve yaklaştım, onların başında duran kişiye ne olduğunu sordum. En az iki ay önce apartmanda yalnız yaşayan 50’li yaşlarda bir kadının öldüğünü, âmâ pencereler açık olduğu için kargaların kadının cesedini yiyerek sadece iskeleti kaldığını, uzun süre kendisine ulaşamayanların sorgulamasıyla olayın anlaşıldığını söylediler. Oysa 4. Katta oturan bu hanım fendinin komşusu ile kapı mesafesi, en fazla 1,5 metreydi, ama iki ay ceset tükenene kadar kimsenin haberi olmamış, zaten ben gittiğimde de hiçbir koku yoktu yoksa hissederdim. İşte İnsanlarımız bu kadar birbirinden uzaklaştı, bunun sebebinin ne olduğunu çok ararız, ama kendi beyin değişimimizde olduğunu asla düşünmeyiz. Zihin yapımız değiştikçe, eylemlerimiz, ilişki biçimlerimiz, olumsal algı dünyamız değişti ve herkes kendi gettosunda varlığını sürdürür oldu sonuç ortada…Tam18 yıl önce Kadıköy’de bir eğitim öğretim kurumunda yöneticilik yapıyordum… Muhafazakâr bir ailenin Yasin isminde bir çocuğu öğrencimizdi. Aile ekonomik olarak çökmüş, Maltepe’nin üst kısımlarında bir gecekonduda oturuyorlardı. Çocuk zengin aile çocukları arasında okuyordu ve şartları onlara uymadığı için psikolojik bunalıma girmiş, sürekli uyuşturucuların ortamına gidiyor, ailesine baskı yapıyor ve kimseyi dinlemiyor ben de onlar gibi yaşamak istiyorum, bizim onlardan neyimiz eksik diyerek, anne ve babasını Lüks bölgelere göçmeye zorluyor, onlar da zavallı duruma düşmüşler ne yapacaklarını şaşırmışlar. Benden yardım istediler ben evime gitmedim çocuklarım küçüktü onu o sokaklardan alıp kaç defa şaka ciddiyet arasında tokatladım ama beni çok seviyordu, onun için dediklerimi dikkate alıyordu, gariban annesi yalvarıyordu hocam ne olur bize yardım edin diye… Onu çözüme kavuşturmamıştım ki, Bir Hanım efendi, Tepe Ören'de çok önemli zengin bir kolejin, en başarılı öğrencisi oğlunu aldı ve geldi, Pendik’te oturuyorlardı. O gençleri hayata katmak için nasıl üstümüze gelen dalgalarla mücadele ettiğimizi ben biliyorum. Ancak geldiğimiz nokta itibarıyla bu dalgalar herkesi kuşattı kim ben bu dalgaların dışındayım diyorsa kendim de dâhil inanmıyorum… Çünkü yaşarken bize ne olduysa oldu ve yeni yaşamımızın kültürünü oluşturduk, şimdi onunla boğuşurken bu da nereden çıktı diyoruz. Bir yerden çıkmadı, ”Başımıza gelenler kendi ellerimizle yapıp ettiklerimiz yüzündendir.”

Her ortamda dağılmış aileler ve onların geride kalan çocukları ile karşılaşıyoruz. Yakın günlerde takriben 15 gün öncesi, Sosyal medyada küçük çocuğunun beşiğini, çocuğuna süt almak için satılığa çıkarmış bir annenin paylaşımını gördük. Eşime hemen yazmasını ve bilgilerini almasını söyledim. Eşim bilgi ve telefonunu aldı, biraz rahatsızdım ve acayip bir fırtına vardı o gün bir arkadaşı aldım tam akşam ezanı okunmaya yakın o adresi bulmaya gittik. Acil ihtiyaçlarını temin ettik eve gittik ve bulduk. Pencereden görünüyor, 16 yaşlarında bir erkek çocuk, kucağında bir yaşında var yok, küçük bir bebek onu avutmaya çalışıyor, kapıyı açtı eve girdim kadın yok evde, gelinceye kadar durumu öğrenmeye çalıştım. Ablası 20 yaşında yetiştirme yurdunda büyümüş, anne baba ayrı, çocuklar dedelerinin yanında büyümüşler ve bu yaşa gelmişler. Kız biriyle kaçarak evlenmiş, maalesef Corona illeti 22 yaşındaki eşini onlardan ayırmış ve genç delikanlı vefat etmiş. Şimdi o iki küçük yürek bir de küçük sabileriyle birlikte hayat sürüyorlar. Evlerinin içi insaf sahipleri tarafından görmeye değer. Ben iki gün kendime gelemedim.4 Yıl önce kurduğumuz ve benimde yönetiminde olduğum dernekteki arkadaşları aradım, sağ olsunlar acil yardımı yapıldı, aylık karınca kararınca bir aylık bağlandı. Kendimi vicdanen onların o sorunlarına küçükte olsa yardımcı olmayı rabbim nasip ettiği için rahatladım. Ancak her durumda bu tarz bir çok insan tarafından arandığım için imkanım olmadığından ciddi bir travma yaşıyorum. Oysa insanlar Yüksek binalarıyla yarış halindeler, ondan sonra aile neden bu durumda diye köşelerinden konuşuyorlar; ayıptır yazıktır günahtır. Hesap var kendimize gelelim…

Verdiğim örnekler canlı olarak yaşadıklarım olduğu için veriyorum. Evet, aile hakikaten yerlerde sürünüyor. On tane aile büyüğüyle konuşunuz, hepsinin çocuklar hakkında söyledikleri birbirinin aynısı. Farklı şeyler duymaya hasret kaldım. Aile danışmanı olarak para kazanmayı düşünüyordum ancak insanların bu içler acısı yaşamlarına şahit olunca, cebimde olanları da onlarla paylaşayım da acıları biraz olsun hafiflesin demeye başladım. Aile geri dönüşü olmayan bir yolda, tek taraflı çok hızlı bir yol gidiyor. Bu yolun oluşumunda yukarıda saydığım ve daha anlatmadığım çokça faktör etkili olmuştur. Bu faktörleri oluşturan ana değişkeni bulmadığınızda ya da onu görmek istemediğinizde yan değişkenlerle hiçbir sorunun kaynağına inemeyeceğiniz gibi çözümü de bulamazsınız. Bir Devlet politikası olarak 1+1 tarzı evlerin nerelerde yapıldığına bir bakın Allah aşkına, neden ve niçin yapıldı. Fakir insanları ev sahibi yapmak gibi bir manipülasyonla insanların algıları yönetildi. Oysa bunlar tamamıyla aile dışı ilişkilerin daha rahat yaşanması amacıyla kullanıldığına herkes şahitti ama kimse oralı olmadı. Ben bir toplum Bilimci olarak, Sosyal paylaşım ağlarından gerçek yaşama kadar toplumu sarsacak nitelikteki değişimleri yakından takip etmeye çalışıyorum… Mesela, İki Telli de M…Off diye bilinen bir yer var, oradaki yaşam ve ona benzeyen birçok yerlerdeki yaşamlar bir araştırma konusudur. Bu yazımla yetkililere de bilmiyorlarsa bilgi veriyorum, buralar hangi amaçlarla kullanılmaktadır ve bunlara bu imkânları oluşturan kimdir.

İnsan bedeninin kutsallığının kalktığı ve bir sermaye aracına dönüştüğü ortamlarda, ailenin varlığından söz edemezsiniz. Aile, kutsal tenlerin meşru daireler içinde birbiriyle buluşmasından doğar. Oysa toplumsal yaşam alanlarımız bu kutsallığın ortadan kalkması için, her yönüyle uygun hale getirildi, ondan sonra bunlar nasıl oluyor diye kendi kendimize boş zamanlarımızda geviş getirerek sorunları çözdüğümüzü sanıyoruz. Allah aşkına gerçekçi ve inandırıcı olalım. Aynı ortamlarda farklı tüketim robotlarından oluşan bir yaşam ile imkânsızlıklar içinde boğuşan yaşamlar bir arada olursa orada infilak olur. Ve patlamanın şiddeti 9,9 şiddetindeki depremden daha etkili sonuçlar doğurur. Ne yazık ki bizim toplumda bu acı sonuçlar fazlasıyla yaşanıyor. Tüketim nesnesine dönüşen nesiller yetiştiriyoruz ve bunun sorumlusu da insan yaşamını ruhsuz kadavraya çeviren yönetim ve planlama erkidir.

Küresel entegrasyona dâhil olmak demek, kendini yok ederek onlar gibi bir oluşum ortaya koymaksa bu kadar bağırmanın çabalamanın anlamı nedir? Küresel entegrasyon dışında kalmak istemiyorsak onlar hareketli iken bizim durağan ve pasif olmamamız gerekir. Demek ki biz entegrasyonu, o değerler içinde kendimizi imha ederek değersizleşmek olarak anladık ki, toplumsal yaşamın temelini oluşturan kurumumuz iflas etmiş durumda. Ziya Gökalp’ın, Türkleşmek, Muasırlaşmak ve İslamlaşmak dediği yaşam tarzını hepimiz biliyoruz. Kendi kültürünle var olacaksın, muasır dünyada yaşayacaksın, bilim ve teknoloji olarak; ama inancın da, yaşamında karşılık bulacak. Bunlarla birlikte bir katılım olsaydı, böyle bir sorunu şu an konuşmamış olacaktık.

Yerleşik geniş ve üretici aile yapımızı yeniden canlandırmadığımız müddetçe, bu kibrit kutuları gibi yükselen gökdelenler içindeki ailenin, temelindeki dinamitlerin hepsi tutuşarak patlayacaktır. Aile bir kuşun iki kanadı veya gece ve gündüzün bir günü oluşturması olarak görülmelidir. Kuşun kanatlarından biri diğerine düşman ve rakip olamaz, öyle bir algı oluşursa, kuş asla uçamaz. Sadece gece, bir gün oluşturmuyor, sadece gündüz de bir günü tanımlamaz ama ikisi bir araya geldiği zaman gün oluşur. Ailede, türleri aynı cinsiyetleri farklı olan iki unsurun birlikte olmasıyla anlam kazanır. Birbiriyle rakip değiller tamamlayıcı iki unsurlar. Oysa bizim Yönetim erkimizin oluşturduğu Bakanlık her ortamda bunları karşı karşıya getiren iki rakip düşman olarak tanımladı. Birini ötekileştirdiği zaman diğeri özgürlüğüne kavuştuğunu sandı, oysa uçuşu durdurulmuştu ama bunu anlayamadı. Çocuklar hacz edilecek bir nesne olarak görüldü oysa bu iki cinsin emeğiyle açan bir tomurcuktu, âmâ aşağılandıkça aşağılandı. Yani ailenin kutsallığı planlı olarak imha edildi, sonrasında oluşacak hayat için yeni, ortamlar hazırlandı ve oluşturulmak istenen yeni hayatın yansımaları genişledikçe toplumsal omurganın çatırdadığını gören bizim muhafazakârlar, acelecilikle bunun önüne geçebilmenin yollarını aramaya başladılar. Oysa bu şekildeki kıytırıktan fark edişler kaybedilmiş zamanı ve imha olmuş nesilleri geri getirmek için yeterli değil… Dolayısıyla geri dönüşümü olmayan bu işin mimarlarının katkısından uzak yeni bir değişim modelini, ailenin kültür ve coğrafi kodları iyi tanımlanarak onun yaşam alanları oluşturulmalıdır. Ayrıca o yaşam alanlarını benimseyecek ve içselleştirecek zihinsel devrimler de gereklidir. Bunun için medya araçlarının ifsat yolları imha edilerek onların programları bilinçli ve objektif, insani değerleri barındıran ve bunların gelişimine katkı sunacak birikimlerle yeniden programlanmalıdır. Bir toplumu yok etmek istiyorsanız, aile üyeleri arasında uzaklaşmayı ve aralarına duvarlar örerek sadece biyolojik yakınlığı bırakın diğerlerini yok edin. O toplum kendiliğinden çürür ve yok olur. Mangal kömürünü üretirken önce ağaçları çatarsınız ne güzel sıvadığınızı söylersiniz, ardından küçük bir delikten onu içerden tutuşturursunuz, ağaçlar tutuşunca o deliği de kapatırsınız kimse içerde ateşin yandığını bilmez ama içerdeki tütsü ve dumanlarla o güzelim ağaçlar simsiyah kömüre döner. İşte aile yapımız, o yakılan ateşlerin ailelerimizin içine atılmasıyla tüterek bu gün kömür haline geldiyse bu çok önemli ve yabana atılmayacak bir durumdur. O zaman tüm yöneticilerimizin psikologlarımızın, sosyologlarımızın, pedagoglarımızın, ailelerimizin aydınlarımızın ve sorumluluk duyan toplumsal bilinç sahibi her insanımızın ve aydınlarımızın acilen bu konulara el atması ve sorunların doğru tespitini yaparak, acil uygulama eylem planlarının oluşturulması için kamuoyu oluşturmaları kaçınılmazdır.

Hiçbir şey bitmiş değildir, yaşıyor, bunları görüyor ve bunların nasıl çözüleceğiyle alakalı zihin yoruyor ve o konularda çaba harcıyorsak; bunlar değişir demektir. Önemli olan bunları değiştirebilecek dinamizmin kendimizde olduğuna inanmamızdır. Benim naçizane önerim, tüm ülkemiz insanlarını ayrım gözetmeksizin ve herkesi işin içinde olmak kaydıyla, olan olduğu kadar, kimsenin kimseye üstünlük taslamasına fırsat vermeden, yaşamak için insani duruş ve gelecek nesillerin imhasını önleme seferberliği başlatarak; her alan da üretime ve dayanışmaya geçmemiz lazım. Bunu başarırsak ki, Bizim milletimiz gerçekten inanırsa, tekeden süt sağar, taşı parçalar su kaynağına ulaşır, buna inanmamız için baştakilerin gerçekten baş olmaya ihtiyacı var. Hayatları güllük gülistanlık olanların aynı gemideyiz diye bize, nerede olduğumuzu anlatmasına ihtiyacımız yoktur. Birileri geminin gövertisinde büyük çoğunluk geminin altında gemiye güç veren pervanelerin dişlileri arasında doğranırken aynı gemideyiz demek bize hiç inandırıcı gelmiyor. Onun için biz başımızda bizimle dertlenen ve bizim sorunlarımızı sorun edinen, bizim acılarımız dinmeden acılardan kendini kurtaramayan başlar istiyoruz. İşte o zaman Bu toplumun yeniden şaha kalktığı gün olacaktır. Bu milletle bunu veremeyenler ne olur bu hakkımızı elimizden almayın ya da olun…

“Siz insanlara iyiliği söyler, kendinizi unutur musunuz, oysa kitabı da okuyorsunuz hala aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

“Ey İman edenler yapamayacağınız şeyleri neden söylersiniz, Allah katında en sevilmeyen şey yapmadıklarınızı söylemenizdir.”

Bu ayetlerin bizlerin hayatına yeni bir başlangıcı getirmesi ve dosdoğru yaşayarak toplumsal imha sürecimizi durdurmak ümidiyle, herkesi Merhametlilerin en merhametlisine emanet ederek, bu gün zihinlere farklı bir yükleme yapmaya çalıştığım için rabbimden bunları hayra çevirmesini niyaz ediyorum…

Selam saygı muhabbet ve dualarımla…

Erol KEKEÇ/08.04.2022/00.54



"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?

"SABAH YAKIN DEĞİL Mİ?
Kendini herkese uydurmak için yontmaya koyulanlar, sonunda yontula yontula tükenip giderler.

Popüler Yayınlar

Bitsin Bu Zillet

Bitsin Bu Zillet
Bir millet irfan ordusuna malik olmadıkça, savaş meydanlarında ne kadar parlar zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin yaşayacak neticeleri vermesi, ancak irfan ordusuyla kaimdir. KEMAL ATATÜRK

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...

Ağlatıpta gülene yazıklar olsun!...
Ya bir yol bul, ya bir yol aç, ya da yoldan çekil.

Senin rabbin sana senden yakın.....

Senin rabbin sana senden yakın.....

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!

omuzlarında dünyayı taşıyan küçükler!
Zulüm yanan ateş gibidir, yaklaşanı yakar;Kanun ise su gibidir, akarsa nimet yetiştirir.

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....

Allah'ın laneti zalimlerin üzerine olsun!....
"Kuşlar gibi uçmasını,balıklar gibi yüzmesini öğrendik ama insan gibi kardeşce yaşamasını öğrenemedik..."

kelebek gibi hafif olun dünyada

kelebek gibi hafif olun dünyada

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

Kevserin Başında Buluşmak Umuduyla

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!

çöllerden geçerek varılır havuzun başına!